31 Aralık 2022 Cumartesi

KARAMAZOV KARDEŞLER - Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: KARAMAZOV KARDEŞLER

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI 

Sayfa Sayısı: 1025

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Nihal Yalaza TALUY 

Türü: Roman

Dostoyevski'nin baş yapıtı Karamazov Kardeşler en sevdiğim kitaplar arasında liste başına kuruldu. Oldukça hacimli bir kitap olmasına rağmen sürükleyici ve sevdiğim felsefe, din ve psikoloji gibi konulara derinlemesine inen mükemmel bir eser. Birçok yazar ve düşünür tarafından incelenen Karamazov Kardeşler filmlere, dizilere ve oyunlara konu olmuş. 

Yazarın iki yılda tamamladığı dev eser, tasvirleri, diyalogları ve tiratlarıyla dikkat çekiyor. Kullanılan her cümle yerli yerinde, romanın ilerleyen sayfalarında neden-sonuç ilişkisinde bunu görüyoruz, bu bakımdan sağlam bir kurgu ortaya koyuyor. 

Olaylar yazarın yaşadığı dönem olan 19. yüzyılın ikinci yarısında geçiyor. Romanda pek çok karaktere yer verilmiş. Karakterlerden her biri yazarın kendisi ve yakın çevresindeki gerçek kişilerin özelliklerini yansıtıyor. 

Fyodor Pavloviç Karamazov; baba rolüyle romanın ana karakterlerinden biri. Sorumsuz, sadece kendini düşünen, şehvet düşkünü bir adam. İlk evliliğini soylu, varlıklı ve güzel bir kadınla yapıyor ve ilk çocuğu Dimitri (Mitya) doğuyor. Kadın, Pavloviç'e dayanamıyor ve oğlunu babasına bırakıp Petersburg'a kaçıyor. Ancak kısa bir süre sonra arkasında büyük miras bırakıp ölüyor. Pavloviç eline geçen servete çöreklenip oğlu Dimitri ile hiç ilgilenmiyor. Dimitri önce uşak Grigory tarafından daha sonra annesinin yakınları tarafından büyütülüyor. 

Bir süre sonra Pavloviç, ikinci evliliğini bir generalin yetiştirmesi olan bir kızla yapıyor ve bu evlilikten iki oğlu daha, İvan ve Alex (Alyoşa) oluyor. Çocukların doğumundan kısa bir süre sonra ikinci karısı da hayatını kaybediyor. Pavloviç bu çocuklarla da hiç ilgilenmiyor ve eğlencesine, düşkünlüklerine devam ediyor. Bu arada sokaklarda yatan kıt akıllı saf bir kızla ilişkisi neticesinde Smerdyakov adlı bir oğlu daha oluyor ancak Pavloviç bunu inkâr ediyor. Yine de uşak Grigori'nin yanında hizmet etmesine ses çıkarmıyor. 

Yazarın baba Pavloviç karakterinin duygu ve düşüncelerine fazla yer vermediğini söylemek mümkün. Duygu ve düşünceleri kapalı bir kutu, ancak onu dışarıdan, kötülüğün sembolü, zevk ve sefaya düşkün, kimseye faydası olmayan, her gördüğü kadını parasıyla elde etmeye çalışan biri olarak tanıyoruz. Bu özellikleriyle Pavloviç, Dostoyevski'nin gerçek babasına benzetiliyor. Alyoşa dışında bütün çocukları aynı Dostoyevski gibi babalarının ölmesini istiyor. Diğer bir görüş ise, Dostoyevski'nin yaşamı boyunca karakter değişimini farklı yapılara sahip çocuk karakterlere yansıtması. Büyük oğlu İvan, yazarın batı Avrupa'nın etkisiyle kapıldığı nihilist düşüncelere sahip ilk gençlik yıllarını hatırlatmakta. Dimitri (Mitya), yazarın Sibirya sürgününden döndükten sonraki içki ve kumara düşkün, romantik hallerini anımsatıyor. En küçük kardeş Alyoşa ise yazarın son yıllarında dine bağlı ve sevgi dolu halini yansıtmakta. Pavloviç'in gayri meşru oğlu Smerdyakov ise sinsi, akıllı ve sara hastası bir tip. İvan'ın fikirlerinden fazlasıyla etkileniyor. 

Çocuklar büyüdükten sonra Dimitri, teğmenlikten emekli olup babası Pavel'e gidiyor ve annesinden kalan miras payını istiyor. Pavel, Dimitri'ye arada küçük paralar göndermiş olsa da bunlar son derece az geliyor oğluna haklı olarak. Ivan, Petersburg'a gidip doğa bilimleri üzerine çalışıyor, bu arada edebiyatla ilgilenerek kendini geliştiriyor. Küçük Alyoşa şehrin manastırında Zosima adlı, doğa üstü güçlere sahip olduğuna inanılan bir rahibin yanına sığınıyor. Smerdyakov ise aldığı aşçılık eğitiminden sonra Fyodor Pavloviç Karamazov'in konağında aşçı olarak hizmet etmeye başlıyor ve davranışlarıyla babasının güvenini kazanıyor. 

Yıllar sonra aile miras sorununu çözmek için Zosima'nın manastırında toplanıyor. Pavloviç işi dalgaya alıp toplantıyı sabote ediyor. Bu arada Dimitri, toprak sahibi bir kadın olan Katerina Ivanovna ile nişanlanıyor. Dimitri ile Katerina ilişkisi oldukça karışık; nefret ile tutku arasında gidip geliyor. Bu arada Ivan da Katerina'dan hoşlanmaya başlıyor. Dimitri babası Pavel'in özelliklerini taşıdığı için eğlenceye ve kadınlara düşkün. Fakat babasının aksine para buldukça cömertçe çevresine saçıyor. Dimitri sonunda fahişelikle geçimini sağlayan Gruşenka'ya kaptırıyor gönlünü. 

Roman farklı karakterlere sahip kardeşlerin çevreleriyle ilişkilerine, ruhsal durumlarındaki değişikliklere değinerek ilerliyor. Alyoşa'nın her şeye rağmen babasıyla ilişkisi iyi. Sevgi temelli bir yaşam anlayışına sahip ve çevresi tarafından seviliyor. Dimitri ve Ivan ise babalarından nefret ediyor. Smerdyakov, babasına bağlı görünürken Ivan'ın etkisiyle içten içe babasına düşmanca hisler besliyor. Rahip Zosima'nın ölümü Alyoşa'yı derinden etkiliyor. Onun tavsiyesine uyup manastırdan ayrılıyor. 

Benim en sevdiğim kısım İsyan başlığı altında İvan ve Alyoşa'nın masa başında oturup yaptıkları tartışma oldu. Baba figürü üzerinden teolojik sorgulamaları içeren tartışmanın galibi İvan oluyor. Babanın suçundan zavallı çocuklar neden büyük eziyetler çekiyor diyerek Alyoşa'yı köşeye sıkıştırıyor İvan. Sonradan vaat edilen cennet, cehennemin ne anlamı var, hangi masum çocuğun göz yaşlarına değer bu diye soruyor kardeşine. Bu aynı zamanda Ademin şeytan tarafından ayartılıp bütün insanlığa verilmiş çilekeş dünya hayatına karşı bir isyan. Eğer tanrı bu kadar acımasız ise biz insanlar için her şey mubah diyor. Bu düşünce aynı zamanda İvan'ın Smerdyakov'u etkilediği bir husus.

Sonunda olay patlak veriyor. Baba Pavloviç bir gece cinayete kurban gidiyor. Şüpheler iki kişi üzerine yoğunlaşıyor. Bunlardan biri, bütün kanıtların aleyhinde toplandığı Dimitri ve diğeri kurnaz bir şekilde plânını uygulayan Smerdyakov. Dimitri tutuklanıp hapse atılıyor. Mahkemede savcılığın mütalaası ve Dimitri'nin Katerina tarafından özel olarak getirtilen güçlü avukatının savunması detaylı bir şekilde veriliyor. Ne var ki, Katerina daha sonra Gruşenka'yı kıskanıp Dimitri'nin aleyhine tanıklık ediyor.  Karar gününden bir önceki gece Smerdyakov, İvan'a babası Pavloviç'i öldürdüğünü ve parasını çaldığını itiraf ettikten sonra mahkeme gününün sabahında kendini asarak intihar ediyor. İvan ise Smerdyakov'u etkilediğini düşünerek kendini suçlarken kafa karışıklığı sebebiyle halüsinasyonlar görmeye başlamıştır. Son olarak şeytanla konuşur. Tanıkların dinlenmesi sırasında mahkemeden halk jürisi İvan'ın hastalığı dolayısıyla sözlerine önem vermez ve Dimitri haksız yere yirmi yıl sürecek sürgün cezasına çarptırılır. 

Diğer bazı klasik Rus romanlarında görüldüğü üzere akla kıymet veren realist karakterlerin nedense sonu pek parlak olmuyor. Burada da kendini yetiştirmiş, sorgulayan karakter İvan'ın yaşamı şizofreni illetine yakalanmış olarak sonlandırılıyor. Diğer taraftan dini ve milli değerlere bağlı içi sevgiyle dolu Alyoşa ise romanın mutlu ve sevilen bir karakteri olarak gözler önüne serilmekte. Dostoyevski, romanı yazarken önce Smerdyakov karakterine yer vermemiş ve baba katili olarak İvan'ı düşünmüş. İvan realist olduğu kadar romantik bir tip. Her ne kadar isyankâr olsa da düzeni koruması bakımından dinin önemini de kabul ediyor. Aslında kafası son derece karışık. Bu nedenle yazar, gördüğü lüzum üzerine yeni bir karakter yaratarak Smerdyakov'u kurgulamış görünüyor. Smerdyakov ne çevresindeki insanları ne de kendini seven bir tip. Özellikle tanrı çocukları düşünmüyorsa her şey mubah düşüncesinden hareketle babasını öldürürken son derece soğukkanlı. 

Bu arada İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Nihal Yalaza Taluy çevirisini hatasız ve son derece başarılı bulduğumu söylemek isterim. Karamazov Kardeşler, gerek kurgusu, gerek anlatım tarzı, gerekse ele aldığı konular bakımından sindire sindire, defalarca okunması gereken bir eser. Özellikle psikoloji dalında henüz adının konulmadığı pek çok davranış Freud gibi bilim adamlarına rehber olmuş. Cinayetten sonra mahkemenin yargılama süreci hukuk derslerinde örnek gösterilmiş. Felsefe üzerinde pek çok insanı etkilemiş. Şiddetle tavsiye edeceğim bir roman, Karamazov Kardeşler...       

28 Aralık 2022 Çarşamba

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - ARALIK (4. AY)

 Algernon'a Çiçekler - Daniel KEYES 


Çeviren: Handan Ünlü HAKTANIR

Yayınevi: Koridor Yayıncılık

Sayfa Sayısı: 325

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay sevgili "Dövüşürken Hanımefendi Değilim" arkadaşımız tarafından önerilen Daniel Keyes'in "Algernon'a Çiçekler" romanını değerlendirip tartışacağız. Ocak ayının BKK ev sahibi, "Sevimli Kitaplar" arkadaşımızın seçtiği kitap, yazar Honore de Balzac'ın "Goriot Baba" adlı romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere keyifli okumalar dilerim. 

Daniel Keyes (1927-1986) New York doğumlu Yahudi bir yazar. Önce kısa öykü olarak yazdığı Algernon'a Çiçekler adlı romanıyla tanınıyor. Kitap bilim kurgu türünde olup zekâ geriliğinden mustarip Charlie Gordon'un günlüklerinden ibarettir. Bazı bölümlerde geçen tıbbi terimlerden yazarın doktor olduğunu tahmin ediyordum. Daniel Keyes, psikoloji eğitimi aldığı halde yazarlığı tercih tercih etmiş. 1966 yılında yayımlanan Algernon'a Çiçekler, sonraki yıllarda pek çok dizi filme, filme ve tiyatro oyununa ilham kaynağı olmuş. 

