27 Ekim 2021 Çarşamba

BALON ÇOBANI - ÇAĞDAŞ BALIBEY

Kitabın Adı: Balon Çobanı

Yazar: Çağdaş BALIBEY

Sayfa Sayısı: 172

Yayınevi: Beyaz Fil Yayınları 

Türü: Roman

Okuduğum kitap hakkında değerlendirme yapmazdan önce başka okurların yorumlarına bakarım. Bazı yorumlarda belirtilen görüşlere katılır bazılarına katılmam. Okuduğum kitaplara ilişkin blogumda yaptığım değerlendirme, eserin üzerimde bıraktığı kişisel izlenimdir. Birçok yönden değerlendirmeye aldığım eserler hakkında, zihnimde oluşan duygu düşünceye göre yeri gelir onları göklere çıkarır, bazen de yerin dibine sokarım. Ancak genel olarak bu uç noktalardan uzak olur değerlendirmelerim. Zira kitap yazmaya cesaret eden bir insan belli bir seviyeyi yakalamış durumdadır en azından. Böyle bir yazarın kaleminden çıkan  eserin iyi taraflarından söz ederken beğenmediğim yönlerini belirtirim. Bu kadar uzun bir girizgâh yapmamın nedeni var. Okuduğunuz bir kitabı beğenmediğinizde, yazarın ricasıyla veya ona yaranmak için ya da yapılan olumlu yorumlardan etkilenerek  eseri eleştireceğiniz yerde onu ve yazarını yüceltir misiniz? Çağdaş Balıbey'in Balon Çobanı adlı romanını okuduktan sonra hayal kırıklığına uğradığımı gizleyemem. Sıradan bir roman olabilirdi ancak vasatın çok altında kaldığını gördüm. Beni esas şaşırtan husus, onlarca yorumun kitabı göklere çıkarması. Kitapla ilgili tek olumsuz eleştiriyi bu satırlarda okuyacaksınız muhtemelen.

Yazarın doğru dürüst bir biyografisi yok. LinkedIn'de ulaştım bazı bilgilere. Çağdaş Balıbey, kitabın basıldığı yayınevi Beyaz Fil Yayınlarının sahiplerinden ve aynı zamanda Genel Yayın Yönetmeni. Yazarın daha önce kaleme aldığı "Sıfır Noktası" adlı bir romanında zombileri konu ediyor. Absürtlükleri seven bir yazar olduğu belli.    

Romanın kahramanlarından biri Suriyeli Abdad, gençlik yıllarında ABD güdümündeki orduların safında Irak topraklarına giriyor ve içi dolar dolu bir çantayla memleketine dönüyor. Yıllar sonra Suriye iç savaşı ve Işid mezalimi konu ediliyor. Savaşın vahşeti içinde Abdad'ın karısı Minel ve kızı Afra dışında ailesinden geriye kimse kalmıyor. Romanın diğer yüzünde Işidli bir militana ağabeyi tarafından imam nikahı ile verilen on altı yaşındaki Afra'dan dramı ve onun doğurduğu bebeğin yaşam öyküsü dillendiriliyor. Öyle ki, romanın ana kahramanı sayılabilecek bu şahsiyetin, henüz sperm halindeyken yumurtaya doğru gidiş yolculuğu, cenin haline gelişi, anasından doğumu, mülteci kampında çöp konteynerleri yanına bırakılması ve bir Türk askeri tarafından bulunup Türkiye'ye getirilmesi, oradan Mersin'de bir çocuk yurdunda iki yaşına kadar yaşadıkları bizzat kendisi tarafından dillendiriliyor.

Evet, konu ilginç, aynı konu nitelikli bir yazarın elinden güzel bir romana da dönüşebilirdi belki. Maalesef yazarı son derece yetersiz buldum. Her şeyden önce olaylar son derece abartılı, şiddet içeren anlatımlar gerçek dışı. Romanda şiddet unsuruna yer verilebilir ancak kitapta anlatılan şekilde değil. Hakan Günday'ın romanlarında geçen şiddet sahnelerinden sonra son derece basit kalıyor yazarın anlatımı. İfade tarzı da kalemi eline alan yazar sanıyor kendini, dedirtiyor. Edebi niteliği olmadığı gibi siyasi açıdan tarafsız değil. Aile içindeki vahşet Işid'e katılıp beyni yıkanan ağabeyin kardeşlerini ve babasını vahşice öldürmesinde inandırıcılıktan uzak kurgular, Abdad'ın daha önce evinde sakladığı cephanelikten aldığı silah ve mühimmatla yüzlerce teröristi öldürmesi gibi olaylardaki gerçek üstü kahramanlıklar sinir bozucu. Yazarın bir an önce yazarlık sevdasından vazgeçip genel yayın yönetmenliği görevine dönmesinin isabetli olacağını düşünürken, Balon Çobanı, okuduğum kitaplar arasında kötü yazılmış bir roman olarak yer edecek aklımda.

26 Ekim 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 114

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Sağ ve sol beyin durumuz nasıl?"

Sonucu az çok tahmin ediyordum ama  durumumu pekiştirmek amacıyla bir test yapmaktan kendimi alamadım. Mentalup.net sitesinde yer alan testteki sorulara verdiğim cevaplara göre çıkan sonuç beni yanıltmadı. % 75 sol, % 25 sağ beyin lobumu kullanıyormuşum. Çıkan bu sonuca sevindiğimi söyleyebilirim. 

Sevgili Deep, beyin loblarının taşıdığı özelliklere dair detaylı bilgi vermiş. Önce onun verdiği bilgileri alıp kendimi tahlil etmek istedim. Bu şekilde hem zaman kazanacak hem de yeniden araştırma zahmetinden kurtulmuş olacaktım. Fakat dayanamadım, sol lobum yine rahat durmadı, konuya ilişkin kendi üzerimde testler yaptım, yazılar okudum, TEDx konuşmaları izledim, Youtube kanallarından pek çok kişinin görüşüne başvurdum. Yaygın görüşe göre beyin loblarını dengeli kullananlar daha başarılı oluyormuş. Londra Üniversitesi Kognitif Bilim Enstitüsünden Prof. Sophie Scott  bu yaygın kanının efsane olduğunu ortaya çıkarmış. İngiltere'de yapılan son araştırmalar her insanın beynin iki lobunu aynı anda kullandığını, bu nedenle sağ lob, sol lob ayrımı üzerine dillendirilen söylemler artık nihayet bulmuş. Bütün olay, beynimizin her iki lobunu birbirine bağlayan ve aralarında bilgi iletişimini sağlayan "Corpus callosum" da bitiyormuş aslında.  200 milyondan fazla sinir lifinden oluşan bu yapı, adeta bir orkestra şefi gibi beyin lobları arasındaki uyumu sağlıyormuş.

Doğuştan Corpus Callosum'u bulunmayan bazı insanların yaşamlarına devam edebilmeleri son derece ilginç. Bazı durumlarda ise tedavi amacıyla beynin iki lobu arasında yer alan bu bağlantı kesilip (Bölünmüş Beyin) loblar birbirinden tamamen ayrılıyormuş. Çağımızda bilim pek çok bilinmeyeni açığa kavuşturduğu halde beynin işleyişi henüz tam olarak çözülmüş değil.

Bu minvalde daha zayıf olduğuna kanaat getirdiğimiz sağ ya da sol lobumuzu güçlendirmek  ve daha dengeli bir beyne sahip olabilmek için yapılan önerilerin işe yaramayacağı kanaatindeyim. Doğuştan itibaren loblarımızın arasında bağdaş kurmuş oturan orkestra şefimizin, elindeki batonuyla loblarımızı dürterek yerine göre analitik düşünmemizi sağladığına ya da duygularımızı harekete geçirdiğine inanıyorum. Bununla ilgili harika bir animasyonu buradan izleyebilirsiniz.

Beynimizin sağ ve sol lobları, birbirinden farklı özelliklere sahip. Bu durum hepimizde aynı, kimsenin eksiklik hissetmesine gerek yok yani. Orkestra şefimizin hangi lobumuza daha hoşgörülü davranacağında, hangi lobumuza sert çıkacağında, kişisel özelliklerimiz ve karakterimiz belirleyici. Ben istisnai durumların dışında burç özelliklerinin yanı sıra orkestra şefinin karakter yapımıza göre alacağı tutumun da insan yapısı üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum.

