31 Mart 2016 Perşembe

31/03/2016 Perşembe, Tire

Oh nihayet! İte kaka artık oldu bu iş. Telefon etmesem yine aramayacaktı beni. "Saat 13.30'da dükkana gel, burada bir sözleşme ayarlayalım daha sonra TEDAŞ'a yönlendiririm." dedi, Elektrikçi Ali.

Apar topar tam saatinde vardım hemen yanına. "Neymiş bu sözleşme?" Tapu eşimin üstüne olduğundan abonelik için aramızda sözleşme yapmak gerekiyormuş. Ya eşimin kendisi abone olacak ya da aramızda kira sözleşmesi yapacakmışız. O da olmazsa bana vekalet vermesi gerekiyormuş eşimin. Trajikomik bir durum. Ben bu yeri alıp tapusunu eşimin üzerine geçirmişsem ne olacak? Eşler arasında kontrat mı olurmuş? Neyse, uzatmadan "Peki" dedim. İmza atılacak yerleri gösterdi bana Ali. Ben de formalitedir diye fazla üzerinde durmadım. "Kiralayan" yazan yerin altına bastım imzayı. Yanında başka bir yer gösterdi. "Buraya da eşinizin imzasını karalayıverin." dedi. Biraz benzetmeye çalıştım. Sonra evrakları alıp doğru TEDAŞ Müessese Müdürlüğüne. Orada Hatice Hanımı görecekmişim.

Çarşı içinde dar sokakların birinde bu daire. Kapıdan içeri girerken dostça görünümlü özel güvenlik görevlisi karşıladı beni . "Hatice Hanım nerede?" diye sordum. Sağ taraftaki bankonun arkasında ortada oturan bayanı işaret etti. Evrakları verdim. Şöyle bir bakıp geri uzattı onları bana. "Kiraya verenin imzası eksik, o olmadan işlem yapamayız" dedi. "Ben onun yerine de attım." diyecek oldum sonra hemen vaz geçtim. Görevli memura eşimin yerine atmış olduğum imzayı gösteriyordum ki bir imza yeri daha olduğunu fark ettim o an. Meğer benim eşimin imzasını taklit ederek karaladığım yer kefil yazan bölümmüş. Kiraya veren kişiye ait imza yeri boş kalmış. Hemen kaptım evrakı elinden, cebimden kalemi çıkarıp çabucak imzaya benzer bir şey karaladım. Kadın yan taraftaki erkek memura danıştı. "Yok böyle olmaz, kendisinin imzalaması lazım" dedi, işi yokuşa süren memur edasıyla. "Ya, bu benim karım, ne sözleşmesi, dalga mı geçiyorsunuz?" dediysem de bir şey değişmedi. Arabaya atladığım gibi kuafördeki eşimin yanına gittim. Benim attığım imzayı karalayıp yanına eşimin imza atmasını istedim. Ne olur ne olmaz diye attığı imzanın altına "Okudum, anladım" diye yazdı.

Tekrar TEDAŞ'a gidip sözleşmeyi kendilerine verdiğimde bir şey diyemediler. Ali'nin söylediği paranın iki katından fazla bir harç bedeli istenince sordum nedenini. Meğerse güç talebi fazla olduğu için yüksekmiş bu bedel. Düzenlenen evrakları alıp bu sefer dağıtım şirketinin tahsilat ve abonelik işlemlerinin yapıldığı diğer binasına gittim. İşlemlere başlar başlamaz "Abone kim olacak? diye sordu. "Tabii ki ben." diye cevap verdim. "Evlilik cüzdanınız lazım o zaman" dedi. "Yuh artık" dedim. "Diğer binanızda eşimle kira sözleşmesi istediler, onu yaptım, şimdi siz benden bir de evlilik cüzdanı mı istiyorsunuz?" 

"Prosedür böyle" dedi, görevli kız. "Bir ara vatandaşa güven esastı bürokrasiyi azaltmak için. Başarılı da olmuştu. Ama şimdi saçma sapan işler çıkartıyorlar insanın önüne." diyerek söylendim. "Evlilik cüzdanını nereden bulayım ben şimdi size?" diye çıkıştım. "Kayıp işte, onu bulamıyoruz." Memurun işi yokuşa sürdüğü de yok ancak yine de inisiyatif kullanamıyor. "Bana" dedi. "Evli olduğunuza dair bir belge getirmezseniz işleminizi yapamam." "Nereden alacağım bu belgeyi peki?" diye sorunca, "Nüfus Müdürlüğünden vermeleri lazım" dedi. "Peki siz bunu bilgisayarınızdan göremiyor musunuz?" diye sordum. Cevabı olumsuzdu. "Peki, işlemi yapın ben daha sonra size istediğiniz belgeyi getireyim." dedim. Güven telakki etmiş olmalıyım ki, işleme devam etti. Gişeye yönlendirip beni bir haraç da buradan aldılar.

Nüfus Müdürlüğüne gittiğim sırada memuru, amiri sinek avlar vaziyetteydi. Bu kadar işi olmayan bir daire ilk kez gördüm hayatımda. Durumu esprili bir dille anlattım. "İmam nikahını kabul etmiyorlarmış, bana bu belgeyi verse verse sizin daire verirmiş." dedim. Memurların odasında masaya ilişmiş durumdaki müdür, "Kim istiyor bu belgeyi?" diye sordu emin olmak için. "TEDAŞ istiyor." dedim. Memur kadın benden de baskın çıktı. "Dur bir bakayım, eşinizle aranızda elektrik var mı buradan anlaşılır." deyip bilgisayarın tuşlarına vurmaya başladı. Birkaç saniye sonra yazıcıdan çıkarttı kağıdı. Önce kendisinin imzaladığı belgeyi aynı odada bulunan şefine arkasından müdürüne imzalatıp bana uzattı. "Borcum?" diye sordum. "Yok" dedi. Beklerken salonun karo taş parkeleri dikkatimi çekti. Anneannemlerin eski evinde vardı aynısı. Çok aradım bu deseni yayladaki taş evin salonu için. Seramik çıkınca bütün karo taş ustaları işlerini bırakmak zorunda kalmışlar. Şimdi az sayıda imalathane var bu yüzden karolar çok fahiş fiyatla satılıyor. Üstelik döşemesi de seramik işçiliği kadar kolay değil. Hem deseni ortaya çıkarmak için sıfır derz yapılması, hem de döşendikten sonra makineyle güzelce silinmesi gerekiyor.

Evrakları alıp Elektrikçi Ali'ye getirdim. Bazı bilgileri defterine not etti. Yukarıdaki bütün kablo ve pano işleri tamamlanmış. Yarın elektrik bağlanacakmış. Çok şükür bugünleri de gördük.

Dükkandan ayrılıp Toptepe üzerinden yaylaya çıktım. Yakup Usta ve Kadir kayrak taşı işine devam ediyordu. Binanın yanında süs havuzunu nasıl ayağa kaldırırız onu konuştuk. Tuvaletin sıva ve seramik işleri için tatil dönüşü Sezai Usta ile görüşürüm artık.

30/03/2016 Çarşamba, Tire

Nasıl olduysa saat 10.00 sularında Elektrikçi Ali aradı. Yaylada beni bekliyormuş. "On beş dakikaya kadar geliyorum." deyip yola çıkmak üzere hazırlanmaya başladım.

Bahçeye vardığımda kapının önünde ve içeride birkaç tane araç gördüm. Yakup Usta ve Kadir karşıladılar beni. Avluya kayrak taşı döşemeye başlamışlar. Kamil dün yanlış koyduğu tuvalet taşını düzeltmekle meşgul. Az sonra taş evin yanından bizim Ali de göründü. "Şükür kavuşturana!" dedim. Tel çitin kenarına ve binanın arkasına iki demir direk dikmeyi düşündüğünü söyledi. O kadar ağacın arasından geçecek kablo her zaman sorun olacağından yine yer altından daha kısa bir güzergah önerdim. Üç panodan birini tel çitin yanına diğerini avlu duvarının dibine koyacak. Taş fırının yanına da son panosunu koyup tamamlayacak işini. Uç panodan istediğimiz enerjiyi alabileceğiz bundan sonra. Ayrıca havuza elektrik ve su tesisatları çekilecek. Hemen Gani Ustayı aradım. İlave kablo kanalının kazısına hemen başlamalarını istedim. Öğleden sonra başlayabileceklerini söyledi. Yarın abonelik sözleşmesini yapacağım büyük ihtimalle.

Seyahat tarihi iyice yaklaştı. Nasıl gideceğiz, nereyi göreceğiz, ne, nerede önceden bilmek lazım. Dünden beri üstün körü araştırmaya başlamıştım. Bugün e-bilet ve rezervasyonlar için e-postalarıma bakıp hepsinden birer print alayım dedim. Uçak e-biletleri, otel rezervasyonları ve tren biletlerimin hepsi orada. Yani ben öyle sanıyordum. E-mail sayfasını açtığımda bir de ne göreyim; şubat ayından önceki mailler buharlaşmış! Bir telaştır aldı beni. Kızım ayarlamıştı bütün booking.com rezervasyonlarını, havayolları ve toplu taşım araçlarının biletlerini. Nasıl silinir ki bu mailler durup durduğu yerde?

Acaba geçenlerde beni çok sevindirip hayır duamı alan Turkcell bayisindeki Sıla mı sildi diye durup dururken günahını aldım kızın. Sonra anladım olayı ama iş işten çoktan geçmişti. Ya! en iyisi bizim gibi dinozorların elinden alacaksın şu akıllı telefonları. Şirket e-mailimin gelen kutusunda 20.000 postayı görmüştüm. Onlar benim için en kıymetli evraklardı. Emekli olduktan sonra mail adresim değişti. Iphone'uma da yeni adresimi tanıttım. Bir anda oradaki posta sayısı da 3.500 leri bulmuştu. Bu küçücük telefonda bu kadar e-maili niye tutayım diye düşünmeye başladım ancak hepsini birden silmeyi beceremiyordum. Teker teker silmek ise hayli vakit alıyordu. En sonunda karıştıra karıştıra buldum kökten silmeyi. "Hepsini silmek istediğinizden emin misiniz?" sorusunu keyifle "Evet" olarak yanıtladım. İşte kader o vakit ağlarını örmeye başlamış meğerse...

Önce başıma ne çorap örüldü anlamadım. Ne zaman ki eski e-postalara gerek duyuldu. "Eyvah!" dedim "Ben ne yaptım?" Iphone üzerinden silinen e-maillerin aynı zamanda bilgisayardan da silindiğini öğrenmem bana pahalıya mal oldu. Kızım Google Amcaya bir e-posta yazıp durumu anlatmış. Sanırım yardımcı olacaklar bir kaç güvenlik soruşturmasından sonra. Bana geri gönderecekler sildiğim e-mailleri. Yine de büyük can sıkıntısı. Üstelik sadece bir seyahat de değil. Mayıs ayı başında Viyana ve Salzburg da var, Nisan başının Prag'ına ilave. Viyana - Salzburg arasındaki ucuz tarifeden aldığımız ÖBB tren biletlerine mail dışında ulaşmamın imkanı yok. Kızım bana kızmakta haklı, "Bunları bir an önce print et, koy bir tarafa" demişti defalarca ama ben "Nasıl olsa e-mail listemde var, acelem ne?" diye düşünmüştüm. Zorunlu mu değil mi bilmiyorum ama ne olur ne olmaz deyip seyahat sigortası da yaptırdı bugün onca işinin arasında.

