Ölüm hücrelerinde, diğerlerine
benzemeyen, Irene Johnson adında bir gardiyan vardı. Ondan daha önce
bahsetmiştim - adımı doğru şekilde telaffuz edebilen tek gardiyan oydu - ama
onun neden özel biri olduğunu anlatmamıştım.
Avukatlarımın beni ziyaret
ettiği günlerde bazen, Bayan Johnson' ın diğer mahkûmların aile bireylerini
şefkatle kucakladığını görürdüm. Ona kimsenin patavatsızlık ettiğini
duymamıştım. Oysa mahkûmlar, Johnson'ın haricinde diğer bütün gardiyanları
tepelemenin hayalini kurarlardı. Sargent’la aralarındaki özel dostluk
dikkatimi çekiyordu. Etrafta başka gardiyan olmadığı zamanlarda, Sargent'a ilk adıyla
sesleniyordu. Bir keresinde,
“Gardiyan Johnson'la liseli âşıklar
gibisiniz.” dedim. Sargent lafıma fena bozulmuştu.
“Bunun şakasını bile yapma, Innocente. Bayan Johnson, Jeanne d'Arc gibi biri.” dedi. Gözümün içine bakarak anlatmaya devam etti.
“Benim gözümde onun nasıl biri olduğunu bilmek ister misin? Hani kız kardeşine hayran olursun ama onunla yatmak istemezsin ya, işte onun gibi bir şey. Anlıyor musun?”
Ne demek istediğini tam olarak anlamıştım. Beni fena halde utandırmıştı. Haklıydı, Bayan Johnson herkese karşı merhametliydi. Onun gibi birinin nasıl burada çalıştığına aklım ermiyordu. O zaman Sargent'a,
“Haklısın, bahse girerim, Irene Johnson gerçek bir Azize.” demiştim.
Bana ondan başkası yardım edemezdi.
Sosyal medyayı kullanan çoğu insanı bulmak kolaydı. Aynı yolu takip ederek Johnson'a da ulaşabilirdim. Cadde üzerinde, ucuz bir restoran zincirinin karşısında, sıradan bir apartman dairesinde oturuyordu. Restoran günde yirmi dört saat açıktı ve Johnson'ın her gün öğleden sonra saat üç otuzda, oradan iki fincan kahveyle birlikte bir parça pasta aldığını öğrenmiştim. Sabah vardiyasına geçmiş olmalıydı. Oraya saat üçte varmış, kapıyı gören bir masaya yerleşmiştim. Yanıma gelen garsona bir tane BLT* sipariş ettim. Bayan Johnson, içeri girdiğinde beni fark etmemişti. Hesap pusulasını alıp ödeme yapmak için kasaya doğru ilerledim. Yanından geçerken yanlışlıkla elimden anahtarlarımı düşürüyormuş gibi yaptım. Başımı kaldırdığım anda göz göze gelmiştik.
"Aman Tanrım, bay Zhettah bu sizsiniz, inanmıyorum." dedi.
Onu bir anda karşımda bulmuş ve şoka uğramış göründüm. Oturmam için rica etti.
Şimdi bir senaryo uydurmalıydım: Güya
hapishanede geçirdiğim günler hakkında bir kitap yazıyordum ve araştırma yapmak
için şehre inmiştim. Ona zamanımı nasıl geçirdiğimi anlattım. Ayrıca bazı
gardiyanlarla konuşmayı düşündüğümü söyledim.
“Yerinde olsam umudumu fazla yüksek
tutmazdım Bay Zhettah. Çoğu gardiyan tenezzül edip eski mahkûmlarla görüşmek
istemez, görevleri esnasında yanlış bir şey yapmayanlar da dâhil buna.” dedi.
Aslında ondan istediğim tek şey, kişinin
hayatını elinde tutma sorumluluğu ve baskısıyla nasıl başa çıktığını bana
anlatmasıydı.
“Gerçekten gardiyanlar hep böyle mi
düşünürler?” diye sordum.
“Onların hepsi kötü değil, evlat. Bu işi
sadece evlerine ekmek götürmek için yapıyorlar. Ve ne yazık ki şehrimizde yeterince iş imkânı yok.” dedi.
“Eğer haddimi aştığımı düşünürseniz lütfen
kusuruma bakmayın Bayan Johnson ama anlaşılıyor ki bu konularda sizin de
bilmediğiniz şeyler var.” dedim. Bana güldü.