Mantık dışı fantezi öğeler içeren kitapları pek tercih etmem. Ancak bu kitap insan ve toplumun davranışı ve etik değerleri masaya yatırırken uzak gelecekte gerçekleşmesi mümkün bir olayı gündeme taşımakta. 1999 yılında Princeton Üniversitesinde fareler üzerinde yapılan bir deney tam da kitapta yazılanları kurgu olmaktan çıkaracak gibi. Araştırmanın sonuçlarına göre tek genin eklenmesi öğrenmeyi ve hafızayı geliştirebiliyor. Princeton Üniversitesi araştırmacıları, gelecekte bilim adamlarının, insan zekâsını arttırma yeteneği kazandırmada, demans ve Alzheimer hastalıkları tedavisinin yolunu açabilecek önemli gelişmeler kaydettiklerini, bu çalışmaların bir aşaması olarak genetiği değiştirilen farelerin hafızalarında gelişim tespit ettiklerini belirtiyorlar. 

Kitap Eflatun'un Devlet adlı kitabından bir alıntıyla başlıyor. "Aklı başında olan herkes, insan gözünün iki nedenden dolayı şaşkınlık geçirdiğini ve iyi göremediğini bilir. Birinci neden, insanın aydınlıktan karanlığa geçmesi, ikinci neden ise karanlıktan aydınlığa çıkmasıdır." Bu sözler romanın baş kahramanı Charlie Gordon'un yaşamış olduğu değişimi çağrıştırmakta.

Algernon'a Çiçekler romanının beklentimin üzerinde ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Hikâyenin konusu şöyle:

Charlie Gordon, otuzlu yaşların başında normalin altında zekâya sahip 32 yaşında bir gençtir. Ailesi tarafından dışlanan ve Warren Devlet Bakımevine gönderilmek istenen Charlie, amcasının yardımıyla bir arkadaşının fırınında işe koyulur. Aynı zamanda da okuma yazma öğrenmesi için yetişkin engellilere eğitimi veren Beekman kolejine gider. O sırada zekâyı arttırmayı amaçlayan yeni bir cerrahi tekniği fareler üzerinde başarıyla deneyen Profesör Nemur ve Dr. Strauss için  tam aradıkları kişidir Charlie. Motivasyonuyla dikkatleri üzerine çeken Charlie, öğretmeni Alice Kinnian'ın da önerisiyle denek olmayı kabul eder.

Bu noktada dikkati çeken etik bir sorun söz konusu. Düşük seviyede zekâya sahip bir kişi, sonucu belli olmayan bir deneyde denek olma kararını verebilir mi? Ya da ebeveynleri, yakınları böyle bir kararda nasıl söz sahibi olabilirler? Doktorlar bu deneyde Charlie'nin denek olarak kullanılması ve onlardan onay almak için annesini ve kız kardeşini bulur. Her ikisi de yıllar önce Charlie'yi başlarından atmışlardır, hatta onun Warren Devlet Bakımevinde öldüğüne inanmaktadırlar. Charlie'nin annesi Rose ilginç bir karakterdir. Çocukken Charlie'nin üzerine çok düşer ve aklını kullanması için evlâdına büyük baskı yapar. Charlie kendisi için bir utanç vesilesidir. Çocuğun hastalığını kabul etmez ve şiddet uygular. Birkaç yıl sonra kızı, Norma doğar. Norma, normal bir çocuktur. Rose bunun üzerine hatanın kendisinden kaynaklanmadığını düşünerek kızına zarar vermesinden korktuğu Charlie'yi dışlar. Babası berber malzemeleri satan bir adamdır. Charlie'nin diğer çocuklardan farklı olduğunu görmektedir ve karısının durumu kabullenip anlayışlı olmasını istese de başarılı olamaz. Bu nedenle karısından ayrılıp ayrı yaşamaya karar verir. Norma da okul çağına gelince arkadaşlarının ağabeyi ile eğlenmesinden dolayı aynı annesi Rose gibi rahatsız olmaktadır ve her ikisi de Charlie'yi kendilerini utandıran bir kişi olarak görmektedirler. Charlie'nin denek olması için onayı kardeşi Norma verir, çünkü annesi Rose demans hastası olmuş ve ayrı bir yerde yaşayan kızı tarafından gözetim altında tutulmaktadır.

Gelelim Charlie'ye. Operasyon öncesinde ailesinin kötü tavrını, fırında çalışırken yaptığı sakarlıklar ve beceriksizlikler yüzünden arkadaşlarının alaya almasını, kendisiyle gülüp eğlenmelerini algılamaktan yoksun bir zekâya sahip olduğu için onlar hakkında hiçbir zaman kötü düşünmez. Öyle ki, arkadaşları onunla dalga geçerken düştüğü komik durumlar karşısında onlarla beraber güler. Sonuçta çevresi ve bütün arkadaşları tarafından sevilen mutlu bir insandır. Operasyondan sonra zekâsı ve hafızası süratle gelişir ve kibirli, başkalarını ezmekten, çevresindekilerin kalbini kırmaktan hoşlanan bir karaktere dönüşür. Zekâsı nedeniyle ondan çekinen arkadaşları yanından uzaklaşır, hatta çalışmakta olduğu fırının sahibine şikâyet edip işten atılmasını sağlarlar. Bu durum Charlie'yi iyice yalnızlığa iter. Araştırmaya destek veren vakıf Charlie'ye bir maaş bağlar ve onun kendini geliştirmesinde her türlü desteği verir.

Doktorların tutmasını istediği günlüklerde Charlie'nin önceden yaptığı yazım hataları ortadan kalkmış ve kısa zamanda bir sürü kaynaktan her türlü bilgiyi sünger gibi hafızasına çekmeye başlamıştır. Birçok dil öğrenir kısa zamanda. Bu durum öylesine bir hal alır ki, onu ameliyat eden doktorlardan daha fazla bilgiye sahip hale gelir ve zekâsıyla onları yeneceğini iddia eder. Kendisini ameliyat eden Profesör Norman'ı verdiği bir konferans sırasında rezil eder. Çünkü operasyondan belli bir süre sonra zekâdaki ilerlemenin duracağına ve tersine dönüp belki ilk seviyesinin de altına düşeceğini anlamıştır. Charlie, doktorların bilim dünyasında yer etmek için kendisini bir insan olarak değil, bir kobay olarak kullandıklarını inanmaktadır. Elde ettiği sonuçları kanıtlarıyla birlikte toplayarak "Algernon-Gordon Etkisi" adında bir rapor hazırlayıp yayımlar. 

Zaman ilerledikçe üstün zekâya erişen Charlie, geçmişi, çocukluk günlerini hatırlamaya başlar. Yalnızlığının bir diğer sebebi de duygusal zekâsının aynı oranda gelişmemesidir. Bu nedenle sevgi alışverişinde zorlanmaktadır. Sık sık rüyalarında ve kurduğu hayallerde çocuk Charlie çıkar karşısına. Onu gözlerken adeta kendisine bir şeyler anlattığını düşünür. Bu arada öğretmeni Alice'e aşık olur ve onunla bir ilişkisi olur, ancak zekâsının Charlie'nin kişiliğini değiştirdiğini iddia eden Alice ondan ayrılır. Charlie, kiralamış olduğu evde dansçı komşusuyla yaşadığı ilişkiyi de sürdüremez. Yazar, romanında, bu ilişkilere nahif bir şekilde yer vermesine rağmen ahlâk bekçilerinin hücumuna uğramıştır. Ayrıca yayıncılar hikâyenin mutlu bir sonla bitirilmesi için baskı yaparlar ama yazar bunu kabul etmez. Bu gibi nedenlerle roman bir süre bazı eyaletlerde yasaklı kitaplar listesine alınır. 

Günlüklerde Charlie'nin kobay fare Algernon ile duygusal bir iletişim kurduğunu görüyoruz. Algernon ilerleyen zaman içinde beklendiği gibi zekâ üstünlüğünü kaybeder ve sonra ölür. Charlie onu alıp oturduğu evin bahçesine gömer. Kendisinde meydana gelen gerilemenin de farkındadır. Hafızası zayıflamış ve günlüklerini yazarken yeniden yazım hataları yapmaya başlamıştır. Hiç hatırlayamadığı babasını, annesi Rose'u ve kız kardeşi Norma'yı ziyaret eder. Babası onu tanımaz bile. Diğerlerinin hatalarını yüzlerine vurmaz ikisini de sevgiyle kucaklar. Daha önce çalıştığı fırına gider iş yeri sahibi ile görüşüp kendisine bir şans daha vermesini ister. Zekâ düzeyinin eski haline gelmesiyle birlikte arkadaşları onu kucaklar ve yeniden aralarına alır, böylelikle eski düzenine kavuşmuştur. Charlie günlüğünün son sayfalarında kader arkadaşı gördüğü Algernon'u unutmaz ve günlüğüne evinin arka bahçesindeki Algernon'un mezarına çiçekler bırakılmasını ister. 

Dramatik bir finale sahip romanın psikolojik yönü etkileyiciydi. Zeki insanlar daha yalnız, daha mutsuz olurken zekâsı normal seviyenin altındaki kişilerin daha geniş arkadaş çevresine sahip ve daha mutlu olduklarına şahit oluyoruz. Bunun doğruluğunu çevremizden gözlemlemek mümkün aslında. Ben ileri zekalıyım diyerek kibirle dolaşan insanların aslında yalnızlık acısı çektiğini düşünebiliriz. Zekâsı normalin altında olan kişiler ise kendileriyle dalga geçilmesi halinde bile durumu kavrayamadıkları zaman daha mutlu olabiliyorlar. Şantiyelerimden birinde yaşadığım bir olay geldi aklıma. Aynı Charlie gibi, Yaşar adında zekâ özürlü,  bir genç vardı. Kontrol şefinin önerisi üzerine sigortalı işe almıştım. Tuvaletler dahil her türlü temizliğin hakkını vererek yapıyordu. Maaş günü gelince iyice keyiflenirdi. Sanırım o zamanlar yeni banknotlar çıkmış, muhasebe ona bütün para verince gidip kontrol amirine beni şikayet etmişti. Olayı öğrendikten sonra muhasebeyi aradım. Muhasebe bu kez Yaşar'a aynı parayı daha küçük parçalara bölerek verince dünyalar onun olmuştu. Çevresindeki arkadaşları çok uğraşırdı Yaşar'la. Fakat onlara Charlie gibi gülmez, eğlenmelerine, kendisiyle uğraşmalarına bozulur bana ya da kontrol amirine şikayet ederdi. Şantiye süresince hep koruduk onu, şimdi ne alemde kim bilir?

27 Aralık 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 175

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Gelişmiş ülkelerde doğum oranının önümüzdeki 50 yılda düşeceği tahmin ediliyor ve ayrıca 2030 yılında gelişmiş ülkelerdeki nüfusun üçte birinin 65 yaş üstü olacağı öngörülüyor. Bu tahminlerin gerçekleşmesinin gelişmiş ülkelere ne etkileri olabilir? Bu durumu çözmek için bu ülkeler şimdi ne yapabilir?"

Gelişmiş ülke vatandaşlarına gelişmemiş ülke vatandaşları tarafından yol göstermek, tavsiyelerde bulunmak her ne kadar ironik görünse de bizler gibi her konuda fikir sahibi Türk vatandaşları için yadırganacak bir durum değil. Gelişmiş ülkelerin her türlü yolu deneyip ekonomimizi çökerttiği bu günlerde insanlığımızı gösterip onlar için elimizden gelen yardımı esirgemeyelim yine de. 

Sorunun girizgâh kısmında belirtildiği üzere gelişmiş ülkelerdeki toplam nüfus azalırken yaşlı nüfusun artış gösterdiği bir gerçek. Bu durum bence gelişmişliğin bir göstergesi. Önemli olan nicelik değil niteliktir. Teknolojik ilerlemenin sonucunda insanın beden gücüne olan ihtiyacı azalırken beyin gücüne ihtiyacı artıyor, batının gelişmiş devletleri, gelişmemiş ülkelerdeki zeki insanları cazip koşullarla bağırlarına basmakta. 