En çok garibime giden ne biliyor musunuz? Düne kadar çocuklarımıza güvenemezdik bazı önemli konularda. Ama şimdi onlar bize güvenmeyecekler. Üstelik haklılar da!  Hızlı gelişen teknolojinin bize bir oyunu mu bu, yoksa bazı melekelerimizi yavaş yavaş kaybetmeye mi başladık?        

29 Mart 2016 Salı

29/03/2016 Salı, Tire

İzmir'de benim doktor kontrollerim, kızımın ev taşıma işleri derken üç haftadır Salı Pazarına çıkamıyorduk. Nihayet bu hafta şeytanın bacağını kırdık. Aslında yayla dönüşü uğramayı düşünüyordum pazara. İlk önce elektrikçi Ali'ye uğrayacak daha sonra Toptepe üzerinden yaylaya gidecektim.

Ortapark döner kavşağına girer girmez bir aracın parktan çıktığını gördüm. Hemen planı değiştirip onun çıktığı yere park ettim arabayı. Çarşıda park yeri bulmak hele günlerden Salı ise neredeyse imkansız. Hazır park yeri bulmuşken önce pazar alışverişini yapayım dedim. Pazar günü seyahate çıkacağımızdan dolayı pek fazla alacağımız bir şey de yok.  Geçen hafta Cuma Pazarından aldığımız hardal otu, günlerimizin çoğunu İzmir'de geçirdiğimiz için bozuldu. Bu sefer cibez aldım. Her zamanki gibi Tire pazarını merak edip dışarıdan gelenler çok bu hafta.

Çarşıdan çıkıp elektrikçi Ali'nin dükkanına sürdüm arabayı. Bu sefer telefonunu şarja bırakıp bir yere gitmiş. Nereye gittiğini bilen yok. Oğlu Hasan'ı aradım, babamla konuş dedi. Babasını bulsam konuşacağım elbet. Neyse ki ilk bağlantı direğini dikmişler. Bu gelişme bile sevindirdi beni.

Yaylaya çıktığımda Yakup Usta ve Kadir avlunun tesviye işlerine devam ediyorlardı. Bu işin üzerinde çok titizlendiğimi biliyorlar. Yarın da kayrak taşlarını döşemeye başlayacaklar. Genel tuvaletin elektrik bağlantıları yapılmış. Dört tuvaletten birini alaturka istemiştim. Taşı koymuşlar yerine ama on beş santim kadar zeminden yüksek. Dükkana dönmüştür ümidiyle elektrikçiyi aradım. Durum anlattım. Senin adamlar tuvaletin taşını böyle böyle yapmışlar diye söylendim. Ayrıca avluda kayrak taşları döşenmeden binadan elektrik kablosu çekilmesi gerektiğini hatırlattım. Yarın bizim oraya geleceğini söyledi. Güya bizim işi bir an önce bitirmek istiyormuş, cuma gününe kadar elektrik bağlantısını tamamlayıp enerji vermeyi düşündüğünü söyledi. Hiç inanasım gelmiyor ama inşallah diyelim. Pazar günü yaklaşık bir hafta burada olamayacağımızı söyleyip cuma gününe kadar mutlaka elektrik işini halletmesini istedim. Bu arada ana binayı gezdik Yakup Ustayla. Elektrikçinin elemanı Kamil, bina içindeki anahtar ve priz kablolarını çekmiş.

Biz avluda konuşurken Gani Ustanın küçük oğlu geldi. Hem ona hem de bizim ekibe haftalıklarını verdim. Gani Usta ile telefonda görüştüm. Biz İzmir'deyken oğlanlarıyla birlikte zeytin ve ceviz ağaçlarına göz taşı ilaçlaması yapmışlar.

GEÇMİŞE ÖZLEM 1950'lerin MODERN KADINI

"Özgür" bir ülkede yaşıyoruz. T.C Anayasasının 26. Maddesine göre herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Buna dayanarak bazı düşüncelerimi burada açıklamak isterim.

Geçmişin mutlu anlarına özlem, diğer bir deyişle nostalji, bugün yaşadığımız hayatın zorluğuna, vefasızlığına, duygusuzluğuna bir tepki mi yoksa moda gibi gelip geçici bir şey mi bilinmez. Kah eski şarkılardan dem vurur birileri, kah çivileri dökülmüş sandıklar karıştırılır bazen sırf eski mutlulukları yad etmek için. Siyah beyaz renkli, kenarları sararmış eski resimlere bakıldığı zaman sessiz bir ah sesi çıkar ta derinlerden. İşte az önce gördüğüm resim öyle bir sızlattı ki içimi, hiç sormayın.

Mustafa Kemal Atatürk, gelmiş geçmiş en büyük devrimcilerden biri olarak almış tarih sayfalarında yerini. Bazı insanlar kızgın, nefret ediyorlar ondan. Eskiye özlem duyuyor bu insanlar, saltanat ve halifelik çağlarına dönmek arzuları. Bazıları ise ona hayran, yaptıklarının kıymetini kavramadan. 

Atatürk'ün kadına vermiş olduğu değer, bütün yaptıkları arasında en önemli olanıdır kanımca.  Madem özgürlükten bahsediyoruz benim de rahat rahat rahatsızlığımı ifade etmek gibi bir hakkım olmalı.

İster dini özgürce yaşamak denilsin, ister kılık kıyafet serbestliği. İster faşist desinler bana ister sadist. Benim bütün derdim, Katolik rahibelerini andıran kıyafetlerle cadde ve sokakları arşınlayan, kültür ve ananelerimizi yansıtmaktan uzak bir hayata bakış açısıyla arz-ı endam eden kadınlar.  Kadınlarımız diyemiyorum. Çünkü onlar bu Cumhuriyetin kadını olamazlar. Bir türlü alışamadığım görüntüler geçmişe olan özlemimi bir kat daha arttırıyor. Buraya ait değil bu kıyafet, bu kültür. Tuhaf giyimli bayanların sayıları arttıkça yabancılaşıyorum doğduğum topraklara. Üç beş yaşlarından itibaren başlıyor küçük kız çocuklarının üzerindeki aile ve çevre baskıları. Bir nesil daha yok ediliyor, uzanıyor karanlığa. Birçok ülkede yaşayan Müslüman Arap toplumları bile bizden daha modern ve çağdaş. 

Yukarıdaki resme dikkatlice baktığınızda gözlerdeki ışığı, asaleti, kendine olan güveni, şıklığı göreceksiniz. Benim ülkemin kadını bu işte. Cumhuriyet kadını. Atatürk devrimlerinin kadını.   

28 Mart 2016 Pazartesi

28/03/2016 Pazartesi, Tire

Dün akşam geç saatlerde döndük kürkçü dükkanına. Bugün haftanın ilk günü, normal şartlarda işçilere haftalıklarını ödediğim gün yani. Arabanın arkasında İzmir'den, kızımdan getirdiğimiz fırın ve çamaşır makinesi var. O yenilerini alacağından eskilerini bize bıraktı. Kaplandaki taş eve götüreceğim onları. Sabah eşimle birlikte bankadaki işlerimizi hallettikten sonra ne olur ne olmaz diye Yakup Ustayı bir arayım yine dedim. İyi ki de aramışım. Sabah yaylaya çıkmışlar, hava soğuk diye gerisin geriye dönmüşler.

Buradaki insanlar soğuk görmemişler azizim. Hemen aklıma Kdz. Ereğli baraj şantiyesindeki taşeronumuz geldi. Genç bir şantiye şefi olarak çalışmaya ikna edemediğim taşerona diğer ucunda patronun olduğu telefonu uzattım. Sadece birkaç saniye sonra adam mosmor olmuştu. Odamdan çıkarken arkasından merak içinde seslendim. "Ne oldu?" Taşeron bezgin bir halde, "Şefim, kar değil, başına taş yağsa o iş bitirilecek." dedi ve ekibini toplayıp tekrar işinin başına döndü. Bilen bilir soğuk havalarda demiri tuttun mu eline yapışır. Konu ekmek parası olunca soğuğun önemi kalmıyor.

Bir de yedek subay olarak görev yaptığım Tekirdağ'ın soğuğunu bilirim. Malkara ve Hayrabolu ilçelerinde tatbikatlarımız olurdu. Askerlerin hepsi tam teçhizat kuşanmış, başlarında miğferler nehir geçiş tatbikatı yapıyoruz. O gün de soğuk günlerden biriydi. Emrim altındaki askerler miğferlerinin altına parkalarının kapüşonlarını takmak için benden izin istediler. Soğuk bıçak gibi kesiyor kulakları. Ben de bölük komutanına ilettim durumu. "Yok" dedi, "Olmaz. Tatbikat sırasında kulak kapatılmaz, düşman yaklaşırken askerin sesleri duyabilmesi lazım." Çoğu doğulu gariban askerlerle birlikte ben de isyanlardayız. Elimi kulağıma götürdüğümde tıkır tıkır sesler gelmeye başladı. "Tamam, kulaklarım donmaya başladı." deyip ya sabır çekiyorum. Az sonra bölük komutanı üsteğmen ilişti gözüme. Gözlerime inanamadım. Bizim üsteğmen daha fazla dayanamamış, miğferin altından başına geçirmiş kapüşonu. Onu bu halde görünce çıldırdım tabii. Hemen askerlerin yanına gittim ve "Kapüşonları başınıza geçirebilirsiniz." dedim. Ben de bir yandan soğuktan titreyen ellerimle kendi kapüşonumu kafama geçirmeye çalışıyordum. İşte böyle soğuklar görmeyince sabah serinliğine bile soğuk diyor halkımız.

Madem çalışma yok yukarıda benim de yaylaya çıkmama gerek kalmadı. Ekip yarın çalışacakmış. "İyi o zaman, yarın sabah geldiğimde arabadaki fırın ve çamaşır makinesini indirirsiniz arabadan." dedim, Yakup Ustaya. Eve döndükten kısa süre sonra Mesut Hoca telefon edip "Yukarıda mısın?" diye sordu. Biyoloji öğretmeni ve bir sınıf öğrenciyle yaylayı ziyaret etmek istiyorlarmış. Durumu anlattım. "Arabada malzeme var, tangır tungur ediyor." dedim. "Yarın ustalar da orada olacak, ben de çıkacağım." dedim. Geç haber verdiğinin o da farkında ama bütün organizasyonu da yapmışlar. "Gelelim kapının anahtarını alalım, ya da siz de gelirseniz arabanın yüküne öğrenciler yardımcı olur hep birlikte indiririz." dedi. "Yukarı yaylaya da çıkmak isterler şimdi." diye düşündüm. Aslında ben de epey bir zaman olmuştu çıkmayalı. Çok yağmurlar yağmıştı. Yolların durumunu merak ediyordum. "Tamam o zaman, geliyorum." dedim.

