25 Temmuz 2016 Pazartesi

TAŞ EVDE İLK GECE


24/07/2016 Pazar, Tire

Taş Ev’imizde ilk kez kaldık dün gece. Hala ufak tefek eksiklikler çıkıyor doğal olarak. Oda ve mutfağın pencerelerine çıkarılabilir sineklik, banyoya dolap yaptırmamız gerek. İnternet bağlantısı olmadığından dünkü yazımı bilgisayara yazdım ama yayınlayamadım. Pazartesi günü interneti bağlamaya geleceklerini umuyorum.

Sabah kalktığımda ağacın yeşili gözüme daha canlı, kuşların sesi daha sevimli geldi. İlk kez kahvaltı hazırladım Taş Ev’in mutfağında. Mutfak gereçleri evde alıştıklarımdan farklı. Kocaman bir demlikte tek kişiye çay yapmanın zorluğunu yaşıyorum. Ben çay sevmiyorum. Bu yüzden sadece eşim için çay yapıyorum. Ancak menemen evde yaptığımdan daha güzel oldu. Servis tabaklarımız yeniydi. Masa sandalyeyi dışarıda bıraktık. Veranda ona kadar sabah güneşini alıyor ama daha sonra hep gölgede kalıyor.

Taş Ev’in önüne aldık masayı. Sabah serinliğinde kuşların ve cırcır böceği seslerini dinleyerek yaptık kahvaltımızı. Eşim o kadar karşı çıkmama rağmen yine yordu kendini ve zor bir gece geçirdi. Yine sabah benden önce kalkmış reçel hazırlıklarına başlamıştı bile.

Öğlene doğru yanıma bir sepet ve sırık alıp yukarı yaylaya çıktım. Niyetim kuşlardan geri kalan armutları ve erikleri toplamaktı. Alt dallardaki armutları toplamıştım önceden. Hepsini kuşlar yemiş hiç armut kalmamış olabilirdi de. Ağacının yanına geldiğimde kuşların henüz dokunmadığı epey armut gördüm dalların ucunda. Hepsini sırıkla düşürdüm yere önce. Yerden toplamak belimi ağrıttı. Sepet dolduğunda kara kara düşünmeye başladım. Nasıl inecek bu aşağı? Üstelik ikinci bir sepet var dolacak. Bugün bunları indirebilsem erik toplama işini başka güne bırakmalıyım.

Sepeti sırtıma alamadım. Ağrı sağ yanımda olduğu için sağ elimle taşımak biraz daha sıkıntı veriyordu. Sonunda sık sık dinlenerek indirdim aşağı. Eşim eriklerin yarısının çekirdeklerini çıkarmış ve küçük parçalara ayırmıştı. Bir yorgunluk kahvesi yapıp içtik karşılıklı. Verandaya çıkarttığımız büyük televizyonu izliyoruz. Bütün kanallar demokrasinin zaferi diyor başka bir şey demiyor. Taksim CHP’nin mitingine hazırlanıyor. AKP de mitinge temsilci gönderecekmiş.

Bir kez daha çıkıyorum yukarı yaylaya. İkinci sepeti doldurup iniyorum. Reçel hazırlığı için yardım ediyorum eşime. Güncel olayları tartışıyoruz. Adını söylemekten aciz kadınlar tankları nasıl dize getirip demokrasi yolunda gazi olduğunu anlatıyor televizyonlarda. Gezi olaylarında kapanan Taksim Meydanı, cumhurbaşkanı ve hükümete prim veren CHP’ye bile açıyor kapılarını. Kılıçdaroğlu’nu dinliyorum. “Kimdir bu FETÖ?” diye sormuyor. “Ne istediler de vermediniz?” diye sormuyor. Ordunun içine yuvalanırken bu FETÖ cü darbeciler siz Ergenekon, Balyoz davalarının savcısı değil miydiniz? diye sormuyor. Çok daha önceden deşifre edilip etkisiz hale getireceğiniz darbecilere harekete geçecek zamanı niye verdiniz? diye sormuyor. "Haberimiz yoktu eniştem söyledi."lafına inanıyorsa, MİT müsteşarını niye görevden almadınız? diye sormuyor. Bugün müsteşarı görevden almamasına neden olarak “Dere geçerken at değiştirilmez.” demiş. Elli bin kişiyi gözaltına aldınız. Ordunun, yargının ve diğer önemli devlet kurumunun önemli kısmı gözaltında. Hapishanelerde yer kalmadı. “Bu atlar sizin değiştirilebilir sınıfında mıydı?” diye sormuyorsunuz. Böyle düşünen tek kişi dahi kalsam yaratılan algıya karşı duracağım. Nasıl durmam; Bir tank ve yedi asker ile stadyumu teslim almaya gidiyor darbeciler. Televizyonlarda darbe karşıtı yayınlar, politikacının darbecilere karşı yürüttüğü propagandalar tam gaz devam ettiği bir sırada. Çoluk çocuk tankları esir alıyor. Ne demokrasi kültürü varmış bu milletin… AKP ile FETÖ nün ortaklıklarının hala devam ettiği bile şaşırtmaz beni. Belki tamamen yanlış düşünüyorum. Ancak bize anlatılanların ve toplumda yaratılan algının da gerçeklerle hiçbir alakasının olmayacağından da eminim…

ÇOK ÇALIŞMAM LAZIM ÇOK


23/07/2016 Cumartesi, Tire


Evvelsi gün kızımın daveti üzerine Yukarı Kızılca köyüne gitmiştik. Orada yedik, içtik hoşça vakit geçirdik. Kızımın arkadaş grubundan geceyi hoş sohbetiyle renklendiren bir doktor hanım vardı ki onu unutmak mümkün değil. En sonunda ona tiyatro ile ilgisinin olup olmadığını sormuştum. Verdiği cevap tahminimde hiç de yanılmadığımı göstermişti. Ben de doktor hanımın anlattığı yaşanmış olaylardan birini öyküleştirip günlüğüme koymuştum.  Yeniden o geceyi hatırlatmama sebep öyküye ait aldığım olumsuz yorumlardı.



O gecenin sabahında kızım yazımı okumuş, olayı tam olarak aktaramadığımı ve açıkça öykümü beğenmediğini söylemişti. Haklı olabilirdi. Nedenlerini düşündüm. Her şeyden önce öyküyü anlatan komedi unsurlarını ön plana çıkarmış, almış olduğu tiyatro eğitimini sayesinde sözün yanı sıra taklit ve mimiklerle anlatımını güçlendirmişti. Anlattığı karakter kocasıydı ama daha çok annesiydi. O gece adeta güzel bir komedi gösterisi izlemiştik. Öyle ki, annesiyle ilgili birkaç hikâye daha anlatsaydı kesinlikle yeni bir “Sürahi Hanım” karakteri çıkardı. Bu yüzden ben uzun süre yayınlanan bir dizinin başrol oyuncusunun yerine görevlendirilen sanatçı durumuna düşmüş oldum.



Diğer bir konu öyküyü anlatan kişi kadar rahat değildi durumum. Yazdıklarımı okuma olasılıkları vardı. Bizi esas güldüren sözcükleri yumuşatarak kullandım. Dinlerken kahkahaya boğulurken okurken aynı etki ortaya çıkmadı bu zorunluluk nedeniyle.


Sabah kahvaltısından sonra eşim “Irmak haklı” dedi. Önce neden bahsettiğini anlamadım. “Kızım tabii ki her zaman haklı.” dedim. “Yazını okudum, ben de beğenmedim, olmamış.” dedi. Bazı düzeltmeler yapıp güncelledim. Sonra bu performans kaybına birçok bahane uydurdum. “Siz hikâyeyi biliyorsunuz, bu yüzden etkilenmediniz.” dedim yemedi. “Gece yazdım, uykusuzdum, ne yazdığımı biliyor muyum ben?” dedim olmadı. Yazıyı yazdığım bilgisayar kızımındı, “Mouse kullanmadan zihnim dağılıyor.” dedim yine değişen bir şey olmadı. “Güzel yazıyorsun ama bu olmamış, konuya girmemişsin işte” deyip son noktayı koydu. Bana da önümüzdeki maçlara bakmak kaldı…



Sabah her ikimizin de kafası karışık. Eşim kah benimle yaylaya çıkmak istiyor kah aşağıda kalıp evi temizlemek. Benim durumum daha vahim. Pazartesi sanıyorum bugünü. Hem ödemeler yapılacak hem dolapların montajı, tabelacı da gelip tabelaları takacak diye kıvranıyorum. “Hadi geleceksen çıkalım artık daha bankadan havale yapacağız.” diyorum. Eşim şaşırarak bakıyor yüzüme. “Cumartesi günleri kapalı olur bankalar” diyor. Bende jeton düşüyor, rahatlıyorum.



Saat onda bekliyorduk Ali Ustayı. Yarım saat önce arıyor telefonumdan. “Biz yayla kapısındayız.” diyor. Panik içinde hazırlanıyorum. Eşime seslenerek  “Ben çıkıyorum, sen de gelmeye karar verdiysen hemen çıkmamız lazım. Dolapçılar bahçe kapısında.”


Birlikte çıkıyoruz yaylaya. Marangozlar çalışmaya başlıyor. Onlara nezaret ediyorum. “Eşim elma toplayacağım.” diyor. “Otur dinlen, sonra birlikte toplarız.” diyorum. Dinlemiyor. “Boş boş oturmaya mı geldim ben buraya.” diyor. Boş bir sepet alıp elma topluyor. Fazla sürmüyor bu iş. Bir yerleri temizlemezse içi rahat etmeyecek. Tuvaletlerdeki malzemeleri dışarı alıyorum. Tuvaletleri temizlemeye başlıyor. Benim daha önce temizlediklerimi beğenmiyor. “Sen temizlik mi diyorsun buna? Yerlerde boya lekeleri bile duruyor hala…”

22 Temmuz 2016 Cuma

VARYANT

22/07/2016 Cuma, İzmir


Benim için erken, eşim için geç sayılabilecek bir saatte kalkıp çıktık evden. Kızımızı hastaneye bıraktığımıza göre artık kendi işlerimize bakabiliriz.

Erken kalkmanın en önemli faydası öğlene kadar çok iş kaçırmak. Hastanenin biraz ilerisindeki Gıda Çarşısına giriyoruz. Bu saatlerde doğal olarak yollar tenha. Açılış öncesi dünden not aldığımız eksiklikleri teker teker tamamlamaya başlıyoruz. Tuvaletlerin çöp kovalarından çay tabaklarına, kağıt havlulardan kürdanlara kadar bir sürü ayrıntı. Tamam artık kalmadı dediğimiz anda yeni  bir şey çıkıyor ortaya. Oldukça garip bir durum ama madem çıktık yola nefesimizi tutup devam etmemiz lazım. Arabanın arkası her gittiğimiz yerde biraz daha kabarıyor. Şirin reçel kavanozları, kağıt peçeteler, kürdanlar... "Başka ne vardı"? diye sorup duruyoruz birbirimize, "Artık başka bir şey yok." cevabını alırız ümidiyle. Ama her seferinde yeni bir şey çıkıyor...

Pastacılık malzemeleri satan dükkanlara uğramadan olmaz. En çok vakti bu tür yerlerde harcıyoruz. Eşimi bıraksan akşama kadar sıkılmaz. İşyeri sahipleri sıcak ilgi gösteriyorlar... 