Artan yaşlı nüfus, sağlıktaki gelişmelerin ve hijyen koşullarının iyileştirilmesinin bir sonucudur. Gelişmiş ülkeler yaşlı insanlarına her türlü hizmeti sunarken gençliklerinde ülke yararına yaptıkları çalışmaları karşılığında takdir edilesi bir vefa örneği göstermekte. Sadece yaşlıları için değil, gelişmiş ülkeler, çalışma saatlerini düşürmek suretiyle vatandaşlarına aileleriyle ilgilenebilmeleri, insanca yaşayabilmeleri, kendilerini geliştirmeleri, spor ve sanatla ilgilenmeleri ve refah düzeylerini arttırmaları için yeterli zamanı ayırmak hususunda çaba sarf ettiklerini görüyoruz. 

Gelişmiş ülkelerde genç nüfusun azalması bazıları için büyük sorun olarak değerlendirilmesine karşın şahsen aynı fikirde olmadığımı söylemek isterim. Zira günümüzde makineleşme, teknolojik yenilikler, robotların ve yapay zekânın gelişmesi beden gücüyle çalışan insana olan ihtiyacı gittikçe azaltmakta. Gelişmiş ülkeler gerekmesi halinde, özellikle hizmet sektöründe ihtiyaçları olan işgücünü az gelişmiş ülkelerden tedarik edebilirler.           

Çağımız değişiyor. Eskiden güç deyince kafa sayısı gelirdi akıllara. Bizim gibi ülkelerde aşiretler, cemaatler, tarikatlar kendilerine tabi olan nüfuslarıyla gösterirler güçlerini. Gelgelelim bu güçler, insanlık yararına ne yapmış, yandaşlarına, müritlerine ne fayda sağlamış? Savaşlarda, iç çatışmalarda kolaylıkla harcanmaktan, sömürülmekten başka ne işe yarıyor sayıları? 

Önemli olan eğitimli, sorgulayan insan yetiştirmek. Batının gelişmiş toplumları bunu başarıyor. Bizim gibi geri kalmış toplumlar, reislerinin en az üç çocuk istemeleri, savaşların ve iç çatışmaların sonucunda meydana gelen büyük göçler yüzünden cehalete kucak açmakta. Sonuçta açlık, sefalet, gözyaşı, şehitler, cinayetler, intiharlar...

Gelişmiş ülkelerin içi rahat olsun derim. Onlar için tek sorun nüfuslarının azalması. Bence nüfuslarını arttıramıyorlarsa sabit tutsunlar. Benim tavsiyem bu yönde. Eskiden ortalama yaşam süresi 60-70 yıl iken artık 90 küsurlara gelmiş. Bu durum zamanla yerine oturacaktır. Ölenle doğan sayısı eşitlenirse mesele hallolmuş demektir. Bunu cazip hale getirmek medeni bir ülke için çocuk oyuncağı. Diğer bir husus da kontrolsüz göçlere karşı önlem alınması. Bu gelişmiş ülkeler için daha büyük bir sorun. Zira bunun en önemli sebebi kendileri. Gelişmiş ülkeler geri kalmış ülkeleri yıllardır iliğine kadar sömürmeye devam ederken kendi kuyularını kazdıklarının farkında değiller. Ne oluyor, sömürülen ülkeler aç kalıyor, iç çatışmalar, savaşlar çıkıyor ve bu durum büyük göçlere neden oluyor. Doğrusu bu durum gelişmiş ülkelerin medeniyetlerine sürülmüş kara bir leke. Neticede insan, fıtratında var egoizm. Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin insafa gelmelerinden medet ummamalı ve kendi insanlarının köle haline getirilmesine izin vermemeli. Bunun olamayacağını biliyorum elbette!

Özetle, gelişmiş ülkeler için yaşlı nüfusun artmasını sorun olarak görmüyorum. Bununla birlikte aynı durum bizim gibi az gelişmiş, geleceğe dair hiçbir konuda plânlaması olmayan, otokrat yönetime sahip ülkelerde ciddi bir problem. Bu sorunun ülkemiz üzerindeki etkileri ve bizim bunu nasıl aşabileceğimize dair çözüm önerileri konunun kapsamı dışında kaldığı için burada yazıma son veriyorum. 

20 Aralık 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 174

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Bugünlerde çocuklar internette çok vahşi oyunlar oynuyorlar. Bu durum acaba dünya üzerindeki büyük şehirlerde şiddet ve suçun artmasının bir nedeni olabilir mi?"

Evet, olabilir, fakat tek neden bu değil. Şiddet ve suçun artmasının yüzlerce nedeninden biri olabilir ancak. Bu tür oyunların en büyük tehlikesi çocukların psikolojisini bozması ve yarattığı bağımlılıktır bence. Yakın çevremden biliyorum, bilgisayar oyunları çocukların derslerini olumsuz etkilemekte, pek çoğu bu yüzden okullarını yarım bıraktılar. Bazen oyuna kapılıp öylesine hırslanıyorlar ki, kaybettiklerinde kendilerinden geçip kapı pencere kırıyor, çevrelerine zarar vermeye başlıyorlar. 

Bu tür oyunların çocuk psikolojisini nasıl etkilediğini ya da şiddete, suça meyletmesinde ne kadar pay sahibi olduğunu düşünmek kimsenin aklına gelmiyor. Bu konuda araştırma yapan üç beş eğitmen ya da bilim insanı makale yazmış olsa bile hiçbir yöneticinin bunlara aldırdığı yok. Saldım çayıra Mevla'm kayıra! Sadece bilgisayar değil TV de gösterilen abuk subuk programlar, algı oluşturan, şiddete yönelten diziler, filmler çocukların gelişimini olumsuz etkilemekte. Filmin başına yaş sınırı koymak ya da şiddet, cinsellik içerdiğini belirtmek sorunu ne ölçüde ortadan kaldırabilir?

Eskiden çocukların ne tür oyunlar oynadıklarını anlatarak konu dışına çıkmak istemem. Ancak çocuğun gelişmesi, sosyalleşmesi gibi pek çok bakımdan eski dönemdeki oyunları bugünkü bilgisayar oyunlarına tercih ettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. 

Gözlemlediğim kadarıyla bilinçli aileler bebek sayılabilecek yaştaki çocuklarını bu tür oyunlardan mümkün mertebe uzak tutuyorlar. İlginçtir, akıllı telefonda bir çizgi film videosunu istisnasız bütün bebekler adeta hipnotize olmuşçasına izliyor. Adeta başka bir aleme giriyorlar, kopuyorlar bu dünyadan. Bu arada anneler faydalı buldukları fakat çocuğun hiç hoşlanmadığı mamaları fırsat bu fırsat deyip ağızlarına tıkıyorlar. Bu yemek faslı bu tür oyunların faydalı bir yönü olabilir ancak bütün gününü dünyadan bihaber akıllı telefon ekranında geçiren çocuktan ne hayır gelebilir?

Sadece çocuklar değil üniversite bitirmiş koca koca insanlar bile bilgisayar oyunlarına kaptırmışlar kendilerini. Öyle ki, bu konuda koca bir endüstri oluşmuş. Bir de yüzbinlerde genç ve çocuk takipçiye sahip kanallarda bu oyunların geyiği yapılıyor. Bunu anlamam mümkün değil. Yasaklansın demiyorum ancak çocukların ve gençlerin neden kendilerine faydadan çok zarar veren bu tür alışkanlıklara kaptırdıkları bunların yerine hangi faydalı işlerin konulabileceği ayrı bit araştırma konusu.   

12 Aralık 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 173

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Okullarda öğretmenler öğrencilerin okuma ve yazma becerilerini geliştirmek için onları bilgisayardan uzak tutmalı mı?"

Sevgili Deep'in yazısını okumadan önce muhtemelen bu soruya gereken cevabı veremezdim. Bilgisayar ve internetin yaygınlaşmasından sonra öğrencilerin okuma ve yazma becerisi kazanmalarındaki yol ve yöntemlerin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak bunun yasakçı bir zihniyetle sağlanacağını hiç sanmam. 

Geniş düşünmek lâzım bence. Gelişmelere ayak uydurmak gerek. Eskiden kullandığımız mektup, telgraf gibi iletişim araçları tarih olma yolunda. Zaman gelecek, belki yazma aracı olan kalem bile içi mürekkep dolu hokkalara daldırılan kuş tüyleri gibi ortadan kalkacak. Fakat bu geçiş dönemini kendi haline bırakmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Elbette insanın duygu ve düşüncelerini ya da bir dilekçeyi, e-maili, en basitinden başkasına iletmek istediği bir notu doğru şekilde yazması ve bu şekilde başkası tarafından yazılmış bir kitabı, bir notu ya da herhangi bir belgeyi tam olarak idrak edebilmesi son derece önemli. Bilgisayarda yazılan metinler de yazım ve imla kurallarına uygun, noktalama işaretleri doğru yerlere yerleştirilmiş olmalı. 

Artık öğrencilerin kitap, defter, kalem ve silgi gibi araçları taşımasına ne hacet. Bir dizüstü bilgisayar yeter. Hani imkân olsa da, çocuklar okula sadece bilgisayarlarıyla gidebilseler. Bizim zamanımızda Türkçe'nin yanı sıra yazı, kompozisyon gibi dersler vardı, el yazısı için kullandığımız çizgili defterleri hatırlıyorum. Şimdi okullarda el yazısı öğretiyorlar mı bilmiyorum fakat normal yaşamda bir zorunluluk olmadığı aşikâr. Güzel yazmak gerekli mi? Hattat olacaksan belki, fakat hangi meslekten olursan ol bence bundan böyle bu bir ihtiyaç değil. Eskiden reçeteler doktorların çarpık harfleriyle adeta sıradan insanlar anlayamasın diye son derece düzensiz yazılırdı. Öyle ki, kötü yazan birine, ne biçim o yazın, doktor yazısı gibi denildiğini biliyorum. Artık devlet kurumlarında çalışan doktorların internet üzerinden yazdıkları reçeteleri eczanelere sunulmak üzere hastalarına verdikleri bir kod numarasına indirgedikleri herkesin malumu. Bu uygulama özel sağlık merkezlerine ve özel muayenehanesi olan hekimlere de yaygınlaştırıldığında yarın reçete nedir diye soran torunlarınıza eskiden onunla alırdık ilâçlarımızı diye anlatırsınız. 

Yani okumayı artık bilgisayarla öğrenmeli çocuk. Kalem defter kullanımı belki on yıl sonra sadece geri kalmış toplumların eğitimi için gerekli olacak. Bu konuda uzman değilim, eğitimcilerin işi bu, fakat anlatmak istediğim sınıfların, öğretmenlerin kaldırılması değil. Sınıfta çocuklara okumayı bilgisayar yardımıyla öğretmenin zor bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Yazma konusunda sınıfta öğretmen çocuğun bilgisayarında yazım hatalarını düzeltme özelliğini devreden çıkarttırarak doğru yazıp yazmadığını denetleyebilir. Kitap masrafına bile gerek yok aslında. Hangi kitaplar okunacaksa öğrencilerin bilgisayarlarına yüklenebilir. Bilgisayarın yapamayacağı şeyler öğretilmeli sınıflarda. Sözgelimi düzgün konuşmayı, başkalarına saygılı olmayı, ahlâklı olmayı, aklını kullanmayı, sanata ve spora severek ilgi duymayı...

Muhtemelen bu değişim bazı çevrelerin hoşuna gitmeyecek. Okullarda milli tarih, milli din, milli bilim öğreterek kendi ideolojileri doğrultusunda çocukların beyinlerini yıkamaya devam etmek isteyecekler. Evrim teorisini öğrenmesinler, Kur'anı Arapça okusunlar da içinde ne inciler olduğunu anlamasınlar, vatan millet edebiyatı yaparak genç dimağlara düşmanlık aşılasınlar diye ellerinden geldiğince amaçlarına hizmet etmesi için yazdırdıkları kitaplara sarılacaklar. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar sonunda çocuklar iyiyi ve kötüyü görme ve doğru olanı seçme özgürlüğüne kavuşacaklar. Bu elbette bilgisayar ve internet sayesinde olacak. Eskiden doğru olarak kendilerine dikte edilen bazı yanlış bilgilerin yanında doğru bilgilere de ulaşma imkanını bulacaklar. Şahsen bu konuda iyimserim. İnternet çağı dünyanın düzenini daha da değiştireceğe benziyor.     