Yaylaya çıkıp kapıları açtım. Az sonra müdür, biyoloji öğretmeni ve bir sınıf öğrenci geldi. Önce arabamın arkasındaki yükü boşalttık binaya. Daha sonra bahçeye yayıldı bir sürü genç. Ellerindeki telefon yardımıyla bir sürü fotoğraf çektiler. Bu fotoğraflara bakıp isimlerini öğreneceklermiş internetten. Yeni eğitim sistemi de böyle oluyormuş demek!

Akşama benim için yine ziyafet sofrası var. Sabahtan halde taze balık bulmuştuk. Hemen yanı başımızdaki toplu konut pazarından da taze yeşillik aldım. Şu balık işini iyi öğrendim galiba. Favori balığım Ege balığı sardalye. Hem ucuz hem lezzetli. Filetosunu çıkarıyorum önce. Bol soğuk suda bir güzel yıkıyorum. Bu arada üzerini elimle ovalayıp bütün pullarından arındırıyorum. Daha sonra kızgın yağa çok fazla balık koymadan her bir tarafının on beş yirmi saniyede ters yüz edip kağıt peçete serilmiş servis tabağına alıyorum. Yağ olarak sızma zeytin yağı kullanıyorum. Yağa para vermediğimizden belki ama gerçekten lezzetli oluyor. Zaten bu lezzeti aldıktan sonra başka hiçbir yerde pişirilen tava balığı hoşuma gitmemeye başladı. Yanına bir de bira açtım. Amasra salatası, patlıcan salatası. Ooo keyfime diyecek yok. 

    

25-27/03/2016 Cuma, Cumartesi, Pazar, İzmir

Yoğun geçen üç gün. Kızımın evini değiştirmesi nedeniyle ona yardımcı olmak için İzmir'deydik. Evin tamirat, tadilat işleri, eski evin toparlanması ve eşyaların yeni eve nakli hepsi bu üç güne sığdı. Üstelik Cuma günü kızım görevinin başındaydı.

İlk gün ustalardan biri geldi, biri gitti. Aynı anda üç ayrı işin yapıldığı anlar oldu. Sabah erkenden başlaması gereken işler öğleden sonra saat ikilere sarkınca durum daha da zorlaştı. İlk gelenler mobilyacılardı. Hemen mutfak dolaplarının montajına başladılar. Arada tezgah için granit ustaları gelip ölçü aldılar ve evyeyi tezgaha monte etmek için yanlarında götürdüler. Yeni moda evyeler sıfır kenar dedikleri cinstenmiş. Eski evyelerin kenarları tezgahın üzerine oturtulup silikonla taşa yapıştırılıyordu. Zamanla silikon kararıyor, parçalanıyor ve mikrop barındırmaya başlıyor. Şimdi yeni nesil evyelerde bu durum yok. Silikon sadece evyenin altına destek amaçlı kullanılıyor ve su ile her hangi bir teması da yok.

Ustalık hüner ister. Usta, işini bir an önce bitirip kaçayım demez. Bir işin keyif içinde tadına varabilmek için kaliteli malzeme kullanıp işi usta ellere teslim edeceksin.  Usta işine zaman ve emek harcar ki çıkan ürün zanaat eseri olsun. Sanat eseri demedim dikkat ederseniz. Sanat ile zanaat arasındaki en önemli fark, sanatın yaratıcılık, zanaatın ise ustalık gerektirmesiymiş zira. Ustalık üzerine niye bunca nutuk attım derseniz; biraz mutfak dolaplarını yapan ustalardan bahsetmem gerekecek. İlk dikkatimi çeken aşırı aceleci olmalarıydı. Üç tane usta. Görünüşte her biri kendi işini gayet iyi biliyor, makine gibi tıkır tıkır çalışıyorlardı. Fakat işi ele almalarındaki gelişi güzellik beni rahatsız ediyor, bir şeyler sanki eksik yapılıyormuş hissine sahip oluyordum.

Epey bir zaman geçtikten sonra problemin ne olduğunu çözdüm. Yapmadıkları şey kontroldü. Her parçanın montajından sonra sağı solu, üstü altı uyumlu mu, yoksa kasma yapıyor mu bakmaları lazım. Ben yine susmayı tercih ettim. Montaj tamamlanmasına yakın dolabın taç kısmı ile kapakları arasında kalan boşluğun sabit olmadığını söyledim ustalara. "Onu kafaya takmayın, hiç öyle kalır mı orası? Daha kapak ayarlarının yapmadık." dediler.

İşleri bittiğinde hatalı yapılan yeri yine gösterdim. Kapak ayarlarıyla oynayınca durum daha da bozuldu. Baktım ki olacak gibi değil. "Tamam," dedim. "Siz bunu yapayım diye uğraşırsanız, daha çok bozacaksınız, bırakın olduğu gibi kalsın."

Bir yandan balkon kapı ve pencerelerine ferforje demirler monte edildi. Boya ve kartonpiyer işleri daha önce tamamlanmıştı. Elektrikçi hem anahtar ve prizleri değiştirdi hem de yeni perde kornişlerini yerlerine taktı.

Ertesi gün bir yandan temizlik, diğer yandan tezgah granitinin montajı, su tesisat bağlantıları ve marangozun eksik kalan işleri yapılıyordu. Bu aralar arabamın arka koltuklarını yatırıp iki üç seferde mutfak eşyalarını ve kırılabilecekleri kendimiz taşıdık.

Dün yine her iki evde tempolu çalışma vardı. Sabahtan eşyalar kamyona yüklenip evin son temizliğine başlandı. Yeni eve eşyalar boşaltıldıktan sonra son anda bulaşık makinesinin unutulduğunu fark ettik. Tekrar gidip onu aldık. Dolaplar yeniden monte edildi. Mutfak eşyaları yerine yerleştirildi. Ankastre fırın, ocak için servis geldi. Doğal gaz yetkilisi gelip bağlantı kontrollerini yaptı. Elektrikçi avizeleri taktı.

Kazasız belasız bir ev taşıma işi de böylelikle sona erdi.   

24 Mart 2016 Perşembe

24/03/2016 Perşembe, Tire

Annem aradı İzmir'den. Çok şiddetli yağmur varmış. Aynı saatlerde burada olanca şiddetiyle parlıyor güneş. Bir saat kadar sonra birden değişti hava. Yağmur yağmaya başladı. Gün boyunca hep böyleydi, bir açtı bir kapattı. Eşim Derekahve'de arkadaşları ile toplantıya gitti öğlene doğru. Ben ise yaylayı dolaşır, elektrikçi Ali'ye uğrarım diye düşünüyordum.

Dışarı çıktığımda yeniden yağmur başlamıştı. Yakup Usta'yı aradım. Bugün havadan dolayı çalışmıyorlarmış. Eksik kalan kiremitleri bulmalarına sevindim. Kadir de şehre inmiş ihtiyaçlarını görmek için. Yarın hava güzel olursa devam edeceklermiş. Yağmur şiddetini arttırdı. Yukarı çıkmaktan vaz geçtim.

Elektrikçi Ali'yi görmek üzere dükkanına gittim. Yine oğlu vardı dükkanda, Hasan. Babasının az önce dükkandan ayrıldığını söyledi. "Konuştun mu babanla?" diye sordum. "Konuştum." dedi. "Hava güzel olsaydı senin işe başlayacaktık bugün." "İnşallah" dedim. Tekrar sıkı sıkı tembihleyip erkek sözü aldım. "Mutfak donanımını sözleşmeye bağlayacağım, bir haftaya kadar bağlanır elektrik değil mi?" diye sordum. "Yağmur yağarsa bir hafta ne yapabiliriz." dedi. "Bu mevsimde aralıksız bir hafta yağmur mu görülmüş ki" dedim. Bir kez daha tembihleyip ayrıldım dükkandan.

Çarşı içine uğrayıp bir saç tıraşı olayım dedim ancak burnumdan geldi. Yağmur iyice bastırdı aniden. Dükkândan çıktığım zaman hiç bir şey yoktu oysa. Mesele yağmur da değil aslında. Arabayı nereye park edeceğim? Bu yağmurda fazla ıslanmak istemiyorum.

Ben park yeri aramak için çarşı etrafında ikinci turumu tamamlarken  yağış etkisini yavaş yavaş azaltmaya başladı. Bazı dükkan sahipleri kapı önlerine sandalye ya da plastik dubalar koyup zaten az olan yerleri de kaplamışlar. En sonunda bir yer buldum ama berber dükkanına yüz metre mesafede.

Eve döndüğümde eşimi arıyorum telefona cevap vermiyor. Onun içim normal bir durum, ya şarjı bitmiştir ya da sohbet tatlı olduğundan duymuyordur.             

23/03/2016 Çarşamba, İzmir

Önce dünden başlayım. O gün yaşadıklarımın tamamını sıradan bir günlüğün cümleleriyle anlatmak çok hafif kalacaktı.  İlk kez güncemin yayın başlığına bir öykü adı koymak istedim. Hoşuma gitmedi. Benim başıma gelenler kaç kişinin başına gelmiş olabilir acaba. En sonunda telefonunun tuşlarına dikkatsiz ve/veya bilgisizce  basan herkesin benzer durumlarla karşılaşabileceğini düşünüp bu yaşanmışlığı bir öykü tadında satırlara dökmek ve okurun kulağına bir küpe takmanın daha uygun olacağına karar verdim. 

Öğlene kadar Karabağlar'ın ve Gıda Çarşısının altını üstüne getirdik kızımın istediği özelliklere sahip bir evye bulabilmek için. Gıda Çarşısında bulduk aradığımızı sonunda. Aklım hala telefonda tabii. Gözlerim bir Turkcell bayi arıyor. "Olmazsa Hatay Caddesinde buluruz." bir bayi dedik. Böylelikle başladı bizim telefon hikayesi ve bunun için ayrı bir sayfa oluşturdum.

Gece elli yıllık arkadaşım Mustafa'nın evine "Hayırlı olsun" a gittik. Narlıdere'de güzel bir ev satın alıp döşemişlerdi. Oğlu Metehan'ı bırakmışlar şarküteri dükkanında. Uzun ayrılık dönemlerinde hep çocukluk, gençlik anılarımız gelirdi aklımıza, eskiyi yad ederdik. İzmir'e geldikten sonra daha sık görüştüğümüzden olsa gerek güncel olayları, memleket meselelerini daha fazla konuşur olduk.

Mustafa'nın eşi Filiz güzel bir trileçe tatlısı yapmış. Ne de moda oldu şu Trileçe! Hep Arnavutluk tatlısı deyip geçerler ama bir çok rivayet var hakkında. Bunlardan en ilginci Güney Amerika kökenli bir tatlı olduğuna dair söylenenler. Malum ağırlıklı olarak İspanyolca konuşur halk oralarda. İspanyolca "Tres" üç, "Leches" ise süt demek. "Tresleches" yani üç sütten yapılan tatlı. Peki Arnavutluk neresinde bu işin? Derler ki bir zamanlar İspanyol pembe dizilerine merak saran Arnavutluk halkı dizide gördükleri bu tatlıyı  pek bir sevmişler. Ülkede iyice tanınmaya başlayan trileçe yi herkes yapar ve konuşur olmuş. Ne kadarlık bir ülke ki zaten. Şimdi dünya sanıyormuş ki, Trileçe bir Arnavutluk tatlısı. Sahil Evlerindeki bir pastanedeydi bu tatlıyla ilk kez karşılaşmamız. Hiç de hoşumuza gitmemişti. Daha sonra Mado'da güzel yapıyorlar diye duyduk ve ilk fırsatta gidip tadına baktık. Sanırım bu sefer Kuşadası'ndaydık. Evet, gerçekten güzel yapmışlardı. Bizim hanım durur mu, hemen oturdu o da kolları sıvadı. İnanılmaz bir görüntü ve inanılmaz bir lezzet çıktı ortaya. Filiz de farklı dokunuşlarla güzel bir trileçe yapmış. Ekşi sözlükte trileçe hakkında yazılan bir yorum çok hoşuma gitti. Şöyle diyor: "Şahsen ben bir tatlı olaydım, trileçe olurdum."