Bu arada sevgili Deep'in yazısında yönelttiği, "İnsan mı beyni yönetir, beyin mi insanı yönetir?" sorusunu hayli ilginç bulduğumu belirtmek isterim. İlk anda insanı yöneten organın Corpus Callosum, yani orkestra şefimiz olduğu geliyor aklıma. Hemen arkasından "beynini kullan", "kafanı işlet" gibi aşina olduğumuz sözleri hatırlıyorum. Sanki başka bir irade merkezimiz var da, beynimize talimat veriyor yanılgısına düşüyoruz. Bu doğru değil. Yani insanın beynini yönetmesi imkânı yok, tek yönetici orkestra şefi. Fakat beynimizin tam ortasına kurulmuş bu şef çok tuhaf. Doğuştan genlerimizle gelen özelliklerimizin yanı sıra çevremizden de etkileniyor! Bazen sol lobu unutup sağ lobun cazibesine kaptırıyor kendini. Sonra başına gelmedik iş kalmıyor tabii.

Testlerin güvenirliği tartışmaya açık ama uyguladığım testten, burcumun özellikleri gibi uyumlu bir sonuç  çıktı. Orkestra şefim % 75 oranında sol beyin lobuma ağırlık veriyor. Test yapmadan da ben kendime aynı oranı verirdim muhtemelen. % 25 lik sağ lobumun etkisi ressam ya da müzisyen olmama yetmemiş ama olsun varsın. Bence ideal bir karışım. Orkestra şefimle gurur duyuyorum.

24 Ekim 2021 Pazar

AŞK ve GURUR - JANE AUSTEN

Kitabın Adı: Aşk ve Gurur

Yazar: Jane AUSTEN

Sayfa Sayısı: 460

Yayınevi: Bilge Yayıncılık - E Yayınları 

Çeviren: Nihal Yeğinobalı

Türü: Roman

Konusunu aşk olarak bildiğim böyle bir kitabı hem de 1986 baskısından okuyacağım aklıma gelmezdi doğrusu. Şimdiye dek Jane Austen'ın (1775-1817) herhangi bir kitabını okuma fırsatım olmamıştı. Gördüğüm yazım hatalarına, eskimiş bir Türkçe kullanılmasına, yer yer yanlış sözcük seçimlerine rağmen kitaba bayıldım. Yazarın en meşhur kitabı olan Aşk ve Gurur romanının gördüğü değeri sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Aynı kitap Hasan Ali Yücel Klasikler serisinden Gurur ve Önyargı adıyla yayımlanmış.

19. Yüzyıl Londra'sında taşralı Bennet ailesinin kızı Elizabeth Bennett ile varlıklı ve soylu bir centilmen olan Fitzwilliam Darcy arasındaki ilişki romanın ana konusunu oluşturmakta. Gündelik yaşamında şahsiyetinden ödün vermeyen Miss Bennett, varlıklı ve soylu olması nedeniyle kibirlenen Darcy'yi dize getiriyor. Yazarın roman kurgusunda yaptığı karakter analizlerine hayran kalmamak elde değil. Yazar, romanda yer alan bütün karakterleri zihinlere öyle bir yerleştiriyor ki, okur, adeta onları kendisinden biri gibi görüyor, olaylar karşısında nasıl tepki vereceklerini en ince ayrıntısına kadar bilecek seviyeye geliyor. Genellikle karşılıklı konuşma şeklinde ilerleyen romanda yapılan ince espriler, mizahi yergiler, abartılı nezaket gösterileri tam bir zeka ürünü. Elizabeth'in annesi, tuhaf bir kişiliğe sahip olan Mrs. Bennett'in tek arzusu beş kızına varlıklı ve soylu birer koca bulup onların güzel birer evlilik yapmaları. Bu arzusuna erişmek için evine davet ettiği centilmenlere aşırı ilgi gösteren Mrs. Bennett, komşularına her fırsatta caka satarken, bol bol dedikodu yapıyor. Yazarın ifade tarzı, kıvrak zekasıyla yaptığı karakter analizleri kişi ve mekanlar üzerindeki betimlemelerin eksikliğini hissettirmiyor. Severek okuduğum bu romanı henüz okumayanlar için öneririm.

23 Ekim 2021 Cumartesi

AMOR FATI

Doğuştan itibaren alnımıza koyu harflerle yazıldığı ruhlarımıza işlenmiş, özgür irademizle değiştiremeyeceğimiz, her birimiz için özel olarak belirlenmiş bir yaşamı simgeleyen kader, ya da diğer bir deyişle yazgı, TDK'ya göre, genellikle kaçınılmaz kötü talih, alın yazısı, ezelî takdir, mukadderat, takdir-i ilahî sözcükleriyle tanımlanmaktadır. İslâm tarihinde kaderin belirleyicisi olarak birbirine zıt iki görüş bilinmektedir. Bunlardan ilki, Kaderilik, özgür iradeyi savunurken, insanın irade ve kudret sahibi, yükümlülüğü olan bir yaratık olduğunu ve insanların Allah'ın müdahalesi olmaksızın fiillerini bizzat kendi güç ve iradelerine bağlı olarak meydana getirdiğini savunur. Bunun tam aksi görüşe sahip Cebriyye mezhebi, kişinin kader ve fiilleri konusunda söz sahibi olmadığını, özgür irade diye bir şeyin olmadığını ve her türlü fiili yaratan ve yaptıranın Allah'ın bizzat kendisi olduğunu ileri sürer. 

İslâm Rönesans'ının fitilini ateşleyen, Kaderilik mezhebi kurucularından Ma'bed el-Cühenî, "La kader, el-umru Unufun" yani, kader diye bir şey yoktur, olaylar kendiliğinden meydana gelir diyerek kaderin ilâhî bir güç tarafından belirlendiği fikrine karşı gelen ilk kişi olarak tarihe geçmiştir. Emevîler döneminde Vali Haccac tarafından yapılan tüm eziyetlere sabırla göğüs gererek düşüncesinden geri adım atmayan Ma'bed el Cühenî, 702 yılında işkenceyle katledilmiştir. 

Her iki anlayışın arasında sıkışıp kalan ve modern dünyada da hayli kabul gören diğer bir görüş Latince eski bir deyim olan "Astra inclinant, sed non obligant." sözüne karşılık gelir. (Yıldızlar bizi eğer ama bağlayıcı değildir.) Bu söz, kaderin bize belli ölçüde rehberlik etmesine rağmen özgür iradenin var olduğunu, nihayetinde kendi eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu anlatır.

Türkçede aynı anlama gelen kader, yazgı, alın yazısı gibi sözcüklerin İngilizcede iki farklı karşılığı bulunmakta. Hemen hemen bütün yabancı dillerde birbirleriyle karıştırılan iki sözcükten "Fate", önceden kesin olarak belirlenmiş gelecek bir yaşamın karşılığı iken, "Destiny" hayattaki seçimlerimize bağlı olarak değişen bir gelecek anlamına gelir. Diğer bir deyişle "Fate" bireyin aldığı her kararın onu mevcut senaryosuna götürdüğü şimdiki zamanla ilgiliyken, "Destiny", önceden bilinemeyen ve sadece bireyin alacağı kararlarla belirlenemeyen bir gelecek senaryosudur.

Yukarıdaki tanımlardan anlaşılacağı üzere bizim dini ve kültürel bağlarımız sebebiyle algıladığımız "kader" sözcüğünün İngilizce karşılığı "Fate" tir. Dilimizde "Destiny" sözcüğünün yerini tutacak bir sözcüğe henüz rastlamış değilim. Bu durum bizim gibi Şark toplumlarında gayet anlaşılabilir. Zira tüm beceriksizlik, ilgisizlik, dikkatsizlikleri sonucu karşılaşılan felâketlere "Takdir-i İlâhi" diyerek mağdur insanların ağızlarına bir parmak bal çalan yöneticiler için kadere sığınmak muhteşem bir kaçış yolu olmuş ve olmaya devam etmekte.

Bana göre kader; önceden kesin olarak bilinemeyen, özgür irademiz dışında meydana gelen ve kökleri geçmişe dayalı sonsuz sayıda tesadüfün bir araya gelip geleceğimizi belirleyen olaylar silsilesidir.

Bugüne kadar kaderimizin önceden belirlendiğine ya da belirlenmediğine dair felsefi ve teolojik alanda birçok görüş ileri sürüldü. Astrologlar, falcılar kader, kısmet, gelecek hakkında türlü ahkâmlar kestiler. Ben geleceğin bir güç tarafından kesin olarak belirlendiği ya da önceden bilindiği inancında değilim. Bilimsel tahminlerde bulunabilir, söz gelimi jeolojik yapısı itibarıyla falanca bölgede deprem bekleniyor diyebilirsiniz ancak depremin büyüklüğü, yeri ve zamanı hakkında asla kesin bir şey söylenemez, söylenemeyecektir. Çünkü deprem olayı suyun belli basınç altında 100 derecede kaynaması gibi sadece birkaç nedene bağlı bir özelliğe sahip değildir. Ayrıca bilim dahil her şey değişime açık olduğu için kesinlik özelliğine sahip değildir.