BİR YAHUDİ AİLESİ - BRIGITTE PESKINE

Kitabın Adı: BİR YAHUDİ AİLESİ / 2

Yazar: Brigitte PESKINE 

Sayfa Sayısı: 288

Yayınevi: İnkilâp Yayınları

Çeviren: Aylin YENGİN

Türü: Roman

Paris doğumlu yazar, Brigitte Peskine (1951-2020) yazmaya başladıktan sonra Strazburg'a taşındı. Dört yıl sonra kocası ve çocuklarıyla birlikte Venezuela'da yaşamaya karar verdiler. 1981 yılında Paris'e dönüp çocuk ve yetişkin edebiyatında eserler veren yazar, romanlarının yanı sıra senaryo yazarlığı, TV programcılığı yaptı ve iki de denemesi yayımlandı. Bir Yahudi Ailesi, orijinal adıyla Buena Familia, yazarın yedinci romanı. İkinci Dünya Savaşı'nın Ateşinde, ailenin  yaşamını konu eden romanın 1935-1955 yılları arasında geçen ikinci bölümü. Henüz okumadığım ilk bölümde hikâyenin baş kahramanı Rebecca Gategno'nun İstanbul'da, bir yahudi mahallesinde geçen çocukluk ve gençlik yılları anlatılıyormuş. Birinci Dünya Savaşı yıllarını da kapsayan bu dönemde ailesinden ilgi ve destek görmediğinden yakınan Rebecca yaşamının her döneminde Hasköy'deki evlerini, oradaki aile ilişkilerini her fırsatta hatırlamadan edemiyor yine de. 

Kurgu bir hikâye olmasına rağmen roman, kalabalık yahudi ailesi fertlerinin dünyanın farklı köşelerine sürüklendiği acılarla dolu yaşamı gerçek bir yaşam öyküsü tadında gerçekçi bir dille aktarıyor okura. Yazar, yaşamının bir bölümünü geçirdiği Güney Amerika ülkesi Venezuela'ya Rebecca'nın yaşamında yer vermek suretiyle ülkedeki siyasal çatışmaların ve iç savaşın aile üzerindeki etkilerinden bahsediyor.

Rebecca Gategno, idealist bir karakter fakat kader onu kuru bir yaprak gibi önüne almış sürüklemekte. Ailesinin isteği üzerine, bir hastalık sonucu geride üç çocuk bırakarak yaşama veda eden ablasının yerini almasıyla ilk darbeyi alıyor. Sırf çocuklar ortada kalmasın diye Paris'te eniştesiyle evlenmesi geleneğin bir parçası. Rebecca'nın en büyük destekçisi, çocukluk yıllarını birlikte geçirdiği, farklı bir anneden doğmuş kız kardeşi Simone. Çocuklar büyüdükten sonra Simone onu yaşamakta olduğu Venezuela'nın başkenti Caracas'a çağırıyor. Orada zorunlu olarak evlendiği ilk eşinden boşanarak hayatının aşkı Maurice ile evleniyor ve kısa süre sonra biri kız diğeri erkek ikiz çocukları oluyor. Rebecca'nın kafasına yakın bulduğu diğer bir kişi de Simone'ın bir gecelik ilişki sonucu dünyaya gelen oğlu Jacques. Jacques ve Rebecca'nın eşi Maurice ülkedeki faşist dikta rejimine karşı eylemlerin içinde yer alıyor ve sürekli gizlenmek zorunda kalıyorlar. Rebecca yalnız başına zor şartlar altında çocuklarını büyütmeye çalışıyor. Yakalandığı bulaşıcı bir hastalık nedeniyle kızı Sarah'ı dört yaşında kaybettikten sonra ikizlerden Meir'i yanına alıp Simone'a sığınmak zorunda kalıyor. Bu arada kendini yazmaya veriyor, öyküler ve Kızılderilileri konu alan bir roman yazıyor. Rebecca oldukça geniş bir aileye sahip. Sık sık aile içi evlilikler yapılıyor. Sekiz kardeşten her biri ve onların çocukları farklı ülkelerde İkinci Dünya Savaşı yıllarının sıkıntılarını yaşıyorlar. Simone bir süre sonra sakat doğan kızı Regine'i ameliyat ettirmek için Amerika'da yaşayan oğlu Leon'un yanına gidiyor. Kardeşlerden biri üç çocuğuyla Cezayir'de yaşıyor. Aradaki mesafelere aldırmadan aile bireyleri birbirinden kopmuyor zaman zaman bir araya geliyor ve aralarında mektuplaşıyorlar. Paris'te kalıp kurtulmayı başaramayanlar elbette Hitler'in zulmüne uğrayıp toplama kamplarına gönderiliyor. Kızı Sarah'ı kaybetmenin acısına dayanamayan Rebecca, aile bireylerinin akıbetini araştırmak üzere Paris'e gidiyor. Orada toplama kampından kurtarılan Jacques'ın sevgilisi Hannah'ın arkadaşı Flora'yla tanışıyor. Venezuela'ya döndüğünde eşi Maurice faşist diktatörü devirmiş ve ülke yönetimini ele geçirmiştir. Fakat karşı devrimciler faaliyetlerine devam etmektedir. Yeniden Venezuela'ya dönen Rebecca, Rodos adasında 1600 Yahudi'yle birlikte gemilere yüklenip toplama kampına götürülen Flora'nın yaşadıklarından etkilenip yeni bir roman yazıyor. Yazdığı kurgusal öyküde Flora'nın adının geçmesinin genç kızı rahatsız edeceğini düşünen Rebecca bunu kendisine dert etmektedir. Psikolojik bunalıma giren Rebecca tedavi olduğu sırada romanı çalınır. Bu arada oğlu Meir büyümüş ve yeni kurulan İsrail devletinde yaşamaya karar vermiştir. Maurice biraz durulmuş ve o da bir roman yazmıştır. Yazdığı roman tesadüfen bulunan Rebecca'nınkinden daha fazla tutulur. Maurice, Rebecca'nın arzusuna göre arayıp satın aldığı bir sayfiye evinde son yıllarını hastalıkla geçirir ve yaşamı sona erer. Öykü Jacques'ın Rebecca'ya Paraguay'dan yazdığı kısa bir mektupla son bulur. Mektupta Jacques, Hannah'dan olan ve Sarah adını verdiği çocuğu ile birlikte Rebecca'yı İstanbul'da tarihi bir yolculuğa çıkarmayı teklif etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı'nın Ateşinde Bir Yahudi Ailesi, sadece olayların birbiri arkasına sıralandığı bir roman değil. Rebecca karakterinde Yahudi bir kadının yeni bir hayat kurma mücadelesinde aile bağlarından kopamamanın verdiği sancıları ve yaşadığı ruhsal sıkıntıları konu ediyor. Tahmin ettiğimin aksine Yahudi soykırımında yapılan zulümlerin, acıların detayına pek inilmiyor. Rebecca, Siyonizm idealine uzak fakat ister istemez "Buena Familia" dediği ailesinin ve köklerinin adet, gelenek ve göreneklerinden kurtaramıyor kendini. Bu yönüyle roman psikolojik özellikler de taşıyor. 

"Saçlarım bembeyazdı, ama elli yaşında göstermiyordum. Derler ki, deliler hiç yaşlanmazmış. Tam anlamıyla deli sayılmazdım. Boştum yalnızca. İnsan boş olduğunda mutsuz değildir. Mutlu da değildir. Zaman geçer, hepsi bu. Canı acır, canı inanılmaz derecede acır, bu yüzden uzaklara gider, hep daha uzağa, acıyı arkasında bırakmak için. Durup dinlenmeden. Sürekli başka yerlere."

Kitabın arkasında sonradan fark ettiğim karışık bir soyağacı çizelgesi var. Yaklaşık otuz kişinin yer aldığı tabloda ismi geçenlerden çoğu romanın bir yerinde karşımıza çıkıyor. Romanı gerek konusu gerekse anlatım tarzı bakımından beğendim. Okuduktan sonra benimki de hayat mı diyesi geliyor insanın. Yazar öylesine gerçekçi anlatmış ki hikâyeyi, yaşadıklarım, Rebecca'nın yaşadıklarının yanında ne kadar yavan kaldığı hissi kaplıyor içimi. Romana ilk bölümünden başlamak tercih edilse de doğrudan ikinci bölümü okumak pek bir şey kaybettirmiyor. İlginç yaşam öykülerinden hoşlanan okurlara öneririm. Bu arada, çevirisinin de gayet iyi yapıldığını söyledim mi?      

7 Aralık 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 172

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Eskiden anlamadığınız ama şimdi anladığınız bir şey var mı?"

Mesleki bilgilerim dışında bir şey gelmiyor aklıma. Fakat soruyu eskiden anladığınızı sandığınız ama şimdi "gerçekten" anladığınız bir şey var mı şekline getirirsek muhtemelen epey şey çıkar. Zira insan her şeyi anladığını sanır fakat gerçeklerle yüzleşmediği takdirde yanıldığını anlayamaz. Aldanmaya müsait varlıklarız. Bazen tesadüfen bazen öğrenerek, bazen de zamanla ne kadar yanıldığımızın farkına varır ve gerçeklerle tanışırız. Kuşkusuz hepimiz gerçeğin peşindeyiz fakat gerçeğin ne olduğunu bile anlamış değiliz. Sadece ben değil, tüm insanlık varoluş nedenini, uzayın ve zamanın sonsuzluğunu anlama seviyesinde değil. Bunlara kendince cevap bulanlar arasında dahi bir fikir birliği yok. İnanç sahipleri, her şeyin sahibi, kudretli bir yaratıcının varlığı konusunda birleşirler ancak kafalarındaki tanrı hayali birbirini tutmaz. Tanrı mefhumunun insanın idrak kapasitesi üzerinde olduğunu iddia ederler ki bu onu anlamayı daha da güçleştirir.

Bilmek herhangi bir konu hakkında başlangıç, anlamak ise o konuda uzmanlaşmaktır. Anlamak, bilmekten çok daha derin bir seviye gerektirir. Bir şeyi anlamak uzun zaman alabilir; oysa bilgi daha erken edinilebilir. Anlama konusu beyinde işlenir, bir kişinin, nesnenin, olayın ya da başa çıkılması gereken kavramların üzerinde düşünme gerektiren bir süreçtir. İşte yukarıda bahsettiğim anlaşıldığı sanılan pek çok şey bilmek şeklinde tezahür eder çoğu zaman. Ben burada size eskiden anladığımı sandığım (aslında anlamadığım) ve bir zamanlar küstah bir tavırla bildiğimi iddia ettiğim ancak daha sonra okuyarak, öğrenerek, tecrübe ederek ve aklımı kullanarak anladığım kanaatine vardığım bazı örnekler verebilirim. Bu yanılgılardan çoğunun aileden, okuldan ve çevreden edindiğimiz bilgilerden kaynaklandığı aşikâr.

Ancak bu vereceğim ilk örnek ne aileden, ne okuldan ne de çevreden kaynaklı. Üniversitenin son yılına kadar patlıcan sebzesinin dahil olduğu hiçbir yemeği ağzıma koymazdım. Bugün patlıcanın girdiği tüm yemeklerin muhteşemliğini geç de olsa anladığım için bahtiyarım. 

"Demokrasi halkın egemenliğine dayanan, halkın kendi kendisini yönettiği bir yönetim sistemidir." Evet, düzenin nasıl işlediğini öğrenene dek demokrasinin halkın egemenliği olduğu safsatasına inanıyordum. Şimdi demokrasinin eğitimsiz toplumlarda büyük bir kandırmacadan ibaret olduğunu anlamış bulunuyorum. Yaklaşık 2500 yıl önce antik Yunan filozofu Platon'un "eğitimsiz kitleler demokrasiyle diktatörlerini seçer" sözünün yanı sıra Hitler'in iktidara gelişi ve bugün ülkemizde yaşadığımız durum bu kanaate varmam için yeterli sanırım.

