30 Kasım 2022 Çarşamba

YERYÜZÜNE DAYANABİLMEK İÇİN - TEZER ÖZLÜ

Kitabın Adı: Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Yazar: Tezer ÖZLÜ 

Sayfa Sayısı: 165

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Türü: Deneme

Tezer Özlü sevdiğim bir yazar. "Yeryüzüne Dayanabilmek İçin" kitabı, kargoyu bedavaya getirebilmek için ilk kez internet üzerinden toplu sipariş ettiğim yedi kitaptan bir tanesi. O zaman sadece yazarın ve kitabın adına bakıp seçmiştim. Eğer kitapçıdan almaya kalksaydım, içini şöyle bir karıştırır, sonra içeriğine bakıp muhtemelen vazgeçerdim. Kitap, yazar Tezer Özlü'nün ölümünden sonra, gazete ve dergilerde yayımlanmış sanatsal yazılarından bazılarının kardeşi Sezer Duru tarafından derlenerek hazırlanmış. Başta Franz Kafka olmak üzere Cesare Pavase, Stefan Zweig, Sevgi Soysal gibi yazarlar hakkında Özlü'nün değerlendirmeleriyle başlıyor kitap ve yazarın katıldığı fuar ve festivallere ilişkin dünya edebiyatı, sinemayla ilgili izlenimleri ve eleştirileriyle devam ediyor. 

Yazar, yaşamının bir bölümünü geçirdiği ve diline son derece hakim olduğu Almanya'da süregelen sanatsal ve kültürel etkinlikleri ülkemiz okurlarına aktarırken iki ülke arasındaki farkı gözler önüne seriyor.

Tezer Özlü'nün daima intiharı düşünen karamsar bir yazar olduğuna inanmıyorum. Tam aksine şöyle diyor kitabın ilk sayfalarında:
"Aslında kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlığı içinde ve bu üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve her sıkıntıdan çok şey öğrenileceğine inanıyorum." Bu sözlerle hayata bağlılığını ortaya koyan Tezer, İsviçre'nin bir dağ köyünde hayatı boyunca İtalya'ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakan insanların yaşamını mutluluktan saymadığını anlatıyor kitapta.

Yazmak bir tutku Tezer Özlü için. Neden yazılır sorusuna şöyle cevap veriyor bir yazısında. 
"Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye anlatmak ya da kendi kendine kanıtlamak için yazı yazılır." Tezer Özlü konuya ilişkin son cümlesinde "Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum" diyor. 
          
Başta Almanya'nın Berlin şehri olmak üzere İsviçre Locarno ve Cannes film festivalleri, kitap  fuarları, ödül kazanan yönetmenlerle, yazarlarla yapılan söyleşiler, eleştiriler, oyuncular kitabın büyük bir kısmını oluşturuyor. Özellikle yönetmen ve yazarların doğum tarihlerinin 1930'lu yıllara denk gelmesi günümüz sanatından ziyade tarihsel bir süreci göstermesi bakımından ilginç Gerek ödül alan filmler, yönetmenler ve oyuncular ilgi alanım olmadığı için pek aklımda yer etmedi. Okuyup geçtim. Ancak özellikle Almanya'daki yayınevi ve sahne sayılarının o tarihlerde ülkemizdekilerle mukayese edilemeyecek kadar fazla olduğunu dile getirmiş olması aradan geçen kırk yıldan sonra iki ülkenin gelişme düzeyindeki farkı da ortaya koyuyor bir bakıma.

"İnsanlar ve politikacılar kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular." diyen Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski, aslında kolay kolay röportaj vermeyen biri. Fakat nasıl olduysa 1983'un kasım ayında gazeteci ve psikiyatrist Irena Brezna kendisinden bir randevu kopartmayı başarıyor. Tezer Özlü, gazetecinin güncel feminizmi vurgulayan sorulara katılmadığını belirtirken Tarkovski'nin yanıtlarını Türk okuru için ilginç bulduğunu söyleyerek dilimize çevirmiş. Gerçekten de kitabın en çok beğendiğim bölümlerden biri de bu diyebilirim. Muhteşem bir röportaj olmuş ikisi arasında.

Kitabın tamamı bana hitap etmedi fakat içeriğinde beğenerek okuduğum bölümler, film festivalleri, kitap fuarları hakkında genel kültür adına faydalandığım kısımlar vardı. Özellikle film sanatına ve kırk yıl öncesinin ikinci dünya savaşını yaşayan, yaşarken de ülkeden ülkeye göçmek zorunda kalmış, bu yüzden de kendilerini dünya vatandaşı gören yazarları, yönetmen ve oyuncuları merak edenler kitaptan daha çok hoşlanacaklardır. 

28 Kasım 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 171

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Olsaydı veya olursa, evrenin neresine gitmek isterdiniz, istersiniz?"

Gerçekten olabilir mi bu? Sevgili Deep fantastik konulara çekmeye çalışıyor beni. Peki o zaman, varsayalım bu mümkün. Nasıl mı? Işınlamayla tabii. Sinek filmindeki gibi gireceksin bir kabine, verilen uzay koordinatına göre evrenin herhangi bir köşesine gidebileceğiz diyelim. Deep evrenin ucuna gidip evreni balon gibi patlatacağını düşlemiş. Bilinen en uzak yıldız dünyadan ne kadar uzak biliyor musunuz? Hubble teleskobu, dünyadan 12,9 milyar ışık yılı uzaklıktaki Earendel yıldızını keşfetmiş. Yani söz konusu yıldızın dünyamıza gönderdiği ışık, 12,9 milyar yıl öncesine ait. Şunu da unutmamak lâzım, evren sürekli genişlediği için bugün Earendel yıldızı dünyamızdan tam 28 milyar ışık yılı ötede. Demek istediğim uzay sonsuz, evrenin ucu bucağı yok. Kara delikler belki başka evrenlere birer geçiş yolu, girişini bilsek bile çıkışı hakkında en ufak bir fikrimiz yok. 

Uzayın herhangi bir yerinde canlı hayatın olabileceği teorik olarak mümkün demiştik. Bu dünyayı bırakıp başka dünyalar aramak için pek çok nedenimiz var aslında. Işık hızıyla yol alsak bile (daha büyük hızlar bilimsel açıdan olanaksız) milyarlarca yıl sürecek yolcuğa ömrümüz kifayet etmez. Gerçi, ışık hızında zamanın duracağından da söz edilmiyor değil ama yine de çetrefilli bir iş. Neyse, ışınlanma tek çözüm olarak görünüyor. Peki, madem çok nedenimiz var bu dünyayı terk etmeye, gideceğimiz yerde ne var biliyor muyuz? Bilmediğimiz bir yere gitmeyi istemek ne kadar mantıklı. Yine sorun çıkaran değil, çözüm odaklı çalışıp hayal kurmaya devam edelim. Hadi diyelim ki, muazzam bir yer keşfettik. Herkes barış ve refah içinde yaşıyor. Kötülük diye bir şey söz konusu değil. Adaletin hüküm sürdüğü sömürünün bulunmadığı, canlıların birbirine karışmadığı ve eşit haklara sahip olduğu, ihtiyaçlarını fazlasıyla gördüğü bir yer. Bir bonus daha ekleyelim. O keşfettiğimiz gezegende yaşayanlar ebedi yaşamın sırrını çözmüş olsun. İçinden balların aktığı, gölgelikli, bol hurisi olan cennet gelmesin hemen aklınıza. Cenneti hacı hocalar doldurmuş çoktan. Burası bütün sanat dallarıyla, bilim adamları, filozoflarla dolu bir yer. Doğa, kendisine zarar verilmediği için her türlü olanağı sunmuş üzerinde yaşayanlara. Hastalıklar, kadına şiddet, ırkçılık, sakat doğumlar, sınıfsal ayrılıklar yok. Cennetten daha güzel bir yer yani. Böyle bir yer olabilir mi? Velev ki olsun. Fantezide sınır tanımıyoruz nasıl olsa. İşte öyle bir yeri bulursam bir an durmaz giderim.

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - KASIM (3. AY)

Babalar ve Oğullar - Ivan Sergeyeviç TURGENYEV


Çeviren: Ergin ALTAY

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Sayfa Sayısı: 260

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay, sevgili "Şule Uzundere" arkadaşımız tarafından önerilen Ivan Sergeyeviç Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" romanını değerlendirip tartışacağız. Aralık ayının BKK ev sahibi, "she is the man", arkadaşımızın seçtiği kitap ise, yazar Daniel Keyes'in "Algernon'a Çiçekler" adlı romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim. 

Rus yazar, Ivan Sergeyeviç Turgenyev (1818-1883) soylu bir ailenin çocuğu olarak Oryol'da doğdu. Süvari albayı bir baba ile okumuş, eğitime, kültüre düşkün fakat oldukça sert mizaçlı, arazilerinde çalışan 5.000 kadar toprak kölesini kırbaçlatacak kadar acımasız bir annenin oğludur. Turgenyev 9 yaşındayken ailecek Moskova'ya göçerler. Burada özel okullarda özel öğretmenlerden ders alır, Almanca, Fransızca ve İngilizceyi ana dili gibi öğrenir. Moskova ve Petersburg üniversitelerinde eğitim alarak felsefe bölümünü bitirir. Çevresini oluşturan insanlar genellikle toprak köleliğine karşı duran, aydın kesimdendir. İlk ciddi çalışmalarına 1842 yılında başlar. Puşkin'in ortaya attığı ve Gogol'un geliştirdiği gerçekçilik akımında eserler vermeye başlar. 1852 yılında Gogol'un ölümü üzerine yazdığı bir yazı sansüre uğrar ve bu nedenle bir ay hapis yatar, bir yıl da polis gözetiminde yaşar. Dönemin ünlü Rus yazarları Tolstoy ve Dostoyevski ile inişli çıkışlı ilişkileri vardır. Soylu çevrelerde Turgenyev bu ikiliden daha fazla tanınmaktadır. Tolstoy'la uzun bir küslük dönemine rağmen birbirlerinden beslenirler. Oysa Dostoyevski'yle aralarında ciddi fikri uyuşmazlıklar vardır. Turgenyev zengin, iyimser, Alman hayranı liberal bir batıcı, Dostoyevski borç içinde yüzen, pesimist, koyu bir Rus milliyetçisidir. Dostoyevski'yle, her zaman makul ve mantıklı olan Turgenyev, her bakımdan birbirine zıt iki karakterdir.      

Babalar ve Oğullar kitabına başlamadan evvel konunun kuşaklar arası bir çatışma üzerine kurgulandığını az çok tahmin ediyordum. Rus klasiklerini sevdiğim için Turgenyev'in bu eserinden de  zevk alacaktım şüphesiz. Özellikle, Ecinni adlı romanındaki anarşist yazar karakteriyle üstü kapalı bir şekilde yazarı hicveden Dostoyevski ile aralarında süregelen fikir ayrılıkları ilgimi çekmişti. Eser, Rusya'nın bir kasabasında, ülkede yapılan toprak reformunun hemen ardından, 1859 yılındaki aristokrat aileler ile batılı eğitim alarak radikal fikirlere sahip olmuş çocukları arasında ortaya çıkan anlayış farklılıklarını konu etmekte. Çarlık Rusya'sında gençler arasında hayli taraftar bulan Nihilizm akımı, gerek devlet yönetimi gerekse toplum ve aile için ciddi bir tehlike olarak değerlendirilmiştir.

