31 Mart 2021 Çarşamba

KUŞLAR YASINA GİDER - HASAN ALİ TOPTAŞ


Kitabın Adı: Kuşlar Yasına Gider

Yazar: Hasan Ali TOPTAŞ

Sayfa Sayısı: 248

Yayınevi: Everest Yayınları

Türü: Roman

Okuduğum üçüncü Hasan Ali Toptaş Romanı. Daha önce okuduğum "Gölgesizler" ve "Bin Hüzünlü Haz" romanlarına kıyasla anlaşılması daha kolay ve herkesin rahatlıkla okuyabileceği sürükleyici bir eser. Yazarın bu romanında da alıştığımız kelime oyunları ve aforizmalar mevcut fakat soyut ve fantastik öğelere nispeten daha az yer vermiş. Romanın olay örgüsü ve kurgusu, kişi ve yer betimlemeleri mükemmel. Beni biraz rahatsız eden tek yönü ise (farklı bir üslûp denemek istemesinden olsa gerek) gereksiz yere bol miktarda zamir kullanması.

"İşte o vakit (ben) afalladım haliyle, gördüklerim hayal değil, bu at resmen kanlı canlı, dedim kendi kendime." Buna benzer cümlelerde gereksiz gördüğüm zamirleri kaldırdığımda kulağıma çok daha hoş bir tat bıraktığını fark ediyorum okurken. 

Eserde çoğuna ilk kez rastladığım, çok sayıda halk ağzından sözcükler kullanılmış: Çokuşmak (üst üste yığılmak, üşüşmek), göynümek (yanacak derecede ısınmak, kumaşın ateş karşısında hafifçe sararması), hembembe sekmek (boş boş gezmek) gibi.   

Hoşuma giden bir husus, olayın geçtiği Ankara'da ve seyahat güzergâhlarında bazı sokakların, kasaba ve köylerin bildiğim yerler olmasıydı. Yazar, adeta hayatını anlatıyor kitabında. Bu kanıya varmamın sebebi kahramanın bir yazar ve onun ailesinin de yazarın memleketi olan Denizli'de yaşıyor olması. Ancak Toptaş, sorulduğunda bunun otobiyografik bir roman olmadığını söylemiş. 

Baba oğul arasındaki ilişkiyi sade ve destansı bir dille anlatıyor yazar romanında. Yıllarca uzun yol şoförlüğü yapan Aziz, trafik kazası sonucunda ayağını kaybeder. Eryaman'da oturan evli ve Ayperi adındaki küçük bir kızı olan kahramanımız, babasının bitmek bilmeyen rahatsızlığı boyunca Ankara-Denizli arasında mekik dokumaktadır. Romanın başkahramanı aynı zamanda anlatıcı konumundaki yazar, babası dışında, annesinin, Denizli'nin Çal ilçesinde yaşayan yakın akrabalarının karakter tasvirlerini ustalıkla aktarıyor okura. Baba sevgisi ve aile bağlarını öne çıkaran kitap, insanı adeta olayların içine çekiyor. Gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir eser. 

"Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır."

"Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam. kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi ve az evvel dediğim gibi, gitti mi gelmek bilmezdi bir türlü."

79600

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 84

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 84. Haftasına girmiş bulunuyoruz.
Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sessiz Gemi/Kavanozdaki Beyin belirledi. Konu hayli mutluluk verici görünüyor, pek çok arkadaşın eğlenceli yazılar yazarak haftalık sohbetimize katılacaklarına inanıyorum. Fakat benim açımdan durum biraz farklı. Öyle sanıyorum ki, yazacaklarım pek keyif verici olmayacak. İfade tarzım bazılarına sarkastik gelebilir. Amacım kimseyi incitmek değil ancak hayallerimi sansürlemek de istemiyorum. İşte bu haftanın konusu:

"Şu an, hemen şimdi bir hayal kursanız bu nasıl bir şey olurdu? Hadi bize bir hayal dünyası, bir ütopya yaratın."  

Sadece şu an değil, uzun zamandır kurduğum ve muhtemelen ölene kadar kurmaya devam edeceğim bir hayalim var. Evet, bu bir ütopya, gerçekleşmesi hem insanın elinde hem de imkansız bir hayal, bir ütopya benim için, başkalarının distopya olarak değerlendirmesinde bir mahzur yok elbette. Ne zaman ülkeme dair olumsuz bir haber duysam, bu hayal gelip yapışır yakama. 

Ursula K. Leguin'in Mülksüzler adlı bilim kurgu romanında bir gezegen olan Annares Odo'daki hayatı anımsatan fakat ondan tamamen farklı ütopik bir dünya hayali benimkisi. Özetle, bütün kutsal değerlerin ortadan kalktığı, özgürlük ve eşitliğin gerçek manasıyla yerini bulduğu ve insanın değerinin sadece erdem terazisinde tartılıp ona göre kıymet verildiği bir düzen hayal ediyorum.

Kutsal, sadece dinsel bir olgu olmayıp aynı zamanda kötü emellerle topluma dayatılan yüce, yüksek, temiz, derin bir saygı uyandıran veya uyandırması gereken, bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması icap eden bir varlık, bir şey veya bir yer olarak tanımlanmaktadır. Kutsallık bireysel  değil toplumsal bir kavramdır. Bu yönüyle bireysel özgürlüğü kısıtlar, eşitliği ortadan kaldırır ve daha da önemlisi şiddetin temel nedenlerinden biridir.  

Kutsal olarak nitelendirilen varlık, eşya ve yerlerin her toplumda ve her bireyde aynı karşılığı bulduğu söylenemez. Tanrı, kitap, millet, şehit, toprak, bayrak, baş örtüsü, Atatürk, vatan, Kudüs, anne, namus, aile, şeref aklıma gelen kutsallardan sadece bir bölümü. Kutsallık yüklenen varlıkların hiçbiri her zaman iyidir, iyilik yapar denilemez. İnanç sahipleri hayır ve şerrin Tanrı'dan geldiğine inanırlar. Atatürk'ün kusursuz bir insan olduğunu iddia etmek, fikirlerinden ziyade şahsına kutsiyet vermek, ona karşı yapılan en büyük hatadır.    

Kutsal olarak nitelendirilen varlıkları yok saymıyorum. Sadece toplumun bir kısmının diğeri üzerinde baskı unsuru olmaması gerektiğini düşünüyor, öyle bir dünya hayal ediyorum. Birkaç örnek vereyim:

Bugün dünyada yüzlerce din ve her dinin kutsal kabul ettiği yaratıcı ve inanç öğeleri var. Hasbelkader Türkiye'de doğmak çoğunluğun İslam inancına tabii kılınmasına neden olmuş. Bir başkası Yahudiliğin, bir diğeri Hristiyanlığın hüküm sürdüğü topraklarda doğmuş olabilir. Ya da kimisi satanist, ateist, deist olabilir. Herkes kendi tercihini kutsal kabul eder, diğerlerini sapkınlık olarak nitelerse azınlık baskı altında kalır, özgürlüğü kısıtlanır, eşitsizlik hakim olur, hatta şiddet görür. Haçlı seferleri ve inanç değerleri üzerine yapılan bütün savaşların nedeni dinin kutsallarıdır.

Kadının namusu, erkeğin şerefiyle kutsandığı toplumumuzda eşitsizlik, ayrımcılık, baskı ve şiddet almış başını gitmektedir. Cinsiyet farklarına ve cinsel tercihlerine bakılmaksızın bütün insanlar birey olarak aynı haklara sahip olmalıdır. 

Vatan, millet uğruna şehadetle kutsanan ana kuzuları ülke yöneticilerinin politik hatalarından dolayı, küresel sermayenin çıkarına canlarını verirken ölüm sessizliğindeyiz. Onların anne babalarının çektiği ıstırap kimsenin umurunda değil. Bu utanmaz yöneticiler, kalkıp bir de "ne mutlu oğlun şehadet makamına erdi, peygambere komşu oldu" derken kendi çocuklarını ateşin yanına yaklaştırmıyorlar.

Bayrağımız namusumuz deyip ona kutsallık yükleyen hainler bayrağın arkasına sığınıp vatan topraklarını menfaatleri uğruna peşkeş çekiyorlar. 

Atatürk'ü dilinden düşürmeyen sözde devrimciler düzenin birer parçası oldular.

İşte budur benim hayalim, bütün kutsal değerlerin toplum üzerinde tesis ettiği baskının ortadan kalktığı eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünya. İnsanın fıtratı gereği erişilmesi zor bir ütopya. Bana göre hayali bile güzel.  

80150

28 Mart 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 22

Odasına döndü, güneşliği çekip pencereyi açtı. Önündeki koltuğa boş bir çuval gibi bırakıverdi kendini. Kendisine her zaman dürüst davranan kocasından gizli saklı iş çevirmesi iyiden iyiye canını sıkmaya başlamıştı Esther'in. Kemal'i kaybetmek endişesiyle kendi hafızasından bile silmeye çalıştığı çocukluğunu, geçirdiği önemli ameliyatları, bu ameliyatlara bağlı, üzerine kondurmaya bir türlü gönlünün elvermediği ruhsal problemleri şimdiye kadar saklamayı başarmıştı ama bu durum çok farklıydı. Elin doktoruyla bir olup kocasına tuzak kurduğuna inanamıyordu. Yüzüne ateşler bastı, işler plânlandığı gibi yürümediği takdirde Kemal’i tamamen kaybedeceğini biliyordu. Kendini toplamak için temiz havanın iyi geleceğini düşündü. Ayağa kalktı, başını pencereden dışarı uzatarak derin bir nefes aldı. Serin sabah havası ciğerlerini doldururken büyük bir pişmanlık dalgası kapladı içini. Keşke biraz daha düşünseydim doktoru aramadan önce, diye geçirdi aklından. Kemal'i kazanabilmek için yetersiz kaldığını düşünüyordu. Tek sıkıntısının özgüven eksikliği olduğunu söylemişti doktor ona, ama bunu kabul etmemiş, kocasını sevdiği için her türlü zorluğa sabırla göğüs germek zorunda olduğundan dem vurmuştu.  Bunun üzerine lâfı daha fazla uzatmayı gereksiz bulan Cevdet Bey, genç kadını kuşatan asıl problemin sevdiği insanı kaybetmek korkusu olduğundan emin, içinde kalan son ufak şüphe kırıntısını da atmıştı üstünden. 