Aşırı sıcak ve bunaltıcı bir gün. Sadece klima çalışan yerlerde rahat nefes alabiliyoruz. Arabaya biner binmez yüzümüze sanki  bir alev yapışıyor. Kahvaltı bile etmedik bu  sabah. Öğlen saatine kadar oradan oraya koşturuyoruz. Nihayet sona yaklaştığımızı düşünüyoruz. Listenin neredeyse tamamı alındı. Bu yorgunluğun üzerine yıllardır  yapmadığımız bir şeye karar veriyoruz. Kendimize kumru ekmeğinin arasına sucuk ve kaşar peyniri, domates, biber salçasından oluşan bir sandviç menü söylüyoruz. Gıda çarşısının içindeki salaş bir büfenin rüzgar gören tarafında ağır ağır ayranlarımızı yudumlarken karnımızı doyuruyoruz.

Dönüş vakti geliyor. Tepecik'ten Konak istikametine doğru yol alıyoruz. Eşrefpaşa yönüne saptıktan sonra varyanttan yukarı tırmanıyoruz. Bu yol maziyi canlandırıyor gözümde. Çocukluk yıllarımda az mı inip çıktım bu yollardan. Oysa varyantın giriş ve çıkışlarının öyle acemisi olmuşum ki şimdi.  Belki kırk yıl oluyor bu yoldan çıkmayalı. Nedense sahil yolu hep kolayıma geldi. Bazen yayan bazen arkasında biletçinin oturduğu ESHOT otobüsleriyle en geç iki günde bir inip çıktığımız güzergahtı varyant. Yılan gibi dönerek yükselen bu yolun üst kısmında nefis manzaraya sahip Zübeyde Hanım Kız Yurdunu arıyor gözlerim, ama nafile. Atatürk'ün adının kazındığı bu devirde Zübeyde Hanım mı kalır? Kredi ve Yurtlar Kurumu İzmir Bölge Müdürlüğü olmuş yeni adı. 

Üçyol'dan Gaziemir yönüne dönüyorum. Ayrancılar, Torbalı derken. yoğun bir günün ardından Tire'ye varıyoruz. Bugün günlerden cuma. Küçük pazar kuruluyor çarşıda. Şöyle bir dolaşmak iyi gelecek.

Çarşıda dolaşırken Yakup Usta arıyor parke taşlarını getirdim mi diye. Bozuntuya vermiyorum. Taşeron kıvırtırsa yine ona dönebilirim. B planım olarak kalsın bir kenarda. İki üç günlük işinin kaldığını söylüyor. "Ararım sonra ben seni" diyorum.

Pazar alışverişinden sonra Elektrikçi Ali'ye uğruyoruz. Beni takip edenler çok iyi tanırlar bu zatı. İçecek köşesindeki eviye ve çay ocağı bağlantılarını ile bahçe aydınlatmasını yapacak. Bir de tuvaletler için yeni aldığımız havlulukların duvara montajı var.

Ali Ustayı arıyorum. Dolapların imalatı tamamlanmış ama montajı yapacak eleman başka işe çıkmış. Yarın saat on gibi yaylada olacaklarını söylüyor. "Tamam yarın görüşürüz" diyorum ve kapatıyorum.

Aldığımız eşyaları yarın çıkartırız yaylaya. Araba dolu ne olur ne olmaz diye kapalı garaja çekiyorum bugün. Biraz dinlenmeyi hak ettik artık. Yarın yaylada hem yorulacağız hem dinleneceğiz.

Not: Resim "http://kategorizeedemediklerim.blogspot.com.tr/" adresinden alıntıdır.

YAYLASIZ BİR GÜN

21/07/2016 Perşembe, Tire, İzmir

Güne merhaba dediğimiz saatlerde İzmir'e gitmek henüz gündemimize girmemişti. Taş Ev yeni bir maceraya yelken açıyor. Dün muhasebecimizle görüştükten sonra işe belediyeden ruhsat almakla başlamamızı, gerisinin kolay olduğunu söylemiş, bunu söylerken de zorlu bir sürecin başında olduğumuzu hissettirmişti. Ben ise tam aksine, olmadığı kadar rahattım. Bütün işlemlerin tıkır tıkır yolunda gideceğini ve her şeyi düşündüğümüz için bize teşekkür bile edeceklerini hayal ediyordum. Diğer taraftan eşimin belindeki rahatsızlık sebebiyle gideceğimiz doktorun randevu saati yaklaşmıştı.

Geçen sefer yaylada bulunmam gerektiği için aşağı inememiş, eşim doktora bensiz gitmişti. O zamandan bugüne bir ay geçtiğine inanmak ne kadar güç (!) Geçen sefer randevu saatinde geldiği halde içeri epey beklettikten sonra aldıklarından çok aceleci görünmeyen eşimin aksine panik durumuna giren ben kendisini hareketlendirmek amacıyla randevu saatine daha yirmi beş dakika varken sadece on dakikamız kaldığını söyledim. Doktorun yanına tam zamanında vardık. Birkaç dakika sonra içeri aldı doktor. Bundan önceki seanslarda beline yapılan mikro iğneler önemli ölçüde etkisini göstermişti. On dakika sonra dışarı çıktı. 

Günün en önemli olayı ruhsat müracaatı. Fen İşlerine yönlendirmişti bizi muhasebecimiz. İlk önce oradan başladık. Durumu genç müdüre anlattım kısaca. Ruhsat İşlerine yönlendirdi. Ruhsat İşleri bölümünde o kadar alaka gösterdiler, o kadar işimizi kolaylaştırdılar ki gerçekten bu kadarını beklemiyordum. İşler yolunda gidince keyiflenirim ben. Keyiflenince çenem düşer. Aklımda ne kadar soru varsa sıralamaya başladım. Müdür "Tapu yanınızda mı?" diye sordu. Elimizi kolumuzu sallaya sallaya gelmişiz. "Yanımızda değil, bizim gelme nedenimiz de bu zaten. Neler lazım onu öğrenmeye geldik." dedim. Memurlardan biri kapı numaramızım 11 olduğunu hatırladı. Bir diğeri eski kayıtlardan tapu örneğini çıkardı. Başka bir memur numerataj dedikleri belgeyi çıkardı verdi ileride lazım olacağını söyleyip saklayalım diye. Arkasından ruhsat için başvuru dilekçesini hazırlayıp imzalattılar. Öyle bir zaman dilimiz seçmişiz ki, bütün belediye memurları dört koldan bize çalışıyor. Taş Ev'i görmeye, işyeri olarak uygunluğunu görmeye Fen İşleri servisinden geleceklermiş. Ay başında bizi yeniden beklediklerini söylediler. Teşekkür edip ayrıldık yanlarından. 

Henüz öğlen olmamış ama bütün işimiz bitmişti. Ani bir kararla İzmir'e gitmeye karar verdik. İlk durağımız Kemalpaşa. İnternette yaptığım araştırma sonucuna göre en uygun prefabrik binaların bulunduğu bir adres. Biraz zor bulsak da bu adresi Elif Hanım bizi güzel karşılıyor. Bir tanesi yaylada kalacak aile için diğeri depo olarak değerlendirmek üzere iki prefabrik ünite üzerinde anlaşmaya varıyor, yaylaya nakli, vinçle indirilmesi dahil olmak üzere sözleşme imzalıyoruz.

İçecek köşesinin tezgah dolaplarını yapmak üzere anlaştığımız Ali Usta arıyor. Öğleden sonra montaja gelebilirmiş. Cuma gününe ancak yetiştirecekti işi oysa. "Usta ne yaptın sen? Bilseydim çıkmazdım yola ama ben İzmirdeyim." diye çıkışıyorum. Tezgah üzeri raflar için istediği fiyatı yüksek bulup İzmir'den tedarik etmeye karar vermiştik. Sıkı bir pazarlıktan sonra aynı fiyata raf yerine dolap yapması şartı ile anlaştık. 

Biz prefabrikçi ile pazarlık yaparken kızım arıyor. Arkadaşlarıyla Kemalpaşa Yukarı Kızılca köyüne geleceklermiş. Bizim bulunduğumuz yere sadece on kilometre uzaklıkta. Bizi de davet edince hemen çıkıyoruz yola. Yollar köy yolu gibi değil, oldukça geniş ve bakımlı. Zeytin ağaçları ile kaplı çiftlik evlerinin arasından geçerken arada villalardan oluşan siteler görünüyor. Gördüklerim şaşırtıyor beni. Kemalpaşa nüfusuna kayıtlı olmama rağmen yıllarca görmediğim yerler buraları. Nüfusu sadece beş bin olan köy irisi bir ilçeydi kırk yıl önce. Yukarı Kızılca köyünün adını duyardık sadece. Ne yolunu, ne izini bilirdik. Sonra Erzurumlular doluştu buraya. Kısa zamanda çoğunluğu sağladılar ve seçilen belediye başkanları Erzurumlu oldu. Şimdi nüfusu yüz elli bini aşmış ilçede yerli nüfus göçer nüfusa göre oldukça az. 

Kısa bir yolculuk bizi Yukarı Kızılca köyüne getiriyor. Köy meydanındaki caminin karşısında bir kasap, kasabın önünde yirmi kadar kesilmiş koyun kancalarla yan yana asılmış. Biftek, bonfile, pirzola, ciğer, köfte ne ararsan var. Kasaptan alınan etler hemen yanındaki kömür mangalında pişirilip salata eşliğinde servis ediliyor. Erzurumlu atalarından gelen hayvancılık kültürünü de taşımış yöreye. İzmir'den pekçok kişi biliyor  burayı. Yan taraf ve üst katta masa ve sandalyelerin dizildiği salaş bir alan var. Pirzolası idare eder ancak biftek ve bonfile kayış gibi. Marine edilmeyince ızgara da kurtarmıyor eti.

Doktorlar gurubu az sonra geliyor. Siparişler verildikten kısa bir süre sonra masaya getirilen et ve köfte tabakları herkes aç olunca bir çırpıda boşalıyor. Biz kalkıp gitmeyi düşünürken kızım "Daha durun burası henüz ilk durak." diyor. Caminin yanından kır kahvesini andıran bir yere geliyoruz. Serin bir rüzgar okşuyor tenimizi. Etler yendikten sonra tavla oynanan mekanmış burası. Doktorlar grubunun ablası oldukça sohbeti hoş biri. Yaşadığı olayları tiyatro seyreder gibi ağzımız açık dinliyoruz. 

Nöbetler doktorluk mesleğinin ayrılmaz parçası. Taşıdıkları sorumluluk duygusu altında iyice gerilir doktorlar. Ara sıra kafayı dağıtmak, günün stresinden uzaklaşmak için arkadaşlarına takılırlar. Kadının kocası rahat mı rahat. Bilir doktorluk mesleğinin ne menem bir şey olduğunu. Bu yüzden eve biraz geç kalınca eşinin bir arkadaşına takıldığını bilir. "Saat geç oldu, hadi artık dön evine." demek aklından geçmez. Bazen arkadaş sohbetleri tatlıdır. Zaman su gibi akar. Gecenin bir vaktinde evin yolu bulunur.

