30 Temmuz 2017 Pazar

SUYUNU ÇIKARMAK

29/07/2017 Cumartesi, Tire

İstanbul'un altını üstüne getiren yağmur bahçedeki ağaçların yapraklarını bile ıslatmadı. Birkaç damla serpiştirince reçelleri, domatesleri gözaltında tutuyoruz. Güneş onlara enerjisini akıtmaya devam edecek. Sofralarımızı süslemesi, bizlere o doyumsuz lezzeti sunabilmesi için biraz daha sabretmemiz gerekiyor. Güneş yüzünü gösterince ilk iş olarak dışarı alıyoruz onları.

Güneş ve yağmur. Can veren, can alan ikili. Güneşin olmadığı, yağmurun yağmadığı yerde hayat olur mu hiç? Olsa bile hayat denir mi buna? Güneş çıktı mı sahneye, bulutlar kaçışır. Sonra yağmur alır sahnedeki yerini, gökyüzü bulutlarla kaplanır. Nadiren bir araya gelirler, güneş parlarken gökyüzünde, haylaz bir bulut geçer altından. Birkaç dakikalık serpinti hayrete düşürür insanı. Güneşle yağmurun seviştiği andır bu. Bazen araları açılır yağmur günlerce hatta aylarca görünmez olur. Kuraklık alır başını gider, kıtlık, susuzluk başlar, bütün canlılar hayatta kalma mücadelesi verir. Beklenen yağmur gelir sonunda, tarlaya bahçeye can verir. Tabiatın ölçüyü kaçırdığı anlar vardır. O özlenen yağmur yeter dedirtir insana. Sel olur önüne kattığını götürür, ne can gözetir ne mal.

Olağanüstü olmayan bir pazar günü sonrasında evimize dönüyoruz. "Suyunu çıkarmak" diye bir deyim vardır. Ben severim suyunu çıkarmayı. Neyin suyunu çıkarsam önüme set çekilir. Bir zamanlar günde en az beş altı teneke kutu coca-cola içerdim. Kırk sene çay içmesem aramam ama cola'sız duramazdım. Yaz kış demeden donma noktasına yakın, buz gibi, ya zero ya da light olanından. Yeri geldiğinde hepsini içerim ama ne rakı, ne şarap, ne de bira müptelasıyım. Söz konusu cola olunca başka. Dizimin üzerinde bacağımın yan tarafında bir kaşıntı başlamıştı. Önceleri önemsemedim. Tatlı bir kaşıntıydı çünkü. Üstelik elimin rahatlıkla ulaşacağı bir yerdeydi. Pantolonumun üzerinden bacağımı kaşıdım durdum günlerce, aylarca. Doktora gitmeme konusunda inatlaşınca bazen ben kazanırım, problem kendiliğinden yok olur. Bu sefer öyle olmadı. Cildiye doktorlarını bilir misiniz? Psikiyatr uzmanlarına taş çıkartırlar. Son zamanlarda ne yediniz? Daha önce böyle bir rahatsızlığınız oldu mu? Son günlerde yediklerinizi düşünün. Neredeyse çocukluğuma inecek. Eşim fırsatı kaçırmaz böyle durumlarda. "Sadece altı yedi cola içer günde." Doktor güzel bir pas almış forvet oyuncusu edasıyla, "Tamam, bu bir neden olabilir, kutu içeceklerin alaşımında bulunan nikel sıvıya karıştığında bazı hassas bünyelerde alerji yapabilir." Kutu cola'ya ara verdim ama kaşıntım bana mısın demedi. En az üç dört pantolon kaşımaktan dolayı eridi, attık. Başka doktora gittik, aynı sorular, aynı cevaplar. "Bu bölgede kaşımaktan deriniz kalınlaşmış." Bir merhem, bir hap, değişen bir şey yok. Bir kaç ay daha kaşındım, sonra kendiliğinden geçti.