Dış kapının tıkırtı sesinden, Selmin'in alışverişten döndüğünü anladı. Bir an önce hazırlanması gerekiyordu. Pencereyi kapattı, gardıroptan çekip aldığı siyah pantolonuyla beyaz ipek bluzunu geçirdi üzerine. Saçını başına şekil verdikten sonra şarja bıraktığı telefonu alıp salona geçti. Hipnoz tedavisi hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığını düşünüyordu. 

- Size bir Türk kahvesi yapmamı ister misiniz Esther Hanım? Az önce tahmisten çektirdim, taze taze...

Yardımcı kadının kahve kokusunu bastıran şefkat dolu sözlerine hayır diyemezdi. Ayrıca kahvenin kendisini sakinleştireceğini düşündü. Gülümseyerek, "lütfen" dedi. Sehpanın yanındaki üçlü koltuğa geçip oturdu, telefona “Hipnoterapi” yazıp arama tuşuna bastı.

Ekranda beliren ilk sayfaya göz gezdirdi. Okuduğu bölümde, hipnozun eski Yunandaki Uyku Tanrısı “Hypnosis” ten geldiğini yazıyordu. Fakat onun gördüğü düşlerin çoğu uyku dışındaydı. Doktoru tarafından önerilen hipnoterapi tedavisinin genellikle travma sonrası stres bozuklukları tedavisinde başarıyla uygulandığı belirtiliyordu. Kulağı telefonda doktordan gelecek haberi beklerken kalp atışları hızlanmıştı. Selmin, hazırladığı kahvenin yanında içi su dolu küçük bir cam bardağını kedi sessizliğinde sehpanın üzerine bıraktı, afiyet olsun bile demeden mutfağa döndü.  

***

Önceki akşam  tuttuğu takımın maçı kazanması üzerine büyük coşkuya kapılıp çenesi düşen Hasan'ın yanında somurtup durması tedirgin etmişti Selma'yı. Şimdiye kadar asla yalan söylememişti kocasına. Gerginliği yüzüne vurmuş halde, karşısında oturup ona heyecanla bir şeyler anlatıp duran adamı boş gözlerle dinler gözükmeye çalışıyordu. Hasan, onun bu halini görüp sebebini soracak diye ödü patlıyordu bir yandan. Aslında zafer sarhoşu kocasının maçtan başka bir şey düşüneceği yoktu o akşam, fakat yine de başının ağrıdığını bahane ederek erkenden yanından ayrılıp başından aşağı çekmişti yorganı. Yatağın içinde kıvranıp durmuştu geç vakitlere kadar, bir türlü uyku tutmamıştı. Sabahleyin sürünerek kalktığında Hasan'ın evden çıktığını fark etti. Sütü ısıtayım derken ocağın altını kapatmayı unutmuş, taşan süt ocağı batırmıştı. "Yapmamalıydım, bu sorumluluğu üzerime almamalıydım." diye söylendi. Timur, ne mırıldandığını anlamadan meraklı gözlerle baktı annesine. Bazı durumlarda sır saklamanın insanı ne denli müşkül duruma soktuğunu iliklerine kadar hissetmişti Selma.

İçinden bir şeyler kopmuştu, "Senden başka kimim var?" diye sorduğunda Esther.  Aldığı sorumluluğun altında eziliyordu. Hipnoz sırasında ya bir problem çıkarsa? Kemal'e, Hasan'a nasıl izah ederdi bu durumu? Tamam, kuruntuya kapıldığını kabul ediyor, hipnozun binlerce kişinin şifa bulduğu bilimsel bir yöntem olduğunu biliyordu. Kalp ve beyin ameliyatlarının bile anesteziye gerek kalmadan, hipnoz yöntemiyle yapılabildiğini duymuştu bir yerlerden. Üstelik konusunda uzman bir doktor tarafından uygulanacaktı tedavi. Ne var ki, Cevdet Bey’in operasyon sırasında yanında bulunmak istemesi, onun hasta yakınlarından yazılı izin almadan imzasını koyup tek başına sorumluk altına girmesi,  şüphesiz bu işte bir gariplik olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Diğer taraftan son günlerde Esther’in durumunu hiç beğenmiyordu. Olur olmaz yerde, aniden hayaller görüyor, kısa süre sonra kendine geliyordu. Yabancı biri onun bu hallerini çok zor fark edebilirdi. Sık görüştükleri halde ilk kez Kemal'in doğum günü için toplandıkları o berbat akşam yemeğinde, Esther'in  donmuş bir film karesi gibi olduğu yerde çakılıp kalması dikkatini çekmişti. Kocasının bu durumlardan haberinin olmaması normaldi. Zira adam karısı uyurken evden çıkıyor, geç vakitlerde eve döndüğünde onu uyur buluyordu. Daha dün, birlikte doktora giderlerken, son anda frene basmış olmasaydı ciddi bir kazaya sebebiyet verecekti. Kim bilir ne kadar zamandan beri bu durumdaydı. Evde ocağı açık unutabilir ya da sözgelimi balkondan kendini atabilirdi. Kesik kesik bir hipnoz hali yaşıyordu zaten.

Çocukluğunda başından kötü bir olay geçmiş olmalı, diye düşündü. Belki de bu yüzden ne ailesinden ne de çocukluğundan bahsediyordu. Adeta bir sünger çekmişti geçmişine. Esther hakkında bildiği tek şey, aynı zamanda Kemal'le tanışmalarına vesile olan, onun Berlin'deki dil okulunda öğretmenlik yapmasıydı. Bir de doktorun muayenesinde büyük bir ilgiyle yanına koşup seyrine doyamadığı zambak saksısının, küçükken evlerinin ön bahçesindeki beyaz zambak çiçeklerini hatırlattığını söylemişti her nasılsa.  Bunun dışında çocukluk yıllarına dair bir soru sorulduğunda, şekilden şekile giriyor, konuyu değiştiriveriyordu hemen. Gördüğü bütün bu kâbusların, hayallerin nedeni çocukluğunda yaşadığı bir şiddet, tecavüz ya da kaynağı meçhul bir travma olabilirdi. Acaba küçük yaşta bir tecavüze mi uğramıştı? Belki de tanığı biri… Demek ki, dedi içinde harekete geçen ses, sadece bizim ülkemizde olmuyormuş böyle şeyler. Eğer durum böyleyse, bu olayı herkesten gizlemesi normal karşılanabilirdi belki. Yok, yok her halükârda biricik arkadaşına yardım etmek zorundaydı. Doğru olanı yaptığına inandırdı kendini. Kendini arkadaşının yerine koydu. Ne yapardı aynı şeyleri yaşamış olsa? Hasan’la paylaşır mıydı başından geçen bu talihsiz olayı?

Arkadaşını düşünmekten kendini alamıyordu bir türlü. Ailesinden biri miydi yoksa o pisliği yapan kişi? Anne ve babasından hiç bahsetmemesinin bu olayla bir ilgisi var mıydı? Düğününe bile dayısı dışında hiçbir yakını gelmemişti. O da sadece bir gün kalmış, memleketine dönene kadar ağzını bile açmamıştı. Bu işin içinde bir iş vardı mutlaka. Kafasındaki soruların ardı arkası kesilmiyordu Selma’nın. Bu düşünceler beyninde birbiri ardına dizilirken bir yandan Timur'un karnını doyurmaya çalışıyordu. Tam o sırada salondan gelen telefonun sesine kulak verdi. Arayan Esther’di. Her şeyin yolunda gittiğini, doktorun yarın saat dokuza randevu verdiğini söyledi.

 ***

Kartvizit üzerinde yazılı adresi bulmak taksi sürücüsü için zor olmamıştı. Esther kapıda kendisini bekliyordu. Beş katlı iş merkezinin asansörüne binip ikinci kata çıktılar birlikte. Önlerinde açılan yarı saydam otomatik cam kapıdan içeri girdiler, danışma yazan bankoya yanaştıkları sırada Cevdet Bey yanlarına gelip hararetle karşıladı iki arkadaşı.

- Hoş geldiniz hanımlar, dedi gülümseyerek. Salonun karşı köşesindeki odayı işaret ederken şöyle buyurun, deyip yol gösterdi. Hem Esther, hem de Selma gergin hallerini gizlemeye çalışarak doktoru takip ettiler. Genişçe bir odaya soktu onları Doktor.

- Birazdan doktorunuzla tanıştıracağım sizi, gidip ona geldiğinizi haber vereyim, dedi yanlarından ayrılırken. Az sonra danışmada gördükleri sarışın kız yanlarına geldi, okuyup imzalaması için Esther'e bir kağıt uzattı. Köşedeki yuvarlak masayı kullanabileceklerini söyledi, kapıdan çıkarken son anda aklına bir şey gelmişçesine geri döndü.

- İçecek bir şey alır mıydınız efendim, çay, kahve? diye sordu, gülümseyerek.

- Birer çay alalım, zahmet olmazsa, dedi Esther, bakışını kağıttan kaldırırken.

- Peki, nasıl arzu ederseniz, dedi genç kız, sessizce kapıyı çekip gözden kayboldu.

Her operasyon öncesi hastalara imzalatılan türden bir belgeydi önlerindeki. Esther, merakla kâğıdı eline alıp incelemeye başladı. Selma, gülerek takıldı arkadaşına,

- İyice oku, büyük bir borç batağının içine sokmasınlar şimdi seni, dedi. Biliyorsun minik minik yazıların içinde ne tuzaklar saklıyorlar. Esther arkadaşını umursamayıp gözlerini önündeki kağıttan ayırmadı. Bir süre sonra sessizliğini bozdu.

- Bu kadarı da olmaz ki dedi, sinirlenerek, Şuna bakar mısın? Tatbik edilen tedavi sonucunda ortaya çıkabilecek her türlü olumsuzluktan kliniklerini sorumlu tutamazmışız, diye söylendi.

- Demedim mi ben sana. Ama seni büyük borç içine sokmuyorlarsa, boş ver imzala gitsin dedi, Selma. Bu belgeleri imzalatmadan kıllarını kıpırdatmaz bu doktorlar. Hadi, getir bir an önce imzalayalım şunu.