Kadının annesi kocası kadar rahat değildir. Nesiller boyu süren anane, gelenek ve görenekler önemlidir onun için. Aklına kızı düşer. Vakit geç olmuştur. Telefon etmek ister ama çekinir biraz. Yine de içi rahat edemez evin sabit telefonunu çaldırır. Damat açar telefonu karısının aradığını düşünerek. Kayınvalide utanır telefonu damat açınca. Hatır sorulacak saat değildir aranan saat. Damat merak eder 
"Ne oldu anne kötü bir durum yok inşallah." 
"Yok oğlum, yaramaz bir şey yok, öylesine aradım işte bir hal hatır sorayım diye"
Dedim ya, saat uygun değildir bu muhabbete. Merak eder damat 
"Anne, babam falan iyi değil mi?"
Sonunda kayınvalide üzerine düşmez bir tavır içinde kızını sorar.
"Nazlı evde mi?"
"Anne, kızın bir arkadaşının yanına gitti, bazen geç vakte kadar oturur sohbet eder onlar, merak etme sen. Gelince aramasını söyleyim mi?" 
Kayınvalide bozulur ama belli etmemeye çalışır. 
"Yok oğlum aramasını gerektirecek önemli bir şey yok. Hadi sana iyi geceler oğlum." der ve telefonu kapatır.

Kadın gece yarısı eve geldiğinde koltukta uyuklamakta olan kocası gözlerini açar. 
"İki üç saat önce annen aradı. Seni sordu, arkadaşında dedim."
"Önemli bir şey yok değil mi, aramak için geç oldu artık."
"Geldiğinde Nazlı arasın mı diye sordum. Önemli bir şey olmadığını söyledi."
 "Tamam o zaman sabah ararım ben."

Sabahın saat yedisinde kadın telefon sesine uyanır.
"Alo?"
"Sen nasıl kadınsın? Ben şimdi adama ne diyeceğim? Gece vakti ne işin olur senin? Kocan evde sen nasıl dışarı çıkarsın?"
"Uyku halini üzerinden atamayan kadın, annesinin öfkesini anlamakta zorluk çeker." 
"Anne dur bir dakika, ne oldu? Nedir bu telaşın senin? Hele sakin ol anlat bana."
Anne ağlamaklı,
"Kızım ne yapacağım şimdi ben? Adam haklı sonuna kadar. Al evinin yolunu bilmeyen bu kızını, diyecek olursa ben ne derim. Vay benim başıma gelen..."
"Dur dur bir dakika, sen ne demek istiyorsun bana teker teker anlat bakalım. Yoksa ben hiçbir şey anlamıyorum dediklerinden. Baştan alalım. Dün akşam geç vakit evi aramışsın."
"He, aradım. Kocan çıktı telefona. Seni sordum. "Kızına sahip olamıyorum, orada burada geziyor." dedi.
Kadın sesinin tonunu yükselterek dişlerinin arasından.
"Öyle mi dedi gerçekten? Bana kelime kelime tam olarak ne dedi onu söyle."  
"Tam olarak öyle demedi ama onu demeye getirdi."
"Anne insanı çatlatma sabahın köründe. Bırak onu bunu, ne demeye getirdi laflarını. Kocam sana kelimesi kelimesine ne dedi tam olarak."
"Nazlı arkadaşına gitti" dedi.
"Peki başka ne dedi?"
"Al kızını başımdan kalksın." dedi. 
Kadın dişlerini gıcırdatarak,
"Kocam sana bunu mu dedi?"
"Eh, öyle demedi ama, onu demek istedi, Ahh ne yaparım ben, konu komşunun yüzüne nasıl bakarım."  
"Anne, bak uyku gözümden akıyor, kocam sana tam olarak ne dedi?"
Annesi biraz mahcup olmuş bir şekilde,
"Gece geç dönebilir, döndüğünde sizi aramasını ister misiniz?" dedi.
"Ahh anne. sabah sabah ben de bir şey var sandım. Hadi kapatıyorun, uyuyacağım bir saat daha."

Kocasını iyi tanıyan kadın, muziplik yapar.
"Muhsin, sen dün gece anneme ne dedin?"
Adam telaşlanır karısının tavrına bakarak,
"Ne demişim?"
"Anneme kızına sahip olamıyorum, orada burada geziyor demişsin."
"Yok vallahi öyle bir şey demedim."
"Sadece o olsa yine iyi."
"Yaa, başka ne var?"
"Al kızını başımdan kaksın demişsin. Anamın almasına gerek yok, ben gidiyorum."
"Dur Allah aşkına. Bir yanlış anlaşılma var. Bunu söyleyebileceğime inanıyor musun gerçekten?"
Kadın dozunda bırakıp işi tatlıya bağlar.
"İnanmıyorum hayatım."   

Aradan bir ay geçer. Yine kadının annesi akşamın geç bir vaktinde arar evi . Kadın aynı arkadaşının evindedir. Telefonu açan damat bu sefer daha dikkatlidir. Kızının nerede olduğunu soran kayınvalidesine,
"Nazlı banyoda" der. Telefonu kapatır kapatmaz derhal karısını arar:
"Karıcığım hemen eve koş. Annen aradı yine. Senin banyoda olduğunu söyledim. Tekrar ararsa yandığımızın resmidir."
Zevkli geçen sohbette anlatılan bir yaşanmış öyküydü yukarıdaki. Geç saatlere kadar oturduk. Beyaz saçlı, bermuda şortlu kahveciye sordum "Rakım kaç burada?" Bin yüz metre civarında olduğunu söyledi. Bizim yayladan çok daha yüksekmiş ama bizdeki manzaradan yoksun burası. Onca yüksekliğe sahip olmasına rağmen böyle rüzgar olmazmış her zaman. İstanbul'a yağan yağmur getirirmiş rüzgarı... 

21 Temmuz 2016 Perşembe

İŞTE LOGOMUZ

20/07/2016 Çarşamba, Tire

Şöyle dönüp geriye baktığımda, uzun zamandır ilçe sınırları dışına çıkmadığımı fark ediyorum. İki haftadan beri İzmir'e gitmek istiyoruz ama illa burada olmamızı gerektiren bir iş çıkıyor kariımıza. Henüz kullanmaya dahi başlamadığımız tezgah tipi buzdolabının ikide bir arızalanması ayağımızı bağlayan işlerden sadece bir tanesi.

Uykudan uyanışım eşimin çığlıklarıyla oldu bu sabah. Güneşlenmeye bırakılan reçeller yine arıların istilasına uğramış. Reçelleri kurtarmaya çalışırken arılardan bazıları sinsice ölü taklidi yapmış daha sonra canlanıp elinden sokmuşlar. Bu sokmanın acısı hafifler hafiflemez yine gidip bir kez daha sokturmuş kendini. Arılara küfredip bağırıyor sürekli. Kümeler halinde gelen yüzlerce arı reçellerin yarısını da götürmüş.

Eşim yaylaya çıkmakta isteksiz görünüyor. Evde işleri bitmemiş daha. Sabahın ilk telefonu Ozan'dan. Dün geceden yarım kalan TV bağlantılarına tamamlamak üzere ekibinin yola çıktığını söylüyor. Hemen fırlıyorum evden. Bahçe kapısının önünde ekibi bekler halde buluyorum.

Çatıya monte ettikleri çanak kıbleye bakıyor. Buradan başlayan iki kablo hattını titizlikle gizleyerek binanın arka tarafından alt kata indiriyorlar. Küçük televizyonu arka odaya, büyüğünü girişe koyuyoruz. Gerektiğinde verandaya çıkartmak üzere anten kablosunun boyu ayarlanıyor.

TV işi bittikten sonra yukarı yayladaki son parti armut ve erikleri toplamak istiyordum. Ama işler tahmin ettiğimden daha uzun sürüyor. Ekip çalışırken hiç beklemediğimiz bir anda yağmura yakalanıyoruz. İlk yağmur damlalarından sonra hemen koşup kurutmak üzere terasa serdiğim biberleri içeri alıyorum. Yarım saat süren yağmur geçişi esnasında çalışmaya ara veriliyor. Salonun camlarını açıyorum. Çisil çisil yağan yağmur damlaları ağaç yapraklarına vurdukça çıkan sesler güzel bir fon müziği oluştururken yükselen toprak kokusunu içime çekiyorum.

Her iki TV çalışır duruma getirildiğinde saat ikiyi geçiyor. Eşim telefonunu yaylada bıraktığı için geleceğimi haber veremedim. Eve döndüğümde onu ilk kez dışarı çıkmak konusunda isteksiz buldum. Taş Ev'le ilgili araştırma yapıyormuş internette. Muhasebeci ile konuşacaktık bugün oysa.

Geç de olsa çıkıyoruz çarşıya sonunda. Eşimin eski bir aile dostu muhasebemizi tutacak. Yaşı biraz geçkince, genç bir bayanla birlikte çalışıyor. Önce ruhsat için belediyeye müracaat etmemiz gerektiğini söylüyor, yapılacakları bir bir anlatıyorlar. Ruhsat konusunda biraz gözümüz korkuyor. Şimdi bazı işlerin Büyük Şehir Belediyesi kapsamına alınması işleri uzatıyormuş. Yine de çok eksiğimiz bulunduğunu sanmıyorum. Eşime ait işyerinde ben işletmeci gözüküp onunla aramda kira sözleşmesi imzalayacakmışım. Rezaletin daniskası. Kızıyorum. Böyle yasanın içine... Rayiç değerinin yüzde beşi kira sözleşme bedeli olarak belirlenecekmiş. Yani eşimin "Ben düşük bedelle kiraya vermek istiyorum." deme hakkı yok. İşin esası devletin vergi tırtıklaması tabii. Pek çok ülkede vergi vermek kutsal görülürken, bizde vergi kaçırmayı kutsal hale getiriyor bu akıl dışı uygulamalar. Hakkı adaleti uygula, vergide adaleti getir, takibini düzgün yap, ondan sonra güle oynaya gitsin ödesin vergisini vatandaş ...

Dün konuştuğum reklamcıyı arıyorum. Epey yola girmiş tabela hazırlığı. Yarın olmasa da yarından sonra tabelalar yerine monte edilebilecekmiş. Logoyu e-posta adresime göndermelerini istiyorum.

Ali Ustayı arayıp tezgah dolaplarının nasıl gittiğini öğreniyorum. "Cuma olmazsa en geç cumartesi montajı yaparım" diyor. Tezgah dolaplarının üzerine aynı malzemeden çift sıra açık raf yaparsak kaç paraya mal olacağını soruyorum. Yüksek bir fiyat söylüyor. Fiyatı yüksek bulduğumu belirtip düşünmem gerektiğini bildiriyorum.

Sabah aradığımda taşeron İhsan Nuri Kuşadası'nda olduğunu, öğleden sonra Tire'ye döneceğini söylemişti. Çarşıda tam da işimiz bittiğinde telefon ediyor ve yukarı gelebileceğini söylüyor. Kaplan köy meydanında buluşmak üzere sözleşiyoruz.

Yolun yapılacağı bahçe girişini gösteriyorum. Yola beton kilit taşı yapılması için telefonda söylediği fiyatın sadece beton parke fiyatı olduğunu iddia ediyor. Sonuçta anahtar teslimi birim fiyat bir anda telefonda söylenenin iki buçuk katına çıkıyor. Alternatif çözümler arıyoruz. Yolu beton yapsak maliyet yarıya düşecek. Sanırım kararımız o yönde olacak. Bu işlerde tahmin ettiğimiz bütçenin çok üzerine çıktık. Böyle bir işi gerçekleştirmek üzere yola çıkanlar mutlaka bekledikleri maliyet bedelinin en az iki katını düşünsünler. Eksikler tamamlamakla bitmiyor. Yol kaplamasından sonra aydınlatma işini düşüneceğiz. Daha sonra bir depo yapmak ya da hazır prefabrik konteynerlerden koymak gerekecek. Bir tane de yardımcı aile için düşünmek akıllıca olur belki de. Buraya bulacağımız bir aile aynı zamanda yaylanın bekçiliğini de yapabilir.