Yobaz olmayan ancak dinine bağlı bir ailede büyüdüm. Din, vatan, bayrak, ezan, şehit gibi kavramların bir anlamı vardı çocukluk hatta gençlik yıllarımda, her birinin kutsallığına inanır, saygı gösterirdim. Bugün bütün bunların birer sömürü aracı olarak kullanıldığını ve içlerinin boşaltıldığını anlamış bulunuyorum.

İnsanların dış görünüşüne bakıp sözlerine inanırdım, bu kadar egoist, çıkarcı, yalancı olabileceklerine ihtimal vermezdim. Artık şeytanın, insanın yaptığı kötülükler karşısında, daha beterini yapamam diyerek dünyayı terk ettiğini düşünüyorum. Anladığım kadarıyla bu böyle...      

Bir konu daha var ki, inanç sahiplerini üzmek istemem fakat düşüncemi saklarsam riyakârlık edeceğimi biliyorum. Üniversitenin ilk yıllarına kadar dinimi cansiperane savundum. Kutsal kitabı Arapça olarak okuyordum. Birileri çıktı karşıma, yahu dedi, senin kutsal bellediğin kitap kadınlarınızı dövün diyor. Yok dedim, vallahi inanmam! Aldım Türkçe mealini, tefsirini okudum. Yine inanmadım, dış güçler bana farklı bir kaynak vermiş olmalılar, dedim. Başkalarına baktım, üç aşağı beş yukarı aynı. Sadece bu mu daha başka neler neler okudum ve şaşkına döndüm. Yok dedim, olamaz dedim, bu kitabın her şeye gücü yeten bir yaratıcı elinden çıkmasının mümkün olmayacağını anladım. Elbette daha sonra bu anlayışım cennet, cehennem, erkeklere verilen huri tasvirleri, hadis ve menkıbelerden öğrendiklerimle perçinlendi.

Okul çağlarında edebiyat bana o kadar fuzuli bir uğraş gelirdi ki! Değerli eşimin edebiyatçı olması sayesinde kitap okumanın değerini anladım. Dünyaya, hayata bakış açım değişti.

6 Aralık 2022 Salı

YERALTINDAN NOTLAR - FYODOR DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: YERALTINDAN NOTLAR

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Sayfa Sayısı: 151

Yayınevi: Türkiye İş bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Nihal Yalaza TALUY 

Türü: Roman

Yeraltından Notlar kitabında, Dostoyevski toplumun aydın kesimlerine ve düzene karşı bir nevi meydan okuyor. Rus yazarın Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler gibi dev eserlerinin bir  habercisi olarak kabul edilen bu kısa romana uzun hikâye olarak da kabul edilebilir aslında. Konusu, St. Petersburg'da yalnız başına yaşarken varoluş krizleri içinde debelenen kırk yaşındaki bir memurun bilinçaltında oluşan çatışmalarının dışavurumu şeklinde özetlenebilir. 

Fyodor Dostoyevski'nin bir kez daha gönlümü fethettiğini söylemekle başlayayım satırlarıma. Romanın baş kahramanı olan isimsiz şahıs, aynı zamanda baştan sona tek anlatıcı. Yazar, bu kahramana bir isim verseydi eğer, muhtemelen Bazarov ya da Oblomov gibi akıllardan silinmeyecek bir karakter çıkardı ortaya. Kitabın adı, legal olmayan, gizli bir takım entrikaları çağrıştırsa da, önce şu "yeraltı" sözcüğüne açıklık getirmekte fayda var. Yazar "yeraltı" sözcüğüyle roman kahramanının iç dünyasını, bilinçaltını kastederken, insanın dışa açılan yüzü için ise "canlı hayat" sözcüğünü kullanıyor. 

Kahramanımız çevresiyle uyum sağlayamadığı için kendini yalnız hisseden, kompleksli, sık sık hezeyanlar geçiren arızalı bir tip. Bunun kendisi de farkında aslında. Daha kitabın başında şu sözlerle belli ediyor kendini.

"Ben hasta bir adamım... Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba karaciğerimden zorum var. Doğrusu hastalığımın ne olduğunun da farkında değilim ya, hatta neremin ağrıdığını bile iyice bilmiyorum."

Adamcağız bir bakıyorsunuz değişiyor, benim neyim eksik havasına girerek az önce dediklerinin aksi bir düşünce içerisinde buluyor kendini. 

"Kendimi daima etrafımdakilerin hepsinden akıllı sayar, hatta inanır mısınız, bazen de bu yüzden utanç duyardım. Zaten hayatımda kimsenin yüzüne doğruca bakamaz, hep bakışlarımı kaçırırdım."

Yazarın her cümlesinden büyük keyif alıyor insan. Roman iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde kahramanımız büyük bir içtenlikle okuru karşısına alarak içini dışını döküyor. Böylelikle kafasında neler döndüğünü, nasıl biri olduğunu yani hem içini hem dışını anlatıyor. İkinci bölümde ise yaşadığı bir olaydan bahsediyor. Açık söylemek gerekirse ilk bölümde nasıl bir adam bu, bir dediği bir dediğini tutmuyor diyerek anlamaya çabaladım. Öyle ki, bir şeyler anlatırken okurla diyaloga geçip, inandınız mı bu söylediklerime, elbette öyle değil, sizi kandırdım ben diyecek kadar kafa buluyor. 

Roman sadece komik yanları olan sıradan bir kitap değil. Aforizmalarıyla, felsefi, sosyolojik, siyasal ve psikolojik yönleriyle insanı düşünmeye sevk eden muhteşem bir eser. Toplumun ve tabiatın insana biçtiği role isyanını varoluşçu fikirlerle ortaya koyuyor aynı zamanda. 

"Doğa size danışmaz; beğenmediğiniz, şahsi istekleriniz ona vız gelir... Hey Tanrım, ya herhangi bir sebeple bu kanunlarından, iki kere iki dört etmesinden hoşlanmıyorsam, tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? Şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim, ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.

İnsanda tekrar tekrar okuma hissi uyandıracak böylesine bir kitapla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Roman aynı zamanda pek çok tiyatroya konu olmuş, filmleri çekilmiş. Kitabı okuduktan sonra Zeki Demirkubuz'un yönettiği, başrolde Engin Günaydın rol aldığı 2012 yapımı filmi de beğenerek izledim fakat kitabın yeri bambaşkaydı elbette.

İkinci bölümde nadiren görüştüğü bir arkadaşını ziyaret eder kahramanımız. Orada tanıdığı birkaç arkadaşı daha vardır. Sohbet sırasında ortak arkadaşlarına sürpriz bir veda yemeği vermeye karar verirler. Kahramanımız zorla da olsa bu yemeğe davet ettirir kendini. Zorla diyorum çünkü arkadaşları onun arızalı bir tip olduğunu ve yemeğin tadını kaçıracağını az çok tahmin etmektedirler. Nitekim yemekte beklendiği üzere bizimki biraz da alkolün etkisiyle sapıtır. Arkadaşları onu restoranda  bırakıp bir randevuevine gitmek üzere yanından ayrılır. Adamımız hayal meyal gidecekleri yeri hatırlamış ve bir arabaya atlayıp peşlerine takılmaya karar verir. Gittiği yerde arkadaşlarını göremese de orada çalışan bir fahişeyle aralarında hayata dair ilginç diyaloglar gelişir. Sabaha karşı kadının yanından ayrılırken ona adresini bırakır. Kahramanımız bir yandan kadının kendisini ziyaret etmesini beklerken bir yandan içinde bulunduğu sefil durumunu göstermek istememektedir. 

"Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağından eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta "canlı hayata" karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz."

Son olarak çevirinin başarılı olduğunu belirterek yazımı tamamlarken klasik meraklılarına bu kitabı okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.

30 Kasım 2022 Çarşamba

YERYÜZÜNE DAYANABİLMEK İÇİN - TEZER ÖZLÜ

Kitabın Adı: Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Yazar: Tezer ÖZLÜ 

Sayfa Sayısı: 165

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Türü: Deneme

Tezer Özlü sevdiğim bir yazar. "Yeryüzüne Dayanabilmek İçin" kitabı, kargoyu bedavaya getirebilmek için ilk kez internet üzerinden toplu sipariş ettiğim yedi kitaptan bir tanesi. O zaman sadece yazarın ve kitabın adına bakıp seçmiştim. Eğer kitapçıdan almaya kalksaydım, içini şöyle bir karıştırır, sonra içeriğine bakıp muhtemelen vazgeçerdim. Kitap, yazar Tezer Özlü'nün ölümünden sonra, gazete ve dergilerde yayımlanmış sanatsal yazılarından bazılarının kardeşi Sezer Duru tarafından derlenerek hazırlanmış. Başta Franz Kafka olmak üzere Cesare Pavase, Stefan Zweig, Sevgi Soysal gibi yazarlar hakkında Özlü'nün değerlendirmeleriyle başlıyor kitap ve yazarın katıldığı fuar ve festivallere ilişkin dünya edebiyatı, sinemayla ilgili izlenimleri ve eleştirileriyle devam ediyor. 

Yazar, yaşamının bir bölümünü geçirdiği ve diline son derece hakim olduğu Almanya'da süregelen sanatsal ve kültürel etkinlikleri ülkemiz okurlarına aktarırken iki ülke arasındaki farkı gözler önüne seriyor.

Tezer Özlü'nün daima intiharı düşünen karamsar bir yazar olduğuna inanmıyorum. Tam aksine şöyle diyor kitabın ilk sayfalarında:
"Aslında kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlığı içinde ve bu üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve her sıkıntıdan çok şey öğrenileceğine inanıyorum." Bu sözlerle hayata bağlılığını ortaya koyan Tezer, İsviçre'nin bir dağ köyünde hayatı boyunca İtalya'ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakan insanların yaşamını mutluluktan saymadığını anlatıyor kitapta.

Yazmak bir tutku Tezer Özlü için. Neden yazılır sorusuna şöyle cevap veriyor bir yazısında. 
"Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye anlatmak ya da kendi kendine kanıtlamak için yazı yazılır." Tezer Özlü konuya ilişkin son cümlesinde "Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum" diyor. 
          
Başta Almanya'nın Berlin şehri olmak üzere İsviçre Locarno ve Cannes film festivalleri, kitap  fuarları, ödül kazanan yönetmenlerle, yazarlarla yapılan söyleşiler, eleştiriler, oyuncular kitabın büyük bir kısmını oluşturuyor. Özellikle yönetmen ve yazarların doğum tarihlerinin 1930'lu yıllara denk gelmesi günümüz sanatından ziyade tarihsel bir süreci göstermesi bakımından ilginç Gerek ödül alan filmler, yönetmenler ve oyuncular ilgi alanım olmadığı için pek aklımda yer etmedi. Okuyup geçtim. Ancak özellikle Almanya'daki yayınevi ve sahne sayılarının o tarihlerde ülkemizdekilerle mukayese edilemeyecek kadar fazla olduğunu dile getirmiş olması aradan geçen kırk yıldan sonra iki ülkenin gelişme düzeyindeki farkı da ortaya koyuyor bir bakıma.

"İnsanlar ve politikacılar kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular." diyen Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski, aslında kolay kolay röportaj vermeyen biri. Fakat nasıl olduysa 1983'un kasım ayında gazeteci ve psikiyatrist Irena Brezna kendisinden bir randevu kopartmayı başarıyor. Tezer Özlü, gazetecinin güncel feminizmi vurgulayan sorulara katılmadığını belirtirken Tarkovski'nin yanıtlarını Türk okuru için ilginç bulduğunu söyleyerek dilimize çevirmiş. Gerçekten de kitabın en çok beğendiğim bölümlerden biri de bu diyebilirim. Muhteşem bir röportaj olmuş ikisi arasında.