Okuması kolay ve zevkli, karakterleriyle akılda kalıcı bir kitap Babalar ve Oğullar. Özellikle nihilist bir genç olan Bazarov karakteri okurun hafızasında yer bırakacak cinsten. Nihilizm hakkında yüzeysel bilgilerimi biraz derinleştirdiğimde aslında söz konusu akımın sadece "her şeyi boş vermek", "tüm sorumluluklardan kurtulmak", "her şeyin değersiz olmak" demek olmadığı sonucuna vardım. Nihilizm, tam aksine her şeyin anlamını arama, pozitif bilimler doğrultusunda nedenler üzerine, araştırma ve keşfetme felsefesi. Nihilizm, en basit anlamıyla gerçekçilik ve pozitif bilimlerin ihtiyaç duyduğu şüphe ve kanıtlama içeren bir düşüncedir. Bu akımın temsilcilerinden Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche'nin varoluş ve insana dair diğer fikirleri bana her zaman yakın gelmiştir. Bununla birlikte Turgenyev'in nihilist Bazarov karakteri Dostoyevski'nin söylediği gibi "uydurma bir karakter" izlenimi bıraktı bende. Sözgelimi Nietzsche, sanatı felsefeden daha çok önemserken Bazarov sanatı küçümsemekten kaçınmamıştır. Ayrıca kendi ailesine olan nobran davranışları ve romantizmi reddetmesine karşın şıpsevdi bir karaktere bürünmesiyle ortaya çıkan kişilik çatışmaları dikkatimi çeken konular oldu. Genel olarak yazarın tasvirlerini, diyaloglarını ve dile getirdiği aforizmaları çok beğendim. Diğer taraftan Bazarov'un beklenmedik ölümü ve bir bakıma aşk nedeniyle düştüğü ruhsal durum dönemin siyasi otoriteleri tarafından yapılan baskıların sonucunda yazar tarafından değiştirilmiş olabilir mi sorusunu getirdi aklıma. Zira romanın sonunda nihilizmin çöküşü gösteriliyor okura. Bu yüzden romanın sonunda bir eksiklik hissi uyandırdı bende.

Hikâyeye gelince; Yevgeniy Vasilyiç Bazarov, nihilist görüşe sahip, tıp öğrencisi zeki bir genç. St. Petersburg Üniversitesinden yeni mezun olan yakın arkadaşı Arkadiy Nikolayeviç Kirsanov'la birlikte Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç'in evine geliyorlar. Mülk sahibi, liberal, demokrat görüşlü Nikolay, aristokrat bir asker emeklisi olan ağabeyi Pavel ile birlikte yaşamını sürdürmektedir. Çiftlik evinde hizmetçiler, uşakların yanı sıra pek ortalarda görünmesi istenmeyen Nikolay'ın kapatması Feniçka adında güzel bir kadın ve onun Nikolay'dan olma gayri meşru küçük bir çocuğu var. Arkadiy, aldığı batı eğitimi sayesinde muhafazakâr görüşten sıyrıldığı için babasını cesaretlendirerek yasa dışı bu ilişkiye sıcak bakar ve Feniçka'yla sıcak bir iletişim kurar. Bazarov, arkadaşının babası Nikolay'ı, savunduğu düşüncelere toleransından ötürü kabullenmiş olsa da, Arkadiy'in amcası, mevcut düzeni katı bir şekilde savunan Pavel'den hoşlanmaz ve birbirlerine karşı nefrete dönecek sert fikir tartışmalarına girerler. Bu tartışmalarda Arkadiy zaman zaman Bazarov'un nobran tavırlarına karşı zaman zaman arkadaşına sitem etse de genellikle akıl hocası arkadaşının yanında yer alır.

Pavel'in Bazarov'a cevabı:

- Bravo, bravo! Duyuyor musun Arkadiy... Çağdaş gençlerin nasıl konuşması gerektiğini öğren! Böyle düşünürseniz, gençler sizin arkanızdan nasıl gelmesin? Eskiden okuyup öğreniyorlardı gençler; çevrelerinde cahil tanınmak istemediklerinden, ister istemez öğrenmeye çalışıyorlardı. Ama şimdi şöyle demek yeterli oluyor onlar için: "Dünyada her şey saçma!" Bu kadarla iş bitiyor! Tabii bundan keyif alıyor gençler. Eskiden de saçmalayanları vardı kuşkusuz, ama şimdi nihilist olup çıktılar.

Bazarov, Arkadiy'e şöyle sesleniyor:

"Şöyle düşünüyorum: Bak, şu saman yığınının yanında uzanmış yatıyorum... İşgal ettiğim yer öylesine küçücük, evrende bulunmadığım ve umurunda bile olmadığım alanın yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki... Ve yaşayacağım zaman dilimi benim bulunmadığım ve bulunmayacağım sonsuz zaman yanında öylesine az ki... Oysa bu atomun, bu matematiksel noktanın içinde kan dolaşıyor, bir takım istekleri var... Ne kepazelik, ne saçmalık!"

Bana göre romanın ikinci önemli kahramanı orta yaşlarda, varlıklı bir dul olan Anna Sergeyevna Odintsova'dır. Bazarov'un kendini beğenmiş züppe öğrencisi Victor Sitnikov, nihilist arkadaşları, güzel, süslü bir kadın olan Kukşina'ya götürür ve onun sayesinde katıldıkları baloda Odintsova'yla karşılaşırlar. Güzel bir kadın olan Odintsova, Bazarov'dan etkilenir ve gençleri malikânesine davet eder. Bazarov ve Arkadiy kadının ilgisinden memnun kalırlar. Nihilist fikirlere sahip Bazarov ile yerleşik düzeni savunan Odintsova arasında uzun fikir tartışmaları yaşanır. Hararetle savunduğu ideolojiye göre romantizm ve aşk ilişkilerinden kendini uzak tutması beklenen Bazarov kısa süre sonra aşka yenik düştüğünü fark eder. Odintsova da Bazarov'a karşı boş değildir. Fakat genç adamın kendisine rahat bir hayat vaat etmediğini gören Odintsova beklenenin aksine bir tutum sergileyerek Bazarov'la sadece dost kalmayı tercih eder. Bu durum Bazarov'u yalnızlığa ve kendi içinde çatışmaya iter. Bir yanda savunduğu fikre ters bir davranış içerisine girmesi diğer yanda üstesinden gelemediği tutku arasında bocalamaya başlar. Öyle ki, arkadaşı Arkadiy'in Odintsova'yla iş çevirdiğini düşünerek ondan bile şüphelenir bir ara. Bu yüzden araları açılır. Oysa Arkadiy, Odintsova'nın birlikte yaşadığı kız kardeşi Katya'ya aşık olmuştur. Arkadiy ile Katya, benzer kişilik özelliklerine sahip oldukları için ilişkileri sorunsuz devam eder. İki güçlü kişiliğe sahip Bazarov ve Odintsova çiftinde ise kaybeden Bazarov olur. 

Bazarov - Tek tek insanları incelemek için emek harcamaya değmez.... İnsanlar bir ormandaki ağaçlar gibidir; hiçbir botanikçi her akağaçla teker teker ilgilenmez.

Odintsova - ... Şu halde, size göre aptal insanla akıllı insan arasında, iyi insanla kötü insan arasında bir fark yok, öyle mi?

Bazarov - Hayır, bir fark var: Hasta insanla sağlam insan arasındaki gibi bir fark. Veremli birinin ciğerleri, yapıları aynı da olsa sizinkiyle bizimki gibi değildir. İnsan vücudundaki illetlerin nedenlerini aşağı yukarı biliyoruz; manevi hastalıklar ise kötü eğitimden, küçük yaşlardan itibaren insanların kafasını dolduran her türlü ıvır zıvırdan, kısacası toplumun rezil durumundan kaynaklanmaktadır. Toplumu düzeltirseniz, hastalıklar da olmayacaktır.

Bazarov bir süre ağırlandığı ve tekrar ziyareti beklenerek uğurlandığı Odintsova'nın malikânesini boynu bükük terk ederek Arkadiy ile birlikte babasının evine gider. Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov, emekli bir askeri hekimdir. Eğitimli, kültürlü biri olmasına rağmen kırsal bölgede tecrit hayatı yaşadığından modern düşünceden ve yeni ortaya çıkan fikirlerden uzaktır. Geleneklerine sadık ve Tanrıya bağlılığını açık bir şekilde gösteren biridir. Annesi de tıpkı babası gibi, geleneklerine bağlı, köklü bir aristokrat aileye mensuptur. Efsanevi ve hayal mahsulü hikâyelere inanan dindar Ortodoks bir Hıristiyan olan anne çocuğuna olağanüstü, derin bir sevgi beslemekte, oğlunun Tanrı tanımaz fikirleri karşısında dehşete düşmektedir. Hem annesi Irina'dan hem babası Vasilyev'den şefkat, aşırı sevgi ve olağanüstü ilgi gören Bazarov ise ebeveynlerine karşı son derece soğuk ve ilgisizdir. Yanlarında fazla kalmaz Bazarov, arkadaşı Arkadi'lerin çiftlik evine gitmek üzere ailesinin yanından ayrılır. Kafasından Odintsova'yı atamamaktadır. Arkadiy'in teklifini gönülsüz görünerek kabul eder ve yol üstündeki Odintsova'nın malikânesine uğrarlar. Bu kez açıkça aşkını ilân eden Bazarov, yine karşılık göremeyince kaderine razı olur. Arkadiy ise, Katya'yla birlikte evlenmeye karar verirler.

Arkadiy'lerin çiftlik evine dönerler. Bir gün Feniçka'yı yalnız gören Bazarov, genç kadını sıkıştırır ve onu dudağından öper. Tam o sırada arkadaşının amcası Pavel'e yakalanır. Pavel, Bazarov'a çıkışır ve onu düelloya davet eder. Rusya'da o dönem son derece olağan bir durumdur bu. Pavel'in Bazarov'a bu kadar sert çıkışmasının sebebi kardeşi Nikolay'ı koruma amacıyla değil, Pavel'in de içten içe Feniçka'ya gönlünü kaptırmış olmasındandır.  Ertesi gün, Nikolay Petroviç'in uşağı Pierra şahitliğinde yapılan düello sonucunda Bazarov, silahla Pavel'i yaralar. Pavel, yüce gönüllülük gösterip rakibini korur ve olayın üstünü kapatır. Bazarov'un çiftlik evinde kalma imkânı kalmamıştır artık. Arkadiy ile yollarını ayırmak ister, zaten ister istemez ayrılmıştır yolları. Babasının evine dönmek üzere yalnız başına yola çıkar. 

Bazarov, Arkadiy'e: "Bir romantik olsaydım yollarımızın ayrıldığını hissediyorum derdim ama değilim, o yüzden sana birbirimizden bıktığımızı söylüyorum."

Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov,  emekli olduğu halde zor durumdaki hastalara elinden geldiğince yardımcı olmaktadır. Bazarov da ona eşlik etmeye başlar. Köylülerle konuşur, onların hayata bakış açısı iyice şaşırtır Bazarov'u.

"Bey ne kadar sertse, bizim için o kadar iyi olur, biz ne de olsa anlamayız.

Günün birinde tedavi ettiği bir köylüden aldığı mikropla tifüse yakalanır Bazarov. Hastalığı fazla önemsemez. Ölüme yaklaşırken babasından tek arzusu Odintsova'yı son kez görmek iken babasıyla annesinin tek dileği içlerini rahatlatmak için Bazarov'un dini vecibelerini yerine getirmesi ve iyi bir Hıristiyan olarak yaşamını tamamlamasıdır. Bazarov, eğer sizi rahatlatacaksa, tamam der ama buna daha zamanının olduğunu söyler. Vasilyev'in çağrısı üzerine yanında bir doktorla evlerine gelen Odintsova, genç adamla dramatik bir şekilde vedalaştıktan sonra Bazarov gözlerini kapatır. Bazarov ertesi gün ölür.

Romanda değinilen birbirine benzemeyen üç farklı aşk var. İlki Bazarov ile Odintsova arasında, ikincisi Arkadiy ile Katya arasında ve son olarak Pavel'in Feniçka'ya olan gizli aşkı. Bununla birlikte aşkı vıcık vıcık anlatmıyor yazar. Tam kararında ve son derece gerçekçi bir tarzda ele alıyor bu duyguyu.

Son bölümde anlatıcı altı ay sonra neler olduğundan bahseder. Anna Sergeyevna Odintsova, geleceği parlak bir avukatla evlenir. Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç Feniçka'yı resmi nikâhına alır ve çocukları Mitya ile birlikte yaşamlarını sürdürürler. Arkadiy, Katya ile evlenerek çiftliğin başına geçer ve işleri yoluna koyar. Bazarov'un babası, Vasilyev ile annesi Irina, birbirinden destek alarak, gözleri yaşlı bir şekilde her gün ziyaret ettikleri oğullarının mezarı başında dualarını esirgemezler. Böyle dramatik bir şekilde sona eriyor hikâye. 