Sohbet çok güzel ilerliyordu. Az sonra Metehan dükkanı kapatmış, geldi. Yeni bir şarap çıkmış, su gibi satılıyorlarmış. "Nedir?" diye sordum. "Adı Edrine, bir kırmızı şarap markası"  Edirne'den. Şarabın özelliği, büyük bir kadehin içine iki parmak kadar sade gazoz eklenerek içilmesi. Şaraptan anlayanlar bu operasyona şiddetle tepki koyabilirler, haklı da olabilirler, o zaman biz bunun adına şarap demeyelim. Ancak içimi güzel, hafif ve farklı bir lezzet çıkıyor ortaya. Sıcak dostluk ortamında ne kadar çok yediğimizin farkına varamadık.

Gece oldukça geç bir saatte yattım. Sabah kahvaltımızı yapıp kızımın taşınacağı eve gittik. Bugün mutfak, banyo ve tuvalet dolaplarının montajları yapılacak, elektrik anahtar ve prizleri ile perde kornişleri takılacak, tezgah graniti kesilecek vs. bir sürü iş var. Eve vardığımızda boyacı son rötuşları yapıyordu. O gittikten az sonra mobilyacılar geldi, hemen çalışmaya başladılar. Çok geç saatlere kadar başlarında durdum, onlar kalabalık bir ekiple çalışmaya devam ettiler. Duvar seramiklerini döşeyen usta ölçüyü biraz kaçırmış beş santim kadar seramik solda boş kaldı, sağ tarafta ise fazlalıklar kırıldı. Bunu yaparken yanındaki seramiği de zarar verdiler. Tekrar seramik onarımı çıktı başımıza. Akşam saatlerine doğru mermerci geldi ölçü almaya. Kızım çalışıyor, devamlı telefon irtibatımız var onunla.  O da işten çıkıp yanımıza geldiğinde saat beşi biraz geçiyordu.

Bir ara fırsat bulup güzel bir kokoreç yedim her zamanki yerimde. Bilen gerçekten biliyor bu işi. Daha sonra kızım ve eşimle birlikte kayınvalideme uğradık. Hayrına irmik tatlısı yapmış. Şimdi yemesek üzülecek garibim. Onu da yedik. Daha sonra Mustafa'nın dükkanından aldığımız boş koli kutularını bıraktık kızımın evine ve kızımı orada bırakıp, birer kilo ağırlaşmış olarak döndük memleketimize.

YA CİHAZINIZIN FATURASINI SAKLAYIN YA DA ICLOUD MAIL ADRESİNİ AKLINIZDA İYİ TUTUN YOKSA...



Gençlik yıllarımda bilgisayardan bihaber olan ben, teknolojinin hızına artık ayak uyduramıyorum. Daha önce facebook, twitter, what's up instagram vs. gibi programlara güncelleştirme önerisi geldiğinde hep onay vermiştim. Bu işler öyle bir hal aldı ki, gün aşırı onay mesajı gelmeye başladı. Evvelsi gün, gecenin bir vaktinde, telefonuma program güncelleştirmesi ile ilgili bir mesaj gelmişti yine. Yanlış hatırlamıyorsam "apple" veya "icloud" gibi bir şey. Ne olduğunu bile anlamadan, bilinçsizce bastım onay düğmesine. İşlemin birkaç dakika sürebileceği ikazı göründü ekranda. Olabilir dedim. Uykum geldiği için bekleyemedim. Telefonu öyle bırakıp yatağa gittim.

Dün sabah İzmir'e gitme hazırlıkları devam ederken telefonuma baktım. Şarjda olduğu halde kapanmıştı. Sorun değil dedim. Açıp parolayı girdim. Güncelleme işleminin başarıyla tamamlandığını ancak bir kaç küçük adım daha kaldığı mesajı göründü ekranda. Bu adımlardan ilki, uzantısı icloud olan mail adresini, ikincisi ise onun şifresini sormalarıydı. Icloud uzantılı mail adresini ne zaman ve niçin aldım hatırlamıyorum. Olası bütün adresleri girdiğimde onların hatalı olduğu gösteriliyordu. Kaldı ki, doğrusunu bulsam bile ikinci adımdaki şifreyi hatırlamam mümkün olmayacaktı. Bu işlemleri tamamlamadan telefonu kullanamıyordum. Bir anda karşıdan aramalara bile kilitlendi telefonum. Belki bir faydası olur diye kapadım, açtım ama yine değişen bir şey olmadı.

Canım iyice sıkılmıştı. Şu mobil cihazlar hayatımıza girdi gireli ayrılmaz bir uzvumuz oldu sanki. O kadar eksikliğini hissediyor ki insan. Sanki her an birisi acil bir nedenle arayacak ve ulaşamayacakmış gibi hissediyorum. Neyse ki eşim kendi telefonunu almış yanına.

Başımıza geleceklerden habersiz, daldık bir Turkcell bayisine. Sağ taraftaki masada oturan genç, bol makyajlı bir bayana anlattım durumu. "O tür sorunlara Sıla Hanım bakıyor." dedi, istifini bozmadan. Sıla Hanım bir müşteriyle ilgileniyordu o sırada. İşi biter bitmez bizi dinledi. Kimse inanmaz, tam üç buçuk saatlik maraton böyle başladı.

"Öncelikle mutlaka verdiğiniz icloud uzantılı e-mail adresini hatırlamanız gerekir ya da cihazınızın faturasını getirmek durumundasınız." dedi. İki si de imkansız. Cihazı Umman'dan bir iş seyahati sırasında almıştım. Fatura ayrıldığım şirketin çekmecelerinin birindeydi.  "Fatura ne işime yarayacak bundan sonra" deyip atmış olmalıydım. "Faturayı unutun." dedim kıza. Derin bir iç çekişten sonra "Arayıp bulacağız verdiğiniz e-mail adresini, başka çaremiz yok" dedi. Olabilecek onlarca varyasyon denedik, yok, bulmamızın imkanı yok.

Adının Sıla olduğunu öğrendiğim genç kız, büyük özveri ve sabırla, adımdan, soyadımdan bir sürü e-mail adresi türetirken olayın nereye varacağını tahmin edemezdim. Bu büyük çabasını anlamaya çalışırken nihayet ona sordum. "Ola ki, e-mail adresini ve faturayı bulamadık, ne olacak?"

Gelen cevap şok etti beni. "Cihazınız hiç bir işe yaramaz o zaman, çöpe atacaksınız." "Nasıl olur bu?" dedim. "Güvenlik için yapıyorlar bunu" dedi.

Artık iyice kaybolmuştu ümitlerim. Bir saatten fazla Sıla ile birlikte kelime oyunu oynar gibi kelime türetiyorduk, e-mail adresi olabilecek. Baş harfi belliydi sadece, onun yanında ise altı tane siyah nokta. Belli olan baş harf, ismimin ilk harfiydi. Mail adresinin karakter sayısının orada gösterilen nokta sayısı ile de ilişkisi yokmuş. Yani baş harf dışında hiçbir ip ucu yok. Artık daha önce girdiğimiz olası adresleri unutup tekrar tekrar girmeye başlamıştık. "Peki, nedir elimizdeki bu cihazın fiyatı? " diye sordum. "Bu cihaz iphone 5, ama ben size yeni çıkan iphone 6 yı öneririm, bu kadar para ödedikten sonra." dedi, kız. "Yok" dedim. "Aslında benim merak ettiğim çöpe kaç para attığımdı." Yanındaki arkadaşına sordu iphone 5 fiyatını. Tam 1.850 TL imiş. Şok oldum. Şimdiye kadar telefon modelleri ve fiyatlarıyla ilgilenmemiştim. Mobil telefonlar çıktı çıkalı hiç bir zaman para verip cihaz almamıştım. Bugüne kadar hep şirketin verdiği telefonları kullandım. Bu elimdeki de şirketin son hediyesiydi bana. Şimdi daha iyi anlamaya başlamıştım kızın mücadelesini. Yine de bu parayı kaybetmem kaç kişinin umurunda olurdu ki. Kıza acımaya başladım. Ha bire "Şu olabilir mi, bu olabilir mi e-mail adresiniz?" şeklindeki soruları bitmek bilmedi.

Bir yandan benden sonra işini Sıla Hanım'a yaptıracak kişiler de sabırla sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bunun farkına varınca beni biraz bekleteceğini söyleyip kısa süreli aralar verdi diğerlerinin işlerini çözmek için. Onlardan sonra yeniden devam etti araştırmaya. En sonunda apple ülke yetkilisini aradı. Onunla uzun uzun görüştü. Telefon cihazının arkasında zor okunan cihaz seri numaralarını istedi yetkili. Okunması oldukça zor olan küçük puntolu rakamlardı bunlar. Kendi telefonuyla fotoğrafını çekip büyüttü ve karşı tarafa okudu. Israrla faturanın bulunmasını istiyordu konuştuğu "Apple" yetkilisi. Aksi takdirde telefon kullanılamazmış. Bir takım gizli sorular sordu cevaplarını verdim. Yine de bir sonuç çıkmadı. Dönüp bana "Arayıp bulacağız, başka bir yolu yok" diye yineledi. Ben bu işten sıkılmış, umutsuzluğa düşmüş iken o hala "Mücadeleye devam" diyordu. İnanılacak gibi değil. "Ayıp oluyor size o kadar zamanınızı aldım, bırakın artık uğraşmayı bu iş olmayacak galiba" demeyi düşündüğüm anda, bir şeylere ulaştım galiba dedi. İkinci bir kimliğim olan "Apple" kimliğime ulaşmış. Allah, Allah kim bilir kaç kimliğim var acaba? diye düşündüm kendi kendime. "Oradan "iphone" adresine ulaşabilirim belki," dedi, kız. Olmadı, yine olmadı.

Bir ara "Ben yine arayım Apple yetkilisini, ama benimle yeniden ilgilenmek istemezler, size vereyim siz biraz ağlayın, başka türlü yardımcı olabilirler belki" dedi. Sıla, soruna iyice vakıf olduğundan o kadar güzel anlatmıştı ki yetkiliye, benim onun kadar düzgün anlatmam mümkün değildi. Biraz panikler gibi oldum. Telefonla aradı tekrar birilerini. Başka telefon numaraları verdiler onlar araması için. Şansımıza farklı bir yetkili çıkmıştı karşısına bu sefer. Ona durumu kendi anlattı yine. Birkaç güvenlik sorumuz olacak demiş yetkili.