Kişisel gelişim uzmanları verdikleri saçma sapan telkinlerle insanların hayatlarını değiştirebilecekleri iddiasındalar. Onların yaptıkları tek şey insanların psikolojilerine etki edebilir ancak kaderleri üzerindeki etkisi ihmal edilebilecek kadar azdır. Özgür iradenin, kader üzerinde ön aldığı tek durum vardır; intihar etmek! Evet, insan özgür iradesini kullanarak istediği zaman kendi canına kıyabilir. Bunun dışında özgür iradeden bahsedilemez. Söz gelimi öğretmen olmak istediniz, şartlar buna elverdi, istediğiniz mesleğe kavuştunuz diyelim. Düşünün bakalım sizi öğretmen olmaya iten şey neydi. Örnek aldığınız ve hayranlığını kazanmış o öğretmen karşınıza çıkmasaydı, okuduğunuz bir kitap ya da bir yakınınızdan etkilemeseydiniz yine aynı mesleği tercih eder miydiniz? O öğretmenden ders almanız, o kitabı okumanız ya da yakınınız olan kişinin size yaptığı o konuşma, hepsi birer tesadüf değil mi? Ya onların uygun mekân ve zamanda karşınıza çıkması olasılığını bir düşünün. Ortaokula giderken sokağımızda, beyaz Peugeot'sundan inen beyaz takım elbiseli o yakışıklı mühendisi görmeseydim mühendis olmayı aklıma koyar mıydım? O beyefendinin orada olma olasılığı, benim ona hangi duygular içinde hayranlık beslemem, yıllar sonra atacağım adımları belirleyen nedenlerden sadece birkaçı değil mi? 

İnsanın kaderini ana rahmine düştüğü andan itibaren tüm geçmiş yaşamını kuşatan tesadüfler belirler. Yaşamın ta kendisi olan bu tesadüfler zinciri, bazen mutluluk, bazen de üzüntü, acı verir. Mutluluk, üzüntü ve acı geçici ve döngüseldir. İnsanın huzur bulması bu gerçeği kabul etmesiyle mümkündür. AMOR FATI, Friedrich Nietzsche'nin eserlerinde sıklıkla geçen, "Kaderini Sev" şeklinde dilimize çevrilen Latince bir deyim. Kaderini sev, belki bu başına geleceklerin en iyisidir. 

Devamlı bir arayış, bir hedef peşindeyiz. Hedefimize ulaşınca mutlu oluruz ama bu mutluluk çok kısa sürer. Daha büyük hedefler koyarız önümüze. Devamlı onlara ulaşmaya çalışırız. Bazen işler istediğimiz gibi gitmez. Hayal kırıklığına uğrar üzülürüz. Üzülmenin hiç bir anlamı yok, kim bilebilir ki bu durum bizi mutluluğa götürecek yeni bir kapı aralamasın. Yaptığımız şeyler, aldığımız kararlar özgür irademizden bağımsızdır. Bu nedenle, herhangi olumsuz bir durumla karşılaştığımızda kendimizi suçlamamıza bir neden olmadığı gibi istediğimize kavuşmamız halinde aşırı böbürlenmemiz de gerekmez. Bu ilk akla gelen şekliyle kaderimize razı olmak durumu asla değil. Zira kaderin bize nasıl bir senaryo çizdiğini kimse bilemez. Kaderimizle savaşacağımız yerde onunla iyi geçinelim, rakip değil dost olalım onunla. Mutlu bir yaşam için karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmek, kaçırdıklarımıza ise hayrımıza olacağı ihtimalini dikkate alarak kafayı takmamak, acılarımızı, üzüntülerimizi yaşamın birer gerçeği olarak kabul etmek, bunların geçici olduğunu bilerek sabırla geçmesini beklemek ve sorunsuz yaşadığımız her anın tadını çıkarmak hayat felsefemiz olmalıdır. Unutmayın ki geçmiş ve gelecek bir hayal, anı yaşamak ise bir gerçek. Hayallere takılıp gerçeği gözden kaçırmayalım.  

19 Ekim 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 113

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Kitapçılara, sahaflara ne sıklıkla gidersiniz?"

Kitapçıları periyodik olarak ziyaret etmem söz konusu değil. Fakat herhangi bir nedenle karşıma kitapçı çıktığında hemen kapısında içeri girer, gezerim. Emekli olduğumuzdan bu yana genellikle eşimle birlikte dolaşırız. İlgi alanlarımız farklı olduğu için kitapçı raflarını dolaşırken birbirimizden ayrılır, eğer hoşumuza giden bir ya da birkaç kitap bulabilirsek satın alırız. D&R gibi büyük kitapçıları gezmekten zevk alırım. Raflara dizilmiş binlerce kitabı görünce, kendimi bir masal ülkesindeymiş gibi hisseder, her bir kitabın içindeki fikirleri, olay ve kişileri düşünür, onların hepsini okumak için müthiş bir istek duyarken bunun mümkün olmayacağı gerçeği üzerine hüzünlenirim.  

Diğer taraftan evimizde her zaman okuyabileceğim türden kitaplar bulunur. Eşimin daha önce okuduğu kitaplara başlamadan önce kitap hakkında düşüncesini sorarım. Onun değerlendirmesi ne olursa olsun alıp okurum yine. Kitabı okuduktan sonra bazen kendisine hak verirken bazen onun hiç beğenmediği bir kitaptan büyük haz aldığım da kayda geçmiştir. Çok ev değiştirdiğimiz için güzel bir kütüphanemiz olmadı. Daha önce oturduğumuz, içinde çok sayıda kitabın bulunduğu bir odasını kapatıp o şekilde kiraya verdiğimiz bir evde henüz okumadığım çok sayıda kitabımız olduğunu biliyorum. Bir ara gidip o kitaplardan bir kısmını alma hayalini kuruyorum. Çok geniş evlerde oturduk, yer sorun değildi ama iki kişi kalınca daha küçük evleri tercih etmeye başladık. Bu bakımdan kütüphane kurulabilecek bir kitap okuma ya da çalışma odasına sahip değiliz. Bu yüzden diğer evden kitaplarımızı alıp halen yaşadığımız eve yığmak pek olası görünmüyor. 

Zaman zaman kızımın ve özellikle oğlumun kütüphanesinden yararlanıyorum. Oğlumun tercih ettiği kitaplar (Harry Potter kitapları dışında) bazen fazlasıyla ilgimi çekiyor. Yine eşimin ilgi alanına giren polisiye, cinayet türü romanları ara sıra okurum. Aynı türde film ve dizileri de pek sever eşim. Bazen üzerimde gizli plânları olduğunu düşünür ürperirim!

Yeri geldiğinde internetten, sokak sergilerinden ya da kitap fuarlarından kitap satın alırız. Ancak yayınevi ve yabancı kitaplar için çevirinin önemli olduğunu düşünüyorum. Dizgi ve baskı hataları, kötü çeviri en az kitabın konusu ve yazarı kadar önemli. Bazen ucuza aldığımız kitaplarda sayfa atlamaları, boş sayfalarla karşılaşınca neden doğru dürüst bir yayınevinin kitabını almadığımız için kızarım kendime. Hakkını vererek isim yapmış yayınevleri tarafından basılan ve usta çevirmenlerin elinden çıkan kitapları okumak büyük bir zevk elbette.

Sahaf konusuna gelince durum biraz farklı. Eşimin bana göre aşırılığa kaçan bir titizliği var. İkinci el eşya asla kullanmaz. Temizlik ve hijyen konusunda inanılmaz derecede tutucu. Bu bakımdan sahafları karşıdan severiz biz. Eşimin eski kitaplar hakkında neler düşündüğünü artık bilecek kadar tecrübe sahibiyim. O kitabı acaba kim okumuş daha önce, tuvaletten çıkıp elini yıkamadan kitabı eline almış olabilir mi, okurken bir yandan burnunu karıştırmış mıdır, yoksa o sarı lekeler çocuğunun çiş izleri mi, daha neler neler gelir aklına.  Bu yüzden emin olduğumuz bir dost, arkadaş, akraba dışında kitap alışverişi olmaz bizde. Sanki onlar yukarıdaki şeyleri yapamaz, Allah Allah. Neyse, işte bizdeki sahaf durumları böyle. Sahi sizde durumlar nasıl?