Esther, şaşırmıştı. Selma'nın yüzüne dik dik baktı.

- Sen imzalamayacaksın zaten. Benimle birlikte sadece doktor Cevdet Bey imzalayacak. Esther'in yüzündeki yapmacık keder, geri dönüşü olmayan sanal yolculuğa başladığının ilk işareti gibiydi.  

- Tamam, tamam dedi, Selma. Sıkma canını, kararını verdin bir kere, neyse bir an önce olsun, bitsin. Umarım faydasını görürsün. 

Beyaz önlüklü kadın elindeki tepsiyle kapıyı tıklatıp girdi odaya. İnce belli bardakların içinde dumanı tütmekte olan çayları sehpaya bıraktıktan sonra "Afiyet olsun." deyip ayrıldı yanlarından.

Esther, bir yandan çayını yudumlarken önündeki sayfaları teker teker çevirip imzalamaya başladı.

Selma kendini iyice gergin hissediyordu. Heyecanını bastırabilmek için ellerini ovuşturuyor, içine düştüğü bu kaostan bir an önce kurtulmak istiyordu. Beyaz ve gri tonların hakim olduğu odayı incelemeye koyuldu. Beyaz duvarlar, beyaz koltuklar, yuvarlak açık gri bir masanın etrafında sadece oturulacak yeri koyu gri kumaşla kaplanmış beyaz dört sandalye... Karşı duvara bitişik siyah renkli plazma televizyon çift renkli odanın ahengini bozuyordu sadece. Geniş pencereden giren güneş ışınları odayı fazlasıyla aydınlatıyordu. Başını çevirip arkasındaki duvara iple asılı siyah beyaz resme takıldı gözleri. Beyaz fonun üzerinde spiral sarımlı şekiller başını döndürmeye başlayınca bakışını ellerinin arasına aldı. 

Az sonra duydukları bir çift tık sesiyle gözlerini kapıya diktiler. Cevdet Bey, beyaz önlüklü, orta yaşlarda, top sakallı ve gözlüklü bir adamla birlikte girdi içeri.

- Sizleri Prof. Dr. Kenan Soykan Beyle tanıştırmak istiyorum, dedi. Kendisi hipnoterapi konusunda ülkemizin en iyi hekimlerinden biridir.

Devam edecek.


80800

25 Mart 2021 Perşembe

DÜNYANIN EFENDİSİ - ROBERT HUGH BENSON


Kitabın Adı: Dünyanın Efendisi

Yazar: Robert Hugh Benson

Çeviren: Buğra Özmüldür 

Sayfa Sayısı: 394

Yayınevi: (Arunas) Kirpi Yayıncılık

Türü: Roman

Şu sıralar özel olarak seçmediğim, bir yorum ya da öneri sonucunda okumaya karar vermediğim kitaplar çıkıyor karşıma. Eşimin ya da çocuklarımın önceden satın aldığı farklı türdeki birçok kitap arasından rastgele birini alıp okuyorum. Dünyanın Efendisi de oğlumun aldığı kitaplardan biri.

Farklı yönlerden ilgimi çeken bu kitabın yazarından bahsedeyim önce. Robert Hugh Benson (1871-1914);  İngiltere'de doğan yazar, eğitimini tamamladıktan sonra Canterbury Başpiskoposu olan babası tarafından İngiltere Kilisesine rahip olarak atandı. 1896 yılında babasının ani ölümünün ardından Orta Doğu seyahatine çıktı. İngiltere Kilisesinin durumunu sorgulamaya başladıktan sonra Roma Katolik Kilisesinin iddialarını değerlendirmeye ve çeşitli Anglikan topluluklarında dini yaşamı keşfetmeye başladı. 1903 yılında Roma Katolik Kilisesine kabul edilmesiyle birlikte vaizleriyle popüler oldu. Dini vazifelerinin yanı sıra üretken bir yazar olan Benson, Rahip Monsenyör rütbesini aldıktan sonra 1914 yılında zatürreden yaşamını yitirdi. 

Oyunculuk deneyimine sahip Buğra Özmüldür'ün çevirisini başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Özmüldür, Sihirli Annem dizisinde Cem karakterini canlandırmış. Romandaki yazım hataları ihmal edilebilir düzeyde.

Öncelikle bu romanın Katolik bir din adamı tarafından yazılmış olmasının bende şaşkınlık yarattığını söyleyebilirim. Türü bakımından distopik bilim kurgu denilse de benim bakış açımdan bu eser ütopik bilim kurgu sınıfında. Başta Hıristiyanlık ve özellikle Katolik mezhebi olmak üzere tüm inanç sistemini tenkit eden Dünyanın Efendisi romanından övgüyle bahseden Papa Francis'in, yazarın gelecekteki ideolojik sömürgeleştirme dramasını gördüğünü ifade etmesi ve kitabın okunmasına destek vererek demek istediklerinin kitabı okuyunca anlaşılacağını söylemesi karşısında bir kez daha şok oldum. Zira Müslüman bir din adamının buna benzer bir kitap yazması durumunda, yazara derhal ölüm fetvası çıkartılacağına dair en ufak şüphem yoktu.

Bir diğer husus, kitabın bundan 114 yıl önce, 1907 yılında yazılmış olması. Yazar, romanında en az bir asır sonraki yaşam koşullarına ilişkin birçok kehanetlerde bulunuyor ve bu konularda detaylı betimlemeler yapıyor. Bu kehanetlerin sonraki yıllarda ilham kaynağı olduğu ve bazılarının da gerçekleştiği söyleniyor. Örneğin "volör" adındaki hava aracı bunlardan biri. Beyaz kanatları olan, büyük motorlara sahip, alçaktan uçup ağır ya da hızlı yol alabilen, uçak ve zeplin arası bir araç bu. Bunun dışında kauçuk malzemeyle yüksek yalıtım, yerin altında suni güneş sistemleri ile aydınlatılan konut ve binalar, dört yüz metre genişliğinde toplu ulaşım yolları, yüksek tahrip gücü yüksek patlayıcılar, ötenazi klinikleri gibi çağının çok ötesinde konulara değiniyor.

Yazar, romanını kaleme aldığı tarihten bir asır sonraki zaman diliminde dini inançlara yer vermeyen ve bilinen ideolojilerden tamamen farklı yeni bir dünya düzeni tasavvur ediyor. Öyle ki, ABD Başkanı Bush "Yeni Dünya Düzeni" nden bahsetmesiyle birlikte "Dünyanın Efendisi" kitabı yüz yıl aradan sonra yeniden gündeme geliyor. Bu kez Vatikan söz konusu kitabın referans alınacağı endişesiyle yeni dünya düzenini sorgulamaya başlıyor. Peki yazarın yeni dünya düzeni olarak öngördüğü nedir? Her ne kadar fazla detaya girilmese de, ticaret, politika ve hükümet anlayışlarının yeniden biçimlendirildiği ve tüm tehditlerin ortadan kalkmasıyla birlikte savunma çalışmalarının anlamını yitireceği bir dünya anlıyoruz. İnanç sistemlerine yer vermeyen bu ideoloji hümanizm olarak adlandırılıyor. Dünya, ABD'nin başını çektiği ve Avrupa'yı da içine alan batı ile Çin ve Japonya'nın liderliğindeki Doğu İmparatorluğu olmak üzere iki güçten oluşmuşken Ortodoks ve Protestan mezhepleri ve diğer doğu dinleri terk edilmiş, geriye üçüncü bir güç olarak Roma'ya sıkışmış Katolik mezhebine bağlı Hristiyan toplumu kalmış durumda. Bu esnada Tanrı insan olarak ortaya çıkan gizemli bir Amerikan senatörü doğu ve batıyı birleştirip laik düzene önderlik ediyor. Bütün insanların derin saygı duyduğu Felsenburgh adındaki bu senatör yozlaşmış Hristiyan inancına karşı büyük bir mücadele başlatıyor. Doğal olarak inanç sahipleri  Felsenburgh'u deccal olarak niteliyor ve sonraki faaliyetlerini büyük gizlilik içinde yürütmeye devam ediyorlar. Ancak bu durum fark edildiğinde Felsenburgh komutasında yüzlerce volörden oluşan bir filo Roma'ya baskın düzenleyip toplantı halindeki bütün Katolik liderlerini imha ediyor. Romanın baş kahramanı İngiltere İşçi Partisi milletvekili Oliver Brand'a (yeni düzenin şiddet kullanmasından sonra bunalıma girip ötenazi hakkını kullanan) karısı Mabel'in yazmış olduğu veda mektubu oldukça etkileyici. 

Dünyanın Efendisi, sürükleyici, akılda kalıcı, zevkle okuduğum ve tavsiye edebileceğim romanlardan biri oldu.  

24 Mart 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ BÖLÜM 83

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 83. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Andromeda belirledi. Kimimizi yakın kimimizi uzak geçmişe götürecek hüzünlü ve nostaljik müzik içerikli bir konu seçmiş arkadaşımız.

"Şu anda hayatta olmayan şarkıcılarımız hayatta olsalardı, kimlerin konserlerine gitmek isterdiniz?"  

Konserden kasıt, sanatçıların stadyumları ya da kapalı spor salonlarını hıncahınç dolduran kalabalıklara saz çalıp şarkı söylenmesiyse, hayatta olsun ya da olmasın hiçbir konsere gitmeyi düşünmem. Ancak sevdiğim sanatçıları, bar, gazino tarzı daha az sayıdaki insanın bulunduğu yerlerde ya da klasik müziğin sergilendiği konser salonlarında  izlemek isterim. Hayatta olmayan sanatçılar arasında aklıma ilk gelen isim Tanju Okan oldu. Bunun dışında ülkemizden konserine gidebileceğim ikinci bir isim bulamadım. Fakat yurt dışından daha fazlasını sayabilirim. Amy Winehouse, Ray Charles, Beatles,  Frank Sinatra, hayata dönmeleri durumunda konserlerine gitmek isteyeceğim sanatçılardan bazıları.

23 Mart 2021 Salı

SON DANS BÖLÜM 21

Sabahın ilk ışıklarında açtı gözlerini. Kemal’i uyandırmadan usulca kalktığı yatağından ayaklarının ucuna basarak banyoya geçti. Sessizce kapıyı kapattıktan sonra soyunup duşun altına attı kendini. Tepedeki geniş fıskiyeden püsküren sıcak suyun yorgun bedeni üzerinde yaptığı masajın verdiği rehavetle gözkapakları ağırlaştı.