Kitabın tamamı bana hitap etmedi fakat içeriğinde beğenerek okuduğum bölümler, film festivalleri, kitap fuarları hakkında genel kültür adına faydalandığım kısımlar vardı. Özellikle film sanatına ve kırk yıl öncesinin ikinci dünya savaşını yaşayan, yaşarken de ülkeden ülkeye göçmek zorunda kalmış, bu yüzden de kendilerini dünya vatandaşı gören yazarları, yönetmen ve oyuncuları merak edenler kitaptan daha çok hoşlanacaklardır. 

28 Kasım 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 171

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Olsaydı veya olursa, evrenin neresine gitmek isterdiniz, istersiniz?"

Gerçekten olabilir mi bu? Sevgili Deep fantastik konulara çekmeye çalışıyor beni. Peki o zaman, varsayalım bu mümkün. Nasıl mı? Işınlamayla tabii. Sinek filmindeki gibi gireceksin bir kabine, verilen uzay koordinatına göre evrenin herhangi bir köşesine gidebileceğiz diyelim. Deep evrenin ucuna gidip evreni balon gibi patlatacağını düşlemiş. Bilinen en uzak yıldız dünyadan ne kadar uzak biliyor musunuz? Hubble teleskobu, dünyadan 12,9 milyar ışık yılı uzaklıktaki Earendel yıldızını keşfetmiş. Yani söz konusu yıldızın dünyamıza gönderdiği ışık, 12,9 milyar yıl öncesine ait. Şunu da unutmamak lâzım, evren sürekli genişlediği için bugün Earendel yıldızı dünyamızdan tam 28 milyar ışık yılı ötede. Demek istediğim uzay sonsuz, evrenin ucu bucağı yok. Kara delikler belki başka evrenlere birer geçiş yolu, girişini bilsek bile çıkışı hakkında en ufak bir fikrimiz yok. 

Uzayın herhangi bir yerinde canlı hayatın olabileceği teorik olarak mümkün demiştik. Bu dünyayı bırakıp başka dünyalar aramak için pek çok nedenimiz var aslında. Işık hızıyla yol alsak bile (daha büyük hızlar bilimsel açıdan olanaksız) milyarlarca yıl sürecek yolcuğa ömrümüz kifayet etmez. Gerçi, ışık hızında zamanın duracağından da söz edilmiyor değil ama yine de çetrefilli bir iş. Neyse, ışınlanma tek çözüm olarak görünüyor. Peki, madem çok nedenimiz var bu dünyayı terk etmeye, gideceğimiz yerde ne var biliyor muyuz? Bilmediğimiz bir yere gitmeyi istemek ne kadar mantıklı. Yine sorun çıkaran değil, çözüm odaklı çalışıp hayal kurmaya devam edelim. Hadi diyelim ki, muazzam bir yer keşfettik. Herkes barış ve refah içinde yaşıyor. Kötülük diye bir şey söz konusu değil. Adaletin hüküm sürdüğü sömürünün bulunmadığı, canlıların birbirine karışmadığı ve eşit haklara sahip olduğu, ihtiyaçlarını fazlasıyla gördüğü bir yer. Bir bonus daha ekleyelim. O keşfettiğimiz gezegende yaşayanlar ebedi yaşamın sırrını çözmüş olsun. İçinden balların aktığı, gölgelikli, bol hurisi olan cennet gelmesin hemen aklınıza. Cenneti hacı hocalar doldurmuş çoktan. Burası bütün sanat dallarıyla, bilim adamları, filozoflarla dolu bir yer. Doğa, kendisine zarar verilmediği için her türlü olanağı sunmuş üzerinde yaşayanlara. Hastalıklar, kadına şiddet, ırkçılık, sakat doğumlar, sınıfsal ayrılıklar yok. Cennetten daha güzel bir yer yani. Böyle bir yer olabilir mi? Velev ki olsun. Fantezide sınır tanımıyoruz nasıl olsa. İşte öyle bir yeri bulursam bir an durmaz giderim.

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - KASIM (3. AY)

Babalar ve Oğullar - Ivan Sergeyeviç TURGENYEV


Çeviren: Ergin ALTAY

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Sayfa Sayısı: 260

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay, sevgili "Şule Uzundere" arkadaşımız tarafından önerilen Ivan Sergeyeviç Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" romanını değerlendirip tartışacağız. Aralık ayının BKK ev sahibi, "she is the man", arkadaşımızın seçtiği kitap ise, yazar Daniel Keyes'in "Algernon'a Çiçekler" adlı romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim. 

Rus yazar, Ivan Sergeyeviç Turgenyev (1818-1883) soylu bir ailenin çocuğu olarak Oryol'da doğdu. Süvari albayı bir baba ile okumuş, eğitime, kültüre düşkün fakat oldukça sert mizaçlı, arazilerinde çalışan 5.000 kadar toprak kölesini kırbaçlatacak kadar acımasız bir annenin oğludur. Turgenyev 9 yaşındayken ailecek Moskova'ya göçerler. Burada özel okullarda özel öğretmenlerden ders alır, Almanca, Fransızca ve İngilizceyi ana dili gibi öğrenir. Moskova ve Petersburg üniversitelerinde eğitim alarak felsefe bölümünü bitirir. Çevresini oluşturan insanlar genellikle toprak köleliğine karşı duran, aydın kesimdendir. İlk ciddi çalışmalarına 1842 yılında başlar. Puşkin'in ortaya attığı ve Gogol'un geliştirdiği gerçekçilik akımında eserler vermeye başlar. 1852 yılında Gogol'un ölümü üzerine yazdığı bir yazı sansüre uğrar ve bu nedenle bir ay hapis yatar, bir yıl da polis gözetiminde yaşar. Dönemin ünlü Rus yazarları Tolstoy ve Dostoyevski ile inişli çıkışlı ilişkileri vardır. Soylu çevrelerde Turgenyev bu ikiliden daha fazla tanınmaktadır. Tolstoy'la uzun bir küslük dönemine rağmen birbirlerinden beslenirler. Oysa Dostoyevski'yle aralarında ciddi fikri uyuşmazlıklar vardır. Turgenyev zengin, iyimser, Alman hayranı liberal bir batıcı, Dostoyevski borç içinde yüzen, pesimist, koyu bir Rus milliyetçisidir. Dostoyevski'yle, her zaman makul ve mantıklı olan Turgenyev, her bakımdan birbirine zıt iki karakterdir.      

Babalar ve Oğullar kitabına başlamadan evvel konunun kuşaklar arası bir çatışma üzerine kurgulandığını az çok tahmin ediyordum. Rus klasiklerini sevdiğim için Turgenyev'in bu eserinden de  zevk alacaktım şüphesiz. Özellikle, Ecinni adlı romanındaki anarşist yazar karakteriyle üstü kapalı bir şekilde yazarı hicveden Dostoyevski ile aralarında süregelen fikir ayrılıkları ilgimi çekmişti. Eser, Rusya'nın bir kasabasında, ülkede yapılan toprak reformunun hemen ardından, 1859 yılındaki aristokrat aileler ile batılı eğitim alarak radikal fikirlere sahip olmuş çocukları arasında ortaya çıkan anlayış farklılıklarını konu etmekte. Çarlık Rusya'sında gençler arasında hayli taraftar bulan Nihilizm akımı, gerek devlet yönetimi gerekse toplum ve aile için ciddi bir tehlike olarak değerlendirilmiştir.

Okuması kolay ve zevkli, karakterleriyle akılda kalıcı bir kitap Babalar ve Oğullar. Özellikle nihilist bir genç olan Bazarov karakteri okurun hafızasında yer bırakacak cinsten. Nihilizm hakkında yüzeysel bilgilerimi biraz derinleştirdiğimde aslında söz konusu akımın sadece "her şeyi boş vermek", "tüm sorumluluklardan kurtulmak", "her şeyin değersiz olmak" demek olmadığı sonucuna vardım. Nihilizm, tam aksine her şeyin anlamını arama, pozitif bilimler doğrultusunda nedenler üzerine, araştırma ve keşfetme felsefesi. Nihilizm, en basit anlamıyla gerçekçilik ve pozitif bilimlerin ihtiyaç duyduğu şüphe ve kanıtlama içeren bir düşüncedir. Bu akımın temsilcilerinden Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche'nin varoluş ve insana dair diğer fikirleri bana her zaman yakın gelmiştir. Bununla birlikte Turgenyev'in nihilist Bazarov karakteri Dostoyevski'nin söylediği gibi "uydurma bir karakter" izlenimi bıraktı bende. Sözgelimi Nietzsche, sanatı felsefeden daha çok önemserken Bazarov sanatı küçümsemekten kaçınmamıştır. Ayrıca kendi ailesine olan nobran davranışları ve romantizmi reddetmesine karşın şıpsevdi bir karaktere bürünmesiyle ortaya çıkan kişilik çatışmaları dikkatimi çeken konular oldu. Genel olarak yazarın tasvirlerini, diyaloglarını ve dile getirdiği aforizmaları çok beğendim. Diğer taraftan Bazarov'un beklenmedik ölümü ve bir bakıma aşk nedeniyle düştüğü ruhsal durum dönemin siyasi otoriteleri tarafından yapılan baskıların sonucunda yazar tarafından değiştirilmiş olabilir mi sorusunu getirdi aklıma. Zira romanın sonunda nihilizmin çöküşü gösteriliyor okura. Bu yüzden romanın sonunda bir eksiklik hissi uyandırdı bende.

Hikâyeye gelince; Yevgeniy Vasilyiç Bazarov, nihilist görüşe sahip, tıp öğrencisi zeki bir genç. St. Petersburg Üniversitesinden yeni mezun olan yakın arkadaşı Arkadiy Nikolayeviç Kirsanov'la birlikte Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç'in evine geliyorlar. Mülk sahibi, liberal, demokrat görüşlü Nikolay, aristokrat bir asker emeklisi olan ağabeyi Pavel ile birlikte yaşamını sürdürmektedir. Çiftlik evinde hizmetçiler, uşakların yanı sıra pek ortalarda görünmesi istenmeyen Nikolay'ın kapatması Feniçka adında güzel bir kadın ve onun Nikolay'dan olma gayri meşru küçük bir çocuğu var. Arkadiy, aldığı batı eğitimi sayesinde muhafazakâr görüşten sıyrıldığı için babasını cesaretlendirerek yasa dışı bu ilişkiye sıcak bakar ve Feniçka'yla sıcak bir iletişim kurar. Bazarov, arkadaşının babası Nikolay'ı, savunduğu düşüncelere toleransından ötürü kabullenmiş olsa da, Arkadiy'in amcası, mevcut düzeni katı bir şekilde savunan Pavel'den hoşlanmaz ve birbirlerine karşı nefrete dönecek sert fikir tartışmalarına girerler. Bu tartışmalarda Arkadiy zaman zaman Bazarov'un nobran tavırlarına karşı zaman zaman arkadaşına sitem etse de genellikle akıl hocası arkadaşının yanında yer alır.

Pavel'in Bazarov'a cevabı:

- Bravo, bravo! Duyuyor musun Arkadiy... Çağdaş gençlerin nasıl konuşması gerektiğini öğren! Böyle düşünürseniz, gençler sizin arkanızdan nasıl gelmesin? Eskiden okuyup öğreniyorlardı gençler; çevrelerinde cahil tanınmak istemediklerinden, ister istemez öğrenmeye çalışıyorlardı. Ama şimdi şöyle demek yeterli oluyor onlar için: "Dünyada her şey saçma!" Bu kadarla iş bitiyor! Tabii bundan keyif alıyor gençler. Eskiden de saçmalayanları vardı kuşkusuz, ama şimdi nihilist olup çıktılar.

Bazarov, Arkadiy'e şöyle sesleniyor:

"Şöyle düşünüyorum: Bak, şu saman yığınının yanında uzanmış yatıyorum... İşgal ettiğim yer öylesine küçücük, evrende bulunmadığım ve umurunda bile olmadığım alanın yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki... Ve yaşayacağım zaman dilimi benim bulunmadığım ve bulunmayacağım sonsuz zaman yanında öylesine az ki... Oysa bu atomun, bu matematiksel noktanın içinde kan dolaşıyor, bir takım istekleri var... Ne kepazelik, ne saçmalık!"