Dönüşte alışveriş yaptığım dükkanlardan birine uğrayıp elemanlarını hangi kaynaklardan bulduklarını soruyorum. Doğrusu bizim ilk tercihimiz otelcilik ve turizm mezunları. İŞKUR'un önerdiği bazı elemanları işe alırsak üç aylıktan bir yıllığına kadar ücretlerini kendileri ödüyormuş. Oldukça şaşırtıcı geliyor. Araştırmak lazım.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

SOĞUDUK BU TEZGAHTAN

19/07/2016 Salı, Tire

Evimiz doğum yapıyor adeta. Her gün yeni bir şeyleri evlatlık veriyor yukarıdaki Taş Ev'e. Yeni evlerinin uğurlu olmasını diliyorum. Bugün de her gün mutfakta kahvaltımıza eşlik eden küçük televizyonu çıkarıyoruz yukarı. Birkaç gün sonra kahvaltılarımızı Taş Ev'in verandasında yapmayı düşlüyoruz artık. Bu yüzden son kalan eksikliklerin bir an önce tamamlanması gerekiyor.

Evden çıkmadan önce muayene zamanı geçen arabama TÜV istasyonundan randevu almak istiyorum. Plaka bilgisinin arkasından iki harf ve altı rakamdan oluşan belge numarası soruluyor. Kaç sefer denedim bilmem ama her seferinde sayfada çıkan mesaj aynı. "Plaka no ile belge no uyuşmamaktadır, lütfen yeniden giriniz." Aklıma kötü şeyler gelmeye başladı. Yoksa çalıntı bir araba mı satın almıştım? Sigorta acentesini aradım. İşlemleri yapan kişi "Ruhsat sayfalarında isminizin altındaki belge no'yu yazacaksınız." dedi. "Zaten öyle yapıyorum." dedim. Ofise uğrarsam yardımcı olabileceklerini söyledi. "Bir bu eksikti." dedim kendi kendime.

Dün zaman yetmediği için yetiştiremediğimiz bir elektrikli şofben konusu vardı. Yapacağımız ilk işlerden biri olsun bu dedik.

"Siz gelmeyince geri göndermiştik ama isterseniz bugün yeniden getirtebiliriz." dediler. Yani geceden sabaha sabredememişler. Yerlerinin olmadığını söylediler. Kağıt üstünde haklıydılar. Dün uğrayacağımızı söylediğimiz halde işler uzayınca sözümüzü tutamamıştık. En azından telefon edip gelemeyeceğimizi söyleyebilirdik. Eleştirdiğim bir konuda bu sefer benim özeleştiri borcum doğuyordu. Şansımıza yetkili servis de oradaydı. Hem satış yapan kişi hem de servis elemanı termosifonun bugün yerine monte edilebileceğini söylediler. Hemen ödemeyi yaptık.

Aklım sigorta acentesindeydi. Kapıda karşıladı yetkili. Bilgisayarına arabamın plaka ve ruhsat belge no'sunu girdi. "Ters bir durum yok, randevu alabiliyoruz." dedi. Şaşırdım. Meğerse ben başka bir sayfadaki numarayı giriyormuşum. Ekranda beliren bilgi notunda iki harfli ve altı rakamlı belge numarasını girin deyince kendimden emin bir şekilde yanlış sayfadaki numarayı giriyormuşum. Doğru numara da iki harf ve altı rakamdan olunca işler karışmış. Yaşlanıyorum galiba... Sonuç olarak Tire TÜV istasyonundan haftaya çarşamba gününe randevu alabildim ancak.

Çarşı tarafına gittik. Her taraf araç dolu, park etmek imkanı yok. Her salı günü aynı hikaye. Reklamcıya yakın bir yer bulabildik sonunda. Dün konuşurken soğutucu servisi gelince apar topar ayrılmak zorunda kalmıştık. Genç bir çocukla birlikte logo tasarımı üzerinde çalıştık. O kadar güzel bir tasarım çıktı ki ortaya hem eşim hem de ben bayıldık. Yavuz adındaki genç bu konuda eğitim almış ve işini zevkle yaptığı belli. Web tasarımı da yapıyormuş. Önümüzdeki hafta bu iş için yine bir araya geleceğiz. Hafta sonuna kadar da üç tabelamız yerlerine monte edilmiş olacak. Bundan sonra her geleni karşılamama da gerek kalmayacak. Yoldan geçen hemen görecek koca tabelayı. "Kaystros Taş Ev Cafe & Restaurant". Ortaya çıkan logoyu bana göndermesini söylemeyi unuttum. Yoksa bugünün onur resmi o olacaktı...

Reklamcıda iki saate yakın bir süre kaldıktan sonra pazara çıkıp alışveriş yaptık biraz. TV ve internet bağlantılarını konuşmak üzere bir aile dostumuzun yanına gittik. İş yoğunluğu arasında sırasıyla çalışmamızı önerdiği muhasebeci, içecek grubu bölge bayii, yola döşeyeceğimiz beton kilit taşı ile ilgili olarak bir taşeronla görüştü. Hepsine benim telefon numaramı verdi. Ben de onlarınkini aldım. Çok yararlı olmuştu bu görüşmeler. İnternet konusunda bölgede en sorunsuz çalışan iletişim şirketi konusunda istihbarat yaptıktan sonra bizi hemen karşısındaki bayiye yönlendirdi. Teşekkür edip ayrıldık yanından. Akşama doğru TV bağlantıları için gelebileceğini söyledi.

Taş Ev'in bulunduğu yer Kaplan Köyünün üst kısmı. Burada en iyi internet bağlantısı Superonline ile sağlanıyormuş. Gerekli müracaatı yaptık. İki gün içinde bizi arayacaklarmış. Turkcell çalışanları dikkat çekecek kadar müşterilerine sıcak ilgi gösteriyorlar. Konuştuğumuz kızcağız da çok ilgilendi. İşimiz bitince yanından ayrılıp Pazarcı Ahmet'in yanına gittik. O da eşiyle birlikte sıcak bir şekilde karşıladı bizi. Son zamanlarda hasret kaldığımız iyi insanlardan biri Pazarcı Ahmet. Ona pazarda satması için dört sepet elma ve armut bırakmıştık evvelki gün. Zor satmış. İnsanlar meyvenin organik olup olmadığına bakmıyorlar ki. İri ve kırmızı olsun, göz doldursun yeter, isterse içi ilaç dolsun... Pazara götürdüğü elma ve armutların satış bedelini teslim ediyor.

Geçen hafta sonundan beri elektrik parasını ödemeyi unutuyorduk. Ödeme notasına yakın bir yere gelmiş ancak arabayı park ettiğimiz yerden epey uzaklaşmıştık. Eşimi o kadar yolu yürümesin diye Orta Parkta bıraktıktan sonra faturaları ödeyip arabamın yanına gittim. Sivrisinek avlayıcı bir cihazı dönüşte almak üzere dükkanda bırakmıştık. Şu mavi ışık saçıp sivrisinekleri cezbettikten sonra onları tuzağa düşürüp elektrik ızgarasıyla çıtır çıtır yakan alet. Düşünüyorum: Sivrisinekler mi bize karşı acımasız yoksa biz mi sivrisineklere...

Şehirde işler bitti sayılır. Yolumuz yayla yolu. Ama bizi büyük bir sürprizin beklediğini nereden bilebilirdim ki? Güle oynaya bahçeye girerken onca zaman kaybettikten sonra servisin nihayet gelip tezgah tipi soğutucuyu da çalışır duruma getirdiği için şükrediyordum Tanrıya. TV ve internet bağlantıları da yapıldıktan sonra bütün hayatımız yayla... Taş Ev'in mutfak servis kapısını açıyorum. Gözüm hemen tezgah tipi soğutucunun digital göstergesine kayıyor. Gözlerime inanamıyorum. Ufak ekran 43,8 dereceyi gösteriyor. Eşim verandada bir arkadaşıyla telefonda çene çalıyor. Ona müjdeyi vermeden cihazı satın aldığımız İlhan Beyi arıyorum. "Alın artık şu aleti başımızdan yeter artık, bu adam olmayacak." Servisi hemen arayacağını söylüyor İlhan Bey. Beş dakika sonra dün gelen servis elemanı Selçuk arıyor. Durumu anlatıyorum ona da. Whatsapp'tan göstergenin fotoğrafını göndermemi istiyor. "İnşallah becerebilirim." diyorum. Beceriyor ve gönderiyorum. Gönderememe gibi bir şansım olmadığını biliyorum. Yarım saat sonra Selçuk arıyor yine. Halen Urla'da bulunduğunu söyleyip ne zamana kadar yaylada kalacağımı soruyor. Ancak akşam saat sekizden sonra gelebileceğini söylüyor. Geç olacağını düşünüp yarın sabah erkenden gelmeyi teklif ediyor. "Yarına acil bir işin çıkar yine, sen iyisi mi ne yap ne yap bu gece gel." diyorum.
Gerekirse sabaha kadar beklerim seni...

Güzel giden günümün havası bozuluyor birden. Havuza gidip bakıyorum. Vanayı dün açmıştım. Tamamen boşalmış. Demek ki temizlediğim filtre işe yaramış. Aslında dün aldığım çizmeleri giyip havuzu temizlemem lazım. Bel ağrım zaman zaman nüksediyor. Gelecek insanlar var temizliğin sırası değil. Havuza su dolması için çıkış vanasını kapatıp dönüyorum. Telefonun şarjı iyice azalmış. Yukarı yaylaya çıkmam lazım. Aynı şekilde oradaki büyük havuzun da çıkış vanasını kapatmam gerekli. Birisi gelse eşimin bana haber veremeyecek. Şimdilik vaz geçiyorum yukarı çıkmaktan. Telefonumu şarja koyuyorum.

Biraz sonra bölgenin en büyük içki dağıtım şirketi yetkilisi Mustafa Bey arıyor. Kuşadası'ndan dönüp Kaplan yoluna girmiş. İyi ki yukarı yaylaya çıkmamışım. Yine de bidonu kaynak suyuyla dolduracak kadar zamanım var.

Mustafa beyi kapıda karşılayıp içeri alıyorum. Taş Ev, manzara ve bahçe çok hoşuna gidiyor. Mersin'den gelen üst düzey yönetici bir tanıdığını aşağıdaki restoranlardan birine götürmüş. Adam manzaraya hayran kalmış. Mustafa Bey buradaki manzaranın daha güzel olduğunu söylüyor. Gelen misafir o kadar beğenmiş ki Kaplan Köyünü; hemen sağa sola sordurmaya başlamış, bu manzaraya sahip taş ev yaptırabileceği bir arazi bulabilir mi diye...

