13 Temmuz 2022 Çarşamba

YAŞAM MAHKUMLARI (Bölüm # 2)

 -III-

İzmir

İşgal üçüncü yılını doldurmak üzereydi. O zamandan beri bir türlü huzur bulamayan şehir bilinmez bir geleceğe doğru yol alırken, yerlisi yabancısı, zengini fakiri her sınıftan insan, diken üstünde zorlu bir yaşam mücadelesi verirken olaysız gün geçmiyor, baskınların, sabotajların, patlama ve yangınların ardı arkası kesilmiyordu. Yeni kurulan mecliste yapılan uzun ve hararetli tartışmalardan sonra, zor da olsa üçüncü kez başkumandanlık yetkisini alan Mustafa Kemal Paşa'nın Büyük Taarruzu başlatacağı ve Türk ordusunun İzmir'i işgal kuvvetlerinden geri alacağına dair haberler sıkça konuşulur olmuştu artık.

Bir köşesinde boyası dökülmüş masalara çay servisinin yapıldığı 18. yüzyıldan kalma Kızlar Ağası Hanı'nın büyük avlusu her zamanki hareketli günlerinden birini yaşıyordu. Fakat son günlerde tarihi hanın eski neşesinden, o huzurlu halinden eser kalmamıştı. İnsanlar sefil bir gayretkeşliğin keşmekeşi içinde karın tokluğuna iş arıyor, esnaf dükkânlarına girip çıkıyordu. Üç kuruşa sırtlandıkları yükün altında ezilen hamalların ıstırabı, kocalarını savaşta kaybedip duvar diplerinde dilenmek zorunda kalan dul kadınların çaresizliği yüzlerden okunuyordu. Büyük avluda bambaşka bir dünya hüküm sürüyordu. Olan bitenden habersiz, birbirleriyle itişip kakışan kızlı erkekli bir sürü sokak çocuğunun neşeli çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Yaklaşık bir yıldır çektiği profesyonel fotoğraflarla tarihi ve savaşın toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini ölümsüzleştiren Amerikalı muhabir Norman Harris, hanın taş kemerli koridorlarında ağır adımlarla ilerlerken karşısına çıkan dükkân sahiplerini başıyla selâmlıyor, bir yandan da dikkatini çeken güzel bir enstantane yakalarım ümidiyle, meraklı gözlerini sağa sola devirip etrafı kolaçan ediyordu. Asırlar boyu farklı etnik kimliklere, farklı inançlara mensup  insanlara kucak açmış bu güzel şehirde, görevini yapmış olmanın verdiği huzur kaplıyordu içini. Öğrendiği birkaç Türkçe ve Rumca kelime sayesinde her yaştan insanın sempatisini kazanmış, içlerinden biri olmuştu adeta.

Norman, Hisar Camisine açılan pasajdan çıkmadan önce beyaza boyanmış eski taş kemerin altındaki içi boş bir zeytin yağı küpünün fotoğrafını çektiği sırada kendinden geçmiş halde, bozuk Türkçesiyle bilindik bir şarkı mırıldanmaya başladı. "Uskudar'a gideriken, aldi da bir yağmur..." Başını kaldırınca kendisine doğru yaklaşan kara çarşaflara bürünmüş iki kadını gördü, toparlanıp sustu birden. Caminin önünde yer alan geniş bahçenin tam ortasında, dilek ağacını çepeçevre saran kademeli taş duvarın dibindeki gölgelikte, birkaç kadın yere çökmüş, dinleniyordu. Ağacın dallarından sarkan rengârenk çaput bezleri, taş duvarın basamaklarına dikilmiş adak mumlarıyla birlikte hoş bir görüntü çıkartmıştı ortaya. Norman, elindeki fotoğraf makinesini ayarlayıp bahçede oynayan üstü başı kir pas içindeki çocuklara her zaman yaptığı gibi, kırık Türkçesiyle "şocuklağ" diyerek seslendi. Bir anda karşılarına çıkan Amerikalı ağabeylerini gören çocuklar sevinç içinde "beni çek, beni çek" diye haykırmaya, genç adamın etrafında dolanmaya başladılar. Norman, içlerinden birini, beş yaşlarında bir kız çocuğunu kucaklayıp, dilek ağacına doğru ilerledi. Diğer çocuklar onu takip ettiler. Duvar dibindeki kadınlar üzerlerine gelen çocuk sürüsünü görünce rahatsız olup oturdukları yerden kalktılar ve biraz uzağa çekilip cümbüşü seyre koyuldular. Norman küçük kızı kucağından indirdi, duvarın üst basamağına bıraktıktan sonra cebinden beyaz bir mendil çıkardı. 