Çisil çisil yağan yağmurun ıslattığı Szentendre İstasyonunda hareket saatini bekleyen treninin penceresinden dışarı bakan Esther, kalabalığın arasında anne ve babasını arıyordu. Onları tam fark ettiği anda, yağmur damlalarının örttüğü cam buğulanarak aralarında görünmez bir sis perdesi oluşturdu. Canhıraş bir halde ceketinin kollarıyla silmeye çalıştığı cam inadına daha kalın bir buğuyla kaplanıyordu. Yalnız başına sürdürdüğü mücadele sırasında elini sert bir cisme çarptı.  Yere düşen şampuanın sesiyle açtı gözlerini.  Çıkan gürültüden kocasının uyanmış olabileceğini düşündü.

Tedirgin ve şaşkın bir halde bornozuna sarılıp çıktı banyodan. Yatağa baktı, yorgunluğunu üzerinden atamayan Kemal hâlâ uyuklamaya devam ediyordu. Şüphesiz farklı bir gün olacaktı bugün.

Mutfaktan çatal kaşık sesleri geliyordu. Selmin, kahvaltı masasını hazırlıyor olmalıydı. Kocasını uyandırmamak için saç kurutma makinesini alıp beyaz bornozuyla girdi mutfağa. Hanımının bu kadar erken kalkacağını tahmin etmeyen Selmin, onu aniden karşısında görünce eli ayağına dolaştı.

- Günaydın Esther Hanım, kusura bakmayın bu kadar erken kalkacağınızı düşünemedim, dedi telaşla. Kahvaltınız hazır sayılır, umarım geç kalmamışımdır.

- Günaydın Selmin, dedi, Esther. Ben erkenciyim bugün. Kemal Bey’i rahatsız etmemek için saçlarımı burada kurutayım dedim. Kapının yanındaki prize taktı cihazın fişini.

Esther, saçlarını kuruttuktan sonra kahvaltı masasını hazırlayan Selmin’e döndü.

- Çay demlendiyse Kemal Bey’e haber vereyim, dedi ama sonra vazgeçti. Yok, bırakalım uyusun alarm çalana kadar, gece yine geç geldi sanırım. 

Yatak odasına döndü, kapıyı kapattıktan sonra bornozunu çıkarıp mavi ipek sabahlığını geçirdi üstüne. Uzun bir süre Kemal’i seyretti. İçindeki huzursuzluk gittikçe büyüyor, dalga dalga bütün vücudunu kaplıyordu. Doktor Cevdet Bey'e güvenmişti fakat ona verdiği sözlerin ağırlığı altında ezilmeye başlamıştı. Kemal'in dünyadan habersiz masum, çocuksu yüzüne baktıkça derin bir suçluluk hissetti. Verdiği sözden geri dönmeyi gururuna yedirebilse bir daha asla doktorun kapısını çalmazdı. Kendini tutamayıp uyumakta olan kocasının yanına eğildi, “Günaydın aşkım” diye fısıldayıp bir öpücük kondurdu yanağına. Hafifçe gözlerini aralayan Kemal, sarılıp Esther'i yanına çekti.

- Günaydın sevgilim.  Seni çok seviyorum.

Göz göze geldiler. Kemal, kollarının arasına aldığı genç kadını öpmeye başladı. Eşinin kollarından sıyrılan Esther, 

- Hadi hayatım işe geç kalmak istemezsin herhalde, Selmin çayı demledi.

Kemal yanındaki komodinin üzerindeki saate baktı.  

- Alarmın çalmasına daha on beş dakika var.

- Ama bu sabah seninle karşılıklı oturup şöyle güzel bir kahvaltı etmek istiyor canım, dedi Esther. Usulca ayağa kalkıp kocasına elini uzattı.  

Kemal, genç kadının elinden tutup doğruldu, banyoya geçmeden önce karısının dudağına bir öpücük kondurdu.

- Peki hayatım, tıraş olup hemen geliyorum, dedi.

Mutfaktan buram buram kızarmış ekmek kokusu geliyordu. Esther'in sessizce yerine oturduğunu gören Selmin, demliği eline alıp masaya yaklaştı.  

- Çayınızı doldurmamı ister misiniz, Esther Hanım? diye sordu.

- Hayır, Kemal Bey’i bekleyeceğim, dedi Esther. Yine de kızarmış ekmeğin ucundan bir parça koparıp ağzına atmaktan alamadı kendini. Selmin’in uzattığı gazetelerin sayfalarını karıştırmaya başladı.

Tıraşını olmuş ve giyinmiş olarak mutfaktan içeri giren Kemal, masadaki yerine otururken Selmin, "günaydın, Kemal Bey" diyerek çay servisine başladı. Kemal hafifçe başını sallamakla yetindi. Elini ekmeğe uzatırken gözleriyle kendisini takip ettiğini fark etti Esther'in. İşini bitiren Selmin, bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorduktan sonra genç çifti yalnız bıraktı. Eline aldığı bir dilim nar gibi kızarmış ekmek dilimine özenle ince bir tabaka yağ sürmeye koyulan Kemal, kendisini hareketsiz ve tuhaf bir şekilde izleyen Esther'e baktı.   

- Biraz gergin görüyorum seni, dedi. Canını sıkan bir şey mi var?

Kemal'in bu ilgisi şaşırtmıştı Esther'i. Aylarca bu anı beklemiş, ona çektiği sıkıntıları anlatmak için fırsat kollamıştı ama artık çok geçti. Dönüşü olmayan bir yola girmişti. 

- Hayır, iyiyim ben. Sadece senin durumuna üzülüyorum. Kendini çok yoruyorsun, bu tempoya daha ne kadar dayanabileceksin? Bak aylardan beri ilk kez geçen hafta bir akşam yemeği yedik. Birlikte kahvaltı etmeyeli ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum bile. 

- Haklısın, dedi Kemal. Ama ne yapabilirim. Özel sektör böyle işte, insanın suyunu çıkarıyorlar. Bir açık yakalayıp laf etsin diye bahane arıyor zaten Feridun Bey.

Esther, uzun zamandandır eşiyle konuşacak böyle bir zamanı kolluyordu aslında. Yakaladığı ilk fırsatta Kemal'e işini kendisinden çok sevdiğini yüzüne vurmak geçiyordu aklından. Geçen haftaki sürpriz yemeğin tadını kaçırmamak için yine tutmuştu kendini. Bir yandan da kalbini kırmak istemiyordu. Bugüne kadar bir dediğini iki etmeyen kocasının kendisini sevdiğinden yana en küçük bir kuşku dahi yoktu içinde. Ayağa kalktı ve ocağın üzerinde demliği aldı. Çaylarını tazelerken muzipçe gülümsedi.

- İşini seviyorsun ama...

- Sevmek zorundayım tabii, dedi Kemal. Sorumluklarım var benim, üstesinden gelmem gereken bir yığın iş beni bekliyor her gün. Ekip zayıf, onlar hata yaptığında hesap sorulan yine benim. Başarılı olmamın tek yolu yoğun çalışmak, patron bunun için para ödüyor bana.

Esther, aklına gelen şeyleri söylememek için zor tutuyordu kendini. Eşine olan sorumlukları neden aklına gelmiyordu bu adamın? Onun da hesap sorma hakkı yok muydu? Hesap sormak bir yana onu karşısına alıp konuşma imkanı bile bulamamıştı aylardır. İşini olduğu kadar evlendiği kişiyi de sevmek zorunda değil mi insan? Sevgi dediğin aynı zamanda ilgi göstermek değil mi? Bütün bu düşünceleri attı kafasından. Bu vakitten sonra bunları sormanın ne yeri ne de zamanıydı...

- Haklısın hayatım, ama biraz da kendini sevmeyi denesen. Sonunda bir yere dayanıp patlayacak. Hayat akıp gidiyor elimizden. Bunun sonu nereye varacak böyle?

Kemal, çaresizlik içinde acı acı gülümsedi. Dayanabileceği noktaya gelene kadar bu yükü taşımaktan başka bir yol göremiyordu. Başka bir işe girse ne fark edecekti ki. Kolundaki saate baktı ve uçağını kaçıyormuşçasına telaşlandı birden.

- Eyvah geç kaldım. Allah kahretsin! Ağzına aldığı son lokmayla birlikte fırladı yerinden. Bir yandan kendi kendine konuşuyordu. Çalışanlara örnek olmam lazım, yoksa onlara hangi yüzle lâf edebilirim.      

Esther, boşuna beklemişti, kocasının “Eee, sen neler yaptın bakalım?” demesini. Kemal, her zaman olduğu gibi yine konuyu dönüp dolaştırıp işine getirmişti. 

- Çok yıpratıyorsun kendini, dedi  Esther, bir anne şefkatiyle, karşısına geçip yüzünü ellerinin arasına aldı. Tıraşlı yüzünü okşarken biraz da varlığını hissettirmekti amacı.

- Ne yapabilirim sevgilim, her işin zorluğu var, dedi Kemal. Benimki de böyle işte. Bir kez daha saatine baktı. Benim hemen çıkmam lazım, deyip kapıya yöneldi.

Esther'in sevgiyle işine uğurladığı genç adam, kapıdan çıktığı andan itibaren çoktan farklı bir dünyaya atmıştı adımını yeniden. Hayatını adadığı, adına iş dünyası denilen bu alemde ne eşine ne de kendine asla yer yoktu.

Konuşamamanın bir eksiklik olmadığını, eşiyle konuşsa bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamıştı artık Esther. Sabahtan beri zihnini meşgul eden bütün kararsızlıklar, pişmanlıklar bir anda yok oldu. İyi ki doktor Cevdet Bey'e verdiği sözü tutmuş, onun dediklerini yapmaya rıza göstermişti.  

Salondaki duvar saatine baktı, dokuzu geçiyordu. Selmin’in alışveriş için dışarı çıkmasını fırsat bilerek doktorunu aradı. Biraz zorlansa da, arkadaşı Selma’yı kendisine refakat etmesi için ikna edebildiğinin müjdesini verdi. Aldığı bu habere çok sevinen doktor, geriye kalan işleri kendisinin halledebileceğini söyleyerek Esther'i kutladı. 