Yazar Turgenyev'e romanıyla ilgili sorarlar: "Bazarov'u niye öldürdün?" Cevabı şöyle olur: "Eğer onu öldürmeseydim, o beni öldürürdü." Bu cevapta siyasi bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Eğer nihilist bir genç olan Bazarov, romanın sonunda isteklerini gerçekleştiren bir karakter şeklinde tezahür etseydi devlet yönetimi ve aristokrat kesimden büyük tepki alırdı. Böyle bir sonla Nihilizm felsefesi tam da yüreğinden vurulmaktadır.

Turgenyev aynen şöyle demiş: "Eğer okuyucu, Bazarov'u tüm kabalığı, kalpsizliğiyle acımasız ve soğukluğuyla sevemediyse yineliyorum ki, ben suçluyum ve amacıma ulaşamadım demektir... Bazarov, benim sevgili çocuğumdur, bu akıllı, bu kahraman kişi bir karikatür olabilir mi? Onun benim yarattığım tiplerin en sempatiklerinden olduğunu fark etmiyor musunuz?"    

Bazarov karakterine kızanlar olduğu kadar kendileriyle özdeşleştirenler de az değil. Romanda aşk gibi kuvvetli bir duygunun karşısında herhangi bir fikrin ya da ideolojinin çaresiz kaldığını ve aşk denilen hastalığın insanı ne hale getirdiğini görüyoruz. Ben kitabı da, Bazarov'u da sevdim ve özellikle Rus klasiklerini sevenlere tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar...

22 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 170

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Eski fotoğrafları sever misiniz, biriktirir misiniz?"

Zaman mı değişti, yoksa ben mi? Eski fotoğrafları bir hobi olarak biriktiren ve bu konuya ilgisi olanların dışında fotoğraf alışkanlığımız pek kalmadı sanırım. Eski siyah beyaz fotoğraflar evimizin bir köşesinde, birkaç albümün içinde derin bir uykuya dalmış durumda. Uzun yıllar önce ev gezmelerinde albümlerin açılıp aile fotoğraflarının konuklara gösterilmesi adettendi. Bir başka adet ise, doğan erkek çocuğu henüz yaşını doldurmadan bir pöstekinin üzerine sırt üstü yatırılıp anadan üryan fotoğrafının çekilmesiydi. Benim de böyle bir fotoğrafım vardı ve büyüdükten sonra o fotoğrafımı her gördüğümde utandığımı hatırlıyorum. Oysa ne gerek var el âleme şeyini göstermenin, tuhaf...

Eski fotoğrafları sever misiniz sorusu bana mektup yazmayı sever misiniz sorusunu çağrıştırdı. Fotoğraflar da aynı mektuplar gibi dijital çağa ayak uydurdu. Bence tarih oldular. Zamanımızda gençlerin telefonu, bilgisayarı bırakıp aile büyüklerinin fotoğraflarına baktıklarını hiç sanmıyorum. Ayrıca bu fotoğraflar eski güzel anıları çağrıştırsa da çoğu zaman hüzün veriyor insana. Çünkü ne kadar mutlu anları ölümsüzleştirmenin bir gayreti içinde olsalar da orada gördüğümüz kişilerden pek çoğunun artık aramızda olmaması kötü hissettiriyor.

Eskiden çekilen fotoğrafların tab edilmesi için fotoğrafçı birkaç gün süre isterdi. Cep telefonları ya da dijital kameralar olmadığı için az sayıda fotoğraf çekilirdi, bu yüzden her pozun ayrı bir değeri vardı. Günümüzde cep telefonlarıyla istenen sayıda çekim yapmak mümkün. Eğer bir şey sayıca az ise daha kıymetlidir. Şimdi aile fotoğrafları sadece facebook, instagram gibi sosyal medya ortamlarında boy gösteriyor ve eski siyah beyaz fotoğrafların yerini asla tutmuyor. 

Fotoğraf deyince aklımdan çıkaramadığım bir olay da şu: Uzakdoğu seyahatimiz sırasında yeni aldığımız dijital fotoğraf makinesiyle bir sürü fotoğraf çekmiştik. Şimdi hâlâ bu işlerden anlamadığımı itiraf edeyim. Döndükten sonra bilgisayara yüklemek için makinenin hafıza kartını (sanırım chip diyorduk adına) çıkarıp bilgisayarımın yanındaki alâkasız bir socket'e yerleştirdim. Bir daha da çıkartmam mümkün olmadı. Yıllar sonra bilgisayarımı servise götürdüğümde bana öyle bir şeye rastlamadıklarını söylediler. Yaşadığım büyük bir talihsizlikti. Oysa Tayland'da ve Singapur'da eşimle birlikte çekildiğimiz muhteşem fotoğraflar vardı. En çok da dev bir boa yılanıyla sarmaş dolaş vaziyette çekildiğim fotoğrafıma yanarım.

Sevgili DeepTone'un yazısına yaptığım yorumda eski fotoğrafların ilgimi çekmediğinden bahsetmiştim. Gerçekten de o eski siyah beyaz aile fotoğraflarından hoşlanmıyorum. Fakat Ara Güler gibi ustaların çektiği siyah beyaz eski şehir manzaraları ile farklı halk sınıflarından insanların yüzlerine yansıyan acı, hüzün ve neşe dolu anları yansıtan fotoğrafları severim. Bir de sevgili Adadeniz arkadaşımız tarafından profesyonelce çekilen tabiat manzaralarına bayılıyorum.

15 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 169

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu ben belirledim.

"İnsan yaptığı kötülüklerden ne kadar sorumlu?"

İnsana has bir davranış biçimi olan kötülük konusunu internet üzerinden biraz araştırmak istediğimde tuhaf bir şekilde karşıma sadece dini ve felsefi yorumlar çıktı. Kötülük, tanımı, sebepleri ve sonuçlarının yanı sıra kaynağının belirlenmesine ilişkin çok sayıda farklı görüş olmasına karşın hâlâ yoğun bir şekilde tartışılmaya devam eden bir kavram. Dini açıdan mezhepler arasında önemli farklar olmakla birlikte tek Tanrılı dinlerde genel olarak iyilik ve kötülüğün Tanrıdan geldiği ve kader konusu öne çıkıyor. Ayrıca insanın kaza ve kader sınırları çerçevesinde kendisine özgürlük imkânı veren cüzi bir iradeye sahip olduğu ifade ediliyor. Verilen bu sınırlı özgür iradeyle insanların yeryüzünde Tanrıya bağlılık, iyilik ve kötülükten sakınma hususlarında sınava tabi tutulacağı belirtilirken sınavı geçenlere ödül, kalanlara ise ceza verileceğinin altı çizilmekte. Kötülüğün Tanrıya mal edilmesi Tanrının iyiliğine ters bir durum arz ettiği için ateistler bu hususu Tanrı kavramına itirazlarının merkezine oturtmuşlardır. Zira hem güçlü, hem iyi, hem de merhametli bir Tanrı nasıl oluyor da varlıkların en yücesi olduğunu söylediği insana bunca kötülüğü reva görmektedir. 

Kötülük sorununu ilk defa formülleştiren ilk çağ filozoflarından Epikuros (M.Ö 341- M.Ö 270), "Eğer Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, o güçsüzdür; bu durum Tanrının karakteriyle uyuşmaz. Eğer kötülüğü ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, o kıskançtır, ki bu da aynı şekilde Tanrıyla uyuşmaz. Eğer o kötülüğü ne ortadan kaldırmak istiyor, ne de kaldıramıyorsa, hem kıskanç hem de güçsüzdür, bu durumda da Tanrı değildir. Eğer hem ortadan kaldırmak istiyor, hem de kaldırabiliyorsa ki, yalnızca bu Tanrıya uygundur, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da kötülükler niçin ortadan kaldırılmamaktadır?" diyerek yıllar önce güzel bir akıl yürütmüş.      

Bana göre kötülüğün en güzel tanımı; doğadan gelen ya da bilinçli insan eyleminin sonucu olan ve insan varlığına, bu dünyadaki yaşamına büyük zarar veren durum, oluşum ya da şeydir. 

Doğa kaynaklı ve insan eylemleri dışında meydana gelen kötülüklerden (deprem, sel, fırtına, tsunami, kuraklık, salgın hastalık, sakat doğum gibi) insan sorumlu değildir. İnsanların yaralanmasına ve ölümüne yol açabilecek zararlara karşı önlem almak icap eder. Doğadan gelen kötülüklerden sakınmak, olası zararları tamamen ortadan kaldıramasak bile asgari seviyeye düşürmek mümkün. Deprem bölgelerinde sağlam yapılar yapmak, dere yataklarına yerleşimden kaçınmak, tsunami olayında erken uyarı sistemleri, kuraklığa karşı gerekli tedbirleri almak, salgın hastalıkları önlemek için düzenli sağlık taraması yaparak hijyen, aşı gibi önleyici faaliyetleri yürütmek, akraba evliliklerine müsaade etmemek, genetik uyuşmazlıkları önceden tespit etmek bunlardan bazıları. Bu tür kötülüklerde insan yaşamına gelecek zararların sorumlusu başta denetleme görevi olan devlet olmak üzere kısmen bireyin bizzat kendisidir. 

İnsan bilmeden ya da istemeden kötülük yapabilir. Sözgelimi trafik kurallarına uygun bir şekilde araba kullanan sürücü bir çocuğun aniden yola fırlaması neticesinde onun ölümüne sebep olabilir. Burada sorumluluk sürücünün değil, çocuğa göz kulak olması gereken büyüğündür. Dikkatsizlik, ihmal kötülüğe sebep olabilir ve meydana gelen zararın sorumlusu, üzerine aldığı işi hakkını vererek yapmayandır. Sözgelimi madende grizu patlaması, her türlü iş kazaları, yol kusurları ve trafik işaretlerindeki eksiklik ya da hatalardan dolayı meydana gelecek kazalar pek çok insanın ölümüne ya da yararlanmasına sebep olmaktadır. Bunların nedeni görevi ihmal ya da dikkatsizliktir. Bu tür kazaların baş sorumlusu yine denetleme görevi olan devletin yöneticileridir. 

İnsan bilerek de kötülük yapabilir. Özellikle tartışmak istediğim durum bu aslında. Önce aklı başında bir insanın neden kötülük yapmak isteyeceğini irdeleyelim. Bence bunun iki ana nedeni var:

1. Akıl sahibi olmasından dolayı canlı varlıkların en gelişmiş türü kabul edilen insan, diğer canlılardan farklı olarak yaradılıştan gelen bir takım olumsuz duygu ve özellikler taşır. Söz gelimi yalan söyleyen, dedikodu yapan tek canlı türüdür insan. Bunun yanı sıra kıskançlık, nefret, hırs, gurur, öç alma, nispet yapma, kandırma, bencillik, duyarsızlık, zalimlik, çıkarcılık, sabırsızlık, alay etme, asabiyet vb. daha pek çok olumsuz duygunun esareti altında kalan insan bu özellikleri genleri aracılığıyla nesilden nesile aktarır. Bütün insanlarda vardır bu duygular, az ya da çok. Şükürler olsun kişiden kişiye değişmekle birlikte bu olumsuz duyguları bastırıp kontrol altında tutabilecek bir de iradeye, vicdan denilen içsel güce sahibiz. Aklımızı kullanır, sonuçta geri dönüp kendimize zarar getirebilecek bu tür davranışların büyük kısmından sakınırız kendimizi. O veya bu şekilde mecbur kalıp yalan söyleyebiliriz, fakat yalanımız ortaya çıkmasın diye elimizden geldiğince tedbirini alırız. Birine öyle kızarız ki, en ağır işkenceler altında öldürmek isteriz. Kendimize zarar gelmesin diye susarız, düşüncelerimizde saklı kalır bu arzu. Abartıyorsun demeyin. Savaş sırasında insanın neler yapabileceğini filmlerde izlemişsinizdir mutlaka. Hitlerin Nazi Almanya'sında yaptıklarını düşünün. İnsan gücü ele geçirince ne kadar zalim bir canavar haline geliyor! Padişahlar sırf tahtlarını garantiye alsınlar diye kardeşlerini nasıl katlettiklerini biliyorsunuz. Tüm bu cani insanların hepsi sizin bizim gibi. Her insan bu kadar canileşebilir mi? Elbette hayır. Dediğim gibi iradesi güçlü vicdan sahibi insanlar şartlar ne olursa olsun mümkün mertebe kötülüğe meyletmezler.