İlk soru "İlk kullandığınız arabanın markası nedir?" Hoppala. Aradan geçmiş otuz beş yıl. Ne yazdım acaba derken Sıla bana "Düşünün, iyi düşünün" diyerek moral takviyesi yapıyor, telefonun ucundaki yetkili ise benim ağzımdan çıkacak bir kelimeyi merakla bekliyordu.

"Renault, galiba" dedim. Karşı taraf "Değil" demiş. Sıla da bana anında aktarıyor sürekli. Eşime sordum, "Ya bu bir ara Yusuflardan satın aldığımız araba olmasın?" Kıza, "Araba kendine ait bir araba mı yoksa ilk kullandığın araba mı? diye sordum. "Kendinize ait." dedi. Eşimin de aklına gelmiyor Yusuf'un arabası. Hani diyorum beyaz renkli bir arabaydı, "Orhaneli' de şoför kaza yapmıştı onunla, Renault Spring değil de onun benzeri hani." Yok kardeşim, yok, hafıza diye bir şey kalmamış." Broadway" gelmiyor bir türlü aklımıza.

Ama iyi ki de gelmiyor. Çünkü Broadway de değilmiş. Renault dedikten sonra Sıla  Renault'un bütün modellerini denemeye başlamış bile. "Tamam, buldum" dedi sevinçle. "Toros" muş. "Ohh, dedik hepimiz derin bir nefes aldık. Daha bu ilk soruydu. İkinci soru "Anneniz ve babanız ilk hangi ilde tanışmışlar?" Ha, bak bu kolay. İkisi de İzmirli olduğuna ve İzmir'den hiç ayrılmadıklarına göre cevap "İzmir".

Böylelikle e-mail adresini Apple yetkilisi verdi Sıla'ya. Vermeyebilirdi de. Genellikle e-mail adresi belirlenirken otomatik olarak alternatif adresler üretiyormuş bilgisayar. Bazen istediğin adresin yanına 1 veya 11 koyuyormuş. Benim vermiş olduğum ve daha önce denediğimiz adreslerdin birine sonuna da "i" harfini koymuş. Yani soyadımın son harfini ikinci kez tekrarlamış. Ben de olsun varsın deyip basmışım onay tuşuna meğer.

Kullandığım mail adresine mesaj geldi. Şifre sıfırlandı. Yeni şifre verildi. Ve telefonum çalışır duruma geldi. 1.850 TL kazanmış gibi oldum. Bir hafifledim, bir hafifledim ki sormayın. Sevinçle kıza "Nedir borcum?" diye sordum. Hiç kimse bir iş için bu kadar mesai ayıramaz. Kız gülümsedi "Yok, hiç bir borcunuz yok" Çıkarıp biraz para bıraktım yine, arkadaşlarıyla pasta yiyip beni hatırlasınlar diye. Kabul etmedi önce, sonra arkadaşına uzattı parayı. Son yıllarda gördüğüm en "İnsan" kişiydi. Çok güzel değildi. Ama dünya güzeli göründü gözüme.           

23 Mart 2016 Çarşamba

22/03/2016 Salı, İzmir

Kızım hafta sonu yeni evine taşınıyor. Evde tamirat, tadilat, boya işlerinin son aşamasına gelindi. Görev aşkından dolayı işinden izin almadı. Ona destek olmak üzere yardıma geldik eşimle. Bilgisayarım yanımda olmadığı için istediğim gibi yazamayacağım. Ne telefonumla ilgili başıma gelen ibretlik hikayeyi ne de 50 yıllık arkadaş ziyaretini... İlk fırsatta anlatacağım bir iki gün gecikmeli de olsa bugünü.

21 Mart 2016 Pazartesi

21/03/2016 Pazartesi, Tire

Kahvaltıdan önce çıkıp elektrikçi Ali'nin dükkanına gittim. Telefonlarıma bile çıkmıyordu artık. Dükkana vardığımda kendisi yoktu yerinde. Oğlu Hasan'dan çıkardım acısını. Ne biçim insan bunlar. Söyleyecekleri hiç mi laf yok? Ne sözler tutuluyor ne izahat veriliyor. TEDAŞ'ta toplantıdaymış. Bizimkisi iş değil sanki. Sadece elektrik işi değil, sıhhi tesisat işleri de bekliyor onu. "Tamam" dedi oğlu, "Ben babamla konuşurum, tesisat için bugün ekibi gönderirim."

Kahvaltı ettikten sonra zeytinliğe çıktım. Girişte iki kadın, budanan ağaç dallarını topluyordu. Kim bu kadınlar dercesine baktım o tarafa. İçlerinden biri "Ben Kadir'in annesiyim, bu da Yakup'un karısı." dedi. "Tam zamanında söyledin." dedim. "Yabancı görüp kızacaktım size, ne yaptığınızı soracaktım, izin almadan burada." Gülerek "Bizimkilere yardıma geldik" dediler. Aslında budamadan çıkan zeytin odunlarını toplamaktı niyetleri. "Bu odunlardan alabilir miyiz?" diye sordular adet yerini bulsun diye. "Peki, iyi o zaman" deyince rahatladılar.

Elektrikçilerin arayıp aramadığını sorduğum anda Kadir'in telefonu çalmaya başladı. Arayan elektrikçilermiş. Yayla kapısını açmasını istiyorlarmış. Meğer on beş dakika önce önlerinden geçip yaylaya gitmişler. Kilitli olduğu için kapı, içeri giremiyorlarmış tabii. "Gidip açayım bari." dedim. On dakika sürmemişti bahçeye vardığımda. Tuvaletin temiz su tesisatını döşemeye gelmiş iki kişi. Biri daha önce gelen Kamil'di. Elektrik işinden haberleri bile yok.

Öğleden sonra, Aydın'daki eski çalışma arkadaşlarımdan biri aradı. Şaşırdım, başına taş falan düşmüş olmalıydı. Çünkü en az bir buçuk yıl boyunca hiç aramamıştı. Tam on yedi yıl birlikte çalışmamıza rağmen. İşten ayrılırken "Abi ne oldu, nereye gidiyorsun?" bile dememişti. Bu arada onun en samimi arkadaşı, yani benim işten ayrılmama sebep olan kişi, bana yaptığı haksızlığın bedelini üç ay sonra geçirdiği bir trafik kazasında canıyla ödemişti. Böylelikle şirkette en güvendiği kişiyi de kaybetmişti.

Hani bazıları vardır ya, küçük bir makam versen kendini dünyanın hakimi zanneder. Öyle biriydi o. Benden yüz bulamayınca doğrudan patronlarla temas etmeye başladı. Yüz de buldu onlardan. Patronlar cahil ama ondan akıllıydılar. O ise para uğruna kendini satan yalakanın biriydi.

Bu adam beni neden arar diye uzun uzun düşündüm. Muhtemelen artık patronların ondan bir beklentileri kalmamış olacak ki, yüzüne ayna tutup  ona gerçek değerini gösterdiler.  "İşte," dediler, "Seni biz şişirdik." "Aslında beş para etmez herifin tekisin." Ondan sonra geldim aklına. İş işten geçtikten sonra yani. Soğuk davrandım. Eşimi çocuklarımı sordu, tek kelimelik cevaplar verdim. "Aramızda bir şey yok değil mi?" diye sordu. "Yok" dedim sadece. O yok deyişim, onu kafamda yok ettiğimi anlatıyordu. Bir daha arar mı? Bu yüz olduktan sonra belki arar. İster arasın ister aramasın, benim gözümde yok hiçbir değeri. 

20 Mart 2016 Pazar

20/03/2016 Pazar, Tire


Yakup Ustayı aradım sabah. Dün yağıştan dolayı yaylada çalışma olmamış. Bugün ise zeytinlikte ağaçları buduyorlarmış. Gani Ustanın oğlunu da aralarına almış, üç kişi çalışıyorlarmış. Mutlaka yanınıza uğrarım bugün dedim.

Sabah "evde yazar" kardeşimden bir öykü okudum. Çok etkilendim. Ben de onunkine benzer bir şeyler karalamak istedim. Farkındayım eline su dökemem. Konunun benzemesi de tesadüf sayılmaz. Başka bir şey düşünmüyoruz ki bu aralar. Çok uğraştım, yazdıklarımı sildim, başka şekilde yazdım. Olmadı, yine sildim tekrar yazdım.

Bazen ne kolay dökülüyor kelimeler. Epey zamandır ilham gelsin diye bekliyordum. Tamam, Nobel ödülü vermeseler de yine yazacağım.


Yazdığım öyküyü yayınlamadan önce eşime okumam benim için bir ilkti. Daha önce yazılarım yayınlandıktan sonra sunuyordu eleştirilerini. Düzeltip güncelliyordum arkasından. Ekseriyetle benim de "Tüh nasıl yaparım bu hatayı" dediğim cinsten bir iki hata dışında pek beğenirdi yazılarımı. Bu sefer öyle olmadı. Açık açık "Beğenmedim" dedi. Bir sürü yer gösterdi düzeltecek. "Neresini düzelteyim" dedi "Bu paragrafın, hepsi felaket."  Sıkıldı sonunda. Öykünün sonunu zor getirdi. Ben "Nasıl olmuş?" diyemedim bu sefer. Ama o bana "Olmamış" dedi ve gülümsedi. Teşekkür ettim. Teşekkür ettiğim için ne düşündü bilmiyorum ama düşüncesini tekrarlamak zorunda hissetti. "Olmamış gerçekten, olmuş diyemem"

İkaz ettiği konuları bir kez daha elden geçirdim. İstediği yerleri düzelttim. Bir daha gösteremezdim olmuş mu diye. Çünkü tanıyorum bakmayacak bir kez daha. Ne olursa olsun rahatlamak için yayınladım yine.

Bugün Nevruz. Ülkenin pek çok yerinde izinsiz gösteriler, olaylar, gaz bombaları gündemi oluştururken buraları bambaşka bir dünya sanki. Adet olduğu üzere bütün evler boşalmış, ahali, Balım Sultan Türbesi ve Kaplan'a giden yolların kenarlarına taşınmış. Bir başka karşılanıyor burada bahar. Herkes piknik mangallarını kapıp çoluk çocuk eğleniyor işte kendi çaplarında.

Yollarda görülmemiş bir araç yoğunluğu var. Sağda solda son derece düzensiz şekilde kümelenmiş insanlar bir yandan çay içerken diğer yandan rakılarını yudumluyor. Kadınların hepsi çay içiyor burada, rakı erkek içeceği. Bir kısmı geleneksel olarak saçlarının yarısını açıkta bırakan bir eşarp takmış, diğerleri saç telini göstermeyecek şekilde kapatan garip bir başlığın üzerine atmış örtüsünü. Çocukların her biri kendi havasında, çimenlerin üstünde düşüp kalkıyorlar. Mangalda pişen etlerin kokusu ortalığa yayılıyor.


Zeytinliğin önünden geçip önce yaylayı dolaştık. Bahçe kapısına geldiğimizde bir otomobil kapıya doğru yanaşıyordu. Biz yanında durunca manevrasını tamamlayıp döndü yola tekrar. Kim bu diyene kadar çoktan uzaklaşmıştı yanımızdan. Eşim "İyi ki bu demir kapıyı yaptırmışız" dedi. "Yoksa milleti içeriden zor çıkarırdık."