Bana göre romanın ikinci önemli kahramanı orta yaşlarda, varlıklı bir dul olan Anna Sergeyevna Odintsova'dır. Bazarov'un kendini beğenmiş züppe öğrencisi Victor Sitnikov, nihilist arkadaşları, güzel, süslü bir kadın olan Kukşina'ya götürür ve onun sayesinde katıldıkları baloda Odintsova'yla karşılaşırlar. Güzel bir kadın olan Odintsova, Bazarov'dan etkilenir ve gençleri malikânesine davet eder. Bazarov ve Arkadiy kadının ilgisinden memnun kalırlar. Nihilist fikirlere sahip Bazarov ile yerleşik düzeni savunan Odintsova arasında uzun fikir tartışmaları yaşanır. Hararetle savunduğu ideolojiye göre romantizm ve aşk ilişkilerinden kendini uzak tutması beklenen Bazarov kısa süre sonra aşka yenik düştüğünü fark eder. Odintsova da Bazarov'a karşı boş değildir. Fakat genç adamın kendisine rahat bir hayat vaat etmediğini gören Odintsova beklenenin aksine bir tutum sergileyerek Bazarov'la sadece dost kalmayı tercih eder. Bu durum Bazarov'u yalnızlığa ve kendi içinde çatışmaya iter. Bir yanda savunduğu fikre ters bir davranış içerisine girmesi diğer yanda üstesinden gelemediği tutku arasında bocalamaya başlar. Öyle ki, arkadaşı Arkadiy'in Odintsova'yla iş çevirdiğini düşünerek ondan bile şüphelenir bir ara. Bu yüzden araları açılır. Oysa Arkadiy, Odintsova'nın birlikte yaşadığı kız kardeşi Katya'ya aşık olmuştur. Arkadiy ile Katya, benzer kişilik özelliklerine sahip oldukları için ilişkileri sorunsuz devam eder. İki güçlü kişiliğe sahip Bazarov ve Odintsova çiftinde ise kaybeden Bazarov olur. 

Bazarov - Tek tek insanları incelemek için emek harcamaya değmez.... İnsanlar bir ormandaki ağaçlar gibidir; hiçbir botanikçi her akağaçla teker teker ilgilenmez.

Odintsova - ... Şu halde, size göre aptal insanla akıllı insan arasında, iyi insanla kötü insan arasında bir fark yok, öyle mi?

Bazarov - Hayır, bir fark var: Hasta insanla sağlam insan arasındaki gibi bir fark. Veremli birinin ciğerleri, yapıları aynı da olsa sizinkiyle bizimki gibi değildir. İnsan vücudundaki illetlerin nedenlerini aşağı yukarı biliyoruz; manevi hastalıklar ise kötü eğitimden, küçük yaşlardan itibaren insanların kafasını dolduran her türlü ıvır zıvırdan, kısacası toplumun rezil durumundan kaynaklanmaktadır. Toplumu düzeltirseniz, hastalıklar da olmayacaktır.

Bazarov bir süre ağırlandığı ve tekrar ziyareti beklenerek uğurlandığı Odintsova'nın malikânesini boynu bükük terk ederek Arkadiy ile birlikte babasının evine gider. Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov, emekli bir askeri hekimdir. Eğitimli, kültürlü biri olmasına rağmen kırsal bölgede tecrit hayatı yaşadığından modern düşünceden ve yeni ortaya çıkan fikirlerden uzaktır. Geleneklerine sadık ve Tanrıya bağlılığını açık bir şekilde gösteren biridir. Annesi de tıpkı babası gibi, geleneklerine bağlı, köklü bir aristokrat aileye mensuptur. Efsanevi ve hayal mahsulü hikâyelere inanan dindar Ortodoks bir Hıristiyan olan anne çocuğuna olağanüstü, derin bir sevgi beslemekte, oğlunun Tanrı tanımaz fikirleri karşısında dehşete düşmektedir. Hem annesi Irina'dan hem babası Vasilyev'den şefkat, aşırı sevgi ve olağanüstü ilgi gören Bazarov ise ebeveynlerine karşı son derece soğuk ve ilgisizdir. Yanlarında fazla kalmaz Bazarov, arkadaşı Arkadi'lerin çiftlik evine gitmek üzere ailesinin yanından ayrılır. Kafasından Odintsova'yı atamamaktadır. Arkadiy'in teklifini gönülsüz görünerek kabul eder ve yol üstündeki Odintsova'nın malikânesine uğrarlar. Bu kez açıkça aşkını ilân eden Bazarov, yine karşılık göremeyince kaderine razı olur. Arkadiy ise, Katya'yla birlikte evlenmeye karar verirler.

Arkadiy'lerin çiftlik evine dönerler. Bir gün Feniçka'yı yalnız gören Bazarov, genç kadını sıkıştırır ve onu dudağından öper. Tam o sırada arkadaşının amcası Pavel'e yakalanır. Pavel, Bazarov'a çıkışır ve onu düelloya davet eder. Rusya'da o dönem son derece olağan bir durumdur bu. Pavel'in Bazarov'a bu kadar sert çıkışmasının sebebi kardeşi Nikolay'ı koruma amacıyla değil, Pavel'in de içten içe Feniçka'ya gönlünü kaptırmış olmasındandır.  Ertesi gün, Nikolay Petroviç'in uşağı Pierra şahitliğinde yapılan düello sonucunda Bazarov, silahla Pavel'i yaralar. Pavel, yüce gönüllülük gösterip rakibini korur ve olayın üstünü kapatır. Bazarov'un çiftlik evinde kalma imkânı kalmamıştır artık. Arkadiy ile yollarını ayırmak ister, zaten ister istemez ayrılmıştır yolları. Babasının evine dönmek üzere yalnız başına yola çıkar. 

Bazarov, Arkadiy'e: "Bir romantik olsaydım yollarımızın ayrıldığını hissediyorum derdim ama değilim, o yüzden sana birbirimizden bıktığımızı söylüyorum."

Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov,  emekli olduğu halde zor durumdaki hastalara elinden geldiğince yardımcı olmaktadır. Bazarov da ona eşlik etmeye başlar. Köylülerle konuşur, onların hayata bakış açısı iyice şaşırtır Bazarov'u.

"Bey ne kadar sertse, bizim için o kadar iyi olur, biz ne de olsa anlamayız.

Günün birinde tedavi ettiği bir köylüden aldığı mikropla tifüse yakalanır Bazarov. Hastalığı fazla önemsemez. Ölüme yaklaşırken babasından tek arzusu Odintsova'yı son kez görmek iken babasıyla annesinin tek dileği içlerini rahatlatmak için Bazarov'un dini vecibelerini yerine getirmesi ve iyi bir Hıristiyan olarak yaşamını tamamlamasıdır. Bazarov, eğer sizi rahatlatacaksa, tamam der ama buna daha zamanının olduğunu söyler. Vasilyev'in çağrısı üzerine yanında bir doktorla evlerine gelen Odintsova, genç adamla dramatik bir şekilde vedalaştıktan sonra Bazarov gözlerini kapatır. Bazarov ertesi gün ölür.

Romanda değinilen birbirine benzemeyen üç farklı aşk var. İlki Bazarov ile Odintsova arasında, ikincisi Arkadiy ile Katya arasında ve son olarak Pavel'in Feniçka'ya olan gizli aşkı. Bununla birlikte aşkı vıcık vıcık anlatmıyor yazar. Tam kararında ve son derece gerçekçi bir tarzda ele alıyor bu duyguyu.

Son bölümde anlatıcı altı ay sonra neler olduğundan bahseder. Anna Sergeyevna Odintsova, geleceği parlak bir avukatla evlenir. Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç Feniçka'yı resmi nikâhına alır ve çocukları Mitya ile birlikte yaşamlarını sürdürürler. Arkadiy, Katya ile evlenerek çiftliğin başına geçer ve işleri yoluna koyar. Bazarov'un babası, Vasilyev ile annesi Irina, birbirinden destek alarak, gözleri yaşlı bir şekilde her gün ziyaret ettikleri oğullarının mezarı başında dualarını esirgemezler. Böyle dramatik bir şekilde sona eriyor hikâye. 

Yazar Turgenyev'e romanıyla ilgili sorarlar: "Bazarov'u niye öldürdün?" Cevabı şöyle olur: "Eğer onu öldürmeseydim, o beni öldürürdü." Bu cevapta siyasi bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Eğer nihilist bir genç olan Bazarov, romanın sonunda isteklerini gerçekleştiren bir karakter şeklinde tezahür etseydi devlet yönetimi ve aristokrat kesimden büyük tepki alırdı. Böyle bir sonla Nihilizm felsefesi tam da yüreğinden vurulmaktadır.

Turgenyev aynen şöyle demiş: "Eğer okuyucu, Bazarov'u tüm kabalığı, kalpsizliğiyle acımasız ve soğukluğuyla sevemediyse yineliyorum ki, ben suçluyum ve amacıma ulaşamadım demektir... Bazarov, benim sevgili çocuğumdur, bu akıllı, bu kahraman kişi bir karikatür olabilir mi? Onun benim yarattığım tiplerin en sempatiklerinden olduğunu fark etmiyor musunuz?"    

Bazarov karakterine kızanlar olduğu kadar kendileriyle özdeşleştirenler de az değil. Romanda aşk gibi kuvvetli bir duygunun karşısında herhangi bir fikrin ya da ideolojinin çaresiz kaldığını ve aşk denilen hastalığın insanı ne hale getirdiğini görüyoruz. Ben kitabı da, Bazarov'u da sevdim ve özellikle Rus klasiklerini sevenlere tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar...

22 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 170

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Eski fotoğrafları sever misiniz, biriktirir misiniz?"

Zaman mı değişti, yoksa ben mi? Eski fotoğrafları bir hobi olarak biriktiren ve bu konuya ilgisi olanların dışında fotoğraf alışkanlığımız pek kalmadı sanırım. Eski siyah beyaz fotoğraflar evimizin bir köşesinde, birkaç albümün içinde derin bir uykuya dalmış durumda. Uzun yıllar önce ev gezmelerinde albümlerin açılıp aile fotoğraflarının konuklara gösterilmesi adettendi. Bir başka adet ise, doğan erkek çocuğu henüz yaşını doldurmadan bir pöstekinin üzerine sırt üstü yatırılıp anadan üryan fotoğrafının çekilmesiydi. Benim de böyle bir fotoğrafım vardı ve büyüdükten sonra o fotoğrafımı her gördüğümde utandığımı hatırlıyorum. Oysa ne gerek var el âleme şeyini göstermenin, tuhaf...

Eski fotoğrafları sever misiniz sorusu bana mektup yazmayı sever misiniz sorusunu çağrıştırdı. Fotoğraflar da aynı mektuplar gibi dijital çağa ayak uydurdu. Bence tarih oldular. Zamanımızda gençlerin telefonu, bilgisayarı bırakıp aile büyüklerinin fotoğraflarına baktıklarını hiç sanmıyorum. Ayrıca bu fotoğraflar eski güzel anıları çağrıştırsa da çoğu zaman hüzün veriyor insana. Çünkü ne kadar mutlu anları ölümsüzleştirmenin bir gayreti içinde olsalar da orada gördüğümüz kişilerden pek çoğunun artık aramızda olmaması kötü hissettiriyor.

Eskiden çekilen fotoğrafların tab edilmesi için fotoğrafçı birkaç gün süre isterdi. Cep telefonları ya da dijital kameralar olmadığı için az sayıda fotoğraf çekilirdi, bu yüzden her pozun ayrı bir değeri vardı. Günümüzde cep telefonlarıyla istenen sayıda çekim yapmak mümkün. Eğer bir şey sayıca az ise daha kıymetlidir. Şimdi aile fotoğrafları sadece facebook, instagram gibi sosyal medya ortamlarında boy gösteriyor ve eski siyah beyaz fotoğrafların yerini asla tutmuyor. 