“Babam vaizdi. Sanırım bu yüzden, oradaki
adamların bir gün mutlaka Tanrı katında bağışlanabileceğini biliyordum. Benim yaptığım sadece bu gerçeği anlamaya çalışmaktan ibaret.” dedi.
Tam olarak neyi öğrenmeye çalıştığımı tam olarak bilmiyordum fakat beklediğim kesinlikle böyle bir şey değildi. Moss ve Stream'i
bağışlamak kesinlikle benim gündemimde değildi.
"Karşılaştığımıza sevindim."
dedim. Hesabımı öderken çaktırmadan onunkini de dâhil ettim, sonra eve uçtum.
O akşam iki hindili sandviçi ve bir de
İsviçre sandviçi yapıp onları 6. kata indirdim. Gözetleme deliğinden baktım, mahkûmlarımın büyük bir dikkatle televizyona odaklandığını görünce şaşırmıştım.
CNN, dedektiflerin, Yargıç Moss'a ait
olduğu söylenen el çantasında bulunan cep telefonundan müstehcen
mesajlar ortaya çıktığını bildiriyordu. Telefonla sadece tek bir numaranın
arandığı ve aynı numaraya mesaj gönderildiği tespit edilmişti. Austin
Emniyet Müdürlüğünden ismini vermeyen bir yetkili, aranan telefon
numarasının Yargıç Stream’e ait olduğunu, bununla birlikte araştırmaların henüz
tamamlanmadığını belirtmişti. Eyalet polisinden bir başka haber kaynağı, telefonun
New York'ta bir bodega'dan**
satın alındığının tespit edildiğini açıklamıştı. Diğer taraftan son bir yıldır
Moss'un New York’a adım atmadığını dikkate alan dedektiflerin kafasında bazı
soru işaretlerinin oluştuğu belirtiliyordu. Moss’un kocası ekranda bitkin
görünüyordu, kalabalığın arasından arabasına doğru kendine yol açmaya
çabalarken, itiş kakış içinde kalmış bir gazeteciye, eşiyle birbirlerine
kesinlikle sadık kaldıklarını söylüyordu.
Telefonun satın alındığı yere kadar iz
sürecekleri aklıma gelmemişti. Bunu yapabilmenin mümkün olup olmadığını dahi
bilmiyordum. Boynumdan aşağı terler boşaldığını ve kalbimin sıkışmaya
başladığını hissettim. Durumum yüzüme yansımış olmalı ki Stream,
“Bütün pislikler gibi sonunda sen de
çuvalladın şimdi” dedi.
Moss, “Harvey*** yorgun
görünüyor.” dedi.
“İnsanlar artık her şeyi internetten satın
alıyor. Telefon satın almanın milyonlarca yolu var ve onu satın alan tek kişi
ben değilim. Beni bulma olasılıkları çok düşük bir ihtimal olduğu için son
derece rahatım.” dedim.
Öyle dedim, dedim ama hiç de öyle
hissetmiyordum. Her küçük hata, berbat bir memleket şarkısının kulakları yırtan
nağmeleridir. Dedektiflerin bu küçük ipucunu takip etmeleri halinde nelerin olacağını düşünmek dahi istemiyordum. Muhtemelen bu onları hiçbir yere
götürmeyecekti. Ama yine de endişelenmiştim. Nabzımın kulaklarımda attığını
duyabiliyordum.
Fakat yapacağım son şey mahkûmlarımın
korktuğumu görmelerine izin vermekti. Bu onlara bir can simidi fırlatmak
demekti. Onlara umut vermek istemiyordum. Bu olmayacaktı. Tek kullanımlık tıraş
bıçağımı, tuvalet musluğunda yıkadığım günlerimi hatırladım.
“Hepinize sandviç getirdim. Hindiyi
kızarttım, ekmeği de kendim yaptım. Pestonun domates ve fesleğeni bizim
seradan. Beğeneceğinizi umuyorum. Yarın sizi kontrole geldiğimde şehirden
istediğiniz herhangi bir şey olup olmadığını bana bildirebilirsiniz.” dedim.
*BLT: Pastırmalı sandviç
**Bodega: İspanyolca içinde
muhtelif şeyler satılan küçük dükkan.