2. İnsanın kötülük yapmasında ikinci neden çevre koşullarıdır. Doğduğu yer, bulunduğu coğrafya, sosyo-kültürel ortam, aile ve arkadaş çevresi, yaşadığı toplum, aldığı eğitim, siyasal ve ekonomik durum vs. Hırsızlık kötüdür. Fakat baba hırsız ise onu gören çocuk için hırsızlık o kadar kötü bir şey değildir meselâ. İnsanın doğuştan gelen olumsuz özellikleriyle ilgili yukarıda saydıklarım, çevre şartlarına bağlı olarak kendini gösterir ya da irade gücüyle baskılanır. 

Şimdi sorumuza dönelim. İnsanın bilinçli olarak kötülük yapmasının ilk nedeni, onun bu özellikte yaratılmış olması ise, başka bir deyişle kötülüğün insanın mayasında olduğunu kabul edersek eğer, o zaman bütün sorumluluğu insana yüklemek ne kadar adildir? Aynı şekilde ikinci olarak saydığımız çevre koşulları kötülüğün diğer bir nedeni ise, yaptığı kötülüklerden dolayı bütün sorumluluğu sadece insana yüklemek haksızlık değil mi? 

Doğal olarak şöyle denilebilir bu durumda. Madem insan, doğası gereği ve elinde olmayan çevre koşulları nedeniyle yapacağı kötülüklerden sorumlu değil, o zaman birini yaralayıp öldürenler, hırsızlık yapanlar, başkasının malını gasp edenler, hak yiyenler, adaletsiz davrananlar, başkalarının malına zarar verenler cezasız mı kalacak?

Peki insan sorumlu tutulmadığı bir eylemden dolayı suçlanabilir mi? O zaman yapanın yanına kâr mı kalacak bu kötülükler? Hayır, elbette cezasız kalmaması gerekir ancak böyle bir çözüm bana yine de adil gelmiyor. Çünkü insanın bilinçli olarak yaptığı her kötülüğün esas sorumlusu yine devlettir bana göre.

Birkaç örnek vererek açıklamaya çalışayım. Hırsızlık kötü bir şey. Adam hırsızlık yaptı diyelim. Mevcut düzende birine zarar verdiği için yakalandığı takdirde hapse atılacak. Birkaç ay, belki bir iki yıl yatıp çıkacak sonra sabıkalı damgasını yediği için yine hırsızlık yapacak. Devletin görevi sadece bu mu? Bu adam niye hırsızlık yapıyor? Açlıktan mı? Hastalıktan mı? Çevresi mi buna ortam hazırlıyor? Ruhsal problemi mi var? Kendisine ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti verilebilmiş mi? Ülkede adalete güven mi yok? Fırsat eşitliği sağlanıyor mu, adam kayırmacılığı var mı, liyakate önem veriliyor mu? Çalışabileceği iş imkanları var mı? Geçimini normal yollardan sağlama imkânına sahip mi? Ülke kaynakları gerektiği yerlerde kullanılıyor mu, yoksa devletin malı deniz yemeyen domuz düşüncesi mi hakim? Devlet kurumları lâyıkıyla denetleme yapıyor mu? Bunun gibi pek çok soru gelebilir akla. Hepsi devletin görevi ve devletin sorumluluğunda. Eğer bu sorular olumlu olarak cevaplanır ve sorunlar mutlak bir çözüme kavuşabilirse inanıyorum ki hırsızlığa tevessül eden kalmayacaktır. Her türlü kötülüğün baş sorumlusu devleti yönetenlerdir. Devlet görevlerini lâyıkıyla yapmadığı takdirde ülkede kötülük kol gezecek, kötülüklerin sorumlusu olarak gösterdiği bireylerden gücü yettiğine ya da gariban bulduklarına ceza kesmeye devam edecektir.      

13 Kasım 2022 Pazar

CENNETİN DOĞUSU - JOHN STEINBECK

Kitabın Adı: CENNETİN DOĞUSU

Yazar: John STEINBECK 

Sayfa Sayısı: 656

Yayınevi: SEL Yayıncılık

Çeviren: Roza Hakmen 

Türü: Roman

John Steinbeck (1902-1968) İrlanda asıllı Amerikalı bir yazar. Gerçekçilik akımının en ünlü temsilcilerinden biri olan Steinbeck, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Salinas Vadisini pek çok eseri için mekân seçmiş. Gazap üzümleri ile Pulitzer ödülünü kazanan yazar, 1962 yılında edebiyat alanına verdiği katkılardan dolayı Nobel Edebiyat Ödülüne lâyık görülüyor. Gençlik yıllarında çalıştığı çiftliklerde işçi yaşamının karanlık yüzünü, zorlu çalışma koşullarını ve toplumsal baskıyı gözlemleyerek gerçekçi bir dille eserlerine aktaran Steinbeck, aykırı kişiliğiyle tanınır. Öğretmen olan annesi Olive Hamilton'un aşıladığı okuma alışkanlığı sayesinde küçük yaşlarından beri yazar olmayı kafasına koymuştu. Salinas Lisesini bitirdikten sonra Stanford Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. Okula devam ederken bir yandan boyacılık ve inşaat işlerinde çalışıyordu. Üniversitenin kendisini geliştirmeyeceğine inandığı için mezun olmadan okulu bırakıp New York'a gitti ve orada yine inşaat işlerinde çalışmaya başladı. Büyük Buhran sırasında memleketi Kaliforniya'ya döndü ve 1930 yılında ilk evliliğini yaptı. Bu tarihten sonra kendini iyice yazmaya veren yazar her biri kült olmuş onlarca eser üretti. İki göçmen arkadaşın hikâyesini anlattığı Fareler ve İnsanlar'dan sonra yazdığı Gazap Üzümleri büyük beğeni topladı ve her iki eser de filme uyarlandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında savaş muhabirliği de yapan yazar pek çok Avrupa ülkesini gezdi ve Sovyetler Birliği'ne birçok seyahat yaptı. 1952 yılında yayımlanan Cennetin Doğusu romanı için yazar, "diğer yazdığım tüm kitaplar, sanırım bu kitap için birer pratikti." demiştir. 1967 yılında savaş muhabiri olarak gittiği Vietnam'dan döndükten sonra 1968 yılının Aralık ayında kalp yetmezliğinden hayatını kaybetti. Birçok biyografi yazarı, John Steinbeck'i, her zaman öfkeli bir kişiliğe sahip, aykırı tavırlara ve kusurlara sahip bir şahsiyet olarak tanımlamıştır.

Yıllar önce okumuş olduğum Gazap Üzümleri bana okumayı sevdiren ilk kitap olmuştu. Uzun bir aradan sonra elime aldığım ikinci Steinbeck romanı, Cennetin Doğusu'nu en az ilki kadar etkileyici bulduğumu yazımın başında söyleyebilirim. Kendinden hiç bahsetmese de yaşadığı çevreyi detaylı bir şekilde betimleyen yazar romanda anlatıcı rolünde. Kitabın bir kısmı yazarın kendi aile bireylerinin tümünü kapsayan gerçek yaşam kesitleri, büyük kısmının ise yaşadığı çevreden edindiği bilgilerin hayal gücüyle harmanlayarak elde ettiği muhteşem bir kurgu olduğunu tahmin ediyorum. Eserde adı geçen iki aileden biri olan Hamilton'lar yazarın büyükbabası ve büyükannesi. Hamilton'lara yakın bir bölgede arazi satın alan Trask ailesi ise yazarın kurgusal olarak yer verdiği diğer aile. 

Hikayenin neredeyse tamamı yirminci yüzyılın başı ile Birinci Dünya Savaşının sonu arasında ABD'nin güneyinde yer alan Kaliforniya Eyaleti sınırlarındaki Salinas Vadisinde geçiyor. Romanın başında anlatılan olaylar ise ABD'nin doğu ve kuzeydoğusundaki Massachusetts ve Connecticut eyaletlerinde Amerikan iç savaşına kadar gidiyor. Cennetin Doğusu, son derece kolay okunabilen, uzun ve süslü cümleler barındırmayan, muhteşem betimlemeleriyle edebi yönü kuvvetli, sürükleyici, kurgu ve üslûp bakımından harika bir eser. Roza Hakmen çevirisini de başarılı bulduğumu söylemeliyim. 

Kitabı yazarken Steinbeck'in temel esin kaynağı Tevrat'ta geçen Habil-Kabil hikayesi olmuştur. Romanda Habil-Kabil ekseninde ahlâksızlık, iyilik, sevgi, suçluluk, kötülük, özgürlük ve aşk temaları işleniyor. Tevrat'a göre Kabil, Adem ve Havva'nın ilk, Habil ise ikinci oğludur. Habil koyun çobanı, Kabil ise çiftçi olmuş. Bir müddet sonra Kabil toprağında yetiştirdiği mahsulden, Habil ise sürünün yeni doğan kuzularından Tanrı'ya takdim etmiş. Tanrı, Habil'in sunumunu kabul ederken Kabil'i geri çevirmiştir. Kabil, bunun üzerine Habil'i kıskandığı için ona karşı kin ve nefret beslemiş ve sonunda kardeşini öldürerek insanlık tarihinde ilk cinayeti işlemiştir. Olayı öğrenen Tanrı, Kabil'i lânetler ve durmaksızın serseri ve bir göçebe olarak yeryüzünü dolaşmaya mahkum eder.

İşin hayli tuhaf yanı Tanrının cinayeti şu şekilde öğrenmesi! Önce Kabil'e soruyor: "Kardeşin Habil nerede?" Kabil'in Tanrı'ya cevabı son derece cüretkâr, şöyle: "Bilmiyorum, ben onun bekçisi miyim?" Tanrı'ya verdiği cevaba bak edepsizin. Tanrı bunun üzerine: "Ne yaptın? Kardeşinin sesi topraktan bana haykırıyor..." Sonunda durumu çakallıyor, tabii Tanrı ne de olsa. Lanetliyor Kabil'i, sürüm sürüm süründüreceğim seni, diyor. 

Kabil bu kez Tanrı'ya yalvarır, cezam dayanılmayacak kadar büyük der ve diğer insanların kendisini öldüreceğini haykırır. Bunun üzerine Tanrı Kabil'e öldürülmesine engel olacak bir iz yapar ve kim onu öldürürse intikamının yedi kat fazlasıyla alınacağını söyler. Tanrı neden koruyor bu Kabil'i anlayan beri gelsin. Kabil dünyayı dolaşmaya başlar, çocukları olur ve bir şehir kurarak oğlu Hanok'un (Urfa şehri olduğu rivayet edilir) adını verir. Aynı hikaye İncil ve Kur'anda geçmekte. Yine kendimi tutamadım. Ya bunun antik Yunan mitolojisinden farkı ne? Tanrım, insanlar bu çağda seninle resmen dalga geçiyor. Neyse konumuza dönelim. Özetle Tevrat'a göre insan olarak yaptığımız bütün kötülüklerin sebebi Kabil soyundan gelmemiz. İyi bir insan olan Habil, Kabil tarafından öldürüldüğü için soyu devam edememiş. 