Fotoğraf deyince aklımdan çıkaramadığım bir olay da şu: Uzakdoğu seyahatimiz sırasında yeni aldığımız dijital fotoğraf makinesiyle bir sürü fotoğraf çekmiştik. Şimdi hâlâ bu işlerden anlamadığımı itiraf edeyim. Döndükten sonra bilgisayara yüklemek için makinenin hafıza kartını (sanırım chip diyorduk adına) çıkarıp bilgisayarımın yanındaki alâkasız bir socket'e yerleştirdim. Bir daha da çıkartmam mümkün olmadı. Yıllar sonra bilgisayarımı servise götürdüğümde bana öyle bir şeye rastlamadıklarını söylediler. Yaşadığım büyük bir talihsizlikti. Oysa Tayland'da ve Singapur'da eşimle birlikte çekildiğimiz muhteşem fotoğraflar vardı. En çok da dev bir boa yılanıyla sarmaş dolaş vaziyette çekildiğim fotoğrafıma yanarım.

Sevgili DeepTone'un yazısına yaptığım yorumda eski fotoğrafların ilgimi çekmediğinden bahsetmiştim. Gerçekten de o eski siyah beyaz aile fotoğraflarından hoşlanmıyorum. Fakat Ara Güler gibi ustaların çektiği siyah beyaz eski şehir manzaraları ile farklı halk sınıflarından insanların yüzlerine yansıyan acı, hüzün ve neşe dolu anları yansıtan fotoğrafları severim. Bir de sevgili Adadeniz arkadaşımız tarafından profesyonelce çekilen tabiat manzaralarına bayılıyorum.

15 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 169

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu ben belirledim.

"İnsan yaptığı kötülüklerden ne kadar sorumlu?"

İnsana has bir davranış biçimi olan kötülük konusunu internet üzerinden biraz araştırmak istediğimde tuhaf bir şekilde karşıma sadece dini ve felsefi yorumlar çıktı. Kötülük, tanımı, sebepleri ve sonuçlarının yanı sıra kaynağının belirlenmesine ilişkin çok sayıda farklı görüş olmasına karşın hâlâ yoğun bir şekilde tartışılmaya devam eden bir kavram. Dini açıdan mezhepler arasında önemli farklar olmakla birlikte tek Tanrılı dinlerde genel olarak iyilik ve kötülüğün Tanrıdan geldiği ve kader konusu öne çıkıyor. Ayrıca insanın kaza ve kader sınırları çerçevesinde kendisine özgürlük imkânı veren cüzi bir iradeye sahip olduğu ifade ediliyor. Verilen bu sınırlı özgür iradeyle insanların yeryüzünde Tanrıya bağlılık, iyilik ve kötülükten sakınma hususlarında sınava tabi tutulacağı belirtilirken sınavı geçenlere ödül, kalanlara ise ceza verileceğinin altı çizilmekte. Kötülüğün Tanrıya mal edilmesi Tanrının iyiliğine ters bir durum arz ettiği için ateistler bu hususu Tanrı kavramına itirazlarının merkezine oturtmuşlardır. Zira hem güçlü, hem iyi, hem de merhametli bir Tanrı nasıl oluyor da varlıkların en yücesi olduğunu söylediği insana bunca kötülüğü reva görmektedir. 

Kötülük sorununu ilk defa formülleştiren ilk çağ filozoflarından Epikuros (M.Ö 341- M.Ö 270), "Eğer Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, o güçsüzdür; bu durum Tanrının karakteriyle uyuşmaz. Eğer kötülüğü ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, o kıskançtır, ki bu da aynı şekilde Tanrıyla uyuşmaz. Eğer o kötülüğü ne ortadan kaldırmak istiyor, ne de kaldıramıyorsa, hem kıskanç hem de güçsüzdür, bu durumda da Tanrı değildir. Eğer hem ortadan kaldırmak istiyor, hem de kaldırabiliyorsa ki, yalnızca bu Tanrıya uygundur, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da kötülükler niçin ortadan kaldırılmamaktadır?" diyerek yıllar önce güzel bir akıl yürütmüş.      

Bana göre kötülüğün en güzel tanımı; doğadan gelen ya da bilinçli insan eyleminin sonucu olan ve insan varlığına, bu dünyadaki yaşamına büyük zarar veren durum, oluşum ya da şeydir. 

Doğa kaynaklı ve insan eylemleri dışında meydana gelen kötülüklerden (deprem, sel, fırtına, tsunami, kuraklık, salgın hastalık, sakat doğum gibi) insan sorumlu değildir. İnsanların yaralanmasına ve ölümüne yol açabilecek zararlara karşı önlem almak icap eder. Doğadan gelen kötülüklerden sakınmak, olası zararları tamamen ortadan kaldıramasak bile asgari seviyeye düşürmek mümkün. Deprem bölgelerinde sağlam yapılar yapmak, dere yataklarına yerleşimden kaçınmak, tsunami olayında erken uyarı sistemleri, kuraklığa karşı gerekli tedbirleri almak, salgın hastalıkları önlemek için düzenli sağlık taraması yaparak hijyen, aşı gibi önleyici faaliyetleri yürütmek, akraba evliliklerine müsaade etmemek, genetik uyuşmazlıkları önceden tespit etmek bunlardan bazıları. Bu tür kötülüklerde insan yaşamına gelecek zararların sorumlusu başta denetleme görevi olan devlet olmak üzere kısmen bireyin bizzat kendisidir. 

İnsan bilmeden ya da istemeden kötülük yapabilir. Sözgelimi trafik kurallarına uygun bir şekilde araba kullanan sürücü bir çocuğun aniden yola fırlaması neticesinde onun ölümüne sebep olabilir. Burada sorumluluk sürücünün değil, çocuğa göz kulak olması gereken büyüğündür. Dikkatsizlik, ihmal kötülüğe sebep olabilir ve meydana gelen zararın sorumlusu, üzerine aldığı işi hakkını vererek yapmayandır. Sözgelimi madende grizu patlaması, her türlü iş kazaları, yol kusurları ve trafik işaretlerindeki eksiklik ya da hatalardan dolayı meydana gelecek kazalar pek çok insanın ölümüne ya da yararlanmasına sebep olmaktadır. Bunların nedeni görevi ihmal ya da dikkatsizliktir. Bu tür kazaların baş sorumlusu yine denetleme görevi olan devletin yöneticileridir. 

İnsan bilerek de kötülük yapabilir. Özellikle tartışmak istediğim durum bu aslında. Önce aklı başında bir insanın neden kötülük yapmak isteyeceğini irdeleyelim. Bence bunun iki ana nedeni var:

1. Akıl sahibi olmasından dolayı canlı varlıkların en gelişmiş türü kabul edilen insan, diğer canlılardan farklı olarak yaradılıştan gelen bir takım olumsuz duygu ve özellikler taşır. Söz gelimi yalan söyleyen, dedikodu yapan tek canlı türüdür insan. Bunun yanı sıra kıskançlık, nefret, hırs, gurur, öç alma, nispet yapma, kandırma, bencillik, duyarsızlık, zalimlik, çıkarcılık, sabırsızlık, alay etme, asabiyet vb. daha pek çok olumsuz duygunun esareti altında kalan insan bu özellikleri genleri aracılığıyla nesilden nesile aktarır. Bütün insanlarda vardır bu duygular, az ya da çok. Şükürler olsun kişiden kişiye değişmekle birlikte bu olumsuz duyguları bastırıp kontrol altında tutabilecek bir de iradeye, vicdan denilen içsel güce sahibiz. Aklımızı kullanır, sonuçta geri dönüp kendimize zarar getirebilecek bu tür davranışların büyük kısmından sakınırız kendimizi. O veya bu şekilde mecbur kalıp yalan söyleyebiliriz, fakat yalanımız ortaya çıkmasın diye elimizden geldiğince tedbirini alırız. Birine öyle kızarız ki, en ağır işkenceler altında öldürmek isteriz. Kendimize zarar gelmesin diye susarız, düşüncelerimizde saklı kalır bu arzu. Abartıyorsun demeyin. Savaş sırasında insanın neler yapabileceğini filmlerde izlemişsinizdir mutlaka. Hitlerin Nazi Almanya'sında yaptıklarını düşünün. İnsan gücü ele geçirince ne kadar zalim bir canavar haline geliyor! Padişahlar sırf tahtlarını garantiye alsınlar diye kardeşlerini nasıl katlettiklerini biliyorsunuz. Tüm bu cani insanların hepsi sizin bizim gibi. Her insan bu kadar canileşebilir mi? Elbette hayır. Dediğim gibi iradesi güçlü vicdan sahibi insanlar şartlar ne olursa olsun mümkün mertebe kötülüğe meyletmezler.

2. İnsanın kötülük yapmasında ikinci neden çevre koşullarıdır. Doğduğu yer, bulunduğu coğrafya, sosyo-kültürel ortam, aile ve arkadaş çevresi, yaşadığı toplum, aldığı eğitim, siyasal ve ekonomik durum vs. Hırsızlık kötüdür. Fakat baba hırsız ise onu gören çocuk için hırsızlık o kadar kötü bir şey değildir meselâ. İnsanın doğuştan gelen olumsuz özellikleriyle ilgili yukarıda saydıklarım, çevre şartlarına bağlı olarak kendini gösterir ya da irade gücüyle baskılanır. 

Şimdi sorumuza dönelim. İnsanın bilinçli olarak kötülük yapmasının ilk nedeni, onun bu özellikte yaratılmış olması ise, başka bir deyişle kötülüğün insanın mayasında olduğunu kabul edersek eğer, o zaman bütün sorumluluğu insana yüklemek ne kadar adildir? Aynı şekilde ikinci olarak saydığımız çevre koşulları kötülüğün diğer bir nedeni ise, yaptığı kötülüklerden dolayı bütün sorumluluğu sadece insana yüklemek haksızlık değil mi? 

Doğal olarak şöyle denilebilir bu durumda. Madem insan, doğası gereği ve elinde olmayan çevre koşulları nedeniyle yapacağı kötülüklerden sorumlu değil, o zaman birini yaralayıp öldürenler, hırsızlık yapanlar, başkasının malını gasp edenler, hak yiyenler, adaletsiz davrananlar, başkalarının malına zarar verenler cezasız mı kalacak?

Peki insan sorumlu tutulmadığı bir eylemden dolayı suçlanabilir mi? O zaman yapanın yanına kâr mı kalacak bu kötülükler? Hayır, elbette cezasız kalmaması gerekir ancak böyle bir çözüm bana yine de adil gelmiyor. Çünkü insanın bilinçli olarak yaptığı her kötülüğün esas sorumlusu yine devlettir bana göre.

Birkaç örnek vererek açıklamaya çalışayım. Hırsızlık kötü bir şey. Adam hırsızlık yaptı diyelim. Mevcut düzende birine zarar verdiği için yakalandığı takdirde hapse atılacak. Birkaç ay, belki bir iki yıl yatıp çıkacak sonra sabıkalı damgasını yediği için yine hırsızlık yapacak. Devletin görevi sadece bu mu? Bu adam niye hırsızlık yapıyor? Açlıktan mı? Hastalıktan mı? Çevresi mi buna ortam hazırlıyor? Ruhsal problemi mi var? Kendisine ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti verilebilmiş mi? Ülkede adalete güven mi yok? Fırsat eşitliği sağlanıyor mu, adam kayırmacılığı var mı, liyakate önem veriliyor mu? Çalışabileceği iş imkanları var mı? Geçimini normal yollardan sağlama imkânına sahip mi? Ülke kaynakları gerektiği yerlerde kullanılıyor mu, yoksa devletin malı deniz yemeyen domuz düşüncesi mi hakim? Devlet kurumları lâyıkıyla denetleme yapıyor mu? Bunun gibi pek çok soru gelebilir akla. Hepsi devletin görevi ve devletin sorumluluğunda. Eğer bu sorular olumlu olarak cevaplanır ve sorunlar mutlak bir çözüme kavuşabilirse inanıyorum ki hırsızlığa tevessül eden kalmayacaktır. Her türlü kötülüğün baş sorumlusu devleti yönetenlerdir. Devlet görevlerini lâyıkıyla yapmadığı takdirde ülkede kötülük kol gezecek, kötülüklerin sorumlusu olarak gösterdiği bireylerden gücü yettiğine ya da gariban bulduklarına ceza kesmeye devam edecektir.