Kısa bir süre kalıp ayrıldık sonra bahçeden. Zeytinliğin önünde durduk. Yukarıda Yakup Usta, Kadir ve Gani Usta'nın oğlunun sesleri geliyordu. Her taraf budanmış zeytin dallarıyla dolu.

Bademler büyümeye başlamış. Ağaçların altında hala zeytin taneleri var. Birkaç avuç topluyoruz. Biraz ileride çok güzel çiçek açmış bir ayva ağacı görüp resmini çekiyorum. Her taraf yemyeşil, yerler papatyalarla örtülmüş.



Yollar araçtan geçilmiyor. Restoranlar hıncahınç dolu. Yol kenarları ona keza. Nevruz kutlanıyor burada. Bakıyorum insanlara, ne Kızılay ne de Taksim umurlarında.

MAVİ ÇİÇEKLER


Gün geçtikçe artan terör olayları, patlayan bombalar, ölen, yaralanan insanlar toplumun bütün psikolojisini bozmuştu. Elçilikler kapanıyor, yabancı ülkeler vatandaşlarına bulundukları yerden dışarı çıkmamalarını tavsiye ediyorlar. Bütün bu duydukları onu her geçen gün karamsarlığa itiyordu.

Ne zaman ve nerede patlayacağı belli olmayan bir bombanın hedefi olabilirdi. Sadece kendisi için değil, yakınları için çok daha fazla endişeleniyordu. Her patlama ya da şehit haberinde açıklanan isimleri dikkatle dinliyor, aralarında tanıdık biri olmadığını anlayınca rahat bir nefes alıyordu. Sonra düşünüp utanıyordu kendinden. Ölenler de insandı. Tanıdık olsun ya da olmasın ne fark ederdi.

Yine böyle bir günün sabahı, ruhundaki sıkıntıları azaltmak ümidiyle yürüyüşe çıkmıştı. Hava kapalıydı ancak henüz yağmur yağmıyordu. Böyle havalar oldum olası insanın sıkıntısına sıkıntı katar. Yağmur yağacak olsa ıslanmamak için çaba göstermeye hiç niyeti yoktu. Belki bu sayede içine biraz ferahlık verirdi soğuk damlalar.

Yürüyordu, adımlarının nereye götürdüğünü bilmeden. Sıkıntıdan ateş basmıştı yüzüne. Kafasına takılan bir şey de yoktu adını koyabileceği. Ama karmakarışık bir yumak haline gelmiş sorunlar, aç kurtlar gibi kemiriyordu beyninin içini. Ne geçim derdi ne de aşk acısı. Bunlar değildi onu bu hale getiren. Sadece yarının ne olacağını bilememekti derdi. Avrupa'nın medeni ülkelerini görenlerin en çok gıpta ettiği şeymiş düzen. Neyin nasıl ve ne zaman olacağını çok iyi bilirmiş herkes orada. Hangi otobüsün, hangi duraktan, saat kaçta geçeceği önceden belliymiş. Yıllarca sürermiş bu düzen, dakika sektirmeden. Havasını soluduğu bu ülkede ise hangi banka ne zaman batacak, nereyi su basacak, hangi yalıya gemi çarpacak belli olmadığı gibi hangi bombanın nerede patlayacağı da belli değilmiş.

Her attığı adımın ertesinde ömrünün bir adım daha kısaldığını, bir sonraki adımı atıp atamayacağı düşüncesi içinde, bilinçsizce, başını yukarı doğru kaldırdı. Donuk gözlerle etrafına bakarak sağlı sollu yükselen binaların içinde hummalı bir çalışmanın hız kesmeden devam ettiğini düşündü. Bir hukuk bürosunda yanına arkadaşını alan genç bir kadının boşanma davası açmak üzere beklediğini hayal etti. Eşinden yediği dayaklar muhtemelen canına tak etmiş olmalıydı. Senelerce tek başına cesaret edememiş, daha sonra işyerinden tanıdığı bir arkadaşının baskısıyla vermiş olabilirdi belki kararını.

Hemen alt katta ünlü bir yeminli mali müşavirlik bürosundan fısıltı halinde çıkan sesleri duyar gibi oldu. Daha fazla vergi kaçırmanın yollarını gösterirdi bu bürolar, büyük iş sahiplerine, devlete çaktırmadan. "Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki," diye geçirdi aklından, "Yemin ettiriyoruz ama yeminini tutmadığında bir ceza vermiyoruz." Bu dünyada olmasa da öbür dünyada çıkacaktı güya bu yeminin acısı.

Caddenin kenarındaki yalnız bir ağacın dallarından havalanan kuşa takıldı gözleri. Kanatlanıp gözden kayboldu bu gördüğü kuş, yükselip alçalarak, neşeyle. Kuşun yerine koydu kendini. O mu daha mutlu acaba?

Bir anda insanların sayısı artmaya başladı caddede. Garip bir ürkeklik sardı içini. Kalabalık yerlerden uzak durun dememişler miydi? Geri dönmeye çalışsa da ayaklarına söz geçiremedi. Başındaki uğultunun kaynağı kalabalıktan mı yoksa beyninin içinden mi bir türlü çözemiyordu. Ahmakça bir gülümseme yapışmıştı yüzüne. Bunu hissedince elini çenesine koyup gizlemeye çalıştı bu ruh halini.

Kalabalık artıyordu etrafında. İnsanların yüzündeki endişeyi gördü. Bir an önce kaçmak bölgeyi terk etmek istiyorlardı. Bir yandan kalabalığa girmeye çalışıyordu yenileri. Kulağında müzik çalarları ile öğrenciler en masumlarıydı içlerinde. Onların umutları kesilmemişti henüz bu hayattan. Olgun yaşta tombul bir teyze, elinde dolgun  çantası, bir o yana bir bu yana salına salına yürüyordu.  Bir yaşlı çift daha geliyordu meydana doğru, birbirine dayanmış. Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler. Hepsini, ayrı ayrı gözlemeye koyuldu. Şu esmer, iyi görünümlü, uzun boylu adam bir doktor olmalıydı. Başlarını yeni moda örtmüş  iki tıknaz kadın uzun pardösüleriyle yerleri süpürüyordu.

Ne yapmaya gelmişti sanki buraya. Bir rüyadan çıkmışçasına sorarken kendi kendine, karşıdaki direğe yaslanmış bir kadınla geldi göz göze. Kadın sadece ona bakıyordu anlamsız gözlerle. O gözler esir aldı onu. Çakıldı kaldı yerinde. Bakıştılar uzun bir süre. Beş altı metre vardı aralarında. Gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu kadın. Anlamaya çalıştı, bakışlarını ondan almadan. Kadının gözleri git diyordu, kaç buralardan.

Dakikalarca birbirlerine baktılar. Kadının siyah saçları dağınık, güzeldi gözleri. Üzerindeki pembe ceketle giydiği yeşil eteğin uyumsuzluğu dikkat çekiciydi. Tuhaf bir şekilde kesişmişti yolları. Kadının gözleri değişti birden. O yeşil gözlerinin içinden şimşekler çakmaya başladı. "Madem kendi ayağınla geldin, madem ki gitmek istemiyorsun, kal o zaman, kal beraber gidelim" der gibiydi.

Bir ses duydu derinlerden. Üzerini yokladı, kendi telefonu değildi çalan. Kadın da etrafına ürkek bakışlar atarak hareketlendi birden. Nihayet sesin kaynağını buldu kat kat giysilerinin içinden. Eline aldığında önce elindeki telefona, sonra başını kaldırıp ona baktı. Gülümsedi. Daha sonra kararlı bir şekilde açma düğmesine bastı.

Ardından büyük bir patlama sesi kulakları sağır edercesine ortalığa yayıldı. Onlarca kişinin parçaları havalarda uçuştu . Kaçıştı çığlıklarla insanlar bir sağa bir sola. Yoğun bir sis bulutu yükseldi, masmavi bir ışık önlerini aydınlattı. Kadının o gülümsemesi yapışmıştı sanki yüzüne. Çevrelerinde yirmi kadar kişiyle ayakları kesildi yerden. Masmavi bulutların arasında yükselmeye başladılar hep birlikte.

Kadın da onlarlaydı. Hiçbir şey duymamıştı, ne bir acı ne de sızı. Üzerindeki can sıkıntısı kalkmış hafiflemişti. Yükselmesinin bir sebebi miydi bu? O karamsarlık, gelecek endişesi miydi ayaklarını yere bağlayan? Hiç kimse kızamadı kadına telefonu açtığı için. Kızmak insanlar içindi çünkü. Hep birlikte yükselmeye devam ettiler mavi çiçekler arasında. En sonunda dayanamayıp sordu, yeşil gözlerinden aldığı cesaretle. "Neden?", "Niçin yaptın bunu?" Yeşil gözlerinden iki damla yaş süzüldü. "Kader" dedi. "Seni buraya getiren kader, beni buradan götürdü" Sessiz kaldı diğerleri. Hepsi başını öne eğip razı oldu kaderine.

Derhal önlem alındı olay yerinde, hemen yayın yasağı konuldu. Kesildi bütün sosyal medya iletişim ağları. Yirmi dört kişi can vermiş. Bir de o kadın. Kırktan fazla yaralı varmış. Hiç kimse bilemeyecek orada ne işi olduğunu. Eceline doğru adım adım yaklaştığını, bir girdap gibi terörün içine çekildiğini.
Ancak o bilecek kendisine ağıtlar yakıldığını... 

19 Mart 2016 Cumartesi

19/03/2016 Cumartesi, Tire

Gece başlayan yağmur sabah saatlerinde hala devam ediyordu. Bugün de yaylada çalışma olmayacak!

Kahveye gitmek gibi alışkanlığım olmadığı için bu havalarda evde vakit geçiriyorum. Tuhaf bir şekilde bugün canım kitap okumak da istemiyor. Dün gece geç saatlerde yatağa uzandığımda, ertesi güne çok şey yapmak istememem gerektiğini düşünmüştüm. Çok şey yapmak isteyince öncelikler çatışıyor birbiriyle. Akşama kadar hızla geçince zaman, planladığı hiçbir şeyi yapamadığının farkına varıyor insan.

Google arama motoruna blog adımı yazıp rast gele film aramak geçti aklımdan. 2012 yılı yapımı II. Dünya Savaşını konu alan bir film çıktı karşıma "Beyaz Kaplan". Çoktandır savaş filmi seyretmemiştim.

Oturdum, bu filmi iki saat boyunca Türkçe alt yazılı olarak izledim. Filmin yönetmeni Karen Shakhnazarov. Biraz bahsedecek olursam;

II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Almanlar ve Ruslar arasında savaşın kaderini belirleyen şiddetli tank muharebeleri oluyor. Sovyet ordusunun belkemiği olan T-34 tanklarının karşısına Almanların sürdüğü efsane tank "Beyaz Kaplan" filme adını veriyor.