Bir de "timşel" diye İbranice bir sözcükten bahsediliyor. Tanrı Habil'in kuzusunu kabul edip Kabil'i geri çevirdiğinde Kabil'in suratı düşüyor tabii. Bunun üzerine Tanrı Kabil'e şöyle diyor: "Neden kızdın, suratın asıldı? Kuşkusuz iyi davranırsan yüzün dik olur, lâkin kötü davranırsan günâh kapıya dayanır ve istekleri sana yönelir ama sen, sen ona egemen olursun." Tevrat'ta geçen bu sözler Kral James'in İbraniceden İngilizceye çevirisine göreymiş. Yani özetle, iyilik yaparsan iyilik bulursun, kötülük yaparsan kötülükle karşılaşırsın ama sen kötülükle baş ederek onun "üstesinden gelirsin", demek istiyor. Burada "üstesinden gelirsin" in İbranice Tevrat'taki karşılığı "timşel" sözcüğü. Romanda Samuel Hamilton, Adam Trask ve Çinli uşak Lee uzun uzun tartıştıktan sonra İngilizceye bu sözcüğün yanlış çevrildiğine, doğrusunun ise "üstesinden gelebilirsin" ya da "yapabilirsin" anlamına geldiğine karar veriyorlar. Bu şekilde "kötülükle baş ederek üstesinden gelebilirsin" denilince kesin bir hükme varılmıyor. Yani üstesinden gelemeyebilirsin de. Bir bakıma insanın yaradılışında özgür iradesine kalmış bir seçim bu, iyilik ve kötülük. İnsan yaşamı boyunca içindeki kötülükle mücadele ederken onu yenebilir de yenemeyebilir de... Bu aslında insanın kötü olmasını ya da kötülük yapması nedeniyle doğacak sorumluluğu hafifleten bir sebep. İnsanız neticede...

İnsanlık tarihinin (ve bu hikâyeden yola çıkarak kolektif suçluluk fikrinin) çerçevesini çizen zamansız, evrensel iyilik ve kötülük hikâyesinde, Steinbeck'e göre, insanların kendileri için seçmelerine izin veren özgür seçim ve kendi kaderini tayin etme fikirlerini, yaşamak istedikleri iyi ya da kötü hayat türünü görüyoruz. John Steinbeck, Cennetin Doğusu'nu bu iki ana tema etrafında inşa ediyor ve bunların etkilerini romanın anlatı yapısını oluşturan iki olay örgüsü aracılığıyla ortaya koyuyor: Hamilton ailesiyle Kaliforniya Salinas Vadisinin tarihi ve Habil-Kabil hikâyesinin Trask ailesinin iki nesil boyunca alegorik (bir fikrin, davranışın, eylemin, duygunun, bir kavramın ya da bir nesnenin simgelerle, sembollerle ifade edilmesi) yeniden anlatımı.

Salinas Vadisinin lirik anlatımından sonra ilerleyen sayfalarda aile büyüklerine geliyor sıra. İrlanda'da doğan Samuel Hamilton, yani yazar John Steinbeck'in anne tarafından dedesi, muhtemelen bir aşk sebebiyle topraklarını terk ederek Salinas vadisine göçen, kültürlü, yeni şeyler icat etmeye meraklı, çalışkan ve becerikli bir karakter. Fazla parası olmadığı için fazla verimli olmayan bir araziye yerleşip karısı Liza ile uyumlu bir hayat sürüyor. Liza ev işlerinde mahir, dinine bağlı ve otoriter bir kadın. Şakacı ve hayata sıkı sıkıya sarılmış bir yapıya sahip Samuel tarıma elverişli olmayan toprağında doğru dürüst bir şey üretemese de durumundan rahatsız görünmüyor, çevre çiftliklerin su kuyularını açıyor, arabaları tamir ediyor ve yeni icatlar yaparak kazandığı üç beş kuruşu da patent almak için harcıyor. Birbirini tamamlayan Hamilton ailesinin George, Will, Tom ve Joe adında dört oğlu, Lizzie, Una, Dessie, Olive ve Mollie adında beş de kızı oluyor. Bütün çocuklar iyi bir ailede yetiştikleri için yuvadan ayrıldıklarında kendi hayatlarını kuruyorlar. Öğretmen olan Olive, John Steinbeck'in gerçek hayatta annesi. Tom hayatını babasına yardım etmeye adayıp, hiç evlenmiyor. Dessie de kardeşi Tom gibi hiç evlilik yapmıyor. Salinas'ta aranılan bir terzi olan Dessie, babaları Samuel'in ölümünden sonra yalnız kalan Tom'un yanına gidip ömrünün geri kalanını orada geçirmek istiyor. 

Ancak asıl hikaye Trask ailesinin etrafında dönmektedir. Adam Trask'ın babası Cyrus, Connecticut alayına asker olarak alındıktan sonra yaşadıkları çiftliğin bütün işleri annesi Bayan Trask'ın üstüne kalmıştır. Altı ay sonra Adam dünyaya gelir çiftlikte. Cyrus Trask kötü karakterli bir adamdır, eşine bağlı değildir. Askerliği sevmez fakat nimetlerinden yararlanmasını bilir. İç savaş sırasında ilk kez karşılaştığı düşmanla çatışma esnasında bacağına bir kurşun isabet eder ve daha sonra hayatını tahta bacakla sürdürür. İlgisizlik ve kocasının hovardalığından bunalıma giren Bayan Trask sonunda kurtuluşu intihar etmekte bulur. Cyrus, bu kez komşu çiftlikte yaşayan, henüz on yedisindeki Alice adında bir kızı ayartıp evlenir onunla. Bir süre sonra Alice, Charles adı verilecek bir oğlan doğurur. Charles kıskanç, kötü huylu bir çocuk olur. Adam'ın tam aksi karaktere sahiptir. Askerde edindiği tecrübe sayesinde üst görevlere atanan baba Cyrus Trask, çiftliği terk edip Washington'a gitmiş ve hileli yollardan iyi para kazanmaya başlamıştır. Charles, çocukluğundan itibaren ne yaparsa yapsın babasına sevdiremez kendini. Oysa mülayim bir genç olan Adam, babasından hep takdir görmektedir. Günlerden bir gün Charles kıskançlık nedeniyle bir köşeye kıstırdığı ağabeyini öldüresiye döver. Adam, canını zor kurtarır ve hemen gidip askere yazılır.

Askerlik Adam için uygun bir meslek değildir aslında. Mümkün mertebe kendini çatışmalardan uzak tutsa da zaman zaman savaşın sıcaklığında bulur kendini. Sonunda dayanamaz, terhis olur olmaz bir o yana bir bu yana dolaşıp serserilik yapar. Kardeşi Charles'ın yanına dönmek istemez. Charles ise ağabeyine yaptığı kötülükleri unutup bir an önce onun çiftliğe dönmesini istemektedir. Bir süre sonra Adam döner çiftliğe. Niyeti Amerika'nın doğu ucuna, Kaliforniya'ya gitmektir. Tam da o sırada çiftlik evinin kapısında iyice darp edilmiş vaziyette genç bir kadın bulurlar. Kadının adı Cathy'dir.

Kitabın en iğrenç karakteridir Cathy. Güzel, ufak tefek narin yapılı bir kadın olmasına karşın içi fesatlık ve nefretle dolu bir tiptir. Bir öğretmeni kendine aşık edip intiharına sebebiyet verir. Baba evinden kaçar, genelev işletmecisi Edward'ın metresi olur. Daha sonra bilerek ateşe verdiği evlerinde öz anne ve babasının yanarak ölmesine sebep olmuştur. Hazırladığı tuzağı fark eden Edward, Cathy'yi feci şekilde döver. Ölecek hale gelen genç kadın sürünerek Trask'ların kapısına ulaşır. İşte böylesine kötü bir insandır Cathy.

Gelgelelim iyi yürekli Adam, kapısında gördüğü masum görünüşlü şeytana kapılır ve onu eve alır. Charles bu konuda daha ihtiyatlıdır ve ağabeyine kadını başından atmasını söyler. Adam tam aksini yapar, gider Cathy'ye aşık olur ve onu alıp doğuya, Kaliforniya'ya götürmek ister. Cathy bunu istemez önce, fakat sonra kerhen razı olmuş görünür. Bu arada baba Cyrus'un ölüm haberi gelir. Kardeşlere yüklü miktarda para ve çiftlik miras kalmıştır. Charles, Adam'ı yanında kalması için ikna edemeyince mirastan gelen parayı paylaşarak karşılıklı anlaşırlar. Bu arada yaraları iyileşen Cathy boş durmaz, Adam'la resmen evlendikleri halde bir gece gizlice Charles'ın odasına girip onunla birlikte olur.

Adam, karısı Cathy'yle birlikte uzun bir yolculuğun sonunda Salinas Vadisine gelmiştir. Yanında harcayabileceği bol miktarda para vardır. Vadinin en verimli arazisine sahip bir çiftlik satın alır ve çocuklarıyla mutlu bir yaşam sürmeyi hayal ederek işe koyulur. Önce güzel bir çiftlik eviyle başlar işe. Tam da bu sıralarda Hamilton ve Trask ailelerinin yolları ilk kez kesişecektir. Adam, yeni su kuyuları açtırmak için Samuel Hamilton'u bulur. Genç adam Cathy'yi hoşnut etmek için elinden geleni yapmaktadır. Fakat Cathy ısrarla ondan ayrılıp özgürlüğüne kavuşmak ister. Bu arada hamile kaldığını fark eder, doğacak çocuğun Charles'tan olduğunu bilen sadece kendisidir. Hem Adam'dan hem de çocuktan kurtulmak için her yolu dener. Önce bebeği düşürmeye kalkışır. Adam, doktor çağırır, doktor, Cathy'nin bu işi bir kez daha tekrarlaması halinde büyük cezaya çarptırılması için şerife ihbarda bulunacağını söyler kendisine. Günü gelince ikiz çocukları olur. Doğumda Samuel'in eşi Liza'nın büyük yardımları dokunur. Yükünü atan Cathy biraz kendine geldikten sonra yeniden evden kaçmanın yollarını aramaya başlar. Sonunda Adam'ın silahını ele geçirip onu omzundan yaralar ve izini kaybettirmeyi başarır. Her zaman söylerim adına ne derseniz deyin ister kara sevda ister tutku. Ben bu duygusal duruma aşk diyorum ve çaresi olmayan bir hastalık olarak görüyorum. Adam, bu kötü kadının evi terk etmesinden sonra yıllarca hayata küsüp yemeden içmeden kesiliyor. Kan kaybından ölmek üzereyken ifadesini verdiği şerife ben kendimi vurdum, silahımı temizlerken diyor. Şerif bunu yemiyor tabii. Bu arada romanın en güzel karakterlerinden biri çıkıyor sahneye. Trask ailesinde yardımcı eleman / uşak olarak çalışmaya başlayan Çinli Lee. Tam bir bilgi küpü, erdem yuvası, becerikli, hoş sohbet, saygılı biri. Adam'ın hayatını kurtaran da o oluyor. 

Cathy Salinas kasabasında en düzgün çalışan genelev olan Faye'nin yanına gidip orada çalışmaya başlar. Lee iyi anlaştıkları Samuel Hamilton'dan, efendisi Adam'ın kendine gelip toparlanması için yardım istemektedir. Aradan onca zaman geçmesine karşın ikiz oğlanlara isim bile verilmemiştir daha. Lee, evin, çiftliğin bakımını, hatta ikiz çocukların büyütülmesini tek başına üstlenmiştir. Samuel'in önerisiyle esmer olan ve Charles'a benzeyen çocuğa Calib (Cal), sarışın, beyaz tenli, Cathy'ye benzeyen çocuğa ise Aaron (Aron) adı verilir. Cathy'nin Kate adıyla fahişelik yaptığı kasabada dilden dile dolaşmaktadır. Çocuklar kendilerine söylendiği gibi annelerinin henüz ölmediğini mutlaka bir şekilde öğreneceklerdir. Fakat henüz Adam'ın bile bundan haberi yoktur. Bunu öğrense yine gidip ayaklarına kapanıp geri dönmesi için yalvaracaktır kuşkusuz. Ama bu sırrı ilk öğrenen yine Adam olur. Zira Samuel, Cathy ile yüzleşmenin Adam için iyi olacağını ve onu hayata döndürmenin başka bir yolu kalmadığını düşünmektedir. Nitekim beklenen olmuştur, Adam taşıdığı yükü sırtından biraz olsun atmış, hafiflemiştir. Çünkü Cathy'i ona yaptığı pis işleri anlatmış, ikizlerin gerçek babasının, kardeşi Charles olduğunu da söylemiştir.