Mustafa Bey'le uzun uzadıya konuşuyoruz. İki adet dikey soğutucu verecek. Ayrıca sponsor destekleri olacak. Eşimin yaptığı Türk kahvelerimizi verandanın serinliğinde yudumluyoruz. Mustafa beyi uğurladıktan sonra başka biri gelmeden yukarı yaylaya çıkıyorum. Çıkarken adımlarımı sayıyorum bu sefer. Yokuş yukarı çıkarken attığım adımların çoğu ayak boyundan fazla değil. Arada hiç dinlenmeden beş yüz sekseninci adımda havuz başına varıyorum. Hemen çıkış vanasını kapatıp dönüş adımlarımı saymaya başlıyorum. Dönüşteki adım sayımın daha az olmasını beklerken tam tersine altı yüz adım sayıyorum. Bunu yaparken sanki zaman daha çabuk geçiyor.

Aşağı yaylaya iyice yaklaştığımda kapalı siyah bir pikabın yıldırım hızıyla bahçenin giriş kapısından içeri daldığını görüyorum. Kim ki bu diye anlamaya çalışırken adımlarımı sıklaştırıyor peşinden yetişmeye çalışıyorum. TV için daha geç gelmelerini bekliyordum. Acaba termosifon montajı için gelen servis elemanları mı bunlar? Yok, olamaz. Bu bahçeyi çok iyi bilen biri. Hiç acemilik çekmeden kapıdan girip Taş Ev'in önüne kadar gidiyor. Arabanın Aydın plakasını görünce gelenin soğutucu servis elemanı olduğunu anlıyorum. Hemen işe koyuluyor. "Yeter artık tut raporunu da değiştirin şu soğutucuyu" diyoruz eşimle ağız birliği edercesine. Krom kapaklar sökülüyor yine, yirmi dakika sonra küçük bir delik daha buluyor gazın kaçmasına sebep olan.

Telefonum çalıyor. Bu sefer gelen Arçelik servisi. Termosifon montajını yapacaklar. İki kişi birlikte geliyorlar bahçe kapısına. Gidip onları da karşılıyorum. Avludaki arabamı görünce gülerek, "Abi söyleseydin ya Captiva'nın olduğu bahçe diye, o zaman kapıya kadar gelmene gerek kalmazdı" Anladım ki reklama ihtiyacımız var. Benim araba Taş Ev'den fazla tanınıyor. En azından şimdilik...

Eşim kahve servisine devam ediyor. Kahvenin yanında favori kurabiye çeşitleri, tahinli kurabiye ve Antakya kahkesi.

Elektrikli termosifon montajı ile soğutucu onarımı aşağı yukarı aynı zamanda bitiyor. Onlar ayrılmadan önce Ozan'ı arıyorum. Saat sekizde çıkacaklarını söylüyor. Eşime "Daha çok zaman var" diyorum, "Saat sekiz buçuğu bulur gelmeleri." "Saatten haberin var mı?" diye soruyor. Saate bakıyorum sekize çeyrek var. Ne çabuk geçmiş zaman (!)

Tam zamanında geliyor dört kişilik TV ekibi. Ozan'a Taş Ev'i gezdiriyorum. O da çok beğeniyor. Üst salonda katlanır camların bir kısmını açıyorum. Ekip terasın üzerinden çatıya tırmanıyor. Kıbleye bakıyormuş çanaklar burada. Bacanın yanına monte ediyorlar bu yüzden. Eşim kahveyi nasıl içtiğini soruyor Ozan'a. "Kahveler iptal" diyorum. İnip aşağıdan iki bira kapıp geliyorum. Mezemiz yok ama soğuk bira güzel gider burada. Eşim aşağıdan ceviz getiriyor bir tabak içinde. Cevizle birayı birlikte hiç denememiştim. Güzel oluyor.

Çanak antenin montajı tamamlanıyor. Ancak gece vakti bina dışından kablo çekmek riskli. Yarın devam etmek üzere ayrılıyorlar. Peşlerinden biz de kapıları kapatıp evimizin yolunu tutuyoruz.

19 Temmuz 2016 Salı

BİZ Mİ, YAŞIYORUZ İŞTE!

18/07/2016 Pazartesi, Tire

Eşim çocuk yaştaki masum askerlere yapılan zulümden çok etkilenmiş görünüyor. Basında çıkan haberler sinirlerini germiş iyice. En üst makamdan aldığı talimatla tankların üzerine çıkan güruhun gencecik ana kuzularına yaptıkları aklından çıkmıyor bir türlü. Hepsi kendi çocuğuymuş gibi, ağlamaklı... Ben de isyanlardayım bu duruma. Kaldırıp başımı televizyon ekranlarına baktığımda bunun demokrasi şenliği olduğunu anlatıyor birisi, yedi gün yedi gece sürecekmiş...

Uzaktan sesleniyor eşim bütün gerginliğiyle. "Hadi hadi kalk artık, yapacak bir sürü işimiz var?"  Belli ki sabah haberlerine takmış kafayı yine. Bana gelince, iki saat olmuş yatalı. Uyku girmemiş gözüme. Ne işler varmış yapılacak? Düşünüyorum, hiçbir şey gelmiyor aklıma. Tezgah tipi soğutucu arızalıydı. Onun için servis gelecekti... Ne zaman? Bilmiyorum ki (!)

Çaresiz kalkıp yüzümü yıkıyorum. Teker teker düşüyor belleğime yapılacaklar, uykuyu gözümden atarken. "Kahvaltı hazır hayatım." Yok bu bile fayda etmiyor yüzünü güldürmeye.

İlk önce Ünal Ustadan başlayalım. Cuma günü aramıştım yanılmıyorsam eğer. Özdere'de tatil yaptığını ama pazartesi günü dönmüş olacağını söylemişti. "Tamam" demiştim, "Pazartesi görüşürüz." Arıyorum, ama görüşemiyoruz. Çünkü telefona cevap veren yok. Hani pazartesi dönmüş olacaktı? Bütün iyimserliğimle "Belki de dönmemiş, denizdedir." diyorum. "Birazdan döner bana."

Yok, ne dönen var ne arayan. Ama bizim de beklemeye tahammülümüz yok. Eşim söylenmeye başlıyor. "Tek adam bu mu yahu? Kesinlikle buna yaptırmayacağız, başkasını bulacağız." Yeni Sanayi Sitesine gitmek üzere çıkıyoruz evden. Yine bir şans vermek istiyorum Ünal Ustaya. "Dükkandadır belki, telefonu gürültüden duymamıştır." diyorum.

İşyerine geldiğimizde Ünal Ustanın dükkanının kapalı olduğunu görüyoruz. Dün mermercinin önerdiği başka bir mobilyacıdan fiyat almakla başlıyoruz işe. İki tezgah altı dolap istediğimiz. Çay ocağı, eviye, kahve makinası, tost makinası falan konulacak üzerine. İlk gittiğimiz yer tamam yaparız ama biraz beklemeniz lazım. Sözleşmeli işlerimiz var, İzmir Mavişehir'e yetiştirmemiz gereken. "Ne zaman başlayabilirsiniz peki?" diye soruyorum. Aldığım cevap mekanı hemen terk etmemizi gerektiren cinsten. "Bir aydan önce başlayamayız."

Birkaç yer dolaştıktan sonra aynı işi yapan Ünal Ustanın abisine düşüyor yolumuz. Hafta sonuna kadar yetiştirebileceğini söylüyor dolapları. Tam anlaştık derken abisinin ortağı Ünal Ustayla çalıştığımızı öğrenince ortağını arama ihtiyacı duyuyor. Neyse ki yaptığı telefon görüşmesi sonucunda icazet alınıyor. Sıcağı sıcağına önce tezgah ve eviye seçimi için mermerciye oradan ölçü almak üzere yaylaya çıkıyoruz.
Uzun uzadıya şöyle yapalım, böyle yapalım, şu renk olsun, bu renk olsun tartışmalarından sonra kararlar veriliyor. Ölçüler alınıyor. Ali Usta atölyeye geri dönüp seçtiğimiz renk var mı ellerinde, onu araştırıyor. Biz de peşinden yola çıkıyoruz. Şehirdeki işlerimiz bitmedi ki daha. Önce malzemeciye gidiyoruz. Tam işyerinin kapısındayken Ali Usta arıyor. "Biz de geldik." diyoruz. Seçtiğimiz renkle biraz ton farkı varmış ellerinde. O mu, bu mu derken, o olsun diyoruz sonunda. Dolap ve çekmece kapaklarının kulplarını seçiyoruz gitmişken. "İyi bari, bu iş de halloldu." deyip rahatlıyoruz biraz.

Tabela ölçülerini alan kişiden ses seda çıkmadı. "Tabelacıya gidelim, bir bakalım fiyat çıkardı mı?" derken birkaç yerden daha fiyat almanın doğru olacağını düşünüyoruz. İkinci konuştuğumuz reklamcı ile anlaşıyoruz. "Bundan sonra böyle, aramazsan müşteri kaçırırsın işte." deyip söyleniyorum, sanki umurlarındaymış gibi.

Televizyon ve internet bağlantıları için Ozan Beyle konuşmuştum daha önce. "Bir araştırayım." demişti. Gidip konuşmak lazım artık. Ozan Beye doğru giderken telefonum çalıyor. Soğutucu servisi gelmiş, Kaplan Köyünde bekliyormuş. Daha önce niye aramadı ki bu çocuk. Hemen yaylaya çeviriyoruz yönümüzü. Bir çeyrek sonra köyde buluşup yaylaya çıkıyoruz. Soğutucunun bütün arka paneli ve üst tablası sökülüyor. Gaz kaçıran petek değiştiriliyor. Tam iki saat uğraşıyor servis elemanı. O işi tamamlayıp gittikten sonra küçük havuza bakıyorum. Su kalmamış olması gerekirken havuzun dolu olduğunu görüyorum. Vananın yanındaki filtre tıkanmış. Filtreyi temizleyip vanayı açıyorum. Sorun giderilmiş oluyor. Yukarı yaylanın büyük havuzu da dolmuş olmalı. Çıkıp ceviz fidanlarını sulayan bölge vanasını açmak lazım. Aceleyle patika yoldan çıkıyorum yukarı. Havuz tam dolu olmasa da idare eder. Alt kısmı sulayan vanayı açıyorum. İçim rahat etmiyor, ceviz fidanlarının sulandığından emin olmak için aşağı doğru yürüyorum. Esas niyetim geçen sene su bol diye komşuya çektiğim hattın vanasını kapatmak. Vananın üzerinde büyük bir taş var. Kaldırmaya çalışıyorum ama her şey eskisi gibi değil artık. Belimde iğne batar gibi iki zonklama duyuyorum. Taşı ve kontrol edemediğim diğer fidanları arkamda bırakıp dönüyorum aşağı yaylaya.

Eşim hidroforun yanında kekik arıyor. Gözler alışmadı tabii kekik bitkisine. Ben onların membaını biliyorum. Artık kekiği tanımış olmanın verdiği gururla eşimi kekiklerin bolca bittiği yere götürüyorum. Elinde makas var köküyle gelmesin diye. "Ver bana ben toplayım." diyorum. Vermiyor, çünkü büyük zevk alıyor bunu yaparken.

Bugün bir de elektrikli termosifon takılacaktı. Ama vakit geç oldu. Dönüşte yol kenarında güzel bir ağaç dikkatimizi çekiyor. Hemen fotoğrafını çekiyorum.

Termosifon satıcısı işyerini kapatmış. Bu iş de yarına kalsın. Soğutucu servisi geldi ya, gerisi kolay.