"Hayde şocuklağ," dedi, "şimdi, y'all make a wish" Çocuklar ne dediğini anlamazken hep bir ağızdan bağırıp fotoğraflarını çekmesi için genç adama yalvarmaya devam ediyorlardı. Elindeki mendili gösterip küçük kıza sordu Norman, "Söyle bana, hangi dala asalım, buna mı, şuna mı?" Zor da olsa işaretle anlaştılar ve sonunda mendil, küçük kızın gösterdiği dala bağlandı. Bütün çocuklar mumların olmadığı basamaklara dizildikten sonra Norman, onların istediği toplu fotoğrafı çekti. Fotoğraf çocukların eline hiçbir zaman geçmeyecekti ama hiçbiri yaşadıkları o anı asla unutmayacaklardı.   

Parlamakta olan güneş önce bulutların arkasına gizlendi, havanın tadı kaçmaya başlamıştı. Korkunç gürlemeler gökyüzünü titretiyor, birbiri ardına şimşekler çakıyordu. İlk damlalar yeri ıslatmaya başlayınca Norman, hemen montunun altına gizledi makinesini ve koşar adımlarla han kapısının önündeki sundurmanın altına sığındı. Birbirini kesen koridorlar boyunca dükkânların arasından geçerken bir yandan da enteresan insan manzaralarını kaçırmamaya çalışıyordu. Hayatlarının en güzel günlerini geçirdikleri şehri terk etmeye hazırlanan hali vakti yerinde insanlar, hamalların sırtına yükleyip getirdikleri mobilya, vazo, büfe, duvar saati, halı ve değer verdikleri diğer eşyalarını yok pahasına satmaya getiriyorlardı buraya. Ne var ki kalan yoksul kesimin onlara sahip olacak parası yoktu. Bu yüzden dükkânların önü ikinci el eşyalardan geçilmiyordu.

Yağmur şiddetini artırmış, sağanağa dönmüştü. Norman, zaman geçirmek için merdivenlerden ikinci kata tırmandı, biraz ileride tarihi hanın Aya Yorgi Kilisesini gören kemerli penceresi önünde durup dışarıyı seyretmeye koyuldu. Yağmurun huzur verici kokusu ve sakinleştirici sesiyle kendinden geçmişti. On yaşlarında kırmızı elbiseli bir kız sağanak yağışa aldırmadan karşı duvar boyunca sarkan ipi çekerek kilise çanını çalmaya başladı. Yerde biriken yağmur sularından göl öbekleri oluşmuştu. Kız çanı bıraktı, yağmura aldırmaksızın kilisenin avlusunda çıplak ayaklarını su birikintilerine vururken başını yukarı kaldırıp kollarını açarak kendi etrafında dans edercesine dönmeye başladı. Yaşam koşulları ne olursa olsun çocuklar mutlu olmanın bir yolunu buluyorlardı. Mutluğun resmiydi bu, vakit geçirmeden deklanşöre bastı ve kızın neşeli halini ölümsüzleştirdi. Yağmur dineceğe benzemiyordu. Pardösüsünü sırtına geçiren Norman, makinesini kılıfına sokup saçak altlarından kaldığı otele doğru koşmaya başladı.

Kaldığı otelin önünde ellerinde şemsiyelerle kapıdan çıkmakta olan şık giyimli genç bir çiftle selamlaştı. Sırılsıklam ıslanmıştı, onun bu halini gören kırmızı fesli resepsiyon görevlisi şen bir kahkaha patlattı.

"Allah gökyüzünün örtüsünü kaldırmış olmalı." 

Norman nefes nefese kalmıştı. Üzerindeki pardösüyü çıkartmaya uğraşırken, görevliye hak verdi.