18 Ekim 2021 Pazartesi

TEMBELLİK HAKKI - PAUL LAFARGUE

Kitabın Adı: Tembellik Hakkı

Yazar: Paul LAFARGUE

Sayfa Sayısı: 53

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Ebru Erbaş

Türü: Deneme

Kısa Klasikler serisinin birbiri ardına okuduğum son kitabı olan "Tembellik Hakkı" sadece içeriğiyle değil yazarı Paul Lafargue bakımından da hayli ilginç. 1842 yılında Küba'da doğan yazar, melez bir ailenin çocuğu. Dokuz yaşında ailesiyle Fransa'ya göçüp Tıp öğrenimi görüyor. Üniversite yıllarında kralcı hükümete karşı gençlik hareketlerine katılan Lafargue, fabrikalarda günde on yedi saate kadar çıkarılan çalışma saatlerine isyan ederken 1865 yılında tanıştığı Marx, yakışıklı, zeki, enerjik ve sportif bulduğu bu genci kaçırmadı ve en sevdiği kızı Laura ile evlenmesine izin veriyor. Yazarın Laura'dan üç çocuğu oluyor ne var ki hepsini kaybediyor. Esasen Lafargue'ın yaşam öyküsünü anlatamaya sayfalar yetmez. Ölümü de oldukça çarpıcı. 26 Kasım 1911'de onu, eşi Laura ile birlikte bir koltukta kucak kucağa can vermiş olarak buluyorlar. Deri altına siyanür enjekte ederek hayatlarına kıyma nedenini bıraktıkları mektupta şöyle açıklamışlar:  

"Bedence ve ruhça sapasağlam iken, yaşama zevk ve sevinçlerimizi birer birer elimizden alan, beden ve kafa güçlerimizi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimizi felce uğratıp istemimizi söndürmeden ve bizi gerek kendimize, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden canımıza kıyıyoruz."

Kitaba gelince; açıkçası önce mizahi bir anlatım bekledim. Zira tembelliğe övgü kimin aklına gelir ki! Oysa yazarın kitabında tembellikten kasıt, "armut piş ağzıma düş" bir hayat değil. Onun tembellik dediği insanın kendine ayırması gereken zaman, olsa olsa en çok boş vakit. Lafargue, sosyalist düşünceye sahip bir yazar. Düşüncelerine ne kadar hak vermiş olsam da pratikte insanın doğası, onun hayalini kurduğu düzene engel. Son derece mantıklı açıklamaları doyurucu ve insanın ufkunu açıyor. Tarihsel açıdan, çalışmayı dini, kültürel ve siyasi açılardan yüceltenlere baş kaldırırken teknoloji geliştikçe, fabrikalar arttıkça çalışan ücretli kesimin köleleştiğini savunuyor. Sözgelimi elle dakikada beş ilmik atılabilen dokumacılık sektöründe makinelerle aynı süre içinde otuz bin ilmik atılmasına rağmen insanın daha uzun sürelerde çalışmaya zorlandığını belirtiyor. Üretimin artması sorunu çözmediği gibi yoksul kesimi tüketime özendirerek sınıflar arasındaki gelir farkının her geçen gün büyüdüğünü gözler önüne seriyor.

Su değirmenlerinin icat edilmesi üzerine öğütme işini yapan kadın kölelerin rahata ereceklerini düşünen Antik Yunan şairinin (Antipater of Sidon) yanılgısına dikkat çekiyor yazar. M.Ö ikinci yüz yılda dünyanın yedi harikasını ilk kez ortaya koyan şairin sevinci şöyle yazıya dökülmüş:

"Siz ey değirmende çalışan kadınlar! Değirmen taşını döndüren kolu bırakın, rahat rahat uyuyun! Horoz, varsın günün ışığını boş yere haber versin size! Demeter, (Yunan mitolojisinde tarımın, bereketin, mevsimlerin ve anne sevgisinin tanrıçası) kölelerin işini perilere yükledi. İşte, onlar şimdi güle oynaya çarkın üstünde sıçrayıp duruyorlar. Ve işte sallanan mil, ışıltılarla dönüyor, ağır taşı çevire çevire. Babalarınızın yaşamını sürdürelim. Tanrıçanın sizlere verdiği boş zamanın tadını çıkaralım."

Muhteşem bir İspanyol Atasözü şöyle der: Çalışmak, insanın değerli vaktini boşa harcamasıdır.  

Belçikalı yazar Raoul Vaneigem, Lafargue'ın felsefesini gayet güzel özetlemiş:

"Çalışın, çalışın işçiler, toplumsal serveti ve kendi yoksulluğunuzu arttırmak için çalışın. Çalışın ki, daha da yoksullaşarak daha çok çalışmak ve yoksullaşmak için bir takım nedenleriniz olsun. Kapitalist üretimin acımasız yasası budur işte. Makine geliştikçe ve insan çalışmasını durmadan artan bir hız ve kesinlikle yendikçe, işçi, dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, makineyle yarışırcasına çabasını iki kat arttırıyor. Hem kapitalist hem de Sovyet ekonomilerinin dayattığı koşullar altında her üretkenlik çağrısı, bir kölelik çağrısıdır.

Paul Lafargue, birçok sanatçı ve bilim adamının boş zamanlarında faydalı işler çıkardığını belirterek Fransa'da çalışma süresinin günde üç saat olması gerektiğini savunuyor kitabında. Bu süre gözümüze mübalağalı gelse de, uygar ülkelerin çalışma saatlerini ve çalışma günlerini kısaltma yoluna giderek yazarı haklı çıkardıkları bir gerçek. Fazla çalışmanın ve makineleşmenin sonucunda üretimin ihtiyacın üzerine çıkması, israfın çoğalmasının yanı sıra tüketimin özendirilmesi insanın sermaye sahiplerinin köleleri haline geldiği fikrine katılıyorum. Yıllarca işkolik seviyesinde yaptığım çalışmalarla kurulu sistemin değirmenine su taşıdığımın farkındayım ancak bunu engelleyebilecek bir fikir gelmiyor aklıma. Güzel, kısa ve okunması kolay bir kitap.

14 Ekim 2021 Perşembe

RAHEL TANRI'YLA HESAPLAŞIYOR - STEFAN ZWEIG

Kitabın Adı: Rahel Tanrı'yla Hesaplaşıyor

Yazar: Stefan ZWEIG

Sayfa Sayısı: 70

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Gülperi Sert

Türü: Uzun Öykü

Öncelikle kitabın türü üzerinde bir ikilem yaşadım. Yayınevi öykülere ilk anda dini hikâyeleri çağrıştıran menkıbe tanımını uygun görürken benim nazarımda kitabı oluşturan öyküler, kutsal kitaplarda da yer alan mitolojik anlatılardan yola çıkılmış. Elbette olayların bir kısmı yazarın kurgusuyla değişime uğramış. İkisi arasında ne fark var derseniz, biri olayları yaşanmış kabul ederken diğeri gerçekte doğru olmadığını ya da var olmadığını çağrıştırmakta. Gülperi Sert'in güzel çevirisiyle okuduğum öykülerden ilki, kitaba adını veren "Rahel Tanrı'yla Hesaplaşıyor", Eski Ahit'te Yakup Peygamberin ikinci eşi Rahel'i konu ediyor. Kudüs'ün inatçı ve dönek halkı, putlara kurbanlar keserek Tanrı'yı kızdırıyorlar. Bu durum karşısında öfkelenen Tanrı bütün gazabıyla şehri darmaduman ediyor. Tam bu esnada Rahel çıkıyor meydana. Çektiği acıları, bir bir anlatıp, ben bunlara tahammül ettim, sen ki yüce Tanrı'sın nasıl bu kadar acımasız olabiliyorsun diyerek sitem ediyor.

Rahel'in ilginç bir hayat hikâyesi var, Yakup'la tanışıp birbirlerine aşık oluyorlar fakat babası Lavan, evlenmelerine onay vermeden önce Yakup'un kendisine yedi yıl boyunca hizmet etmesini şart koşuyor. Gel gelelim Lavan, süre dolunca, hileye başvurarak Rahel'den birkaç yaş büyük ve çirkin olan ablası Lea ile evlendiriyor Yakup'u. Lavan, Yakup'a dönüp eğer hâlâ Rahel'le evlenmek istiyorsan bir yedi yıl daha bana hizmet etmen gerekiyor, der. Yakup, çaresiz boyun eğer. Tam on dört yıl sonra Rahel, Yakup'un ikinci eşi olur. Ablası Lea'dan on çocuk yaptıktan sonra Rahel'in Yakup'tan Yusuf ve Bünyamin isminde iki oğlu daha olur. Gelişen bütün bu olaylar karşısında kıskançlık yapmayan, büyük acılar çekmesine rağmen sabretmesini bilen Rahel'in Tanrı'nın gazabı üzerine muhteşem hesaplaşması başlar. 

"Beni duymadın mı, her zaman, her yerde olan Tanrım. Beni duymadın mı, her şeyi duyan Tanrım, yoksa cahil bir kulun olan ben mi açıklamalıyım sana? O vakit dinle, inatçı Tanrım. Yakup kız kardeşimin rahmine tohumlarını ektiğinde kıskanmıştım ben de. Tıpkı şimdi benim çocuklarım senin yerine başka Tanrı'lara tütsü yaktığında senin kıskandığın gibi. Fakat güçsüz bir kadın olan ben bile öfkemin üstesinden gelmiştim. Senin için, merhametli olduğunu sandığım senin için merhamet etmiştim. Lea ve Yakup da bana merhamet etmişti, şunu gör artık Tanrım: Biz insanlar hepimiz, yoksul ve fani, kıskançlığın kötülüğünü yendik. Fakat sen, her şeyi yaratan ve her şeye son veren, her şeye kadir olan sen, her şeyin başı ve sonu olan sen, sınırsız güce sahip olan sen, bizlerin sadece birer damlası olduğumuz okyanus olan sen. Sen merhamet etmek istemiyor musun? ..."