Devam edecek.



18 Mart 2021 Perşembe

SICAK TANRIDAN SOĞUK EKMEK - VEYSEL DİKMEN


Kitabın Adı: Sıcak Tanrıdan Soğuk Ekmek

Yazar: Veysel Dikmen

Sayfa Sayısı: 155

Yayınevi: Cem Yayınevi

Türü: Roman

Sıcak Tanrıdan Soğuk Ekmek, Veysel Dikmen'in 1998 yılında yayımlanan ilk romanı. 1950 Ayaş/Ankara doğumlu, yoksul bir ailenin çocuğu olan yazar, A.Ü Siyasal Bilgiler fakültesini bitirmiş. 2000 yılında yayımlanan Babilonya Şarkıları adında bir de şiir kitabı var.

Anlaması ve anlatması zor, içerik bakımından kuvvetli, sorgulayıcı ve güçlü ifade tarzıyla ayırt edilen fakat edebiyat dünyasında hak ettiği yeri alamadığını düşündüğüm bir kitap. Yazar, bu kitabını, sevgi için insanlığa, yaşam için Tanrı'ya yöneltilmiş bir manifesto olarak tanımlıyor. 

Yaşadığımız dünyada, yalnızlık, eşitsizlik ve sevgisizlik kavramlarının felsefi ve psikolojik yönden işlendiği, insanı düşünmeye zorlayan bir eser. Alıntı yapılacak yüzlerce cümleye sahip roman, tarihsel, sosyal, mitolojik ve dinsel öğelerle zenginleştirilirken, olaylar görünenden farklı ve sarsıcı bir şekilde ele alınıyor. 

Tek tük yazım hataları rahatsız edici boyutta değil. Ancak eserin anlaşılmasını zorlaştıran husus bölümler arasındaki kopukluk ve bu sebeple bütünlüğün bozulması. Kitabın sonuna doğru olay örgüsü tamamlanmış olsa da olay ve kişilerin kavranmasında okur zorlanıyor. 

"Kendi sonuna çılgınca koşan böyle bir dünyada gittikçe yalnızlaşan insan, gerçek insan olamamanın utancını mı, yoksa Tanrıya benzemenin gizli bir gururunu mu taşıyor? İnsanlar, bunca acıya, bunca yalnızlığa ve sonu gölgeli bir hiçliğe tanık olsunlar diye mi Tanrı, oğlunu çarmıha gerdirdi? İsa'nın kollarından damlayan kanın mı insanlığın yüreğini yıkamasını istedi?

"Eşitsizlik, sıcak Tanrı'dan yeryüzüne gönderilmiş soğuk bir ekmekti. Böylece Tanrı, insanının bedenini doyurabildi, ruhunu değil. Ve bu eşitsizliğin var ettiği dünya da artık Tanrı'nın dünyası değildi..."

"Yeryüzünde ödenmesi mümkün olmayan tek borç yaşamımızdan çalınıp alınanlardır... Yaşamda hiçbir şey kendimize ait değildir sanki. Yaşanılmamış ya da yarım bırakılmış o kadar çok şey var ki geride... İnsanların ölümünden çıkar sağlayanlarla paranın elini kolunu sallayarak dolaştığı günümüz dünyasında insanoğlu, gerçekten mutlu olmayı düşünüyorsa ya Tanrısını, ya da yazgısını değiştirmek zorundadır..."

Yoksul bir ailenin çocuğu olan kahramanımızın çıktığı hayat serüveninde yaşadığı olaylar, savaşın ve darbelerin etkisiyle bir yerden bir yere sürüklenişi ve nihayetinde bir ruh ve sinir hastalıkları kliniğinde son bulan öyküsünü okumayı ağırlaştıran yönleriyle birlikte zevkle okurken satır aralarında dile getirilen pek çok düşüncede kendimi bulduğumu söyleyebilirim. Kitapçılarda ya da internette yenisi yok sanırım, sahaflarda ikinci el mevcut. Bu tür sarsıcı romanlardan hoşlananlara ısrarla öneririm. Bununla birlikte hafif tarz romanları sevenlerin yarıda bırakacaklarına eminim. 

15 Mart 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 82


Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 82. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu ben belirledim. Kadın-Erkek eşitliğine amasız, fakatsız tüm benliğimle inanıyorum. Bu bağlamda merak ettiğim bir konuyu tartışmaya açacağım bu kez. Cevap arayacağımız sorularım şöyle:

Karşı cinste sizi en çok şaşırtan şeyler nelerdir? Sosyal yaşamda cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmak için neler önerirsiniz?  

Kadınların makyaj yapıp süslenmelerini, saçları başlarıyla oynamalarını, son modaya uygun giyinip kuşanmalarını ve vücutlarına yaptırdıkları türlü estetik müdahaleleri yadırgar, kendi aralarında girdikleri bu kıyasıya mücadeleyi, sırf erkeklere daha güzel görünmek ve onların ilgilerini çekebilmek için sürdürdüklerini sanırdım. Yakın bir zaman önce blog yorumunda bir arkadaşımdan aldığım cevap oldukça ilginç gelmişti bana. İlk anda, nasıl yani? diye şaşırdığımı hatırlıyorum. Sonra biraz düşününce ve yaptığım gözlemler sonucunda arkadaşıma tamamen hak vermiştim. Meğer kadınlar, bütün bunları erkekler için değil de, hemcinsleri için yapıyorlarmış! Bir anda bütün dünyam yıkılmıştı. Biz, erkekler, kendimizi matah bir şey sanıyormuşuz demek... 

Yapılan bilimsel bir araştırmanın (*) sonucuna göre kadınların % 31,9'u, eğer tercih etme hakları olsaydı, erkek olmak istediklerini belirtmişler. Bunun sebebini erkeklerin daha özgür olmasına bağlamışlar. Yine de bu oranın bu denli yüksek olmasına şaşırdım. Zira aynı soru erkeklere sorulsaydı onların çoğu bunu bir namus meselesi yapar, netice itibarıyla aynı oran % 1'i bulmazdı. 

Şahsen kadın cinsinin erkeklerden daha zeki olduğunu düşünürüm ama bu konuda beni şaşırtan bazı durumlar var. Örneğin temsilde eşitliği ele alalım. Türkiye Büyük Millet Meclisinde kadın milletvekili oranı % 17,4 ile dünyadaki 192 ülke içinde 117. sırada yer alıyor. Beğenmediğimiz Tanzanya'da bile bu oran % 37! Şimdi düşünüyorum: Bütün ideolojik ayrımları bir kenara bıraksalar, kadınların millet meclisini belirleme kudreti % 50. Kaldı ki en az % 10 da erkeklerden destek alırlar, etti mi % 60. Peki neden bir Tanzanya kadar olamıyoruz, kadınlar niye bu konuda güçlerini birleştirecekleri yerde durumdan şikayet ediyorlar. Bu da bana oldukça şaşırtıcı gelen bir husus. 

Sosyal yaşamda cinsiyet ayrımcılığının ortadan kalkması için öncelikle kültür, inanç, örf, adet ve ananelerimizde köklü değişikliklere gitmemiz ve bunu yasalarla teminat altına almamız gerektiğini düşünüyorum. Cinsiyet ayrımcılığı ilk olarak ailede, daha sonra eğitimde ve iş hayatında kendini göstermektedir. Başta kadınlar olmak üzere toplumu oluşturan bütün bireylerin kafalarında yer etmiş önyargılardan kurtulması gerekir. Örneğin TDK sözlüğünde kadının şu tanımını değiştirmekle başlanabilir işe. TDK'da kadın şöyle tanımlanmakta; analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan. Analık kısmını geçtim, fakat ev yönetiminde erdem ve becerileri olan ne demek oluyor? Yani evi temizleyecek, süpürecek, bulaşıkları, çamaşırları yıkayacak, çocuk bakacak, yemek pişirecek... İşte size cinsiyet ayrımcılığı. Erkeklerin de pekala yapabileceği bütün bu işleri kadının erdemi kabul edip kadınları eve hapseden zihniyet aşılmadığı takdirde cinsiyet ayrımcılığı, kadına şiddet aynen devam edecektir. 

14 Mart 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 20

- İşte geldik, dedi Esther. Arabadan inip apartmanın girişine doğru yürüdüler. Selma,  binanın önündeki bakımlı bahçeye hayran kalmıştı, çimle kaplı toprağa özenle dikilen türlü çiçekler arasında, al renkli goncalar taşıyan bir fidana uzandı.

- Ne kadar güzel bir bahçe. Bak şu güllerin güzelliğine...

Doktorun tombul sekreteri, kapıda karşıladığı iki genç kadını içeri buyur etti. Esther, her zaman yaptığı gibi dosdoğru beyaz zambak saksısının yanına giderek sevinçle ellerini kavuşturdu.

- Muhteşem görünüyor değil mi?  Doktor Bey, bunun bir benzerini bana hediye edecek, dedi. Üzerindeki pardösüyü çıkarıp portmantoya asan Selma, arkadaşına yaklaştı.  

- Haklısın, zarif bir çiçek, dedi. Zambağın bu kadar güzel koktuğunu bilmiyordum. Bekleme salonunda sekreterin yanındaki koltuğa oturan Selma'dan müsaade isteyen Esther, makyajını tazelemek üzere lavaboya yöneldi.

Esther salona döndüğünde, sekreter doktorun kendilerini beklediğini söyledi. İki arkadaş doktorun odasına girdiler birlikte. Cevdet Bey'in daha önce Esther'e göstermiş olduğu sıcak tavırdan eser yoktu. Soğuk bir şekilde oturduğu yerden elini uzatarak iki kadının ellerini sıktı sırayla. Ciddiyetini bozmadan,

- Hoş geldiniz, buyurun oturun, diyerek masanın önündeki sarı koltukları gösterdi. Yüzüne yapıştırdığı yapmacık gülümsemeyle kısaca hal ve hatırlarını sorduktan sonra, Selma'ya döndü. 