15 TEMMUZA FARKLI BİR BAKIŞ

Siyaset yapmayacağım. Çünkü sevmiyorum siyaseti. Siyasetçileri de sevmiyorum. Yalancı, halkı kullanan ve kandıran, sadece kendilerine ve yandaşlarına çalışan iki yüzlü kişiler çoğu. Aralarında vardır belki bir kaç tane vatanı milleti düşüneni ama onlar da kötülerin arasında eriyip giderler.

Ne sağcı, ne solcu, ne de dinci partiye üyeliğim olmuştur. Hiçbirisine kayıtsız şartsız inanmadım inanmam. Din en çok kullanılan araçtır siyasette. Bu yüzden dini siyasete alet eden partilerin dışında sağ ve sol görüşlü partilere kullandım oyumu önceki seçimlerde.

Demokrasi hakkında kafamda bazı soru işaretleri vardı.  "Kavgam" isimli kitabını okuduktan sonra, çağın en kanlı diktatörü Adolf Hitler'in de en az benim kadar demokrasi ve parlamenter sistemi eleştirdiğini gördüm, şaşırdım. Oysa o, demokrasi ve parlamenter sistemin bir hediyesiydi dünyaya.

Dünyada büyük oyunlar oynanıyor. Süper güç ABD, Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) gerçekleştirmek için kendi ikiz kulelerini vurmadı mı? Ama bize ne dediler. Osama Bin Laden yaptırdı. Kafamız yatmadı bu işe. Osama Bin Laden'i palazlandıran ABD değil miydi? Sonra ikiz kulelerin vurulmasını bahane ederek pek çok ülkeyi hedef almadı mı? Önce Afganistan, sonra Irak, Libya ve Suriye.

Irakta bulunduğum için biliyorum. Bağdat'ta, Musul'da herhangi bir mağazaya giriyorsunuz, ne almak isterseniz büyük kısmı Türk Malı. Bütün ülke Türk TIR ları ile dolu. Müzik marketlerde İbrahim Tatlıses'in son kasetini sorarlar. Adeta bizim sömürgemiz. Ne oldu sonra? Irak ABD askerinin çizmesiyle çiğnendi, müzeleri ve her türlü zenginliği yağma edildi, bu olay bizim ekonomimize en büyük darbeyi vururken, hediyesi PKK oldu.

Sonuçta zarar gören hep Türkiye ve zarar görmeye devam ediyor. PKK terörü yıllardır ülkemizin ilk gündeminde. Hadi kaçakçılık, uyuşturucu vs yasal olmayan yöntemlerle mali kaynak yaratıyorlar diyelim. Ama silah fabrikaları mı var bu adamların? Silahları bir yerlerden alıyorlar. Ama hibe olarak ama parasıyla belli ülkeler bunlara silah ve eğitim sağlıyor. Peki çok mu zor bu silahların kaynağını belirlemek? O kadar insanımız ölüyor ama teröristlere silah veren/satan ve bizim stratejik ortak kabul ettiğimiz ülkelerle dost görünmeye devam ediyoruz. Bırakın diğer ülkeleri, sadece ABD'nin istese bu kanlı terörü bir gün içinde sona erdireceğine inanıyorum. ABD dostumuz bizim (!) Bu durumu bilmezden gelen siyasi iktidarlar vatan haini değil mi? Yıllardır madden ve manen bu ülkeyi tahrip eden teröre karşı gerekli önlemleri almayan hükümet yetkilileri bu sorumluluğu başkasına atabilir mi? "Kanı yerde kalmayacak, şehitler ölmez" laflarını ederek sorumluluklarını nereye kadar saklayabilecekler yaşlı gözlerden?

On beş yıldır tek başına iktidar olan hükümet "Bizi kandırdılar" deyip işin içinden sıyrılabilir mi? Onca insanın suçsuz yere hapis yatması, işkence görmesi, asılsız suçlamaların etkisiyle hayatını kaybetmesinin sorumluluğu "E, ne yapayım eski ortak beni kandırdı" diye savuşturulabilir mi? Eski ortak kandırırsa seni, zarara uğramaz mısın? Öyle bir hükümet düşünün ki, hata yaptıkça kendisi kahraman oluyor, zararını masum insanlar çekiyor.

Muhalefet partilerine de mevcut iktidara da yakın hissetmiyorum kendimi. Çünkü hepsi biat kültürüne sahip. Oysa ben soru sormak ve akıl yürütmekten yanayım. Kafama yatmayan şeylere inanamam.

Gelelim 15 Temmuz gecesine; yani kalkışmaya (darbeyi küçümseyen yeni icat bir ifade olmalı bu). Kafalar çok karışık. Soru işaretleri çok... Fethullah Gülen'e mal edilen bu darbe girişimini bir film olarak izleseydik eğer, "Yok artık" diyeceğimiz o kadar çok sahnesi olurdu ki.

Eskiden darbe yapmak kolaydı. Ne internet, ne akıllı telefon, ne sosyal paylaşım siteleri, ne hassas dinleme aygıtları vardı. Canı isteyen hiyerarşik düzen içinde üç komutan bir araya geldiğinde kolayca darbe yapabilirdi. Hükümet, emniyet teşkilatı ve halk sabahın ilk saatlerinde radyoda çalan Hasan Mutlucan türküleriyle öğrenirdi darbe olduğunu. Ama şimdi kuş uçsa haber alabilecek dinleme, izleme cihazları, haberleşme sistemleri var. Eski ortak Gülen cemaatinin çevirdiği dolaplar sayesinde tamamen kontrolüne geçen bir ordun var. Bu sözde darbe girişiminden MİT'inin haberdar olmaması bana göre mümkün değil.  MİT darbe hazırlığı yapanların kimler olduğunu, harekete geçecekleri zamanı, kimlerin ne görevler alacağını, darbeye nasıl karşı koyulacağını pekala bildiğine inanıyorum. İktidar ve ona bağlı güçler rahatlıkla kontrol edebilecekleri sınırlı bir harekata izin vermişler sadece.

Böyle darbe olur mu hiç? Darbeciler jetlerle meclisi bombalıyor. Bütün TV kanallarında naklen darbe yayını yapılırken başbakan, bakanlar, milletvekilleri ile ekranlarda darbeye karşı konuşma yapmak için yarışıyor. Bütün darbe teşebbüslerinde siyasi aktörler saklanacak yer ararken bizimkiler tanklara, savaş uçaklarına kafa tutuyor (!) TRT televizyonunda bildiri yayınlatıyor darbeciler. Aynı bildirinin bütün TV kanallarında yayınlanması emrediliyor. Üç beş asker gönderip bildiriyi diğer TV kanallarında okutmak akıllarına gelmiyor. Bunun yerine askerleri boğaz köprüsüne gönderip halka ateş ettiriyorlar. Darbeciler bu kadar mı aptal, TV kanal yöneticileri bu kadar mı cesur? Sonradan CNN Türk kanalını basıyor darbeci askerler. Genel yayın yönetmeni ve kameraman eli silahlı darbeci yüzbaşılara kimden talimat aldıklarını sorabiliyor (!) Hatta kafa tutuyor askerlere... Ne cesaret bu? Hiç inandırıcı değil...    

Dikkatinizi çekti mi bilmem? Darbenin hedefi hükümeti devirmek, hatta cumhurbaşkanını öldürmek. Asker ölüyor, polis ölüyor, halktan kişiler ölüyor. Bütün kanallarda darbecilere meydan okuyan hiçbir siyasetçinin burnu bile kanamıyor (!) İnanması zor. Adeta görünmez bir zırha bürünmüş hepsi.

Darbe saatine ne demeli? Prime time canlı yayın darbesi nerede görülmüş? Aynı ikiz kulelerin canlı yayında vurulmasında olduğu gibi jetler nereyi vursa kameralar hoop orada (!) Darbe Show

Cumhurbaşkanı darbeye kalkışıldığı gece ekranlarda boy gösteriyor, basın toplantıları yapıyor. O bırakıyor başbakan konuşuyor, o bırakıyor hükümet sözcüsü konuşuyor. Meydan okuyorlar darbeci generallere F16 lar meclisi bombalarken... Bak şu Allah'ın işine. Bu şu demek; siyasi iktidar bütün darbe planlarını en ince detayına kadar biliyor. Halkı sokağa döküyor Cumhurbaşkanı. Vatandaşı askerle karşı karşıya getiriyor. Askerin elinde silah. Sokaktaki asker er ve erbaş, üst rütbeli yok. Onlar neden köprüye getirildiklerini dahi bilmiyorlar. Bazı askerler önceden hazırlanmış kıtaların tanklarına, zırhlı araçlarına saldırmasından sonra kendilerini linçten kurtarmak için ateş açıyorlar. Ateş açamayanlar sokak serserileri tarafından linç edilip kafaları kesiliyor. Cumhurbaşkanı İstanbul semalarında. Biliyor kendine zarar gelmeyeceğini. Bakın yüzüne ne kadar kendinden emin. Darbe onu ortadan kaldırmak için yapılıyor. Hiç korkmuyor o, çünkü bunun maskeli bir balo olduğunu biliyor. Demokrasi maskesini takmış, halkı tankların önüne sürüyor, kafalar kesiliyor ama o milli iradenin zaferi diyor bu kepazeliğin adına. Prim yapıyor. Muhalefet partileri bile şapka çıkarıyorlar bu duruşuna. Ellerinden gelse başkan seçiverecekler cumhurbaşkanını sıcağı sıcağına.

Darbeci jetler havada kol geziyor. Cumhurbaşkanının kaldığı otelden ayrıldığı haberini alır almaz bombalıyorlar oteli. Cumhurbaşkanı çoktan ayrılmış ama korumaları bekliyor gelecek darbecileri. Yakalayıveriyorlar kıskıvrak. Ne olduğunu anlayamıyor garibanlar. Biliyor çünkü siyasi iktidar atılacak her hamleyi.

Yüz bine yakın caminin imamı gecenin bir yarısında hep birlikte sela okumaya başlıyor. Vatandaşı cumhurbaşkanı adına meydanlara davet ediyor. Demokrasiye, milli iradelerine sahip çıkmak için. Orduya karşı vatandaş. Vatandaş orduyu dize getirdi. Milli irade orduyu yendi. Komediye bakın. Sonuçta cumhurbaşkanı demokrasi şampiyonu.

Darbeciler teknolojiyi kullanmış (!) Ne yapmış? Whatsapp'ı kullanmışlar haberleşmek için. Ne teknolojik darbe? Yok canım Türk ordusu bu kadar aptal olamaz. Zaten değil. O zaman nedir hedef? Askeri aşağılamak, halkın nazarında gözden düşürmek. "Tehlike devam ediyor, ordu her zaman darbe yapabilir, tetikte olun." mesajını vermek.