Beyaz Kaplan tarafından tamamen tahrip edilen T-34 içinden mucizevi şekilde % 90'ı yanmış halde çıkarılan bir Rus askerinin yaşamasına imkansız gözüyle bakılırken o kısa zaman içinde hayata döner. Adı ve ailesi dahil geçmişe ait pek çok şey hafızasından silinmiştir. Ordu, T-34'leri büyük ustalıkla kullanan  bu askeri savaş dışında bırakmak istemez.  Ona Rusça "yok" anlamına gelen Naydanov adıyla bir kimlik düzenleyip yeniden görev verir ve teğmen rütbesine yükseltir.  Bundan sonra bazı gerçek üstü konulara değiniliyor.

Naydanov, tankların tanrısı olduğunu ve tanklarla konuştuğu iddiasında. Kendisini öldürmeye çalışan Beyaz Kaplan'a kin beslediği için onu yok etmeye çalışır. Yine pek çok Sovyet tankına ateş yağdıran Beyaz Kaplanı terk edilmiş bir köyde sıkıştırsa da, tankın içindeki askerleri ele geçiremez. Filmin devamında işe biraz siyasi propaganda biraz felsefe karıştırılıyor. Almanya'nın kayıtsız şartsız teslim olmasından sonra savaşın bütün sorumluluğu Almanya halkına yüklenirken, Hitler'in savaşı öven sözleriyle film son buluyor.

Sonradan okuduğum bazı yorumlar filme daha derin anlamlar yüklemiş olsalar da filmden tavsiye edebileceğim düzeyde hoşlandığımı söyleyemem. Benim için işin esas ilginç yanı kaldırdığım her taşın altından yine Hitler'in çıkmış olmasıydı.

Bir ara facebook'a gireyim dedim. Yok, girilmiyor. Aklıma hemen bir yere bomba atılmış olabileceği geldi. Yanılmamışım.  İstanbul İstiklal Caddesinde canlı bomba saldırısı olmuş yine. Durum her geçen gün zıvanadan çıkıyor.

18/03/2016 Cuma, Tire

Eşimle birlikte çıktık yaylaya bugün. Güneşli ve güzel bir gün. Bazı ağaçlar çiçekli, bir kısmı dökmüş artık çiçeklerini. Bahçede ustalar çalışıyor. Çatı kapanmış. Taş fırını yakmışlar yine. İçinde pişecek güveçleri, pideleri hayal ediyoruz.

Şöyle bir dolaşıyorum. Gözüme çocukken avronez dediğimiz sarmaşık takılır mı acaba diye. Birkaç dal bulduysam da işime yaramayacak. Bolca nane var kendiliğinden bitmiş. Yakup usta sabah topladıklarımızı ver abine diyor Kadir'e. Kadir koca bir demet çıkarıp uzatıyor. Şaşırıp soruyorum, "Nereden buldunuz bunları?" diye. "Aşağıda çok var" diyorlar, teşekkür edip ayrılıyoruz.

Yolda elektrikçi Ali'yi arıyorum yine. İki gündür uğramamışlar bahçeye. Cevap vermiyor telefonu. Bir daha arıyorum, yine cevap yok. Bir kez daha aradığımda oğlu çıkıyor karşıma. "Ne zaman bir şey soracak olsam baban telefona bile cevap vermiyor." diyorum. Dükkanına gidip baskın yapmak istiyoruz. Dükkanında da yok. TEDAŞ'ta diyor çalışanı. 

Bugün küçük pazar günü. Pazar'dan ot alıyoruz. Bir de çamaşır makinesi için servise uğrayacağız. Son bir haftadır sıkma başladığında pistten kalkış yapan uçağın çıkardığı sese benzer bir uğultu kopuyor. Garanti süresi yeni dolmuş, zaten burada yetkili servisi de yok.

Eve döndüğümüzde servis geliyor. Kazanın bilyeleri dağılmış. Açıp bakıyor servis yetkilisi gençten bir çocuk, "Kazan pres kazanmış" diyor. İyi mi kötü mü yani? "Yani kazan değişecek komple ya da..." "Ya da", diyorum cümlesinin tamamlamasını bekleyerek. "Yeni, makine alacaksınız." "Kazanın fiyatı çamaşır makinesinin fiyatına yakındır" diyor. "Hem bizden değil yetkili servisten isteyebilirsiniz bunu" diye devam ediyor.

Canımız sıkılıyor ama yapacak bir şey yok. Eşimle yeni makine alsak daha iyi olacak galiba diyoruz. İzmir'de yetkili servisi arıyoruz. Bize 850 ile başlayan başka bir numara veriyorlar. Bu numaradan Ödemiş'te bir yetkili servis olduğunu öğreniyoruz. Numarasını çevirdiğimizde yardımcı olmak isteyen biri, yeni makine almamızın bizim için daha mantıklı olacağını söylüyor. Artık makineler ancak üç dört yıl dayanacak şekilde yapılıyormuş, yenisi satılsın ekonomiye canlılık gelsin diye. Ahlaksızlık bu.

Bugün 18 Mart'tı. Herkes bugüne özel yazılar yazıyor, postlar bırakıyor. Benim aynısını yapmak gelmedi içimden. İşin kolaycılığına kaçmak sanki bu. Şehitlerin anısına saygısızlık gibi. Basit geldi bana nedense. Belki de psikolojim bozuldu son yaşadıklarımızdan sonra. O günlerle ilgili fıkra niyetine kahramanlık hikayeleri anlatmak yerine, gözlerimi kapayıp savaşı düşündüm, zavallı insanların yerine koydum kendimi, hayal ettim o zor günleri.

Birinci Dünya Savaşını anlatırlarken Çanakkale Zaferinden hiç bahsetmiyormuş İngiliz ders kitapları. Savaşla ilgili sadece birkaç satırdan ibaretmiş yazdıkları. Türklerin kahramanlıklarından ziyade kendi hatalarını anlatıyorlarmış. Birilerinin hatası diğerinin zaferi oluyor. Her iki taraftan bir sürü insan ölüyor, bir sürü insan acı çekiyor. Savaş kötü bir şey.   

18 Mart 2016 Cuma

17/03/2016 Perşembe, Tire

Bugün de çıkmadım yaylaya. Beni harekete geçirir ümidiyle yaylayı dolaşmak için eşimin bana eşlik etmesini istedim. Pek oralı olmadı. Israr etmedim. Bana ilginç gelen bazı konulara takıldım. Yaylaya gitme fikrimi sürekli erteleyerek akşamı buldum sonunda. Yemekten sonra gece gezmesine gideceğiz bir aile dostuna.

İlginç bulduğum konulardan biri, yaşanmış bir öykü. Yaşanmış olması öykünün değerini bir kat daha arttırıyor sanki. Yahudilere olan ilgim üniversite yıllarında başlamıştı.Okulun yurdunda kalırken oda arkadaşlarımdan biri David Grünberg'ti. Yabancı öğrenciler vardı aramızda, ama bu çocuk en az bizim kadar düzgün Türkçe konuşuyordu. Diğer arkadaşlardan onun Yahudi olduğunu, ailesinin Nazilerden kaçarak ülkemize sığındığını öğrendim. Babası üniversitemizde meşhur felsefe profesörü Teo Grünberg'miş.

Şaşırdığım diğer bir konu ise adının yazıldığı gibi okunmasını istemesiydi. Aslında bunu kendisi mi istiyordu bilmiyorum ama ona hiç "deyvit" dendiğini duymadım. Ben ve diğer arkadaşları ona her zaman "David" diye hitap ediyorduk. David, orta boylu, beyaz tenli, seyrek sakallı, narin yapılı kibar bir çocuktu. Ben hazırlık sınıfındayken o birinci sınıfa gidiyordu. Benden önceki yıllarda yurtlarda yer problemi olmadığından, Ankara'da evleri olduğu halde yurtta da bir yeri vardı. Çoğu zaman yurtta kalırken istediği zaman şehirde ailesinin yanında kalırdı. Mavi renkli Renault marka bir arabayla gidip gelirdi. Çok konuşmazdı ama ara sıra odadaki arkadaşlarla birlikte Kızılay'da bira içmeye ya da sinemaya giderdik. O talebelik dönemimizde David'in arabasına dolarak ayağımızın yerden kesilmesi büyük bir lükstü bizler için.

Okula başlamamla birlikte birbiri ardına yapılan öğrenci boykotları ve yurtlarda başlayan yer sıkıntısı yollarımızı ayırdı. Bölümlerimiz de farklı olduğundan bir daha hiç görmedim onu. İki yıl sonra babası Teo Grünberg'ten mantık dersi almıştım.

Aynı bölümde okuduğum bir kaç Yahudi kızı hatırlıyorum. Maddi durumları iyi görünüyordu her birinin. Birinin adı yanılmıyorsam Levi idi. David kadar mütevazı değildi onlar.

Yahudilere yapılan zulmü İkinci Dünya Savaşını konu eden filmlerden öğrendim. Daha sonra Yahudileri anlatan kitaplar okudum. Müslüman çoğunluğa sahip bir ülkede yaşadığım halde onlara karşı düşmanlık aklımın ucundan geçmedi. Tanıdığım ilk Yahudi olan David 'ten sonra Yahudiler hakkında okuduğum her kitap, seyrettiğim her film bana onları biraz daha sempatik gösterdi. Bir toplum tarihleri boyunca bu kadar mı eziyet görür?        

XX. yüzyılda yaşayan Yahudi ailelerinin hikaye ve resimlerini korumaya çalışan bir vakfa rastladım. Kar amacı gütmeyen bu kurumun adı Centropa. Derlemiş oldukları arasında yaşanmış bir öyküyü ağzım açık izledim. Kısa filme çekilen bu öykü Sefarad Yahudilerinin kullandığı İspanyolcaya yakın bir dil olan Ladino ile seslendirilmiş. İngilizce alt yazılı olduğundan filmi rahatlıkla izleme imkanım oldu. Bu ilginç yaşam öyküsünü bloğumda paylaşmadan rahat edemezdim. Oturdum Türkçeye çevirdim bilmeyenler yaşadığımız bu coğrafyada neler olup bittiğini görsünler diye. BİR TÜRK-YAHUDİ-MÜSLÜMAN ÖYKÜSÜ 

BİR TÜRK-YAHUDİ-MÜSLÜMAN ÖYKÜSÜ



Güler ORGUN anlatıyor, İstanbul, 2010

İstanbul gibi bir şehir yok dünyada.
Malum olaylardan sonra hayatımıza Avrupa ve Asya'da devam ettik.
Modern bir yaşantı sürdürürken güzel geleneklerimizi hiç unutmadık.
Farklı kültür ve farklı dinlerin yanı sıra birçok etnik kökenli aileye kucak açmış olan İstanbul, pek çok yönden dünyayı birbirine bağlamakta.

Bu yaşam öykümün, bildiğiniz öykülerden hiç birine benzediğini sanmıyorum.

Sözün özü, annem ve babam Yahudi olarak dünyaya geldiler ama daha sonra İslam dinine geçtiler. Böylelikle ben de bir Müslüman olarak doğdum.
Fakat daha sonra evlenebilmek için Yahudiliği seçtim.
Bu evlilik yürümedi ve sonra  Müslüman olan harika bir adamla ikinci evliliğimi yaptım.
Ve çocuklarım evlendiğinde, onların seçtiği kişiler  ne Müslüman ne de Yahudi'ydi.
Hatta damadım İskoç eteği bile giyiyor.