İkizler biraz büyüyünce, Charles ve Adam gibi birbirlerine taban tabana zıt karakterlere sahip oldukları çıkmıştır ortaya. Aron iyilik timsalidir. Babası tarafından sevilmektedir. Cal ise sevgisizlikten yakınır, çünkü kendisinin kötülüğe programlanmış biri olduğuna inanmaktadır. Lee hayata tutunması için Cal'a desteğini esirgemez. Cal, sürekli yakınır, kötü bir insan olmak istemiyorum, fakat elimden bir şey gelmiyor diye. Cal uyanık, Aron saftır. Uyanıklığı sayesinde kulağına gelen haberin peşine düşer ve annesini bulur ve onunla yüzleşir ama bunu ağabeyine söylemez. Kötülük için bunun zamanı gelmemiştir henüz. Liseye giderken zor anlar yaşar ikizler. Cathy ile yüzleştikten sonra biraz kendine gelen Adam, Samuel'in mucitliğinden etkilenip bir takım buluşlar üzerinde çalışır. Karşı çıkanlara aldırmayıp altı vagon marulu aralarına buzlar koyup batıya gönderir. Gecikmeler ve aksilikler nedeniyle marullar varış noktasına geldiğinde çöp haline gelmiştir. Adam hem bütün parasını kaybetmiştir hem de herkese rezil olmuştur. İkizlerle marul kafalı diye dalga geçmeye başlar arkadaşları. Cal okulu bırakıp ailesinden habersiz Samuel'in oğlu Will ile ticari bir teşebbüste bulunur. Kilosu on cent olan kuru fasulye alarak batıya, Birinci Dünya Savaşının sürdüğü Avrupa ülkelerine yirmi beş cent karşılığında satacaktır. Plân başarıya ulaşır. Lee'den borç aldığı beş bin doları geri ödedikten sonra elinde on beş bin dolar kalmıştır. Büyük bir iyi niyet gösterisi olarak ve babasının kalbini kazanmak için yapmıştır bu işi. Adam'ın marul işinde uğradığı zararın önemli bir kısmını telafi edecek parayı babasına şükran günü hediye etmeyi düşünmektedir. Bu arada Aron sınıf atlayarak Cal'i geride bırakmış, Stanford Üniversitesine başlamıştır. Bütün ailenin toplanacağı şükran gününde heyecan son haddindedir. Adam, sabırsızlıkla göz bebeği Aron'u beklemektedir. 

Şükran günü Lee'nin hazırladığı masada herkes yerini almıştır. Bir hediye paketi içine özenle sakladığı on beş bin doları babasının önüne uzatır Cal. Babası paketi açıp ona sorar, nereden buldun bu parayı diye. Cal da her şeyi olduğu gibi anlatır ve yasal yollardan kazandığını söyler. Adam bunu kabul etmez, önüne konulmuş parayı ileriye doğru iter ve sen fahiş fiyatla mal satıp kârını bana veriyorsun, git bunları yoksul çiftçilere geri götür derken ilave eder, Aron gibi bir üniversiteye gitmen verdiğin paradan çok daha fazla sevindirirdi beni, der. Cal çılgına döner, kıskançlık, nefret tavan yapmıştır. Gider odasına, dolarları teker teker yakar. Hırsını alamaz, yolda karşılaştığı Aron'u alır, Cathy'nin yerine götürüp, işte görmek istediğin annen bu fahişe der. Dinine bağlı bir genç olan Aron çıldırmıştır. Cathy'ye hakaret eder, Cal'ı yıkar geçer. Bir süre ne yapacağını bilmez halde dolaştıktan sonra ani bir karar verir ve sabahına hemen şubeye gidip askere yazılır. 

Kısa süre önce Charles'in ölüm haberi gelmiştir. Charles mirasın yarısını Adam'a, diğer yarısını da Cathy'ye bırakmıştır. Cathy'yi ziyaret ettiği sırada bu durumdan kendisini haberdar ettiğinde şaşırıp kalır karısı. Eline yeniden para geçen Adam, çocukların tahsil hayatını düşünerek çiftliği kiraya verir ve Samuel Hamilton'un kızı terzi Dessi'nin evini satın alarak kasabaya yerleşir. İkizlerin liseden sınıf arkadaşları olan güzel Abra'ya abayı yakan Aron, kendine olan güvensizliğinden dolayı ilişkiyi yürütemez. Hem babasının işi yüzüne gözüne bulaştırması sebebiyle arkadaşlarının dalga geçmesi, hem de aşık olduğu kızın sırtını dönmesiyle iyice huzuru kaçan Aron, bunlar yetmezmiş gibi son darbeyi de Cal'dan yemiştir.  

Bu arada patronu Faye'yi tuzağa düşürüp ölümüne neden olan Cathy, daha önce kadının verdiği vasiyet üzerine genelevin sahibi olur. Son derece hünerli götürdüğü bu işten dolayı kendisine yöneltilecek bir suçlama izi bırakmaz geride. Ancak parmaklarında ciddi bir hastalık başlamıştır. İş hayatı ve yaşadığı gerginlikler nedeniyle bitap düşmüştür. Yazdığı vasiyet mektubunda tüm varlığını oğlu Aaron'a bırakır. Hemen arkasında göğsünde taşıdığı zehir kapsülünü ağzına devirerek intihar eder. Aaron'a çok büyük miktarda para miras kalmıştır.   

Birkaç ay sonra kapıya gelen sarı zarfı okuyan Lee, ne yapacağını bilemez. Aron çatışmada hayatını kaybetmiştir. Haberi öğrenen Adam felç geçirip, yatağa düşer, neredeyse bütün organları işlevselliğini yitirmiştir. Cal, intihar fikrine yakındır. Zira kendisini, kardeşinin ve babasının katili olarak görmektedir. Lee, onu yanına alır. Ölmekte olan Adam'ın odasına girerler birlikte. Lee, yatağında hareketsiz yatan adama durumu anlatır ve Cal'i affetmesini ister. Adam, gözleriyle onay verdikten sonra ağzından fısıltı halinde bir sözcük duyulur, "Timşel"          

Elbette Aron'un ölmesiyle Cal Abra konusunda amacına ulaşıyor ve soyunu devam ettirme imkânına kavuşuyor. Aynı Habil'in ölüp Kabil'in soyunu devam ettirdiği gibi. Adam'ın kâğıt üstünde ikiz evlâtlarıydı, Aron ve Cal. Fakat bilindiği üzere onların biyolojik babası da kötü bir karakter olan Charles'tı. Dolayısıyla aynı Tevrat'ta kötünün (Kabil'in) soyunu sürdürmesi, iyinin (Habil'in) ölerek soyunu tüketmesi gibi romanda kötü karakter rolündeki hem Charles hem de Cal tarafından soy sürdürülürken Adam ve Aron hayatını kaybediyor. 

Büyük bir zevkle okuduğum Cennetin Doğusu romanını herkese kayıtsız şartsız ve gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. Biliyorum oldukça uzun bir değerlendirme fakat kitabı okumak da onun hakkında konuşup yazmak da büyük bir zevkti benim için. İyi okumalar...

8 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 168

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Sirkler kaldırılsın mı?"

Eğer karar bana kaldıysa ne âlâ. Tez kaldırılsın derim. Şimdiye kadar herhangi bir sirke gitmişliğim yok. Merak da etmedim doğrusu. Hayvanları güya terbiye etmek için kancalarla, kamçılarla, değneklerle nasıl eziyet edildiğini, canlarının nasıl yakıldığını az çok tahmin edebiliyorum. İlk bakışta TV den izlemesi güzel geliyor insana, maymunların bisiklete binmesi, ayıların hünerlerini göstermesi etkileyici. Fakat düşününce insan utanıyor. Bu yüzden düşünmek önemli. Sevdiğimiz her şey iyi değil, her zaman düşünmek iyidir. 

İnsana türünün sözüm ona en gelişmiş canlısı deniyor. Eskiden zencileri kafese koyup sergileyen de insan. Hayvanları terbiye edeceğine önce insanın kendisini terbiye etmesi lâzım. Hayvanat bahçeleri sirkler vahşet içermese de bence kaldırılması gerekir. Hayvanların rahat bırakılıp kendi ortamlarında yaşamasına izin verilmeli. Günümüzde internet her türlü canlının tanınması ve özelliklerinin öğrenilmesi için yeterli. O zaman onlara yapılan bu eziyet niye?

Sirk ve hayvanat bahçelerine niye müsaade ediliyor? Bunları işleten mi suçlu yoksa ziyaret edip para dökenler mi? Çevreye duyarlı olması gereken devlet, başörtüsüne yasa çıkaracağına hayvan haklarına aykırı bir sürü şeyin yapıldığı sirkleri ve hayvanat bahçelerini kapattırmalı bence. En azından hayvanat bahçeleri için geniş alanlar tahsis edilip, hayvanların doğal yaşamına uygun bir hale getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Buraya kadar güzel. Madem dürüst olmaya çalışıyoruz, konunun biraz daha üstüne gidelim. Sirke giden, o fillerin, aslanların, maymunların ve atların hünerlerini izleyen insanların hepsi cani ruhlu mu? Hiç sirke gitmedim demiştim fakat Tayland'a yaptığımız turistik seyahat esnasında bizleri timsah ve fillerin gösterisine götürmüşlerdi. İri timsahlar pistin içinde bakıcıları ile birlikte gösteriye hazırlanırken seyirciler, kendimizi emniyete alan cam paravanların arkasındaki tribünde, heyecanla, olacakları bekliyorduk. Eğitmen, elindeki değneği kullanarak timsahları sıraya dizdi ve ağızlarını açtırdı önce. Kocaman ağızlarına renkli bir balonu koyar koymaz ürkütücü bir şak sesi duyuldu. Saniye geçmeden balon patlamış, hayvanın kuvvetli çeneleri birbirine kilitlenmişti. İkinci safhada timsahlardan en irisi eğitmenin talimatıyla yine açmıştı ağzını. Bu kez adam eğilip kafasını o keskin dişlerin arasına soktu. Timsah, ağzını kapatıp balona yaptığını yapsa, kafasız bir eğitmen görecektik. Anlatılanlara göre bu tür faciaların yaşanması hiç de sürpriz değilmiş. Nefeslerimizi tuttuk. Neyse ki korkulan olmadı bu kez. Yine aynı yerde iki yırtıcı hayvanın kapışmasını izlettiler. Başka bir yerde fillerin gösterisi vardı. Büyük tuvaller üzerine hortumlarına doladıkları büyük fırçalarla, renkli boyalar kullanarak yaptıkları soyut resimler daha sonra satışa sunuluyordu. Fakat en çok hoşumuza giden yavru fillerdi. Üzerlerine elbise başlarına şapka giydirmişler, popolarını sallaya sallaya büyüklerin arasında top oynuyorlardı. Şimdi bütün bunları izlemiş olan ben gerçekten cani miyim? Eh, yani kabul etmem gerekir ki, istemeden de olsa bu vahşete bir miktar katkım olmuş. Düşüncesizlik etmişim.  

Sanırım olaya her açıdan bakmak lâzım. O hayvanların türlü marifetlerini izlerken eğlendik belki, fakat o sırada onların nasıl bir eğitimden geçirildiği, hangi ortamlarda yaşadıkları aklımızın ucundan geçmedi. Sorun burada. Sirklerde ve buna benzer gösteri mekânlarında hayvanlara türlü eziyetler edildiğini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Televizyon ve diğer medya araçları sirk gösterileri yerine hayvanlara uygulanan işkenceyi anlatmalılar. O sevimli yunuslar, filler ve diğerleri eğitilirken ne eziyetler çekiyor herkes tarafından bilinmeli. 

Bugün vahşi hayvanların sahneye çıkmasını tamamen ve kısmen yasaklayan yaklaşık 40 ülke var. Bana göre bu tür yaklaşımlar gelişmişliğin bir göstergesi.

3 Kasım 2022 Perşembe

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - EKİM (2. AY)

Bayan Westaway'in Ölümü - RUTH WARE


Çeviren: Aslıhan Kuzucan

Yayınevi: İthaki Yayınları

Sayfa Sayısı: 406

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay sevgili "Okuma Günlüğüm" Eren arkadaşımız tarafından önerilen Ruth Ware'in "Bayan Westaway'in  Ölümü" romanını değerlendirip tartışacağız. Kasım ayının BKK ev sahibi, "Hayata Dair Her Şey" blogunun sahibi sevgili Şule Uzundere, Arkadaşımızın seçtiği kitap, Rus klasiklerinden Ivan Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim.  