"Evet, sanırım öyle." dedi, gülümseyerek. "Benim için var mı bir şey?"

"Evet," dedi görevli, oda anahtarını uzatırken. "Önce anahtarınız... İki adet mesaj ve son olarak... Bir de paketiniz var. Hepsi sizin Mr. Harris" Norman, teşekkür edip görevliden teslim aldıklarıyla birlikte odasına doğru ilerlerken resepsiyon görevlisi arkasından seslendi.

"Biri size hediye göndermiş olmalı!" dedi. Yüzünde çapkın bir gülümseme belirdi. 

"Evet, umarım öyledir, Gilmes" diyerek cevap verdi, Norman. Mesajları önemsemedi ama pakette ne olduğunu gerçekten kendisi de merak ediyordu. İçini bir huzursuzluk dalgası kapladı.

Merdivenleri çıkarken zarfı açmaya başlamıştı bile. Kattaki bekleme holünde dört adam ellerindeki gazetelere bakıp kendi aralarında hararetle tartışıyorlardı. Norman, onların karşı tarafındaki boş kanepeye attı kendini ve okumaya başladı. 

"Sevgili Norman, Anadolu'daki Türk-Yunan savaşıyla ilgili göndermiş olduğun fotoğraflar gerçekten ilginç. Ancak günlük bir gazete için bunların sanat yönü oldukça ağır kaçıyor. Bu nedenle üzülerek bildirmek zorundayız ki, arkadaşlarınızdan birini sizin pozisyonunuzda görevlendirmiş bulunuyoruz.

Norman, mektubu okuduktan sonra cinleri tepesine çıktı, yüzü kızardı ve sinirden barut fıçısına döndü. Avucunda sıkıştırdığı mektubu öfkeyle fırlatıp attı. Büyük zarfın içinde kendisine iade edilen, Amerika'ya son gönderdiği sanat değeri yüksek fotoğraflara göz gezdirdi. Hepsi savaşın toplum üzerinde bıraktığı acı izleri tüm çıplaklığıyla yansıtıyordu. Gazete yönetiminin okurlarına göstermek istediği ise vahşetin kanlı yüzüydü sadece. 

                 -IV-

Odesa Limanı

Interocean Denizcilik İşletmesinin göçmen bürosu en yoğun günlerinden birini yaşıyordu. Kızlarına Amerikalı birer damat bulma ümidiyle yanıp tutuşan biçare kadınlar, duvarları boydan boya okyanus aşırı dev yolcu gemilerinin resimleriyle kaplı bir yazıhanenin önünde, büyük bir heyecan içinde, acente müdürünün yapacağı anonsu bekliyorlardı. Rıhtımı gören pencerenin önünde toplanan kalabalığın gürültüsü, itişip kakışmalar, belirsizlik ve düzensizlik organizasyondaki laubaliliğin en belirgin kanıtlarıydı.

Yazıhanenin arka bölümünde ise canhıraş bir çalışma sürüyordu. Yüzlerce yolcunun bilet ve evraklarını son kez gözden geçiren memurlar, ne yapacağını bilmez halde oradan oraya koşturan acente müdürüne çıkardıkları isim listelerini yetiştirmeye çalışıyorlardı. Sonunda beklenen an geldi. Beyaz gömlek, koyu renk bir kravat ve üzerine giydiği gri yelekle çevresini saran yoksul insanlara karşı tepeden bakan, ağzındaki çikleti saygısızca çiğnerken onlara karşı küçümseyici bir tavır sergileyen müdür, elindeki bir tomar kâğıdı havaya kaldırdı.

"Şimdi, bir dakika, sessiz olun lütfen! Adlarını okuduklarım, talihli gelin adayları... Diğerleri bir sonraki gemiye kalacak. Anlaşıldı mı? Şimdi dikkatle beni dinleyin!" Acente müdürü, isimleri okumaya başlamadan evvel birkaç kez boğazını temizledi. Nefesini tutan kalabalık, az sonra adamın ağzından çıkacak isimlere kulaklarını dikerek beklemeye koyuldu. 