O zaman şu soru akıllara geliyor: Bir aile nasıl bu kadar farklı kültüre sahip olabilir?
Sorunun cevabı buradan, yani İstanbul'dan değil, ta 500 yıl öncesinin İspanya'sından başlar.

1492 yılının Ağustos ayında, Kristof Kolomb, Palos limanından ayrılıp batıya doğru yelken açtığı zaman, İspanya Yahudileri, Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella'nın emriyle binlerce yıldır yaşamakta oldukları yerlerden sürüldüler. Bu büyük göçe maruz bırakılan halk, sonraları Sefarad Yahudileri olarak bilindi. İbranice Sefarad İspanya anlamına gelir. Sürülen bu Yahudilerin çoğu Akdeniz'in diğer yakasında, yani Osmanlı Sultanlığının topraklarında kendilerine yeni yerler edindiler. Bu topraklara gelirken geleneklerini, giyim tarzlarını, hatta konuştukları Ladino diye adlandırdığımız Yahudi İspanyolcasını yanlarında getirdiler. Osmanlılar, hakim olduğu bütün topraklarda, Hristiyan Avrupa'ya kıyasla Yahudilere çok fazla toleranslı oldular. İşte benim ailem bu tarihin tam içinden gelmektedir. 

Köstence, Karadeniz sahilinde bir Romen şehri. Baba tarafım 20. yüzyıl başlarında burada yaşadı. Dedem İzak David Nassi, bir bankada çalışıyordu. Evlendi ve dört çocuğu oldu. 1903 yılında doğan en küçük çocukları daha sonra babam olacaktı. 1920 yılında çalıştığı bankanın İstanbul şubesine tayini çıktı dedemin. Bu sayede babam on yedi yaşındayken İstanbul'a gelmiş oldu.

Anne tarafımda ailemin izlerini daha da geriye sürebildim. Onlar da Sefarad Yahudilerindenmiş ve nesiller boyu Çanakkale'de yaşamışlar. Büyük büyükannem Miryam Levi, tam doksan altı yaşına kadar yaşadı, ona "Nonika" derdik. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarını ve 1923 yılında Kemal Atatürk'ün kurduğu modern Türkiye'nin doğuşunu gördü.

Nonika'mın bir kızı vardı, anneannem Esther. Moshe Benezra adında bir adamla evlenen anneannemin tam dokuz çocuğu oldu. Onlar daha sonra benim dayı ve teyzelerim oldular. Bu kocaman aile Sirkeci'de mütevazı bir evde yaşadı.

Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu Almanya ve Avusturya ile birlikte aynı cephede yer aldı. Dedem Moshe, Osmanlı ordusu saflarında savaşmak için askere gitti. Hangi cephelerde savaştı bilmiyorum ama Osmanlı İmparatorluğu, onun müttefikleri ile düşman kuvvetler arasında çok çetin muharebeler oldu. Anneannem Esther dedemin bu savaştan ne zaman döneceğini, hatta dönüp dönmeyeceğini bilemezdi. Ekmek parası için savaş bitip dedem eve dönünceye kadar bir ihracat firması için bezden fındık çuvalları dikti.

1923'te, Cumhuriyet ilan edildikten sonra, diğer insanlarla birlikte bütün ailemiz milli bayramları kutladık. Geleneksel bir Sefarad Yahudi ailesi olarak Yahudilere özgü Pesach'ta olduğu gibi akşam yemeğine otuzdan fazla kişinin davet edildiği özel günleri ve bayramları da. Dedem konuşmasını tamamladıktan sonra ailenin hazırladığı geleneksel Sefarad yemekleri servis edilmeye başlardı.

1920 ve 1930'larda annem genç bir kadın iken İstanbul'daki bir Yahudi hastanesinde gönüllü muhasebeci olarak çalıştı. Orada genç yakışıklı bir adamla karşılaştı. Ondan çok hoşlanmıştı ama bir daha onu göremedi.

Birkaç ay geçtikten sonra yine İstanbul'da büyük bir fırtına çıkmıştı. Annem bir kapı önüne ilişmiş, yağmurdan korunmaya çalışıyordu. Ansızın elinde şemsiyesiyle hastanede gördüğü o güzel yüzlü adam çıktı karşısına. Henri Nassi'ydi adamın adı. Bu tesadüf sayesinde birbirlerine kur yapmaya başladılar. Daha sonra Henri ve Neama evlenmeye karar verdiler. Ancak durum göründüğünden biraz daha karışıktı. Size babamın bir Romen olduğunu söylemiş miydim? O Türk vatandaşı değildi ama vatandaşlığa geçmek istiyordu. Bunun için annemle evlenmeden önce başka bir şey daha yapmaları gerekiyordu. Birlikte İslam dinine geçtiler. Babam adını Avni Tunçer olarak değiştirdi. Prosedürü tamamlamak için annemle birlikte gidip müftünün huzuruna çıktılar. Bir yıl sonra, 1937'de gözlerimi dünyaya bir Müslüman olarak açtım.  

Büyüme çağımda İstanbul, dünyanın en tılsımlı ve en güzel şehirlerinden biri, Boğazın mücevheriydi. Yüzyıllar boyu hüküm süren Osmanlıdan,  Roma ve Bizans'tan kendi verdikleri isimle Konstantinopolis'ten kalan muazzam mimari yapılar.

Öte yandan 1930'lu yıllardan itibaren Avrupa çirkin bir hal almaya başlamıştı. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başladı fakat bu savaşta Türkiye tarafsız kalmaya çalışıyordu. Çok sonraları Avrupa'da korkunç şeylerin yapıldığı su yüzüne çıktı. Alman Nazilerinden kaçan bazı Yahudi ailelerinin Türkiye'ye sığındıklarını bilmiyordum. Ancak evlerimizin pencerelerinde karartma uyguladığımızı hatırlıyorum. Ayrıca  ailem hissettirmemeye çalışsa da ekmek ve şeker karneye bağlanmıştı.

Savaş başladığında babam, diğer erkekler gibi askere çağrılmıştı. Kimse ne olacağını bilmiyordu. Türkiye savaşa girecek miydi? Girecekse hangi tarafta yer alacaktı? Pek çok Gayrimüslim aile savaş sırasında konulan "Varlık Vergisi" nedeniyle ekonomik bakımdan büyük zarar gördü. Babam da bu durumdan etkilendi ama yıllar önce İslam dinine geçtiği için ailenin diğer fertleri kadar  kötü durumlar yaşamadı.

Babam eve dönene kadar Türkiye savaş boyunca tarafsız kaldı ve 1945 yılından sonra yeniden kendi işine döndü. Beş yıl kadar sonra korkunç bir hastalık olan menenjite yakalandı. Doktor onun fazla yaşamayacağını söylemişti. Ancak o komadan çıkarken, aile fertlerinin kulağına şunu fısıldamıştı. "Ben ölemem, benim evlenecek bir kızım var." Çok fazla zaman geçmeden Ceki Karasu çıktı karşıma. Yahudi bir üniversite öğrencisiydi. Onunla evlenmeye karar verdik.

O bir Yahudi ben ise Müslümandım. Evlilik merasimimizi bir sinagogda yapmak istedik. Böylelikle Yahudiliğe geçtim. İlk önce müftüye gittim. Müftü sordu, "İyice düşündün mü?" "Evet" dedim. "Bunu isteyerek yapıyorum." Daha sonra Büyük Hahambaşına gittim ve Yahudi olmak için bütün prosedürleri tamamladım. 1954 yılında, Neve Şalom Sinagogunda evlendik.

Birkaç yıl sonra Ceki ile ayrı yaşamaya başladık. O üniversite eğitimine Amerika Birleşik Devletlerinde devam etmek istemişti ama ben Türkiye'de kalmayı tercih ettim. Sonuç olarak ikiye bölündük. Boşandıktan sonra babamla çalışmaya başladım. Boş vakitlerimde at binmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımdan biri vasıtasıyla Günel Orgun'la tanıştırıldım. Hoş bir Müslümandı o. Ayrıca tipik bir Türk'tü aynı zamanda. Sarı saçları, güzel yeşil gözleri vardı. Bu sefer tamam dedim, aradığım adam bu.

1965 yılının kasım ayında evlendik. Ne Müslüman ailelerinin geleneklerine göre ne de bir Sinagogda. Yaptığımız medeni bir nikah töreniydi sadece. Günel, Müslüman olarak kaldı ben de Yahudi olarak. Oğlumuz Orhan 1966 yılında dünyaya geldi, iki yıl sonra da kızımız Gün.

Çocuklarımızı büyütürken İstanbul'daydık. Hatta bir çiftlik evinde. Çocuklarım çiftlik hayatının içinde olmalarına rağmen çok çalıştılar. 

Sizlere doktoralarını kazandıklarını söylerken  her ikisiyle de gerçekten gurur duyuyorum. Orhan Dilbilim, Gün ise İngiliz Edebiyatı üzerinde ihtisas yapıyor. Gün, mükemmel bir İskoçyalıyla evlendi, daha sonra iki çocukları oldu. Orhan ise Kaliforniya'da yaşıyor ve orada öğretmenlik yapıyor. Kaliforniya'daki torunlarım benimle bazen İspanyolca konuşurlar. 65'inden sonra İspanyolca öğrenmek için Cervantes Enstitüsüne kaydoldum. Buna Ladino dilimin üzerindeki tozları atmak için karar verdim de denebilir.

Şimdi ben Türkiye'de Ladino dilinde yayınlanan ve Sefarad Yahudilerine ait haberlerin bütün dünyada okunduğu "El Amaneser" gazetesinde editör yardımcılığı görevini yapıyorum. İşte bu sayede büyükbabam ve büyükannem Moshe ve Esther Benezra'nın konuştuğu dillere geri dönmüş oluyorum. Benim İspanya Yahudilerimden kalan mirasa.

Ailem bizlere zengin ama karışık bir kültürü mirası bırakmıştır. Anne ve babam doksanlı yaşlara geldiklerinde bize bıraktıkları kültür mirası ile ilgili bazı sorularımıza maruz kaldılar, onlara sorduk: Müslüman mezarlığına mı yoksa Yahudi mezarlığına mı gömülmek istersiniz? Uzun uzun düşündüler bu soru üzerinde. Çalkantılı bir asırda yaşayan ailemizde hem Müslüman hem Yahudi olanlar vardı. 

1997 yılının bir Mayıs akşamında annem Neama Benezra Tunçer öldü. Ertesi günü onun vasiyetini yerine getirerek bir Müslüman mezarlığına gömdük onu. Cenaze töreninde imam işini yaptığı esnada bir şeyin farkına varmış olmalı ki,  "Şimdi biz Musa'dan Muhammed'e kadar bütün peygamberlere dua ediyoruz." dedi.

500 yıl önce, ailemiz İspanya'dan sürüldüğünde kendilerine sığınacak yer ararlarken burayı, İstanbul'u buldular. Belki de burada bizler Asya ile Avrupa, eski ile yeni, hatta dinler arasında bir köprü olduk.

Anlatan: Karen Sarhon
Görüntü Yönetmeni: Ulrike Ostermann
Müzik: Las Puertas
Çeviren: Osman Kadri TOKERİ
CENTROPA 2010 - www.centropa.org