Rahel Tanrı'ya söyleminin şiddetini arttırmaya devam eder:

"... Fakat sen Tanrı'ysan her şeyin efendisiysen o zaman hoşgörünün onların kibrinden, merhametinin onların hatalarından daha büyük olması gerekmez mi? Eğer merhametin sonsuz değilse, sen de sonsuz olmazsın. O zaman sen de Tanrı değilsin. Sen yabancı bir Tanrı'sın, öfkeli bir Tanrı'sın, sadece seni sevenleri seven ve sadece merhamet edene hizmet eden ben, ben Rahel, o zaman seni meleklerinin önünde reddediyorum!"

İkinci öyküde Zweig, Nuh Tufanında gökyüzüne salınan üç güvercini konu ediyor. Kitapta yer alan üç öyküden en kısası olan "Üçüncü Güvercinin Hikâyesi" diğerlerine göre oldukça basit kalmış.

Üçüncü öykü ise Hinduizm'in kutsal metni Bhagavad Gita'dan esinlenerek yazılmış. Bu öykü Krishna'dan önce yaşayan bir kral ve onun sadık savaşçısı arasında geçiyor. Yanlışlıkla ağabeyini öldüren savaşçı her şeyden elini eteğini çekse bile farkında olmadan başkalarına zarar verdiğini görüyor. Ölümsüz Bir Kardeşin Gözleri", kitabın en uzun öyküsü "Eylemsizlik de bir eylemdir." sözüyle etkileyici bir şekilde taçlanıyor. 

Birinci ve üçüncü öyküleri severek okudum ve ana fikirlerini beğendim.

HAKLI ÇIKMA SANATI - ARTHUR SCHOPENHAUER

Kitabın Adı: Haklı Çıkma Sanatı

Yazar: Arthur Schopenhauer

Sayfa Sayısı: 86

Yayınevi: İmge Kitabevi

Çeviren: Hüseyin Salihoğlu

Türü: Deneme

Aslında kitabın adı Eristik Diyalektik ancak daha fazla ilgi çeksin düşüncesiyle kitabın alt başlığı olan Haklı Çıkma Sanatı başlığa alınmış. Kitap yazarın ölümünden sonra sandığından çıkarılıp yayımlanmış. Doğrusu Schopenhauer'dan böyle bir kitap beklemezdim, nitekim o da benzer kaygılarla sağlığında ortaya çıkaramamış zaten. Öncelikle mantık ve diyalektik tanımlarıyla giriyoruz kitaba. Kulaklarımızın aşina olduğu ve birbirine karıştırılan bu iki sözcük arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyor yazar. 19. yüzyılın ünlü filozoflarından Kant'ın öğrencisi olan Schopenhauer, diyalektiği bir akıl yürütme tekniği olarak tarif etmekte. Konuşmacıların soru ve cevaplarıyla yapılan bir konuşma sanatı olan diyalektik bu yöntemle önermeleri çürütür ya da ispatlamaya çalışılır. Yunan mitolojisinde anlaşmazlık tanrıçası olan "Eris" kelimesinden gelen "eristik diyalektik" ise kazanma amaçlı tartışma bilgisi, girilen tartışmaları kazanma sanatı olarak ifade edilmiştir. Burada tartışmanın amacı gerçeğe ve doğruya ulaşmak değil, doğrudan haklı çıkma felsefesi söz konusu edilen. Mantık ya da analitik ise tamamen farklı, burada yöntem, tartışma götürmez doğrulara varmak için teori üretmek. 

Schopenhauer kitabın devamında özellikle Aristo felsefesine atıflarda bulunup eristik diyalektik üzerinden haklı çıkmanın yollarını 38 başlık altında topluyor ve verdiği örneklerle savını destekliyor. Elbette bu yolların tamamı ahlaki değil ve benim için şaşırtıcı olan da bu oldu zaten. Ancak bu yöntemlerin bilincinde olan kişi, muhatabından gelecek kötü niyetli tartışmalarda onun amacını anlamayı mümkün kılıyor Sözgelimi politik söylemlerin pek çoğunda benzer yöntemler çıkmakta karşımıza. Muhalifinizi tahrik ederek öfkelendirin diyor mesela, öfkelendirin ki kafası karışsın önermelerinize uygun yanıt bulamasın. 

Fakat benim haklı çıkma kuralları arasında en beğendiğim son madde oldu. Yazarın tek güvenilir kural olarak öne çıkardığı Aristoteles'in "Topik" eserinin son bölümünde geçen "... önünüze çıkan her insanla tartışmayınız, tanıdığınız ve hepten saçma şeyler ortaya koymayacak ve utanmak zorunda kalmayacak kadar aklının var olduğunu bildiğiniz insanlarla tartışınız. Delillerle tartışınız, otorite özdeyişleriyle değil; delilleri dinleyiniz ve onların üzerine gidiniz; nihayetinde hakikate değer veriniz, muhalifin ağzından çıksa bile gösterilen sebepleri severek dinleyiniz ve onlara katlanmak için yeteri kadar adil olunuz; hakikat karşı tarafta ise haksız çıkmayı kabul ediniz. Bu söylenenlerden, yüz kişinin içinde tartışmaya değer ancak bir kişinin olduğu sonucu çıkar. Diğerlerini bırakın istedikleri gibi konuşsunlar; çünkü "desipere est juris gentium" AKILSIZ OLMAK İNSAN HAKKIDIR

Hüseyin Salihoğlu'nun güzel çevrisiyle karşıma çıkan kitabı okurken biraz sarsıldığımı kabul etmeliyim. Kitapta, eristik diyalektiğin iyi kılıç kullanması sebebiyle rakibini deviren düellocu gibi kıvrak zekalı bir laf cambazının gerçek ve doğruların hilafına haklı çıkmasında hangi yolları izlemesi gerektiği sanki bu tür kötü niyetli insanlara bir nevi yol göstermesi gibi algıladım başlangıçta. Oysa yazarın vermek istediği onlara karşı uyanık olmamızı sağlamaktı. Kitabı severek okuduğumu ve yeni şeyler öğrendiğimi söyleyebilirim.

13 Ekim 2021 Çarşamba

1984 - GEORGE ORWELL

Kitabın Adı: 1984

Yazar: George ORWELL

Sayfa Sayısı: 462

Yayınevi: Can Yayınları (Özel Baskı)

Çeviren: Celâl Üster

Türü: Roman (Distopya)

Uzun yıllar önce okuduğum, unutulmaz romanlardan biriydi 1984. Can Yayınlarının bu özel baskısını oğlum, eşimin doğum günü münasebetiyle kendisine hediye etmişti. Siyah kutusu, kaliteli kağıdı ve özel tasarımıyla oldukça cezbedici görünüyordu. Bazı kitaplar yirmi yıl arayla yeniden okunmalı. Yirmi yılda gerek kişisel gelişimimiz, gerekse değişen dünya şartları aynı kitap üzerinde üzerimizde farklı etkiler bırakabiliyor. Orwell'in 1984'ünü ilk okuduğumda komünizm ideolojisini ve bunun yol açacağı ürpertici sonuçların neler olabileceğini düşünmüştüm. O günden bu yana ayrıntılar kaybolsa da ana fikir olarak hafızamda kalan Big Brother karakteri ve toplumun yoğun bir korku iklimi içinde insan olma özelliklerini kaybetmesiydi.  

1984 romanını ikinci kez okuduktan sonra olayların günümüz toplumuyla pek çok noktada benzeştiğini gördüm ve bu durum beni tamamen farklı açılardan değerlendirmeye itti. Big Brother, hakim güç, her şeyi bilen, her hareketimizi gözetleyen ve kuralların dışına çıktığımızda bizi cezalandıran muazzam bir otorite! Kural derken yazılı bir metin söz konusu değil, zamanın koşullarına göre değişebilen, buna göre geçmişe dair bütün kayıtları istenen şekle sokabilen bir sistem. Big Brother, bir zamanların Stalin'i, Hitler'i, Mussolini'si, günümüz Türkiye'sinde karşılığı aşikâr!