- Evet, dedi. Arkadaşınızın durumu ciddi. Uzun zamandır tedaviye cevap vermediğini biliyoruz. Şimdi ona nasıl bir tedavi uygulayacağımıza karar vermeden önce hatırladıklarının dışında bilinçaltına attıklarını da öğrenmemiz gerekiyor. Bunun tek çözüm yolunun hipnoz tedavisinden geçtiğini söylemeliyim. Çok mecbur kalmadıkça önerdiğim bir yöntem değil bu aslında. Konusunda uzmanlık eğitimi almış hekimler tarafından yapılması lâzım. Yine de her operasyonda olduğu gibi bu yöntem de bazı riskler taşıyor. Esther Hanım, bana başından geçen her şeyi anlattı. Ancak eşinin dahi bilmesini istemediği bazı konular var. Doktoru olarak ben buna saygı duyuyorum elbette. Başka bir yakınınız var mı diye sorduğumda bana sizden bahsetti. 

Lâfını toparlamakta güçlük çekiyor, yüzü geriliyor ve yaşadığı gerginliği dışarı aksettirmemek için giriştiği mücadele her halinden belli oluyordu doktorun. Biraz zaman kazanmak için koltuğuna yaslandı. 

- Bu arada bir şeyler içmek ister misiniz? diye sordu.

Doktoru hiç bu şekilde görmeyen Esther tedirgin olmuştu. Selma'ya baktı ve onun başını salladığını görünce birer çay alabileceklerini söyledi. Doktor, telefonla sekretere üç çay getirmesini söyledi.

- Aslında hiç alışkın değil buna, dedi doktor. Yani, hastayı odama alıp kapıyı kapattıktan sonra rahatsız etmemesi gerektiğini bilir. Gülümsemeye çalıştı. Bazı kurallarım kesindir ama bugün doktor önlüğümü asıp sizleri bana yardımcı olmanız için çağırdım, bu yüzden bugün, burada, ikiniz de benim misafirim sayılırsınız. 

Kapıyı tıklatan sekreter, bir tepsi içinde getirdiği çayları ürkek bakışlarla servis ettikten sonra sessizce dışarı çıkıp kapıyı çekti.

- Evet, dedi doktor. Biraz rahatlamıştı sanki. Nerede kalmıştık? İşin doğrusu durumunuz beni epey zora sokuyor. Aslına bakarsanız, kolay kolay kimse böyle bir sorumluğu üzerine almaz. Alırım diyenler de zaten sakınılması gereken kişiler. Hipnoz konusunda sadece bir kişinin ismini verebilirim size. Doğal olarak olarak, o da, hastayla birlikte birinci derece yakınından yazılı izin almaksızın böyle bir işe asla kalkışmaz. Ona Esther Hanım’ın özel durumundan bahsettim biraz. Yani detaya girmeden, sadece özel bir durumunun olduğunu söyledim. Kendisi çok yakın arkadaşım olmasına rağmen, operasyona başlamak için, Esther Hanım’ın birinci derece yakını yoksa, bütün riskleri kendi üzerime almamı şart koştu, aksi halde bu işte yokum dedi. Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyorum. Esasen ona hak vermiyor değilim. Bildiğiniz gibi her operasyon, az da olsa bir risk taşır, bu yüzden doktorlar, kendilerini garantiye almak zorundalar. Hekimler, tedaviye başlamadan önce yapacakları işlemlere ilişkin muhtemel komplikasyonları ve yan etkileri hastalarına detaylı bir şekilde anlatıp onları bilgilendirir ancak bütün bunlara rağmen en ufak bir aksilik çıkması durumunda büyük tazminatlar ödemek zorunda kalırlar.

Duydukları Selma'yı ürkütürken doktorun tedirginliğini yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. Nasıl bir işin içine düştüğünü, nasıl davranması gerektiğini bilmez bir halde çayını yudumladıktan sonra başını çevirip odaya girdiği andan itibaren ağzını açmayan Esther'e dikti gözlerini. Canı iyice sıkılmıştı, doktora döndü.

- Anlıyorum Doktor Bey, anlıyorum ama siz de beni yanlış anlamazsanız, kafama takılan bir konu var.

- Buyurun, dedi doktor, ciddiyetini muhafaza ederek.

- Arkadaşım için elimden gelen her şeyi yaparım ama sizin böyle bir sorumluluğu üzerinize almanız bana hayli tuhaf geliyor.

Cevdet Bey, Selma'nın sorusunu gülerek cevapladı.

- Evet, haklısınız, işin doğrusu bu soruyu sizden bekliyordum, dedi. Öncelikle şunu söyleyeyim; yasal yönden sorumluluk yükleyecek bir şey istemiyorum sizden. Bu sorumluluğu sadece kendim üstleniyorum. Siz sadece Esther'in refakatçisi ve sırdaşı olacaksınız. Bana gelince; bunca yıllık meslek hayatımda karşılaştığım ilginç vakalardan biriyle karşı karşıyayım. Esther Hanım'ın yaşadıkları sıradan bir rahatsızlığın sonucu olsaydı, inanın bu kadar üstüne düşmezdim. Bu mesleği aşkla yapan hekimler, kendilerini geliştirebilecek bilgilerin, tecrübelerini arttıracak bu tür vakaların peşindedir. Buna siz bir nevi tatmin de diyebilirsiniz. Evet, tedavi beklediğim gibi sonuçlanırsa bu durum, toplum nazarında bana gösterilen saygı ve itibarı arttıracaktır. Sizler o zaman gönüllü olarak benim reklamımı yapacaksınız. Bir düşünün, onca hekim dururken çevrenizden duyduklarınızla benim kapımı çalmanızın nedeni bu değil mi? Hakkımda güzel şeyler duymuş olmalısınız ki yolunuz bana düşmüş.

Birden gülmeye başladı Doktor. Ha, benim de kulağıma gelen bazı şeyler var, benim için deli doktor diyormuş bazıları, gülüp geçiyorum bu söylenenlere. Sonuçta hastalarımı iyileştiriyor muyum, önemli olan bu. Neyse, şimdiki hedefimiz, arkadaşınızın sağlığına kavuşması elbette. Sonuç istediğim gibi olmazsa, ki bu durum ihtimallerden biridir, o zaman zaten yapılacak bir şey kalmamıştır. Maalesef, Esther Hanım’ın başka bir şansının olmadığını düşünüyorum. Eğer bir şey yapılmaz, bu şekilde devam ederse durumu çok daha kötü bir seyir izleyebilir. Bilmem anlatabildim mi?

İki arkadaş göz göze geldiler. Esther'in sessiz bir çaresizlik içinde kıvrandığını gören Selma’nın gözlerinden iki damla yaş süzüldü.

- Durumunun bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum, dedi. Hıçkırıklarını tutamadı. Yerinden kalkıp arkadaşının boynuna sarıldı.

- Neden, neden, bütün bunların sebebi ne? diye söylendi, yaşlı gözlerle.

İki arkadaşın gözyaşları karıştı birbirine. Doktor girdi araya,

- Tamam, sizi anlıyorum ama üzülmenizin, ağlamanızın hiçbir yararı yok. Hemen paniğe kapılmayın, bu dertten kurtulmanın yolunu gösterdim size. Önerim doğrultusunda kararınızı verirseniz vakit geçirmeden işe başlamak zorundayız.

Selma, çantasından çıkardığı kağıt mendille gözyaşlarını silerken sessizce içini çeken arkadaşına yalvararak,

- Esther, bak bunu Kemal’e anlatmak, onun da fikrini almak zorundayız, dedi. Allah korusun başına bir hal gelirse neler olacağını düşünmek bile istemiyorum. Üzerime böyle bir sorumluluğu nasıl alabilirim, Kemal'in yüzüne nasıl bakarım?

- Sakın ola böyle bir işe kalkışma! Aklının ucundan bile geçirme, dedi Esther, gözlerini açarak çıldırmışçasına bağırdı arkadaşına. Beklemediği bu tepki ve sözlerindeki kararlılık ürkütmüştü Selma’yı.

Doktor ayağa kalkıp yanlarına geldi.

- İsterseniz biraz düşünün, dedi. Elindeki kartviziti Esther’e uzattı, Bu, sözünü ettiğim arkadaşım, Prof. Dr. Kenan Soykan, kendisi hipnoterapi konusunda uzmandır. Karar vermeniz durumunda ona benden bahsedin mutlaka. Kenan Bey, beni arayacaktır, ben de yanınızda olacağım, dedikten sonra Selma’ya döndü.

- Aileden kimse olmadığına göre sizin operasyon sırasında Esther Hanım’ın yanında bulunmanız çok önemli. Karar vermeniz durumunda en az on beş gün önce haberim olsun ki, programımı ona göre ayarlayabileyim. Yurt dışında katılmak zorunda olduğum bazı uluslararası kongreler var.

Cevdet Bey'in muayenehanesinden çıktıktan sonra bir süre konuşmadı iki arkadaş. Sessizliği bozan Selma oldu.

- Ne düşünüyorsun?

- Ben kararımı verdim, sen benim yanımda olacak mısın ondan haber ver.

Arabalarına binip hareket ettiler.

- Benden çok şey istiyorsun. Ya işler tersine giderse? diye sordu Selma.

Esther, biraz sakinleşmiş görünüyordu.

- Niye olumsuz düşünüyorsun? Senden başka bana  yardım edecek kimsem yok, biliyorsun.

- Tamam, biliyorum, her zaman yanında oldum ve yine de olurum ama bu seferki çok farklı, korkuyorum.

- Yine de yanımda olmanı istiyorum Selma, hayatım söz konusu, böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim. Ölmemi istemezsin değil mi? 

Selma boynunu büküp sessiz kaldı. Esther heyecanla elini uzattı arkadaşına. 

- O zaman yarın sabah arıyorum ben, Cevdet Bey’i.

Selma'nın ağzını bıçak açmıyordu.

- İstersen bir yerde oturup bir şeyler atıştıralım, bak öğlen olmuş, dedi Esther.

- Yok, sağ ol, eğer başka işin yoksa sen beni eve bırak, biraz kafamı toplamam lazım. Timur’un yemeğini hazırlayacağım daha.

Selma’yı evinin önüne bırakırken yeniden doğmuş gibiydi Esther.

- Her şey için teşekkür ederim, canım arkadaşım. Yüzünü öyle asıp durma, Hasan’a da sakın bir şey hissettirme, diye sıkı sıkı tembihledi arkadaşını.