***Harvey: Aynı adlı James
Stewart filminde büyük tavşan, Sinatra'nın Rat Pack grubu tarafından 60'larda
aptal veya saf bir şekilde davranan erkek ya da kadınlara verilen ad
(Devam edecek)
Ya tamam adalet bozuk bir tren, önüne geçeni biçiyor suçlu mu değil mi diye bakmadan ama kendi suçsuzluğu yeni kanıtlanmışken treni tamir etmek yerine sadece bir süreliğine yavaşlatacak bir hamle için tekrar hapse girmeyi göze almak pek mantıklı görünmüyor bana. Karısını öldüren adam ölmemiş olsa ve Rafael onun kaçırıp hapsetse hatta öldürse anlarım da şu yaptığını yapmam şahsen. Oturur kitabımı yazarım, yargıçları da orada gömerim kalemimle.
YanıtlaSilSanırım olayı farklı değerlendiriyor. Karısının hunharca öldürülmesinden ziyade onu isyan ettiren bu cinayetin faili olarak kendisinin gösterilmesi. Diğer taraftan katil, zaten başka bir suçtan ömür boyu hapse mahkûm edilmiş ve birkaç aylık ömrü kalmış. Peşine düşüp öldürmeye kalksa belki ona iyilik etmiş olacağını düşünüyor. Dediğim gibi, sonuçta adam ölüm dahil her şeyi göze almış. Haksız yere çok sevdiği birini hunharca öldürmekle suçlanması onun için daha büyük bir travma. Çünkü yargıçlar, ikinci sınıf gördükleri, zenci ve göçmenleri her zaman potansiyel suçlu gördükleri için kanıta bile gereksinim duymuyorlar. Bu bir önyargı, kadın beyaz, zengin ve yaşlı. Adam göçmen, aralarında varlık ve sosyal statü olarak uçurum var ve genç. O halde olsa olsa katil odur mantığıyla yıllarca hapis yatmış.
SilGerçek hayatında bir hukuk profesörü olan yazar, adalet sistemindeki bu eşitsizlik konusunu sadece kitabında değil, her platformda öne çıkarıyor.
İşte derdi çok bencilce. Karısı öldürülmüş. Onun acısı ile intikam almaya kalksa anlayabilirim ama 2 yargıcı kaçırarak adalet sisteminin çarkına çomak sokamaz. Yazarın hukuk profesörü olmasından kaynaklı biraz eleştirel bir durum var farkındayım ama işte gerçekçilik kısmen kayboluyor. Yani bir suç işlenirken motivasyon çok önemli. Rafael'in hapishaneye geri dönmek istemediği aşikar. Kısacası motivasyonu/sebebi hapishaneye dönme ihtimalini unutturacak kadar büyük değil bence. Zorlama olmuş gibi biraz.
SilMağdur her zaman kazanan taraf oluyor seyirci ve okurun gözünde. Siz de Deep'e yakın düşünüyorsunuz:)
SilHaklıyken haksız duruma düşmek diyorum. Suçsuzdu, şimdi suçlu oldu. Rafael'e kızmıyorum ama onaylamıyorum da yaptığını. Başa gelmeden bilinmez tabi ki. Belki onunla aynı duruma düşsek daha beter şeyler de yapabiliriz her birimiz.
SilAslında Rafael'in iyiliği için düşünüyorsunuz bunu. Evet, neticede başına gelen bilir en iyisini:)
Silgardiyanla niye karşılaştı, keyif için herhalde :) eh çuvallıcak tabii :), bu bölümün sayfa düzeni, eskilerinden daha iyiydi, satırlar harfler daha rahat okunuyor, öykü daha rahat okunuyor, bu bölüme dek hep sıkışıktı satılar söcükler :)
YanıtlaSilKeyif için değil tabii:))
SilGardiyan Irene Johnson'la karşılaşmak senaryosuydu Rafael'in. Bir yandan intikam, diğer yandan vicdan azabı arasında sıkışmış durumda biliyorsun. Irene Johnson, mahkumlara iyi davranan melaike gibi bir kadın. Diğer gardiyanlar gibi zalim değil.
Rafael birinin hayatını elinde tutma sorumluluğu ve baskısıyla nasıl başa çıktığını ondan öğrenmek istiyordu. Onunla görüşmek istemesinin tek nedeni buydu. Rafael, gardiyan Johnson tarafından önerilen bağışlama fikrine sıcak bakmadığı için görüşmeyi kesti.
Benim bu yazı karakterleriyle başım dertte. Çeviriyi word dosyasına yapmıştım. Oradan blog sayfasına kopyalayınca kontrol dışı değişiklikler oluyor ve bunu kolay kolay düzeltmem mümkün olamıyor maalesef:)