Kurgu roman muazzam bir öngörüyle dünyaya hükmeden üç büyük güçten bahsediyor. Amerika ve Büyük Britanya'yı içine alan Okyanusya, Avrupa ve Kuzey Asya topraklarına sahip Avrasya ve Güney Asya ülkelerinden müteşekkil Doğu Asya. Bugünün üç aşağı beş yukarı, süper güçleri olan ABD, Rusya ve Çin ile benzeşmesi yazarın inanılmaz bir öngörüsü. Olaylar Okyanusya'nın bir eyaleti konumundaki Büyük Britanya'da geçiyor. Roman kahramanı Winston Smith, sisteme aykırı davranışlarından ötürü içinde türlü işkencelerin de yer aldığı bir dizi işlemden geçiriliyor. Peki nedir suçu, Winston'un? Düşünmek! Hatta daha da ileri giderek sistem tarafından asla müsaade edilmeyen bir davranışta bulunuyor ve bir kadına aşık oluyor. Toplumda herkesin birbirinden kuşkulandığı bir ortamda gizli kapaklı yürütülmeye çalışan aşk hikayesi romana değişik bir hava katıyor.

Romanda en çok ilgimi çeken hususlardan biri de dile verdiği önem. Big Brother ülkesinde devrimden önce bütün geçmiş silinmeye çalışılıyor. Dil düşüncenin temeli olarak görüldüğü için eski söylem olarak adlandırılan konuşma dili hafızalardan silinip yeni söylem adıyla bambaşka bir dil üretilmeye çalışılıyor. Roman kahramanı Winston Gerçek Bakanlığında çalışıyor. Görevi Big Brother tarafından alınan kararları ve geçmişte söylediklerine tenakuz oluşturacak her türlü söylemi dikkate alarak geçmiş tarihli gazete, kitap ve dergi gibi yazılı dokümanları değiştirmek suretiyle tutarlığı sağlamak. Sözgelimi önceki yıl büyüme oranı % 15 olarak ifade edildiği halde bu oran % 5 gibi gerçekleştiğinde, hemen geçmişte yazıya dökülen bu beyanatlar bulunup % 15 oranı % 3 ile yer değiştirilmekte ve ülkenin büyüme oranının tahminlerin üzerinde gerçekleştiği ilân edilmekte. Yeni söylemde Gerçek Bakanlığı eski söylemin Sahtekarlık Bakanlığı yerine geçse de bu durum insanların kafasının içine gayet doğal, sıradan bir şekilde sokuluyor. Benzer olarak nefreti körükleyen Sevgi Bakanlığı, Savaşı körükleyen Barış Bakanlığı gibi bakanlıklar sistemin önemli araçları. 

Big Brother'ın ülkesinde üç sınıf mevcut. Birincisi iç parti görevlileri ki bunlar Big Brother'a en yakın ve diğer kesimlere göre daha üst seviyede bir yaşam sürebiliyor. Diğer bir grup ise dış parti görevlileri. Bakanlıklarda çalışan bu memurlar kendilerinden istenen görevleri sorgusuz sualsiz yerine getirmekle sorumlu. Düşünce aşamasında olsa bile sisteme karşı herhangi bir davranışları buharlaşmalarına neden olabiliyor. Buharlaşma, o kişinin gelmiş geçmiş tüm bilgilerinin yok edilerek öyle birinin hiç yaşamadığı anlamına gelmekte.  Ve sonuncu sınıf proletarya, yani sıradan halk kesimi. Bu grup insanlar dış parti görevlilerine göre biraz daha fazla hakka sahip. Örneğin dış parti görevlileri karşı cinsten biriyle ilişki kuramadığı halde proleter kesimde buna müsaade edilmekte.  Bu durum, onlara verilen önemden değil zararsız görülmelerinden kaynaklanıyor.

Elbette bütün bu düzenin kollayıcısı Düşünce Polisi. Big Brother iç ve dış mekanlarda yer alan birçok tele-ekran sayesinde insanları gözetliyor. Tele-ekran sadece izlemekle kalmıyor, insanların heyecanlanmaları, kızarmaları gibi farklı davranışlarını değerlendirip sonuca gidebiliyor. Bu bakımdan büyük bir korku iklimi söz konusu. Buna rağmen aşk galip geliyor ve komşu bir birimde çalışan Julia'ya ilk görüşte aşık oluyor kahramanımız. Aşık olmakla kalmayıp sistem  hakkında eleştirel düşünceler de üretiyor. Bir süre gizli olarak bazen kırsal alanlarda bazen de halk kesimindeki bir antikacı dükkanında beraber olan çift, beklendiği gibi sonunda yakayı ele veriyor. Önceden Big Brother'ın yanında yer alırken ondan ayrıldıktan sonra sözde onun kurduğu sisteme karşı çıkan Goldstein adında başka bir güç var. Winston bu güce hizmet ettiğine inandığı üst düzey bir parti yetkilisiyle sisteme açıkça baş kaldırmaya yöneliyor. Fakat ne var ki bu kişi Big Brother'ın casusu çıkıyor. 

Bundan sonra üç aşamalı işkence süreci başlıyor. Winston ağır işkenceye maruz kaldıktan sonra istenilen kıvama getiriliyor. Öyle ki, iki artı ikinin beş olduğuna dahi ikna ediliyor ama Julia'yı kaybetmeyi yine de göze alamıyor. Aşkın gücü! Son aşama 101 numaralı oda. Burada korku devreye giriyor. Winston çocukluğundan gelen sıçan korkusuyla yüzleştiriliyor ve aklı başından gidiyor. Bu aşamada artık gözünde Julia da yok oluyor. Julia'ya istediğinizi yapın, isterseniz öldürün onu ama beni bu ortamdan çıkarın diye yalvarıyor. Korku aşkın, sonunu getiriyor bu aşamada. 

Düşünce polisinin ülkemizde farklı formlarda karşımıza çıktığını görmek mümkün. Düşüncenin dile getirilmesi sebebiyle sansür uygulamaları, hapis cezaları, açılan binlerce dava ve süregelen algı operasyonları bende 1984 kurgusal romanında büyük bir paralellik çağrıştırıyor. Eğitim sisteminde siyasi müdahaleler yine teokratik bir baskının sonucu. Celal Üster'in mükemmel çevirisinde yaşadığımız ülke şartlarına ilişkin daha pek çok benzerlik bulabilirsiniz. Ayrıca kitabın sonunda iki ek bulunmakta. Birincisi yeni dilin içeriğini açıklayan "Yeni Söylem Kuralları" diğeri ise çevirmenin kitap hakkındaki değerlendirmeleri. 

Kitabı bitirdiğimde etkisinden kurtulamadım uzunca bir süre. Hızımı alamayıp 1956 yılında vizyona giren ve romanla aynı adı taşıyan filmi izledim. Kitaptaki detayların hepsini barındırmasa da filmi beğendiğimi söyleyebilirim. Fakat aynı yazarın diğer bir kitabından uyarlanan Hayvan Çiftliği filminden aynı zevki almadım.   

12 Ekim 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 112

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Bazı insanlar bir yerlere giderken veya işleri hallederken daima hızlıdırlar. Diğer bazı insanlar ise daha yavaş yaşarlar veya yavaş hallederler işlerini. Hangisini tercih edersiniz veya uygularsınız?"

Bir yere giderken veya işlerini yaparken bazı insanların hızlı, bazılarının ise yavaş olmaları tercihe dayalı davranış biçimlerinden öte her bireylerin doğuştan gelen karakter özellikleridir bence. Bu durumun zekâ seviyesi ile bir ilişkisi var mı, pek emin değilim. Aceleciliği sevdiğim söylenemez. Bir yere giderken, alışverişe çıktığımda ya da elime bir iş aldığımda acil bir durum söz konusu değilse bir an önce bitsin bu iş deyip sanki arkamdan biri kovalarmışçasına hızlı hareket etmek adetim değil. Bu konuda hımbıl, ağır bir insan da sayılmam ama yaşantımda panik sözcüğüne pek yer yoktur.

İşlerin hızlı halledilmesi konusu açıldığında aklıma bir dönem yanımda işe başlayan genç, mühendis bir arkadaşım gelir. Birkaç ay öncesine kadar ünlü bir holdingde enerji grubunun başkanı olan bu arkadaşım yakın çevremde Covid-19 sebebiyle yaşamını yitiren tek kişi. Çocuğa ne iş verirsem vereyim, iki saat sonra karşıma dikilip çalışmanın sonucunu getirirdi. Hemen arkasından, bütün gün uğraşacağı başka bir iş verirdim. İki saat sonra odama gelir, bunu da bitirdim, şimdi ne yapmamı istersiniz diye sorardı. Adama iş yetiştirmek için kendimi paralardım. Öyle ki bir yandan ne gıcık bir herif diye aklımdan geçirirken bir yandan da içten içe kıskanırdım onu. Oğlum da aynı onun gibi iş konusunda. İki saatlik çalışma sonunda günlük işlerini bitiriyor. Sonrası can sıkıntısı. Ben ise tam aksi bir yapıdaydım. Bir işi ele aldığımda ona bağlı bir sürü iş türetirken ana iş diğerlerinin yanında aksesuar kalırdı. Zaman en büyük problemim olur, mesai saatleri yetmezdi.