Devam edecek



13 Mart 2021 Cumartesi

BİN HÜZÜNLÜ HAZ - HASAN ALİ TOPTAŞ


Kitabın Adı: BİN HÜZÜNLÜ HAZ

Yazar: Hasan Ali TOPTAŞ

Sayfa Sayısı: 152

Yayınevi: Everest Yayınları

Türü: Post Modern Roman

Çağdaş Türk edebiyatında ayrı bir yeri olan Hasan Ali Toptaş'ın okuduğum ikinci kitabı, Bin Hüzünlü Haz. Daha önce Gölgesizler romanını okumuş, üslubuna, kelimeleri muhteşem bir şekilde dans ettirişindeki ustalığa ve hayal gücüne hayran kalmıştım. Gerçekten de yazar, dünyada post modern tarzda iddialı bir yapıt koymuş ortaya. Gel gelelim, edebiyat çevrelerinde müstesna bir yeri olan ve okurlarının büyük sevgisini kazanan yazarın kariyeri, birkaç ay önce kendisine yöneltilen taciz suçlamalarından sonra bir çırpıda yerle bir oldu. Doğal olarak bu olay nedeniyle okurlarından büyük tepki gördü ve insanların aklına şu kritik soruyu gündeme getirdi: Yazarın işlediği suçtan dolayı kitaplarını cezalandırmak doğru mu? Toplumun büyük bir kısmı artık kitaplarını satın almayarak yazara bir şekilde tepkilerini göstereceklerini belirtirken, bazı kuruluşlar kendisine verdikleri ödülleri geri aldılar, bunların yanı sıra kitaplarından birinin filme çekilmesi projesi de iptal edildi. Bin Hüzünlü Haz romanı, uzun zamandan beri okumamı bekleyen kitaplardan biriydi, çünkü yazarın sıra dışı üslûbunu seviyordum. Yazar, Hasan Ali Toptaş, üçü yazar olmak üzere yirmiye yakın kadına taciz suçlamasından dolayı deşifre olarak toplum nazarında hak ettiği cezayı en ağır şekilde almış görünüyor. Gerçekten de yüz kızartıcı bir davranışta bulunmuş. Diğer taraftan sanat eseri, onu yaratan kişinin çocuğu gibidir. Babası tacizci ya da katil olan bir çocuğu suçlamak ne kadar mantık dışıysa yazarı yüz kızartıcı bir suç işlemiş esere ceza vermek de pek makul gelmiyor bana. Bu nedenle yazarı yediği haltlarla baş başa bırakıp esas konumuz olan Bin Hüzünlü Haz kitabından bahsedeyim biraz.

Romanın daha önce yazarın hiçbir kitabını okumayan kişiler için anlaşılması zor bir kitap olduğu söyleniyor. Fakat benim gibi bu tarz kitaplardan hoşlananlar için okunası bir eser. Normal bir roman gözüyle bakmadan okumak gerekiyor kitabı. Anlatıcı bir kadın, ama romanın içinde belli belirsiz hissettiriyor kendini. Hiçbir karakterde, olayda, zamanda ve mekanda bir netlik yok. Ne görünüş ne de anlam bakımından. Bütün sözcükler anlamını yitirmiş aynı zamanda. Renklerin sesini, gölgelerin ve çığlıkların sessizliğini, aydınlıkta karanlığı, iyilikte kötülüğü arıyor yazar, sözcüklerinde. Eğer romanda illâ bir kahraman gerekiyorsa, bu Alaaddin olabilir belki. Ancak, kitabın başından sonuna kadar Alaaddin'i arıyoruz fakat belki de öyle bir kişi yok. Alaaeddin'in net bir tasviri de yok, kimin nesi, iyi mi kötü mü, ne iş yapar bilmiyoruz. Diğer taraftan her birimiz, ondan bölük pörçük birer parça taşıyor gibiyiz. Gerçekler hayallerle birbirinin içine girmiş bir halde, kâh şehrin kalabalığı arasında yükselen bir apartmanın terasında, kâh ormanın derinliğinde buluyoruz kendimizi. Yer yer doğu ve batı masallarında geçen kahramanların içinde dolaşıyoruz; pamuk prensesin cücelerinde, Don Kişot'un Sancha'sında, kırk haramilerde, kırmızı başlıklı kız ve ona göz koyan kurtta... Müthiş bir dil hakimiyeti, yerli yerine oturmuş uzun cümleler ve okurda bırakan bir hayranlık duygusu...

Yazar, post modern edebiyatın dibine vuruyor bu eserinde. Romanda belirgin bir olay örgüsü göremiyorsunuz. Salt edebi haz almak isteyenler için yazılmış bir eser. Türk edebiyatına yeni bir soluk getiren yazar, dili bir araç değil, düşüncenin kendisi olarak görmekte. Romanın giriş cümlesi beni çok şaşırtmış, bu cümleyle kitabın içeriğinde felsefi bir içerik beklediğim için bir parça hayal kırıklığına uğramıştım aslında. 

"Beni en çok arınmışlığım tedirgin ediyor. Uzunca bir süredir, ruhumun derinliklerinde bütün şiddetiyle hissediyordum bunu. Kimi zaman, şöyle adamakıllı kirlenip de kim olduğumu anlayayım diye kendimi pervasızca şu şehrin alkol kokulu karanlığına vuruyor,... ama bunu başaramıyordum. " 

Derken Haraptarlı Nafi'nin bir sözü çıkıyor karşımıza, kitabın sonuna doğru,

"Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlât; sormazsan biliyorum..."  

Bir de çok hoşuma giden "sözgelimi" sözcüğü sık sık kullanması dikkatimi çekti. Bir örnek, misal vermem gerektiğinde "örneğin", belki daha çok ya da yeri geldiğinde "mesela" diye başlardım söze, hem konuşmalarımda, hem yazılarımda. Yazar, bu iki sözcüğü kullanmaktan özellikle imtina etmiş sanki. Bunların yerine "sözgelimi" sözcüğünü kullanıyor, benim de güzel geldi kulağıma. Diğer bir husus, pek çok kitap kurdunun okurken zorlandığı bu eseri görece kısa bir sürede okumayı başardığım için kendimle gurur duydum.             

12 Mart 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 19

Aniden bastıran yağmurla birlikte havaya karışan toprağın kokusunu derin derin çekti içine. Önceki akşam sözleştikleri gibi Selma’yı evinden alacaktı. Sokağa girdiğinde yağmur dinmiş, güneş bütün parlaklığıyla ışıl ışıl ortalığı aydınlatıyordu. Apartman girişinde beklemekte olan arkadaşını görünce aracını kaldırımın kenarına yanaştırdı. Sağ taraftaki camı indirirken arabanın ön konsolu üzerindeki saate baktı.  

- Seni yağmurun altında fazla bekletmedim umarım, dedi Esther.

Beyaz spor arabanın kapısını açıp ön koltuğa yerleşen Selma,

- Yok canım, dedi. Yeni indim aşağı ben de. Başını sürücü koltuğunda oturan Esther'e çevirdi, meraklı gözlerle olan biteni anlamaya çalışıyordu. Eee, hadi anlat bakalım, nereye gidiyoruz şimdi?

Esther kendinden emin ve büyük bir özgüven içinde arabayı hareket ettirdi. Selma, meraktan kıvranırken muzipçe gülümsüyordu.

- Dün akşam söyledim ya, doktorumun yanına gidiyoruz, dedi gülümseyerek.

Aklı iyice karışan Selma, arkadaşının onu neden doktoruna götürmek istediğini anlamaya çalışıyordu.  

- Esther, meraktan çatlatma beni. Söyler misin, ne işim var senin doktorunda? Arkadaşın olduğum için benimle konuşmak mı istiyor doktorun? Niye ben, benden önce Kemal'i çağırmadı peki? 

- Dur, acele etme, bekle biraz. Hepsini anlatacağım, dedi Esther soğukkanlı bir şekilde.

Araba, Selma'nın sabırsızlığına inat, Esther'in sakinliğine nazire yaparcasına, yoğun trafiğin içinde, ışıklarda durup kalkarak,  sükunetle yol alıyordu. 

- Doktor sen içerdeyken beni de odasına alacağını sanmıyorum, dedi Selma. Yanlış mı düşünüyorum?

Esther, Selma’nın meraklı bakışları altında anlatmaya başladı.

- Bak var ya, şu senin doktor gibisini ne duydum ne de gördüm. Geçen haftadan beri her gün en az bir kez telefonla aradı beni. Aklına gelen bütün soruları sorup detaylı bir şekilde cevaplandırmamı istedi. Ben onun sorularını uzun uzadıya cevap verirken onun bana uygulayacağı tedavi konusunda güvenimi kazanmaya çalıştığını hissediyordum. Çünkü kaç doktora gittiğimi, hiç birinden fayda görmediğimi sana anlattığım gibi ona da anlatmıştım. Ama Cevdet Bey, bambaşka biri, diğerlerinden çok farklı. Onun beni tedavi edeceğine inanıyorum. Fakat bazen içime bir kuşku düşmüyor değil. Ne bileyim, normal biri değil yani, dediğim gibi, hayatımda böyle bir doktor görmedim.

- Cevdet Bey’e güvenebilir miyim diye fikrimi soruyorsun sanırım. Bu yüzden mi yanında olmamı istedin benden?

- O da var tabii, ama seni yanıma almamı Cevdet Bey istedi.

- Bak Selma, Cevdet Bey'in adını sana veren benim. Onun sıra dışı bazı uygulamaları olduğunu ben de duydum ama herkes onu başarılarından dolayı yere göğe sığdıramıyor.  Benim yakın arkadaşlarımdan birinin doktoruydu kendisi. Seninkine benzer bazı rahatsızlıkları vardı onun da. Yani, halüsinasyonlar falan görüyordu. Hatta bir ara… Selma, daha fazla konuşmamak için kendini tutarken, onun bu hali Esther’i hayli meraklandırmıştı.

- Ne olur devam et, her şeyi bilmek istiyorum.

- Bilmem nasıl anlatsam,  bunu sana söylemek istemezdim ama ağzımdan kaçtı bir kere. Evet, birkaç kez intihar girişiminde bulundu. Cinler, periler rahat bırakmıyordu peşini.