Ülke üzerinde oynanan oyunun akla durgunluk veren trajikomik yönlerini anlatmaya sayfalar yetmez. Cumhurbaşkanı öl dese kendini öldürecek kadar fanatik taraftarlarının gözünde bir kez daha kahraman oluyor. Azıcık akıl yürütmeye muktedir olan kişiler anlıyorlar ki:

1. Yapılanın darbe değil ordu içinde bir çetenin iktidarı hedef alan başkaldırışı olduğunu.
2. Başta kendisini hedef alan bu hareketin bütün detaylarını Cumhurbaşkanı tarafından bilindiğini ve her türlü önlemin alındığını.
3. Ordu içindeki çetenin giriştiği hareketin yine ordu tarafından kontrol altına alındığını ve bastırıldığını.
(Bu konu kasıtlı olarak gizlenmekte, Silahlı Kuvvetlerin topyekun darbeye kalkıştığı ancak siyasi iktidarın emniyet güçlerini kullanıp halkı sokağa dökmek suretiyle darbeyi bastırdığı yanılgısını oluşturulmakta.)
4. Bu işte en kazançlı çıkanın başta cumhurbaşkanı olmak üzere siyasal iktidar olduğunu.
(Darbeye teşebbüsü bahane ederek Fettullah Gülen taraftarlarının yanında parti karşıtı görüşe sahip ne kadar bürokrat, hakim, polis, asker varsa bir çırpıda yok etme imkanı doğmuştur artık. Ana muhalefet başta olmak üzere diğer muhalefet partileriyle bütün basın yayın organları, üniversiteler, sivil toplum örgütleri yapılanları alkışlamaktan başka yapacakları hiçbir şey kalmamıştır.)
5. Ordunun güvenirlik ve itibarının ayaklar altına alındığını, cumhurbaşkanı ve iktidardakilerin kahraman yapıldığını.
6. Belki de en önemlisi; yıllardır Askeri Şura toplantılarında Atatürkçü generallerin ayıkladığı cemaatçilerin ordudan atılması kararlarına önce şerh koyan, sonra onlara itibar edip Atatürkçü komutanları zalimce, haksızca zulme uğratan ben miydim? Yoksa çok affedersiniz Sn. Cumhurbaşkanı mı? 

Çok şey var daha söylenecek. Şenlikler bir hafta daha sürecekmiş. İktidarın zaferi, yuh olsun Ordumuza... Yazık çok yazık...

18 Temmuz 2016 Pazartesi

BİR PAZAR GÜNÜ

17/07/2016 Pazar, Tire

Sabah on birde gelecekti Minik Nakliyat derin dondurucu ve büyük buzdolabını almaya. En korktuğum işlerden biriydi bu. Aklıma geldikçe kendimi başka şeyler düşünmeye zorlayacak kadar. Hem derin dondurucu hem de buzdolabının derin dondurucu kısmı tıklım tıklım dondurulmuş gıda dolu. Onları çıkartıp taşısak soğuk zincir bozulacak, içindekilerle birlikte taşımaya kalksak gavur ölüsü gibi yerinden kalkmayacak.

Konuştuğumuz saatten tam on beş dakika önce arayıp evimizin bulunduğu siteye geldiklerini bildirdiler. Binanın etrafındaki tretuvar oldukça geniş. Üstelik tel çit ile çevrildiğinden dolayı apartmanın girişine çok fazla yaklaşamıyor araçlar. Nakliyeciler gelene kadar eşimle buzdolabının derin dondurucu kısmını boşaltıp yatay derin dondurucuya sığdırmaya çalıştık. Buzdolabı taşınır hale gelmişti gelmesine ama derin dondurucuyu yerinden kımıldatmak oldukça zor görünüyordu. Her ikisi de sürme kapılı dolabın içinde. Dışarı alınırken rayların zarar görmemesi lazım.

Nakliyeci ile birlikte iki taşıyıcıyı karşıladım. Birlikte eve girdik. "Bunu böyle taşıyamayız" diyecekler korkusu iyice sinirlerimi bozuyordu. Korktuğum başıma geldi nitekim. "Bu taşınacak, başka yolu yok" dedim. Taşıyıcılar birbirlerinin yüzüne bakarken onlara cesaret verdim. "Ben de size yardım ederim."

İyi ki sadece bir kat yukarıdayız. Merdivenlerin başına kadar itip sürükleyerek getirdiğimiz dondurucuyu üç kişi kolaylıkla taşıyacağımızı sanıyordum. Oysa merdivenden inmeye başlar başlamaz attığım her adımdan sonra vücuduma binen dengesiz yük beni iyice zorlamaya başlamıştı. Son basamağa adımımı atmak üzereydim ki belime bir iğne saplandı, dondurucunun köşesi elimden hızla kaymaya başladı. "Ben iyi değilim, bırakıyorum" diyebildim. Basamakların sonuncusuydu. Hemen yere indirdiler koca alameti. Apartmanın dış kapısına kadar cilalı mermer yüzeylerde iterek sürükledik. Bu sayede rahat bir nefes aldım. Umarım belimde yaşadığım sıkıntı kalıcı olmayacaktı.

Düz ayak yerde daha dengeli taşıdık içi yüklü derin dondurucuyu. Pikabın üzerine çıkarttık. Kalan boşluğa şimdi kullanmadığımız büyük ekran TV yi taşıdılar. Hemen yola çıktık yaylaya doğru.

Derin dondurucu ve buzdolabını kapılardan geçirebilmek için bazı kapı kanatlarının sökülmesi gerekti. İndirme ve yerlerine yerleştirmek o kadar zor olmadı. Eşim dikkat ve özveri ile çalışan nakliyecilere havuz başında kahve ikram etti. Ben de gidip kaynak suyu getirdim. Konuştuğumuz ücret üzerine küçük bir bahşiş vererek gönderdim.

Eşim buzdolabını bilmem kaçıncı kez temizlerken ben de terası süpürüp yıkadım. Geçen sene üzerinde domates kuruttuğumuz ızgaraları çıkarttım yukarı. Pazardan aldığımız biberleri ızgaraların üzerine serip onları güneşle baş başa bıraktım. Güneş beklemediğim kadar yakıcıydı. Ağaç gölgesi olmadığından yarım saat sonra ortalığı mis gibi biber kokusu sardı.

Kurutmak amacıyla havuz başındaki kiraz ağacına astığımız kekikler kurumuş. Havuzun kenarında kurumuş kekik yapraklarını dallardan sıyırdık, ovalayarak kullanmaya hazır hale getirdik eşimle birlikte. "İşte" dedim.  "İşte benim arzuladığım hayat bu, sen ve ben burada oturmuş bahçemizden çıkan kekikleri işliyoruz, ne güzel."

"Gel biraz daha toplayalım." diyor eşim. Hidroforun arkasında onların bolca boy gösterdiği yere gidiyoruz. Kekikler çekince köküyle birlikte geliyor. Kökün sökülmemesi için makas kullansak iyi olacak. "Makas almaya gideyim" dediğimde eşim "Hadi yarın toplayalım bunları, daha hediye alacağız" diyerek akşamki düğünü hatırlatıyor.

Havuza su iyi geliyor ama henüz yarısına kadar dolmuş. Muhtemelen kaçırıyor bir taraflarından. Bir an önce onarmak lazım. Yukarı yaylaya çıkmama gerek yok, oradaki büyük havuz daha dolmamıştır. Akşam gelmeyeceğim için giderken havuzun vanasını sulamaya açıyorum çıkmadan evvel.

Şehre dönüp hediyemizi alırken biraz da alışveriş yapıyoruz. Taş Ev'le ilgili aklımıza gelen son eksiklikler bunlar. Eve dönüyoruz. Balkonda güneşlenmeye bıraktığımız kayısı reçellerinin üzerini onlarca arı kaplamış. Bu kadarını bir arada hiç görmemiştim. Reçelin yarısı gitmiş. Kim bilir kimin kovanına bal olacak bizim reçeller. Hiç de ayrılmaya niyetleri yok. Eşim içeriden bir tava getiriyor. Sürmeli balkon kapsını ürkerek aralıyoruz. Tavayı kah vurarak kah sallayarak kaçırtıyoruz arıları. Zor da olsa çoğu havalanıyor tülbentle kaplı reçel yüzeyinden. Hemen içeri alıyoruz üzerinden ayrılmamaya direnen birkaç tanesi olduğu halde. O kadarıyla baş etmemiz kolay. Bir tepsi reçeli kurtardıktan sonra yanındaki kazana üşüşüyorlar arılar. Aynı taktiği uygulayarak onu da kurtarıyoruz arıların elinden.

Köy düğününe gideceğiz diye seviniyordum. Ama onlar da artık dejenere olmuş. İsterdim aslında şöyle eski usul bir köy düğünü görmek. Yeni garajın orada bir salon adresi verilmiş davetiyede. Düğün sahipleri geçen sene bizim on gün boyunca köylerinden taşıdığımız kestane silkicileri. Acemice silkici aradığımız bir dönemde, söz verip gelmeyen bir sürü insandan yılmış iken onlar yetişmişti imdadımıza. Kolay kolay silkici bulunmuyor buralarda. İki yüz elli lira yevmiyeye sırtlarını dönüyorlar. Köy köy dolaşırken ta Dündarlı Köyünden bulmuştuk bu aileyi. Bir sene sonrası için sözleşmiştik yine. İlişkileri soğutmamak için arada bir arıyorduk birbirimizi. Şanlı Urfa'daki öğretmen oğullarına İlahiyat Fakültesi son sınıfında okuyan bir kız bulmuşlar. Aileden başka bir kız geldi yanımıza İmam Hatip Lisesi son sınıfındaymış. Artık bu tür dini okullar prim yapıyor. Neslimizin geleceğine biraz daha kara bakıyorum.

Saat beşte başlayacak düğün yemeği, elimizdeki davetiyede öyle yazıyor. Sonra mevlit okutulacak. Yakışır elbet. Nikah merasimi saat sekizde. Keşkek olmazsa olmazıdır bu yöre düğünlerinin. Hem keşkeğin tadına bakalım hem de mevlidi kaçıralım diye saat yedide orada olmaya karar verdik. Yeni garajın bir köşesi düğün salonu olarak ayrılmış. Dışarıda ocaklar kurulmuş. Ocağın önüne yerleştirilen masalarda yemeğini yiyen içerideki salona geçiyor.

Kapıda düğün sahipleri karşılıyor bizi. Hediyemizi bırakıp yemek yenilen tarafa geçiyoruz. Boşalan masanın birine oturur oturmaz kullan at tarzı tepsiler içinde şehriye çorbası, şiş köfte, keşkek, irmik helvası ve ayrandan oluşan menü ikram ediliyor. Yemeği yiyoruz ama kalkmıyoruz yerimizden, adet bilmediğimizden. Uzun bir süre oturuyoruz yemeğini yiyenin kalktığını fark edene dek. Salona girdiğimiz zaman mevlit bitmiş nikah kıyıldı kıyılacak. Nikah memuru geliyor damatla gelinin masasına şahitlerin huzurunda. Eşime "Bu düğünü niye köyde yapmazlar ki?" diye sormaktan alamıyorum kendimi. Köye gelmiyor mu belediyenin nikah memuru? Gelin ilahiyatçı ya, başı kapalı. Ne dini bütün çocukları olur şimdi bu güzel ailenin, en üst düzey yöneticisi "milli irade iş başına" dediğinde meydanlara koşacak ya da pisi pisine şehit (!)  olacak...

17 Temmuz 2016 Pazar

CANLAR SIKKIN, İŞLERE DEVAM

16/07/2016 Cumartesi, Tire

Dünkü kabus sebebiyle sabaha kadar uyumadım. Bu konuda söyleyeceğim ve sorgulayacağım çok şey var kendi adıma. Elbette bütün düşüncelerimi korkmadan, çekinmeden bu platformda paylaşacağım.  Hayat devam ediyor diyesim yok, böyle bir hayat olmaz olsun.