Elbette işleri hızlı halletmek, tabiri caizse pratik olmak arzu edilen bir özellik. Özellikle mutfak, tamir işlerinde son derece önem kazanıyor. İşi biraz ağırdan aldığınızda, beceriksiz, işten anlamaz, acemi gibi yaftalanmak riskiyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Ancak hızın yanında çıkarttığınız işin kalitesi de önemli tabii. Bu durumda eğer üzerime aldığım işi kaliteden ödün vermeksizin mümkün olan en kısa zamanda yapabiliyorsam daha ne isterim. Elbette tercihim bu yönde olurdu ama yukarıda belirttiğim üzere ne yazık ki bu konu sadece bir tercih meselesi değil. Yeterli yetenek ve tecrübeye sahip olduğumu varsaysam bile konuların içine derinlemesine ve değişik yönleriyle girme eğilimim muhtemelen beni hiçbir zaman pratik, hızlı bir insan yapmayacaktır. Bu özelliğimin, karar aşamasında, etraflıca ve uzun süre düşünmeme de sirayet ettiğini sanıyorum. Sık sık karar değiştiren biri olmamam belki de bu yüzdendir.

İşleri hallederken hızlı mı, yoksa yavaş olmak mı daha iyi sorusu geliyor aklıma şimdi. Ben şahsen halimden şikâyetçi değilim. Eğer işlerimi hızlı halleden biri olsaydım muhtemelen onların yanına yenilerini eklerdim ve bu beni çok yıpratırdı. Sakin, yavaş bir yaşam sürmek daha az hata yapmayı, bunun yanı sıra sabırlı olmayı da öğretiyor insana. Deep'in de belirttiği gibi hızlı yaşamak, daha çok işin üstesinden gelmek daha uzun yaşamak anlamına gelmiyor. Hayatta önemli olan mutlu anlarımızı çoğaltmak.

9 Ekim 2021 Cumartesi

KENDİNE AİT BİR ODA - VIRGINIA WOOLF

Kitabın Adı: Kendine Ait Bir Oda

Yazar: Virginia Woolf

Sayfa Sayısı: 143

Yayınevi: Dokuz Yayıncılık

Çeviren: Gülce Ekin Köse

Türü: Deneme

Sevdiğim yazarlardan biridir Virginia Woolf (1882-1941). Modern Edebiyatın mihenk taşlarından biri olan İngiliz yazar dönemin Londra'sında kadına biçilen rolden hareketle yazın dünyasında görünemediklerini düşünüyor. Kendine Ait Bir Oda isimli eser, Cambridge Üniversitesinin 1928 yılında kız öğrencilere ilk kez kapılarını açmasından sonra yazarın kolejlerde kız öğrencilere yaptığı konuşmalardan yararlanarak ortaya çıkmış. Edebiyat alanında Shakespeare gibi bir kadının ortaya çıkmayışında ana nedenin kendini geçindirebilecek bir gelire ve kendine ait bir odaya sahip olmamasına bağlayan yazar feminizmin öncülerinden. Yazara göre edebiyatın tarihsel gelişiminde kadına rol verilmeyişinin bir diğer nedeni de toplumun ataerkil yapısı elbette. Son derece akışkan ve kurgusal bir üslûpla kitabı roman havasına çeviren yazar, Oxford ve Cambridge kelimelerinin birleşmesinden oluşan Oxbridge diye kurgusal bir üniversiteden bahsederken Shakespeare'in kurgusal bir kız kardeşini konu etmekte. Dönemin Londra sosyal yaşamını ve kadına bakışını ustalıkla dile getiren Woolf, kurgusal yazın üzerine Jane Austen, George Elliot ve Bronte kardeşlerin eserlerini yorumluyor. Yazarın sorunu ele alışında ana fikri, aşağıdaki cümlelerde gizli:

"Cinsiyetimizi ve tarzımızı yanlış anlıyormuşuz. Terbiye, moda, dans, kıyafet, oyun... İşte bunları istemeliymişiz. Yazmak ya da okumak ya da düşünmek ya da araştırmak, güzelliğimizi gölgeler, zamanımızı tüketirmiş! Ve en güzel çağımızda engellermiş zaferlerimizi. Berbat bir evin sıkıcı işlerini ise en büyük sanatımız ve yararımız sayar kimileri..."  
 
Uzun zaman önce ben de aynı soruyu sorar dururdum kendime; Neden bilim adamları, kâşifler, mucitler, şairler, alimler, peygamberler hep erkek? Neden iş insanları, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, milletvekilleri arasında kadınların sayısı bu kadar az? Hem de kadınların erkeklerden daha zeki olmasına rağmen! Virginia Woolf yüz yıl kadar önceki döneme göre bazı saptamalarda bulunup kadınları yazmaya ve toplumda söz sahibi olmaya yüreklendiriyor. Bugün hâlâ hayatın muhtelif alanlarında kadınların geri plânda olmasının en büyük sebebi ekonomik özgürlüklerinin olmayışında değil mi?. Peki sadece bu yeterli mi? Elbette değil, feministler eşitliği sağlayana kadar onların yanında olacağım ancak benim vereceğim katkıdan çok daha fazlasını bizzat kadınlar hemcinslerini eğiterek vermeli. Virginia Woolf büyük bir cesaretle üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, darısı bizim kadınlarımıza... 

MUTLU OLMA SANATI - ARTHUR SCHOPENHAUER

 

Kitabın Adı: Mutlu Olma Sanatı

Yazar: Arthur Schopenhauer

Sayfa Sayısı: 53

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Şebnem Sunar

Türü: Deneme

Felsefeye ilgimin depreştiği bir sırada dikkatimi çeken ve fikirlerimle en çok uyuşan bir düşünce adamıydı Arthur Schopenhauer (1788-1860). Can Yayınlarının Kısa Klasikler serisinden biri olan "Mutlu Olma Sanatı" elime geçince ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Genel olarak karamsar bulunan yazar bana göre hiç de öyle olmadığını bu kitabında ortaya koymakta. Nietzsche'yi etkileyen ilk filozoflardan biri olan Schopenhauer'i tanımlamam gerekirse o, aklı temele oturtan rasyonalist (akılcı) bir düşünce adamı. Şebnem Sunar'ın başarılı çevirisinden okuduğum "Mutlu Olma Sanatı" yazarın 45 madde halinde sıraladığı mutluluk sırlarından bahsediyor.  

"Gelecek için yaptığımız plânlar ve duyduğumuz endişeler, ya da geçmişe özlem bizi durmadan öyle meşgul eder ki mevcut an neredeyse hiç dikkat çekilmez, ihmal edilir." sözleriyle Horatius'un "Carpe Diem" (Anı yaşa) özdeyişine selâm çakan Schopenhauer, aslında acılar ve kötülüklerle dolu dünyanın hiç de yaşanacak bir yer olmadığını düşünürken, acı çekilmeyen ya da daha az acı çekilen zamanları mutluluk anları olarak değerlendiriyor.

"Sahip olmadığımız şeylere bakarken 'Benim olsaydı nasıl olurdu?' diye düşünme eğilimindeyiz ve işte böylece yokluğu hissederiz. Oysa bunun yerine sahip olduğumuz şeyler için sık sık şunu düşünmemiz gerekir. 'Bunu kaybetsem ne olurdu?'"

"Aklı başında kişi hoş olanın değil, acı vermeyenin peşindedir."

"Başkasının mutlu olması seni rahatsız ediyorsa asla mutlu olamazsın."

Schopenhauer'e göre bu anlamsız, boş, acıyla dolu ve kötü hayattan kaçınmanın tek yolu İstencimizi öldürmek! İstencimizle irademizi kullanarak baş edebiliriz. İstenç denilen, akla uygun olmayan her türlü aşırılık insanları parmağında oynatıyor ve geçici tatminlerle veya ulaşılmayan hayallerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokmakta.

"Ne değerli oluyor elde etmediklerimiz. Bir kere elde ettik mi başka şeye yöneliyor tutku. Dinmez, onulmaz bir susuzlukla bağlıyız yaşama!"

"Hayatımızın en rastlantısal olaylarının da arkasında duran gizli güçten ötürü her olayı gerekli olarak görmeye alışmamız gerekir; kaderciliğin teskin edici bir yanı vardır ve esasında doğrudur." sözüyle kaderciliğe göz kırpan yazar, Hinduizm ve Budizm öğretilerine ilgi duymuş ancak bu durum yazarı dünyadan elini eteğini çekip münzevi bir hayat yaşamaktansa acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltmiş.

"Mutluluk bir rüyadır, acıysa gerçek."

"Bizi mutlu ya da mutsuz eden, aslında deneyimle dışarıdan ilişkili şeyler değil, bunları kavrama şeklimizdir."

Zevkle okuduğum bir kitap, şiddetle önerebilirim. 