"Ehm, Natalia Petrova." Arka taraflardan genç bir kız diğerlerinin arasından sıyrılarak ön tarafa geldi ve teşekkür ederek müdürün elini öptü. Adam, umursamaz bir şekilde "Tamam, tamam, geç hadi şöyle." deyip okumaya devam etti.

"Daria Ivanova" Kırmızı baş örtülü bir başkası, ismini duyar duymaz koşup geldi. O da adamın elini öpüp teşekkür etti. Acente müdürü, çikletini çiğnerken, muzip bir gülümsemeyle "Sen de kurtardın." dercesine genç kızın sırtını sıvazladı. 

"Maria Numanova..." ve adı okunan diğer kızlar teker teker yanına geldikleri müdürün elini öperek minnet duygularını gösterdiler. Geride kalanların yüzleri düşerken adı okunanlar piyangodan büyük ikramiye çıkmışçasına seviniyor, neşeyle aileleriyle kucaklaşıp mutluluktan havaya uçuyorlardı. Fakat aradan birkaç dakika geçtikten sonra birden durgunlaşıyor, neşeleri hüzne dönüşüyordu. Ailelerinden millerce uzak bir kıtada, yalnızlığın ve bilinmezliğin dayanılmaz ağırlığını hissetmeye başlıyorlardı yüreklerinde. Saatler sonra listenin tamamı okundu, gemiye binmeye hak kazananlarla geride kalan talihsiz gelin adayları belli olmuş, yazıhanenin önündeki kalabalık dağılmıştı. Acente müdürü masasının başına geçer geçmez orta yaşlı, siyah örtüler içinde yoksul görünümlü bir kadın ve beraberinde on beş yaşlarında, sarışın, mavi gözlü güzel bir Rus kızı geldi yanına. Müdür gelenleri tanımıştı, göz ucuyla baktı, umursamaz görünerek sordu kadına.

"Doktora gittiniz mi? Daha önce size bundan bahsetmiştim sanırım. Raporu getirebildiniz mi?"

Kızın annesi bir şey söylemeden masanın üzerine bir kâğıt bıraktı. Müdür raporu eline alıp dikkatle inceledi, birden gözleri parladı. Neşeyle gülümseyerek yerinden kalktı ve küçük kızın yanına gidip yanağından bir makas aldı.

"Olga, benim tatlı cadım! Bu raporla bilet paranı da ödemiş bulunuyorsun." Acente müdürünün keyfi yerine gelmişti. "Tamam, şimdi sana genç bir aday bulalım, ha ne dersin? Peki, buyurun oturun, oturun lütfen," Müdür, çekmeceden çıkardığı bir fotoğrafı kendisini mahcup bir gülümsemeyle izleyen küçük kıza doğru uzattı.

"Adı, Genadi Louisin." Fotoğrafı daha sonra kızın annesine gösterdi. Damat adayını beğeneceklerinden en ufak bir şüphe duymadığını gösteren, kendinden son derece emin bir tavırla devam etti. "Sadece otuz yaşında. Amerika'nın batı sahilinde demiryolu işçisi. Hele şunun gözlerine bir bakın. Yakışıklı kerata! Biz bu delikanlıyla yazıştık. 1922 yılı, Mayıs ayının ikisinde, yani bugün, saat tam on'da. Bu vakit Amerika'da gece yarısına tekabül ediyor. Pederle görüştüm, her şeyi ayarladım, Genadi'yle yapacağınız evliliğin ilk aşaması olan nişan yüzüğünü şimdi, burada takacağız parmağına."


ÖNCEKİ BÖLÜMLER

20 yorum:

  1. Ben şu rapor mevzusunu tam anlayamadım Mr. Kaplan. İlk bölüme tekrar göz atayım orda geçen bir şeyleri kaçırmış olabilirim belki.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Raporun ilk bölümle ilgisi yok, dolayısıyla kaçırdığınız bir şey bulunmuyor Mrs. Kedi:) Müdürün bu raporu niye önemsediği ilerleyen bölümlerde anlaşılacaktır. Merakınızı gidermek adına söz konusu raporun sağlıkla ilgili olduğunu söylemekle yetineyim şimdilik:)

      Sil
    2. Çok teşekkürler Mr. Kaplan :) Aşağı yukarı tahmin etmiştim sağlıkla ilgili olduğunu ama emin olamadığım için yazmıştım :) Müdürün gıcık biri olduğu hemen anlaşılıyor.