Eşimle birlikte gün boyu çocuk yaştaki askerlerin maruz kaldığı alçakça tavırlara lanet okuduk. Soğutucu servisini aramadık bu asap bozukluğumuz devam ederken. Kapıların sundurması girişte içecek grubu tezgah ve dolapları ile ilgili olarak Ünal Ustayı aradım sadece. O da Özdere'de tatil yapıyormuş. Pazartesi günü görüşebileceğimizi söyledi.

Yeni bakımdan çıkmasına rağmen dünden beri arabamın yağ lambası yanıyordu. Geçerken Olgun Ustaya gösterdim. Basit bir iki hareketle problemi gidermesine sevindim. Aygaz bayiine ödeme yaptım. Oradan çıkıp Mermerciye uğradım. Mutfak mobilyaları ve duşakabin gibi şeyler de var yeni açtığı "show room"unda. Ahmet Bey oradaydı. Gelmişken onun hesabını da kapattım. Duşakabinlere baktık. Aslında bir ay kadar önce duşakabin için Faruk Beyle anlaşmıştık. Arada birkaç kez aradığım halde bana dönmemiş, İzmir'den cevap alamadığını söylemişti sadece. Büyük kabalıktı yaptığı. Burada daha kaliteli ve daha ucuz duşakabinleri görünce hemen kararımızı verdik. Ekip gönderip öğleden sonra montaj yapılabileceği de söylenince almaya karar verdik. Faruk Bey beklesin artık istediği kadar.

Yukarı taşınabilmemiz için ihtiyaçlardan biri de elektrikli şofbendi. Beko, Demirdöküm, Bosh ve Arçelik markaları arasında Arçelik'te karar kıldık. Yeni açılan servisin bu bölgede güzel çalışması tercihimizi belirlemede büyük rol oynamıştı.

Yaylaya çıkarken Pazarcı Ahmet'i arıyoruz. Bahçedeki elmalara bakacaktı bugün. Domates sarıyormuş, iki üç saat daha işinin olduğunu söylüyor. Bahçeye girer girmez eşim sepetleri kapıp elma ağaçlarına koşuyor. "Bekle birlikte toplayalım zorlama kendini." demem para etmiyor. Havuza bakıyorum. Dolmuş olması gerekirdi ama henüz yarıda. Üstelik su geliri kesilmiş. Yine yukarı yaylaya, kaynak başına çıkmam gerekecek.

Orta yayladan çıkıyorum yukarı. Burada bulunan vanaları kontrol ediyor boruların içinden geçerken suyun çıkaracağı sese kulak veriyorum. Hayır, buraya da su gelmiyor. Hiç hesapta yokken yukarı yaylaya, kızılcık ağaçların olduğu yerin yukarısına doğru tırmanıyorum. Bahçe girişindeki erikler iyice ballanıp tamamı toplanacak hale gelmiş. Onların önünden daha yukarılara çıkıyorum. Büyük havuzun olduğu yerde aşağı besleyen hortumun yerinden çıktığını ve boşa aktığını görüyorum. Yine hayvanın birinin ayağı takılmış olmalı... Hortumu yalağın içine sokup, yanındaki ağaçtan düşen elmaları dışarı alıyor, büyük taş ve ağaç kütükleriyle onu iyice korumaya alıyorum. Su geliri iyi gibi görünse de kaynağa kadar çıkmadan içim rahat etmeyecek. Yukarı tırmanmaya devam ediyorum. Kızılcık ağaçları daha da güzelleşmiş. Bir hafta sonra epey meyve toplanır bu ağaçlardan. Kaynak başındaki hortumun ek yeri bir önceki gün bıraktığım gibi duruyor. Yine de bulduğum büyük bir taşı özenle üzerine yerleştiriyorum.

Aşağı indiğimde üç sepet elmayı topladıktan sonra verandada ayaklarını uzatmış kitap okur halde buluyorum eşimi . Bir müddet sonra duşakabin için montaj ekibi geliyor. Uzun bir süre uğraşıyorlar ama temiz bir iş çıkıyor sonunda. Ebeveyn banyosu böylelikle tamamlanmış olacak. Hatta içindeki ufak bir çamaşır makinesine kadar...

Pazarcı Ahmet'i arıyorum yeniden. Onun yaptığı iş kolay değil. Bir kamyon domatesi yükledikten sonra sızmış yorgunluktan. Açıkça anlatıyor bana bunu. Saracakları bir kamyon daha varmış. "Duşakabin montajı bittikten sonra ben geleyim senin tarlaya o zaman." diyorum. Çok seviniyor bu habere. "Gelirken elmaları da getir." demeyi ihmal etmiyor. Montaj işi biter bitmez üç sepet elma ve bir sepet dolusu armudu arabanın bagajına koyup çıkıyoruz yayladan. Karanlık basmaya başlamış. Pazarcı Ahmet'in tarlasına vardığımız saatte mallar kamyona yeni yüklenmişti. Bahçe kapısında gösteriyoruz getirdiklerimizi, el feneri ışığında. Her bir sepete bir kasa buluyorlar hemen. Her sepet bir kasaya ancak sığıyor. "Eğer güzel satışı olursa istemediğin kadar elma var bizde." diyoruz ayrılmadan önce.

Eve girer girmez televizyonun başına geçiyoruz. Düzmece darbenin muzaffer önleyicileri yandaşlarını arkalarına almış şovlarına devam ediyorlar. Herkes demokrasi aşığı olmuş, demokrasinin ne olduğunu bilmeden...

16 Temmuz 2016 Cumartesi

DOMUZ MU SABOTAJ MI?

15/07/2016 Cuma, Tire

Dünkü telefon görüşmelerinden sonra umutsuz bir bekleyişle başladı günümüz. Yine de kulağım İzmir'den gelecek telefon sesinde. Günün ilk telefonu sabırla beklediğim soğutucu servisi yerine mobilyacıdan geldi. Taş Ev'de kendimize ayırdığımız odaya aldığımız çekyat koltuğunu getirmek üzere yola çıkmışlar. Ben de onları karşılamak üzere yaylaya doğru yola çıkıyorum. 

Kapıya vardığımda mobilyacının kamyonetini kapıda buluyorum. Çekyatı içeri taşıyorlar. Havuz yeterince dolmuş. Akşam sulamasına kadar sular taşacak yine. Madem havuz dolu, orta yaylayı sulamak en iyisi. Gidip yolun üzerindeki orta yaylanın vanalarını açıyorum. Yukarı yayladaki büyük havuzun henüz dolmadığını düşünerek geri dönüyorum.

Evde hummalı bir reçel hazırlığı var. Akşama doğru Soner çağrı gönderiyor. Salih Ustanın adamları zeytinliğin damlama sulama şebekesine başlamışlar. Zaten yaylaya çıkmayı düşünüyorduk. Eşimle birlikte köyün girişindeki zeytinliğe geldiğimizde ekip işleri tamamlamak üzereydi. Geçen sene diktiğimiz fidanlar son günlerin aşırı sıcaklarına var gücüyle dayandı. Bu arazide su bulunmadığından köyün suyunu kullanmıştık. Bu sene köyün kaynak suları yetersiz kaldığı için mecburen Soner'in evinden şebeke suyuna bağlanıyoruz. 

İki yılda bir hasat yapılan zeytinlikte geçen yıl ürün veren ağaçların üzerinde fazla tane yok. Yine de icara verip yarı yarıya paylaştığımız kadar yağımız olacağını düşünüyorum. Son kontrolleri de yaptıktan sonra geçen sene diktiğimiz zeytin fidanlarına suyun ulaştığından emin olup sulama ekibi ile birlikte ayrılıyoruz zeytinlikten.

Aslında sadece orta yayladaki vanaları kapatıp aşağı yaylanın havuzunu sulamaya vermekten ibaretti işim. Eşimi Taş Ev'de bırakıp orta yaylaya çıkıyorum. Ağaçların dipleri beklediğimin aksine kuru. Suyu aşağı yayladaki depoya vermek için vanayı kapatıyorum. Borudan su akmadığını anlayınca canım sıkılıyor. Acaba yukarıda neler olmuş yine?

Bu kez orman içindeki patika yol yerine geçen sene açtırdığım yolu kullanıyorum. Yukarı yaylaya çıkınca havuzdaki su seviyesini beklediğimden düşük buluyorum. Havuzu besleyen borulardan biri yerinden oynamış yine. Halbuki dün üzerine büyük taşlar koymuştum. Bu iş domuz ya da başka bir hayvanın işi mi, yoksa birileri benimle mi uğraşıyor? Boruyu tekrar havuzun içine yönlendiriyorum. Canım sıkılıyor. Aşağı havuzu besleyen borudan da hiç su gelmiyor. Boruyu uzunca bir süre takip ediyorum. İncir diktiğimiz yerleri dolaştıktan sonra havuzun ve kızılcık ağaçlarının epey üzerindeki kaynağa götürüyor beni bu hat. Borunun kaynak bağlantısı yerin altında kalmış ancak görünen kısımdaki ek parçası ayrılmış,, su boşa akıyor. Boruları birbirine ekliyorum. Suyu tekrar verdiğime sevineyim mi yoksa ikide bir sabote edildiğime üzüleyim mi bilemiyorum. Bu ek parçasının koparılması hiç de hayvanın yapacağı bir iş gibi gelmiyor bana.

Yukarı yaylayı günde en az iki kez ziyaret etmem ve bunun için de bir an önce yayladaki Taş Ev'e taşınmamız iyi olacak. Orman içindeki patika yoldan iniyorum aşağı yaylaya. Eşim yanına kitabını almayı unutmuş. Ben de biraz gecikince sıkılmış görünüyor. Ağaçlardaki elmaların yerlere dökülüp zayi olması can sıkıcı. Pazarcı Ahmet'i arıyoruz. Yarın gelip elmaları göreceğini söylüyor. Alaca karanlık içinde elma ağaçlarının arasında dolanıyoruz. Gidip Taş Ev'den naylon sepet alıyorum. Taş Ev'in altından başlayarak dolduruyoruz sepeti. Artık hava iyice karardı, elmalar zorlukla seçiliyor. Kapıları kapatıp geç vakit dönüyoruz.

Bu yazımı yazarken eşim televizyondaki haberlere dikkatimi çekiyor. Önemli şeyler oluyor. Darbe girişimi. Ankara, İstanbul karışık. TRT yayında değil. CB nin keyfi kaçmış. Bu darbe girişimi de paralel devlet yapılanmasına mal ediliyor. Gerçekten öyle mi? Yoksa aldatmaca mı bu? Meclis defalarca bombalanıyor. CB halkı meydanlara topluyor. Tankların üzerine çıkan hırpani kılıklı adamlar askerleri hırpalıyor. Asker dolu kamyonlar insanların pet şişeli saldırısına uğruyor. Şişelerden biri askerin suratında patlıyor. CB basın toplantısı yapıyor. Gözlerinden korku saçıyor. Darbe iyi değil elbette. Ancak baştakiler de halkı korku terörü altında ezen sivil darbeciler değil mi? Ülkemiz için hayırlısı neyse o olsun. Halk değil bu meydanlara dökülen. Demokrasiye inanan insanlar değil. Allahuekber nidalarıyla mevcut diktatörlüğü savunan yardakçılar. Eğer iddia ettikleri üzere eski ortakları Feto ile aralarında yeni bir hesaplaşma ise bu, altta kalanın canı çıksın (!)