- Sonra, dedi Esther, heyecanla,

- Sonra Cevdet Bey’i bulmuş işte. Şimdi gayet iyi durumda. Kocasının tayini çıktı bir başka şehre gittiler. Hayata yeniden tutundu. Cevdet Bey’e her gün dua ediyormuş. Biliyorum senin durumun onunki kadar kötü değil ama belki bir faydasını görürsün diye sana da onun ismini verdim. 

- Evet, dedi Esther, dalgın gözlerle. Benim durumum biraz farklı, ama arkadaşından daha mı iyiyim daha mı kötü onu bilemem. Benim zorum cinlerle, perilerle değil. Evet, sanırım biraz farklı… 

- Kemal nasıl, yine gözü işinden başka bir şey görmüyor değil mi?

- Biliyorsun doğum gününü kutladığımız o geceyi hepimize zehir etmişti. Hâlâ sizlerin yüzüne bakarken utanıyorum. Ertesi gün işi bağladıktan sonra akşama Alman misafirlerini bir restaurant'a götürmüşler. Ben doktorun verdiği ilacı alır almaz derin bir uykuya dalmışım. O gece Kemal eve geldiğinde, hayatında ilk kez beni uyurken bulmuş. Öyle derin bir uykuya dalmışım ki, sabah gidişini bile fark edemedim. Selmin'e sorup öğrenmesem o gece Kemal'in hiç eve uğramadığını rahatlıkla söyleyebilirdim sana. Yıllardır böylesine huzurlu bir uykuya hasret kalmıştım. Bedenimde biriken yılların yorgunluğunu bir çırpıda atmıştım sanki, ruhumu sıkıştıran kara örtü birden kalkmıştı üzerimden. 

Ertesi akşam hiç beklemediğim bir saatte, elinde beyaz bir lilyum buketiyle eve geldiğinde yine bir hayalin içine düştüğümü sandım. Neşeyle sarılıp beni öperken kafamın içinde bu değişikliğin sebebini arıyordum. Bu bir hayal değilse gerçek hiç olamazdı. Gerçek olsa bile mutlaka bir sebebi olmalıydı. Büyük bir hata yapmış da kendini affettirmek için bir gayret sarf ediyordu sanki. Ben yine bütün olumsuz düşünceleri kafamdan kovdum, teşekkür edip çiçeği elinden aldım ve vazoya yerleştirdim. Selmin masayı hazırladı, birlikte yemeğe oturduk. Berlin'de birlikte yediğimiz ilk yemektekine benzer bir heyecan kaplamıştı içimi. Bana ilk kez işinden, yaptıkları toplantıdan bahsetti. Tesadüfe bakar mısın, toplantıya katılan Almanlardan biri de benim Berlin'deki dil okulunda birlikte çalıştığım Anna Karsch'mış. Anna'nın erkek delisi olduğunu biliyordum. Kemal'e de sarkmış toplantıda ama o hemen tepkisini ortaya koymuş. Daha sonra acaba yanlış mı anladım diye içi içini yemiş. Bu vicdan azabıyla kendisini affettirmek için imzaladıkları sözleşmeyi kutlamak üzere Alman iş adamı ile asistanı Anna'yı o akşam yemeğe almışlar. Bu kez Anna son derece mesafeli davranmış Kemal'e. Sohbet sırasında laf dönüp dolaşıp Kemal'in öğrenci olduğu dönemde benim öğretmenlik yaptığım Berlin'deki dil okuluna gelmiş. Onlara benden bahsedip, Almanca derslerini benden aldığını söylemiş. Anna beni tanıdığını ve en iyi arkadaşlarından biri olduğumu fakat üç yıldır ilişkimizin koptuğunu anlatmış. Bunun üzerine Kemal hemen telefona sarılıp beni aramış. Derin uykuya daldığım o gece değil telefon, top patlasa duyamazdım. Kemal benden bir cevap alamayınca meraklanıp apar topar yemeği bırakmış ve eve koşmuş. İşte Kemal böyle biri hayatım, onun gözü benden başkasını görmez. Anna'yı çok iyi tanırım, hiçbir erkek onun gibi fettan bir kadının elinden kolay kolay kurtulamaz.  

Dikkatinin dağıldığını fark eden Esther, önüne çıkan bir kafeye doğru yaklaşırken yavaşladı.

- Selmacım daha yarım saatten fazla zamanımız var, istersen şurada durup birer çay içelim, ne dersin? 

- İyi olur, nasıl istersen, dedi Selma.

Garson, ince belli cam bardakların içinde dumanı tüten tavşan kanı çayları önlerine bıraktı.  İki arkadaş çaylarını yudumlarken Selma kafasını kurcalayan soruyu sormaktan kendini alamadı.  

- Ben Kemal'in getirdiği şu beyaz zambak buketine takıldım.

- Ne var bunda? Beni düşünüp en sevdiğim çiçeği getirmiş. Beyaz zambak, temizliğin, saflığın, umudun ve masumiyetin simgesi. Bunun altında bir şey aramak mı lâzım?

- Estherciğim sen gerçekten beyaz bir zambak gibisin ama erkek milletini tanımıyorsun. Ya onları kafaya takmayıp hayatını yaşayacaksın, ya da kafaya takarsan peşini bırakmayacaksın. Jale'ye bir bak, kadının aklı bir karış havada ama kocasını parmağında oynatıyor. Senin dengeni bozan mesele de bu zaten. Sen Kemal'e kafayı takmışsın ama peşini bırakmış görünüyorsun. Onun keyfi yerinde, oyalanacak bir şeyler bulmuş kendisine. Farkındaysan bütün sıkıntıyı sen çekiyorsun. Ben bu konuda ne erkeklere ne de onların aklını çelen hemcinslerimize güveniyorum.

Esther bardağındaki çayı bitirdi. Selma'nın dediklerini kafasında iyice tarttıktan sonra kendinden emin bir şekilde gülümsedi.

- Seni anlıyorum canım. Ama Kemal farklı, onun beni sevdiğini biliyorum. Seven insan yanlış bir yola sapmaz. Beyaz zambağa farklı anlamlar yüklemiyorum. 

Saatine bakınca hadi kalkalım geç kalıyoruz, dedi Esther. Ödemeyi yapıp yeniden yola koyuldular. Cadde boyu yağmurun ıslattığı yolda ilerlerken yüzünü Selma'ya çevirdi Esther.

- Dur sana geçen gece gördüğüm rüyayı anlatayım: İri taşlarla kaplı bir dehlizin içinde yürüyordum. Duvarlarda asılı sağlı sollu üçer kollu meşalelerden çıkan alevler zifiri karanlığı aydınlatıyordu. Üzerimde lacivert taşlarla bezeli, yerleri süpüren mavi bir elbise vardı. Bana refakat eden on beş, on altı yaşlarında iki genç kız peşim sıra eteklerimin ucunu tutuyorlardı. Koridorun sonuna açılan yüksek tavanlı büyük bir mağaranın içine girdik. Şövalye kılıklı adamlar ve zarif hanımların bulunduğu kalabalık bir şölen masası karşıladı bizi. Sarı ve kahverengi üniformalı iki asker trompet çalarak geldiğimizi duyurdu misafirlere. Herkes büyük bir uğultuyla ayağa kalktı birden. Yakışıklı bir şövalyenin yanındaki boş koltuğu gösterdiler bana. Ortadaki uzun masaya serpiştirilmiş türlü türlü yemekler, meyveler ve şarap testileri iştahları kabartıyordu. Sazlar çalmaya, şarkılar söylenmeye başladı. Tam o sırada…

Acı bir fren sesiyle ön cama doğru fırladılar. Emniyet kemerleri bağlı olmasa başlarını cama vurmaları işten değildi. Kırmızı ışıkta aniden duran öndeki araca bindirmelerine ramak kalmıştı. Hemen arkalarında cırtlak korna sesiyle eş zamanlı acı bir fren sesi duyuldu.

Panikleyen Selma, sürücü koltuğunda, kollarının arasına aldığı başını direksiyona kapatmış  arkadaşını dürttü.

- Esther, iyi misin? diye sordu heyecanla. Esther yavaşça kaldırdı başını.

- İyiyim, ne oldu çarptık mı? Gözleri tam açılmamıştı.

- Hayır, sanmıyorum ama az kalsın önümüzdeki araca vuruyorduk, arkadaki de bize. Dur sen bir dakika, sakin ol, ben şimdi bakarım.

Selma arabadan çıkıp arka tarafa geçti. Diğer aracın içinden fırlayan birkaç adam etrafını sardı. İçlerinden en uzun boylusu,

- Ya kardeşim, böyle zank diye durulur mu? Az kalsın bindiriyorduk. Selma’nın altta kalmaya hiç niyeti yoktu.

- Kırmızı ışığı sizin de görmüş olmanız lâzım, bu kadar sürat yapmasaydınız yüreğimiz ağzımıza gelmezdi. 

Selma arabanın önüne yürüdü. Hem öndeki hem de arkadaki arabalar arasında sadece beşer santimlik bir mesafe kalmıştı. Derin bir oh çekti. 

"Neyse," dedi kalabalıktan biri, "Bir şey yok, bu kadarıyla geçmiş olsun."

Homurtulara aldırmaksızın dönüp arabaya bindi Selma yeniden. Esther, yavaş yavaş kendine geliyordu.

- Esther, arabayı kullanabilecek durumda mısın? diye sordu Selma.

- Evet, dedi Esther. Yeşil ışık yanıp yol açılınca hareket ettiler.

- Biliyor musun Selma, sana gördüğüm rüyayı anlatırken aynı şeyleri yeniden yaşadım. Bir an dalıp gitmişim. Son anda frene bastığımı hatırlıyorum. Ama bu kırmızı ışığı ya da önümdeki aracı gördüğümden falan değildi. İşte tam o sırada içeri biri girdi, yayını gerdi, fırlayan ok hızla üzerime gelip kalbime saplandı. İşte bu nedenle bastım frene...

Selma için için korkmaya başlamıştı.

- Esther, iyi ki çağırmışsın beni. Yalnız başına araba kullanamazsın sen. İstersen çek kenara biraz dinlen bari.

- Kusura bakma, seni de tehlikeye attım. Ama geldik sayılır zaten, Cevdet Bey'in muayenehanesi sağdaki ilk sokağın üzerinde.

Devam edecek