Blogger Kitap Kulübü sayesinde adını ilk kez duyduğum Ruth Ware (1977- ?), romandaki olayların geçtiği bölgeye yakın bir yerleşim yeri olan, Büyük Britanya adasının güneydoğusundaki Lewes kasabasında doğmuş. Psikolojik, suç ve gerilim türünde eserler veren yazarın asıl adı Ruth Warburton. Kariyerinin ilk yıllarında gençliğe hitabeden fantezi romanlar yazdıktan sonra Ruth Ware takma adını kullanarak suç işleyen sıradan kadınlara yer verdiği suç, gerilim ve gizem temalı romanlara yönelmiştir. Gizemli cinayet konularında yazı stili Agatha Christie romanlarıyla karşılaştırılsa da eserleri polisiye türüne örnek gösterilmez. 2015-2022 yılları arasında hemen hemen her yıl bir kitap yazan Ware, dilimize çevrilen "10 Numaralı Kamara" ve "Kapkaranlık Ormanda" romanlarıyla İngiltere'de en çok satan on kitap arasına girmiş bir popüler edebiyat yazarı. 

Doğrusunu söylemek gerekirse başlangıçta kitaptan fazla bir beklentim yoktu. Çünkü, Bayan Westaway'in Ölümü, türü itibarıyla ilgimi çekecek bir roman değil. Ancak, bana farklı bir deneyim yaşattığı için seçiminden dolayı sevgili Eren'e teşekkür ederim. Romanı sevdim evet, fakat hoşça vakit geçirebileceğim, özellikle tatillerde okunabileceğim cinsten bir kitap bana göre. Peki, romanda beni rahatsız eden ne? Öncelikle dilinden arzu ettiğim tadı alamadım. Çeviri olduğu pek çok sayfasında kendini hissettiriyor. 

"Harriet?

    Hal bir anda sıçrayıp döndü, Harding'in kafası odalardan birinin kapısının eşiğinden çıkmış gibi havluya sarındı..."

Bu cümleyi okuyunca, oda kapısının eşiğinden ortaya çıkan Harding kafasının havluya sarınıp Hal'in önüne yuvarlanması gibi tuhaf bir manzara geldi gözümün önüne. Oysa burada, odalardan birinin açılan kapısından Harding'in başını uzattığı hissine kapılan Hal'in panikleyip havlusuna sarındığı anlatılmak isteniyor.    

Yine de haksızlık etmek istemem, olayların gidişatından cümleleri anlayabiliyorsunuz ve çeviri olarak takdirimi toplayan yerler de az değil. Sonuçta edebi bir eser değil. Genel olarak kısa cümleler ve kısa diyaloglarla akıcı bir dili var romanın ve bu yüzden kolay okunuyor. Gerilim ve polisiye türü romanların plânı, bana öyle geliyor ki, sondan başa doğru oluşturulmakta. Bu şekilde bilinen sona ulaşmak için arada olaylar ekleniyor, heyecanı ve merakı arttırmak için de okurun dikkati özellikle belli noktalara çekilerek sürprizler oluşturuluyor. Türe mesafeli yaklaşmamın temel nedeni de bu sanırım, yani okurun olayların akışında bilinçli olarak aldatılması durumu... Diğer bir neden romanda gerçeğe uygunluk aramış olmam. Yani binde bir ihtimalle de olsa mantıken yaşanabilir olması gerekiyor olayların. Kurguya, hayal gücüne bayıldım. Ne var ki, bazı yerler eksik kalmış, havada bırakılmış, içi doldurulmamış gibi geldi bana. Böyle olunca anlatılanların inandırıcılığı zayıf kalıyor haliyle. Romandan bahsederken bu konuya döneceğim yine.  

Bir cümle de yayınevi hakkında sarf ettikten sonra romanı değerlendirmeye geçeceğim. İthaki yayınları pek rağbet etmediğim bir yayıneviydi. Beş altı yerde yazım hatası dikkatimi çekti fakat bu romanda hatalar rahatsız edici boyutta değil. Çeviri çok kötü olmamakla beraber yukarıda bahsettiğim gibi iyi de diyemeyeceğim ne yazık ki.   

Romanı yaklaşık bir haftada bitirebildim. Yazımı on beş gün önce hazırlamıştım fakat yayımlamak için Kitap Kulübü üyelerinin de kitabı okumalarını bekledim. Romanla ilgili değerlendirmeme başlamadan önce spoiler verilmesinden hoşlanmayanlar için bu satırların son durak olduğunu hatırlatmış olayım.  

Romanımızın başkahramanı Harriet adında bir kızımız, yakın çevresi onu Hal diye çağırıyor. Anlatıcı da samimiyetinden olsa gerek Hal olarak bahsediyor kendisinden. Hal, yalnız yaşayan, genç bir kadın. Brighton şehrinde, Batı iskelesindeki küçük bir dükkanda tarot falı bakarak geçimini sağlıyor. Bu arada İngiltere'nin güneyinde, Manş Denizi kenarında bir sayfiye kenti olan Brighton'ı daha önce görmüş olmam okumaya başlarken romana olan ilgimi arttırdığını bir not olarak ekleyeyim. Sanırım sonbahar aylarıydı. Hayatımda ilk ve son kez ıstakoz yediğim puslu havaya sahip bir yer olarak aklımda kalmış. 

İngiliz ve Amerikalıların şu kısaltılmış isim kullanmalarına hastayım. Okuduğum bu romanda da sık sık karşıma çıkan bu durum bazen karakterleri karıştırmama neden oldu. Hal, falcılık mesleğini annesinden öğrenmiş ancak geçimini zor sağlamakta. Yaşadığı küçük evin, dükkanın, kiraları, elektrik ve su faturalarıyla başı hep dertte. Bu yetmezmiş gibi tefeciye de borçlanmış, alacaklı, ihtar mektuplarından sonra takibi mafyanın eline bırakmış. Genç kadın ne yapacağını bilmez haldeyken sürpriz bir mektup alıyor. Robert Treswick adlı bir avukattan gelen mektupta, İngiltere'nin güneybatı ucundaki Penzance kasabasında ikamet eden büyükanne Hester Mary Westaway'in vefat ettiği bildiriliyor. Mektupta ayrıca, yaşlı kadının vasiyeti üzerine, Hal'in de mirastan pay alacağından bahsedilerek evrak işlerinin başlatılabilmesi için kendisinden kimlik ve adres bilgileri istenmekte. Gel gelelim Hal'in büyükannesi yıllar önce ölmüş olduğundan Hal, bu mektubun bir hata sonucunda kendisine gönderildiğini düşünür. Diğer taraftan önüne çıkan bu fırsatı değerlendirmek de ister. Tarot falcılığının kendisine insanları tanıma, onları gerektiği şekilde yönlendirme ve kandırma özellikleri kazandırdığına inandığı için mesleğini bir avantaj olarak görmektedir. Daha da önemlisi mafya kapıya dayandığından paraya şiddetle ihtiyacı vardır. Aslında istediği fazla bir miktar değil, sadece tefeciye borçlarını ödeyebilecek kadar bir para yetecektir ona. Güç bela, elindeki son parayı denkleştirir ve cenazeye katılmak üzere trene biner. Yol boyunca açık vermemek için plânlar kurar kafasında. Buraya kadar güzel gidiyoruz, bundan sonra gizem, gerilim tam gaz.

Roman, tam 50 bölümden oluşuyor. Yani her bölüm ortalama sekiz sayfa. Ayrıca bazı bölüm aralarında italik harflerle yazılmış mektup ve günlük sayfalarına yer verilmiş. Bölüm sayısının fazlalığı okumayı rahatlasa da günlüklerde konu edilen olayları kitabın başında anlamak hayli zor oldu. Çünkü bu mektup ve günlüklerin kimin tarafından yazıldığı önceden okura açıklanmıyor. Dolayısıyla günlükte bahsedilen olaylarla romanda anlatılanlar arasında ilişki kurmakta zorlanıyor insan. Kitabın sonunda anlaşılsa da geriye dönüp bunları yeniden okumak zor geliyor. Ben şahsen bunu sıralama hatası olarak değerlendirdim ve bir kez daha okumaya gerek görmedim. Bu mektup ve günlük sayfalarıyla birlikte romanda sıklıkla geçen saksağan kuşları, romana gizemli bir hava katması için eklenmiş sanki. Tek saksağan görmek üzüntü, ikisi sevinç, üç tanesi kız için, dördü erkek, beş gümüş, altı altın ve yedi saksağan görmek, "asla söylenmeyecek bir sır" anlamına geliyormuş. Sonradan yaptığım araştırmalarda saksağanla ilgili daha birçok batıl inanç olduğunu ve kötü talih yorumu yapıldığını öğrendim. Çarmıha gerilmesi sırasında İsa için yas tutmayan ve Nuh'un gemisine binmeyen tek kuş olan saksağan, uğursuzluğun sembolü olarak kabul ediliyormuş.

Hal'in annesi geçmişe ait pek bir şey anlatmamış kızına. Bu garip bir durum. Kız babasının kim olduğunu bilmiyor. Küçükken annesi, "baban bir pilottu, uçağı düşünce öldü" derken daha sonra annesinin tek gecelik bir ilişki sonucunda dünyaya geldiğini öğreniyor. Aslında bütün olayın isim ve soy isim benzerliğinden kaynaklandığını düşünen Hal, cenaze törenine katıldıktan sonra foyasının ortaya çıkacağından korkup paniklemeye başlıyor. Ertesi gün büyükannenin malikânesinde cenaze için toplanan üç erkek kardeş, Harding, Abel ve Ezra ile tanışıyor. Abel bir gay, daha sonra sevgilisi Edward da katılıyor aralarına. Bir de evin gizemli hizmetçisi emektar Bayan Warren var. Sonradan öğreniyoruz ki, Ezra'nın bir de ikiz kardeşi var ancak akıbeti tam olarak bilinmiyor. Bir rivayete göre kaçıp izini kaybettirmiş, diğer bir rivayete göre kaza sonucu ölmüş. Avukat vasiyeti ailenin huzurunda açıp okuyor. Herkes Ezra'nın ikiz kız kardeşi Maud'u, Hal'in annesi sanıyor. Vasiyetname avukat tarafından okununca bir de bakıyoruz ki, torunlara (Harding ve eşi Mitzi'nin çocuklarına) ve emektar hizmetçiye bir miktar para bırakılmış fakat oğullara hiçbir şey yok.  Esas çarpıcı olan Büyükanne Hester Mary Westaway, torunu Hal'a malikâneyle birlikte uçsuz bucaksız bir toprak parçası bırakmış. Açıklığa kavuşturulması gereken bazı sorular var. Sözgelimi Hester Westaway diğer çocukları arasında niçin daha çok Ezra'yı seviyor? Trafik kazasında ölen kızı Maud, yani Ezra'nın ikizi büyükanne tarafından neden dışlanıyor ve evi terk etmek zorunda bırakılıyor? Acaba büyükannenin vicdanı mı sızladı ki bütün mal varlığını Maud'un kızı sanılan Hal'a bıraktı?  