      Sil
    3. Ne demek:) Müdür tam bir .... Neyse siz anladınız:)

      Sil
  2. Bölüm biri de okumalıyım okuduysam da şu anda hatırlamıyorum. Serinin devamını bekliyor olacağım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eğer zaman bulabilirseniz, önce roman hakkında bazı şeyler paylaştığım "Novelization-Romanlaştırma" başlıklı yazımdan başlamanızı öneririm. Teşekkürler:)

      Sil
    2. Aksam tek tek bakacağım. :)

      Sil
  3. (Müdür raporu getirebildiniz mi? diye sorduktan sonraki cümlede iki kez bıraktı olmuş, bilgi vereyim istedim.)

    Çeşitli ülkelerden, çeşitli yaşlarda kızlar Amerika' ya gönderilme derdinde. Tahminimce bu rapor, bekaret raporu. Hikâye çok güzel gidiyor. Teşekkürler Kaystros,

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Harikasınız:) Dikkatinizden dolayı müteşekkirim. Hemen gerekli düzeltmeyi yaptım.
      Rapor, sağlık raporu. Acente müdürü belli ki çürük tahtaya basmak istemiyor:))

      Sil
    2. kızları çalıştıracaklar ağır koşullarda bence..

      Sil
    3. Aslında o dönemin önemli bir ihtiyacını karşılıyor. Birinci Dünya Savaşında milyonlarca erkek öldü, birçok kadın dul kaldı, genç kızlar evlenecek, para kazanıp kendilerini geçindirecek koca bulamıyorlardı. Amerika'da ise tam aksi bir durum vardı. Avrupa'dan göçen bir sürü genç, fabrikalarda çalışmaya başlamış savaşın olmadığı yerde ve bolluk içinde yeni bir düzen kurmuşlardı. Onların tek ihtiyacı vardı, evlenip aile kurmak, çoluk çocuğa kavuşmak... Elbette bu düzende bazı aksilikler, tesadüfler, kötü niyetli insanlarla karşılaşmalar ve sürpriz gelişmeler olabiliyordu. Bazıları yeni ortama alışıp düzenlerini kuruyor, bazıları uyum sağlayamadıkları için gerisin geriye dönüyorlardı. Eskiden evlilik seri ilânları vardı biraz ona benzettim:)

      Sil
  4. Harrisin çektiği fotoğraf karelerini anlatan kısımları çok sevdim, gözümde canlandı herşey hanın kalabalık ambiansı çocuk sesleri herşeyiyle zamanda yolculuk gibiydi, şimdi 3. Bölüme gidiyorum koşarak :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkürler, ilginiz beni yüreklendiriyor:)

      Sil
  5. Norman'ı sevdim, dürüst ve samimi birine benziyor. Onun kısımlarını özellikle beğendim, detayları çok iyi veriyorsunuz. Diğer yanda bir an önce evlendirilmeye çalışılan kızların hikayesi devam ediyor. Karakterler çok gerçekçi geliyor okurken. Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Norman kaliteli bir adam, evet. Zaten Niki'yle birlikte ikisi romanın baş kahramanları. Kızların durumu... Ne kadar zor değil mi? Geride bıraktıklarını yaşatmak için her türlü zorluğa dayanıp yaşamak zorundalar... Teşekkürler:)

      Sil
  6. Şu bölümü okumak için 2 kere girdim, araya birşeyler girdi kaldı. Neyse bugün tamamladım. (koca kişisi pozitif oldu. Evde. O evdeyken nedense işler oluyor)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Olur bazen, devamlı bir şeylerin araya girmesiyle devam ediyor hayat. Geçmiş olsun, umarım beyefendi hafif atlatır:)

      Sil
  7. filmde izmir in sadece ismi vardı, izmirde çekim yoktu, filmin tümü yunan adasında çekilmiş :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Romanda bazı değişiklikler yapıyorum. Niki de Semadirek adasından, ben onu Limni adalı yaptım:)

      Sil