YALNIZ SIKICI İNSANLAR KAHVALTIDA PARILDAR - OSCAR WILDE

Kitabın Adı: Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar

Yazar: Jean Oscar WILDE

Sayfa Sayısı: 62

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Özlem Alkan K

Türü: Aforizma

Oscar Wilde (1854-1900) Dublin doğumlu şair, yazar ve eleştirmen. Daha önce Dorian Gray'in Portresi  adındaki tek romanını okuduğum, katı ahlâk kurallarının, tabuların egemen olduğu Victoria döneminde sıra dışı hayatıyla çağının çok ilerisinde düşünen Oscar Wilde, şiir, masal, öykü kitaplarının yanı sıra aynı zamanda bir oyun yazarı, eleştirmen ve estetik kuramcısıydı. Toplum yaşamını, sanatı, aşkı, kadın erkek ilişkilerini ve insan doğasını farklı açılardan olağan üstü bir ustalıkla ele aldığı aforizmalarının (özlü, çarpıcı ve aykırı sözler) derlendiği "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" adlı kitabı bir oturuşta okunabilecek cinsten. Önce yazarın ne demek istediğini anlamaya çalışıyorsunuz fakat sarf ettiği sözler üzerinde kısa bir süre düşündüğünüzde çoğu zaman yazara hak veriyorsunuz. Bu özlü, çarpıcı, ironik ve mizah içeren alegorik (bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay kavratabilmek için onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle, benzetmelerle göz önünde canlandırma işi) sözleri okuduğunuzda yaşamın bir parçası, toplum, bir arkadaşınız, eşiniz ya da geçmişinizde tecrübe ettiğiniz bir olay canlanıveriyor gözünüzde. Çeviriyi başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Kitabın adını veren "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" cümlesiyle yazarın ne demek istediğini tam olarak henüz çözmüş değilim ama Wilde, burada sıkıcı insanlara gün boyu tahammül etmenin güçlüğünden dem vuruyor olmalı. Aforizmaların her biri deneme yazmak için güzel bir esin kaynağı aynı zamanda. Wilde'ın aforizmalarından hoşuma giden birkaç örnek vereyim:

"Bana göre, sabah erkenden kahvaltısını edip şehre gidip treni yakalayan, ticaret aleminin tozlu, kasvetli atmosferinde kalan, akşam evine dönüp yemeğini yedikten sonra uykuya dalan işadamının hayatı bir kadırga kölesininkinden beterdir - zincirleri demir değil altındandır, o kadar."

"Hayat ciddiye alınmayacak kadar önemlidir."

"Çok çalışmayı, yapacak daha iyi bir işi olmayan insanların sığınağı olarak görürüm."

"Dua asla karşılık bulmamalıdır; Eğer bulursa dua olmaktan çıkar, muhabere olur."

"Tehlikeli olmayan bir fikir, fikir olarak nitelendirilmeyi bile hak etmez."

"Kamuoyu ancak fikirlerin olmadığı yerde var olur."

"Yoksulların gerçek trajedisi nefislerinden feragat etmek dışında hiçbir şeye güçlerinin yetmemesidir. Güzel nesneler gibi güzel günahlar da zenginlerin ayrıcalığıdır."

"Mutlu yaşamak için talihsizlikler gerekir."

"Aşk bütünüyle trajedidir."

İnternette Oscar Wilde'ın aforizmalarına kolaylıkla ulaşmak mümkün fakat okuduğum kitap onun düşünce dünyasını keşfetmek için pratik bir yol oldu benim için.

8 Ekim 2021 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 111

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Sıra dışı tuhaf alışkanlıklarımızı ifşa edecek haftanın konusu şöyle:

"Takıntılı olduğunuz şeyler var mı?"

Takıntı denilince bir inanç gereği ya da hiçbir mantığı olmadığı halde yapılması veya yapılmaması halinde endişe ve huzursuzluk yaratan huy ya da davranış biçimlerini anlıyorum ben. Araştırmalara göre kadınlarda erkeklere nazaran çok daha sık görülürmüş. Diğer taraftan takıntılarla baş edememe durumunun, bilimsel açıdan asla bir kişilik zayıflığı ya da irade noksanlığı çerçevesinde ele alınmaması gerektiğini ifade eden uzmanlar, bu rahatsızlığın aslında hassas ve zeki insanların başına geldiğini belirtiyorlar. Aristo mantığından hareketle, bu saptama kadınların erkeklere göre daha hassas ve zeki olduğunu bir kez daha kanıtlamış oluyor.

Bana gelince doğal olarak! fazla takıntıları olan biri değilim. Fakat en çok görülen takıntı türlerinden biri olan kapıların açık kalmış olabileceğinden kuşku duyma durumunun bir benzeri bende var. Ne zaman arabadan inip kumandayla arabamı kilitlesem içimde bir huzursuzluk peydahlanmakta. Çoğu kez gayrı ihtiyari yaptığım kapı kapatma eylemini kafama fena takarım. Eğer şanslıysam arabadan on on beş adım uzaklaştıktan sonra aklıma düşer ama çoğu zaman eve çıktıktan sonra işkillenmeye başlarım. Kendimi rahatlatmak için üşenmeden tekrar arabamın yanına gider kilitleyip kilitlemediğimi kontrol ederim. Bugüne kadar yüzlerce kez maruz kaldığım bu durumda sadece bir kez arabamın kilitlenmemiş olduğunu gördüm.

Bana epey rahatsızlık veren bu huyumu aşmak için biraz araştırma yaptım. Obsesyon OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) olarak olarak adlandırılan söz konusu davranış türüne halk dilinde vesvese dendiğini biliyordum. Vesvesenin nedeni Şeytan, ondan kurtulmanın üç yolu varmış: Birincisi istiğfar, yani tövbe etmek, ikincisi istiaze, yani  Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, sonuncusu da sık sık eûzü besmele okumak.   

Bu iş canımı sıkıyor, bir an önce takıntımdan kurtulmak istiyordum. İlk aklıma gelen, vesveseme neden olan Şeytan'ı ortadan kaldırmak olmuştu. Eğer bunu başarabilirsem vesvese olayı dünyadan silinebilecekti ve ben insanlığa büyük bir fayda sağlayacaktım. Her şeyi göz almıştım ama Şeytan denilen şey gözle görülür, elle tutulur bir şey olmadığı için plânımı gerçekleştiremedim tabiatıyla. Bu yüzden alimlerimizin tavsiyesine uyup en azından kendimi Şeytan'dan kurtarma cihetine gittim. Bana göre yaşadığım süre içinde hiç günah işlemediğim için tövbe, istiğfar etmemin anlamı yoktu. İlahi kattan bakıldığında ise biriken günahlarım için kırk yıl tövbe etsem yine de vesveseden kurtulmaya yetmeyecekti. İkinci olarak Şeytan'ın şerrinden kaçınmam gerekiyordu. Kendisiyle hiç tanışma fırsatım olmamıştı. Onun çok kurnaz ve zeki biri olduğunu biliyordum. Ne kadar gayret göstersem de bir şekilde beni oyuna getirebilirdi. Zira yeri göğü yaratan Tanrı'ya sığınan nice softa insanlar gördüm, Şeytan hepsinin ruhunu teslim almıştı. Buna karşılık hiçbirinin cennete kabul edilecek miyim yoksa nar-ı cehennemde yanacak mıyım diye vesvese ettiklerine rastlamadım. Sonunda takıntının Şeytan'ın bir işi olmadığına karar verecektim ki hadi sonuncu yolu da deneyim aklımda kalmasın dedim. En kolayı buydu. Elime tespihi aldım, 99 kez eûzü besmele çektim. Aklıma yarım saat önce kapının önüne bıraktığım arabam geldi. Acaba kapısını kilitlemiş miydim? Çaresiz giyinip aşağı indim. Kapıları kontrol ettim. Her zaman olduğu gibi yine kilitli buldum ve eve geri döndüm.

Gerçekten işe yaramıştı sanki. Son üç gündür arabamı kilitleme takıntımın ortadan kalktığını fark ettim. Bu üçüncü yol sayesinde artık vesvese etmiyordum. Ne var ki yeni bir durum çıkmıştı ortaya. Eûzü besmelemi çekip tespihi elimden bırakır bırakmaz garip bir huzursuzluk çöküyordu üzerime. Acaba tam 99 kez besmele çekmiş miydim? Ya el alışkanlığıyla tespih tanelerinden birini atlamışsam! Hadi sil baştan, yeniden tespihimi elime alıp çekiyordum. Bir süre sonra kafam çalıştı, fazla besmele göz çıkarmaz deyip on kez daha ilave ettim. Bu durum aşağı inip arabamı kontrol etmekten daha fazla zamanımı almaya başlamıştı. Lakin ana sorun çözülmüştü, artık arabamın kilitli olup olmadığına takılmıyordum.