Miras dağılımından aşırı derecede rahatsız olan büyük kardeş Harding, annesine kızıyor. Abel sessiz, Ezra ise durumdan pek rahatsız görünmüyor. Hal'ın istediği sadece tefeciye borcunu ödeyebilecek kadar bir para. Fakat miras yoluyla eline geçen bu serveti kardeşlerinin kendisine yedirmeyeceğini ve foyasının ortaya çıkacağını, sonunda hapse boylayacağından endişe ediyor. Açıkçası korkuyor ve bu yüzden "ben hiçbir şey istemiyorum" deyip evine, yani Brighton'a geri dönüyor. Elbette orada da rahatsız çünkü tefecilerin gönderdiği mafya adamları borcunu ödemesi için sadece bir hafta süre vermişlerdi. Korkusunu bastırarak eve giriyor ve çekmeceleri karıştırmaya başlıyor. Bu vesileyle annesine ait bir çekmeceden bazı mektuplar ve günlükler çıkarıyor ve heyecanla okumaya başlıyor. Mektupların bazı yerleri, bazı isimler karalanmış. Fakat bir isim daha çıkıyor bu araştırmanın sonunda. Maggie! Malikânede yaşayan Maggie'nin halası, vefat eden büyükanne Bayan Hester Westaway. Bu noktadan sonra işler iyice sarpa sarıyor. Maggie aynı zamanda Hal'ın annesinin adı. Maggie, yıllar önce Ezra ile yaşadığı birliktelik sonucunda Hal'a hamile kalıyor. Büyükanne buna çok içerliyor tabii. Bu yüzden evden kaçıp izini kaybettiriyor ve Brighton'a yerleşip tarot falı bakmaya başlıyor. Yıllar sonra Maggie, kızı Hal'ın hakkını aramak için malikâneye döndüğünde Ezra onu alıp kendi arazisindeki kayıkhaneye götürüyor ve orada öldürüyor, cesedini de suyun altına gömüyor. Bu sır büyükanne ve evin yaşlı hizmetçisi Bayan Warren tarafından bilinmesine rağmen yıllarca bir sır olarak kalıyor. Ezra'nın ikiz kız kardeşi Maud, on sekiz yaşına gelen Hal'e bu sırrı anlatmaya karar veriyor ve annesi Bayan Hester Westaway'e bir mektup yazıyor. Mektup hizmetçi Bayan Warren tarafından ele geçirilerek Hester'e ulaştırılmıyor. Hal yine annesinin mektuplarından yola çıkarak malikânenin temizlik işlerinde görevli Bayan Lizzie'ye ulaşıyor ve ondan bazı bilgiler alıyor. Annesi Maggie'yi hamile bırakan kim? Hal, babasının kim olduğunu öğrenmek için çetin bir mücadeleye girişiyor. Önce Aben'in sevgilisi Edward'tan şüpheleniyor. Daha sonra Edward'ın olmadığını anlıyor ve Aben'in kendisine verdiği bir fotoğraftan yola çıkarak istediği sonuca ulaşıyor. Ezra'nın bir dizi cinayetin faili olduğundan kuşkulanıyor. Önce Maggie'yi kayıkhanede öldürdüğü, daha sonra kendini ifşa etmesinden korktuğu ikiz kız kardeşi Maud'u trafik kazası süsü vererek ölümüne sebep olduğu çıkıyor ortaya. Son olarak  emektar hizmetçi Bayan Warren'i malikâne koridorunda öldürenin de Ezra olduğu anlaşılıyor. Ezra'nın son kurbanı olayları bir dedektif titizliğiyle takip edip su yüzüne çıkaran Hal. Ne var ki götürdüğü kayıkhanede genç kızı öldürmeye çalışan Ezra, çıkan arbedede buzların kırılması sonucunda suya gömülüp can veriyor. 

"Yıllar öncesini düşünüp kayıkhanedeki ilk öfke nöbetinden itibaren domino taşları gibi yıkılan bedenleri saydı. Son domino taşı Hal'ın kendisiydi. Ama bir istisna söz konusuydu... Hal yıkılmamıştı. Yıkılan Ezra olmuştu."

Sorular, sorular... Büyükanne Hester Westaway, hamile bıraktığı Maggie'yi ve kız kardeşi Maud'u öldürdüğünü bildiği halde kardeşlerin arasında niye Ezra'yı en çok sevip koruması altına alıyor? Bunun cevabını romanda bulamadım. Evet işe polisin karışması falan istenmiyor ama bu yeterli bir sebep mi? Peki Maggie niye dışlanıyor, halası tarafından malikânenin çatı katında hapsedilip kendisine neden işkence ediliyor? Tek suçu Ezra ile ilişkiye girmesi mi? Peki, Hal yıllarca oturduğu annesi Maggie'nin çekmecelerini o güne kadar hiç mi karıştırmamış, yani öldükten sonra bile mi? Bunun gibi cevap bekleyen soruların altı doldurulsaydı daha iyi olurdu sanırım.

Yukarıdaki sorulara cevap verebilecek olanlar, yazılanların yanlış ya da eksik olduğunu düşünen kulüp üyesi arkadaşlar, romanı okumuş diğer tüm blog dostları aşağıya çekinmeden yorum yapabilirler ve kitap üzerinde tartışabiliriz. İyi okumalar...

1 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 167

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Uzaylılar dünyaya gelmiş midir?"

Uzaylı derken bizim gibi kanlı canlı yaratıklardan bahsediyorsak, hayır, gelmemiştir. Bununla birlikte sonsuz kabul ettiğimiz evrende bize benzeyen ya da benzemeyen canlıların olma ihtimali var mı diye soracak olursanız, evet, bu hayli büyük bir olasılık. Gözlenebilir evrende Samanyolu ve Andromeda gibi büyük 225 milyar civarında galaksi mevcut. Daha ufak galaksilerin sayısı ise en az yedi trilyon. Sadece içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinde yaklaşık 400 milyar yıldız ve trilyonlarca gezegen yer alırken bunlardan yaklaşık 10 milyar tanesi dünyamızla aynı büyüklükte. Rakamların büyüklüğü akıllara durgunluk veriyor. Güneşimize en çok benzeyen HD186302 adlı yıldızın dünyamıza mesafesi 184 ışık yılı, dünyaya en çok benzeyen Kepler 438b adlı gezegenle aramızdaki mesafenin 475 ışık yılı olduğu hesaplanmış.  Bir ışık yılı yaklaşık 9,5 trilyon kilometre olduğuna göre, bir canlının söz konusu mesafeleri aşması mümkün değil. Dolayısıyla uzaylı bir canlı varlığın dünyaya gelmesi imkânsızdır. Ölüme çare bulunur ve sonsuz bir yaşam icat edilirse bu konuyu tekrar masaya yatırabiliriz. Yani bir uzaylının dünyamıza gelememesinin görünen tek nedeni, canlı yaşamın hüküm sürdüğü herhangi bir gezegene uzaklığımızın milyonlarca ışık yılı mesafede olması. Bizden daha ilerideki bir medeniyet, ışık hızına yakın hıza sahip araçlar üretebilir, teknoloji bakımından çok ileride olabilirler. Fakat milyonlarca ışık yılı mesafeden dünyamıza gelmeleri için ömürleri yetmeyecektir. 

Karayipler'de yaşayan, 4-5 milimetre çapında bir denizanası türü olan "Turritopsis Nutrica" dışarıdan canına kasteden bir etki olmazsa sonsuza kadar yaşayabiliyor. Bunun nedeni canlının öleceğini hissettiğinde tüm hücre yapısını yenileyebilme yani bir nevi yeniden doğma becerisi. İnsanın ve diğer canlıların sahip olmadığı bir özellik. Dünyamızı ancak bu özelliğe sahip bir canlı çok uzun yıllar süren bir yolculuğu göze alıp ziyaret edebilir. Elbette yolculuk esnasında yaşam koşullarını da, (yani neyle besleniyor, hangi ortamda canlı kalabiliyorsa) sağlamış olması gerekir. Daha da önemlisi bu tür bir canlının karada yaşamaya, kendisini uzak gezegenlere ulaştırmaya elverişli bedensel özelliklere sahip olması ve her şeyden önce düşünebilmesi olmazsa olmaz koşuldur. Dünya dışında evrenin bir köşesinde böyle bir canlı, yani tüm hücre yapısını yenileyebilen aynı zamanda insan gibi hareket etme imkanına sahip, düşünebilen bir canlı olabilir mi? Olabilir! En azından mevcut bilgilerimizle bunun olmayacağını söyleyemeyiz. 

Günümüzden yaklaşık 130 yıl önce ilk radyo sinyallerini uzaya gönderdik. Bu 130 ışık yılı yarı çapında bir küre içinde bulunan yaklaşık elli bin yıldıza sinyallerimizin ulaştığı anlamına geliyor. Bunların içinde akıllı yaşam bulunduran bazıları bize yanıtlarını göndermiş olabilir. O vakit, elli ya da yüz yıl sonra onlardan bir yanıt alabiliriz! Öyle mi gerçekten? Kısmen doğru olabilir. İşin aslı, bu sinyallerin uzun mesafelerde büyük ölçüde sönümlenmesi. Şöyle ki dünyanın bir ucundan diğerine ulaşacak güçte bir sinyal, bir ışık yılı ötede milyar kere milyar kez zayıflayacaktır.

Dünyamıza uzaylıların geldiğine dair birçok film yapılmış, kitaplar yazılmış. Bazıları UFO gördüklerini hatta uzaylıların kendileriyle temasa geçtiklerini iddia etmeye devam ediyor. Uzay ajansları, NASA benzeri kurumlar uzaylılarla haberleşmeye çalışıyorlar. Zaman zaman uzaydan dünya dışı sinyaller geldiğini ve gizli tutulan bazı gelişmelerin olduğunu medyaya sızdırmakta bu kurumlar. Şahsen gerçeği yansıtmayan bu bilgilerin amaçlı olduğunu düşünüyorum. Zira uzaylılarla bir temas kurulması halinde bunun saklanmasının mümkün olmadığına inanıyorum. Peki uzaylı o kadar uzun yolculuğa neden katlansın? Merak mı sadece, yoksa yaşadığı gezegende kaynaklarının tükenmesi mi? Canlı yaşamın olduğu diğer gezegenlerin koşullarının dünyamızdan farklı olacağını düşünürsek oralardaki evrimsel sürecin de farklı şekillerde ilerleyeceğini söylemek mümkün. Dolayısıyla evrende canlı bir hayat mevcut olabilir ama ne tür bir canlı olacağına dair bir fikrimiz yok henüz. 

Elbette bütün bunları varoluş ve evrim teorisi ekseninde düşünüyorum. Canlıların gelişim süreci, ilk meydana gelişleri nasıl bir tesadüfe bağlanıyorsa sonsuz sayılabilecek bir kainatta benzer ya da farklı tesadüfler birtakım canlıların oluşmasına imkân verecektir. Dini açıdan olaya bakacak olursak, kutsal kitapta geçen "alemlerin rabbi" ifadesini dünya dışı varlıkların mevcudiyetine yoruyor İslam alimleri. Hıristiyanlık da evrende başka hayatların olduğuna itiraz etmiyor. Yani bir uzaylı dünyamızı ziyaret ettiğinde kutsal kitaplarda yazıyor deyip şimdiden kapısını yapıyor dinler. Dünyada diğer canlıların yanı sıra cinlerin, meleklerin ve insanların bulunduğu, bunların arasında en gelişmiş olanının ise insan olduğu iddia edilmekte. Hatta tartışmayı daha da ileri götüren bazıları diğer alemlerde (gezegenlerde) yaşayan akıl sahibi varlıkların da iman sahibi olduklarını ve onlara da peygamber, kitap gönderildiğini iddia ediyorlar. Ancak insan akıl yönünden hepsinin üzerinde bir seviyede olduğuna göre bizim uzaylılara gitme yeteneğimiz olmadığı sürece onların bizi ziyaret etme olasılığı yok görünüyor.

Elbette bilimden yanayız. Bilim hata yapsa da kendini düzeltebilir. Bilimin cevap aradığı daha pek çok husus var. Mısır piramitleri gibi binlerce yıl öncesinin insan aklı ve teknolojisiyle yapılması olanaksız görünen yapılar söz konusu. Mevcut bilimsel araştırmalar herşeyi açıklamaya yeterli olmayabilir ancak bilim kanıt ister. Bugüne kadar uzaylılar dünyada bulunduklarına dair geride hiçbir iz bırakmamıştır. Ancak, uzak mesafelerden dolayı pek olası görmesem de şöyle bir ihtimali dışarıda bırakmak istemem: Milyarlarca yıl önce, henüz canlı yaşamın olmadığı dünyamıza başka bir gezegende yaşayan uzaylılar tarafından biyolojik yaşamı başlatan bir müdahale yapılmış olabilir. Burada söylemek istediğim ilk insan değil, ilk canlı, tek hücreli... Sonra evrimsel süreç içinde türler çoğalıp mutasyona uğrayarak bugünlere gelmiş olabiliriz. Durum böyleyse biz de uzaylı sayılırız belki. Bu düşünceyle varoluşu uzayda, başka gezegenlerde aramak daha mantıklı olabilir.