Şimdilerde geceleri bir litre kola ve yanında bisküvi yemeye başladım. Tiryakilik gibi bir şey bu. Markette litrelik zero ve her zaman aldığım bisküvi türü kalmadı. Yine suyunu çıkarıyorum. Eşim bu su çıkarmalara hep karşı. "Şekerin çıkacak." Bende şeker meker yok ki. Azıcık bir şey çıkmıştı. Biraz kilo verdim, yediklerime dikkat ettim, doktor son ölçümde "Sizde şeker kalmamış." dedi. Kızım karşı çıkıyor, "Yok öyle şey babacım, senin bünyen müsait değil, dikkat etmek zorundasın hayatın boyunca." Hayatım boyunca? Kendime suyunu çıkaracak başka bir meşgale bulmalıyım. Bir yıldan fazla günlük tutuyorum. İlk önceliğim bu. Sesleniyor eşim, "Yemek hazır." Cümlemi bitirip hemen geliyorum. Eşimin cevabı hazır, "Onun da suyunu çıkardın."

29 Temmuz 2017 Cumartesi

HAYAT BİZE GÜZEL

28/07/2017 Cuma, Tire

Bu kez eşimle birlikte çıkıyoruz küçük pazara. Köylü kadınlardan kabak çiçeği bulmak hala mümkün. Aslında bir derin dondurucu da onun için almak lazım. Bu aralar talep "Kabak Çiçeği Dolması" na. "Fellah köfte" ve "Sikordaki" 'ye meydan okuyor. Eşim sarmalık taze yaprak arayışında. Sonunda bir yerden aradığını buluyor. Sapları mor, damarlı, tüylü olmayacakmış. Her işin bir uzmanı var. 

Haftanın ikinci, hatta Toplu Konut'un pazartesi pazarını da sayarsak üçüncü pazarı olmasına rağmen yüklü bir alışveriş yapıyoruz. Havada yağmur taşıyan bulutlar her an bize sürpriz yapabilir. Terasta kurumakta olan domatesleri içeri aldığımızdan dolayı içimiz rahat.

Yayla rüzgarlı bugün. Güneş çıkınca kuruyan domatesleri, güneşlenen reçelleri yeniden terasa almayı düşünüyoruz. Henüz işe başlamadan avluya bir kaç yağmur damlası düşüyor. Hemen vazgeçiyoruz. Gün boyunca yağmur yağmıyor ama biz cesaret edip kurumakta, güneşlenmekte olan zerzevatı dışarı çıkartamıyoruz. 

Dünün aksine misafirlerimiz akşama doğru gelmeye başlıyor. Oysa dün gündüz ve akşam misafirleri daha dengeliydi. Önümüzdeki günlerde askere gidecek bir gence arkadaşları yemek vermek istemiş. Alışveriş yaptığımız mandıralardan birinde hemen hemen hergün yüz yüze geldiğimiz bir genç, saygılı ve efendi. Hatay'a çıkmış görev yeri, denizci. Şanslıymış yine. Hatay güzel memleket, bol bol künefe yer artık. Yine de Suriye'ye sınır. Ateşin sönmesi için silah tüccarlarının kana doymaları gerek.

Öğleden sonra kendimiz için en güzel sofralarımızdan birini hazırlıyoruz verandada. Çünkü masamızda balık var. Üstelik ustamız da bu işin erbabı olunca keyfimize diyecek yok. Böylesine güzel sofrada en azından soğuk bir bira aranıyor. Öyle de güzel gidiyor ki meret ızgara balığın yanında. Birbirimize teşekkür ederek bize bu imkanı bahşeden, yerin göğün sahibi, Ömer dostumun "Tengri" sini minnetle anıyoruz.  

Öğleden sonra Ertuğrul Şefin yaptığı irmik helvasının nefis kokusu burnumun direğini sızlatıyor. Hemen önüme bir tabak geliyor. Balığın üzerine tatlı ne güzel yakışıyor. Her kaşığı daldırışımda tabağımdaki güzelliğin bir kaşık eksildiğini düşünüp hayıflanıyorum. Tabağın sonu geliyor, bir tabak daha mı istesem acaba? Şimdi "Sende şeker var, yeter o kadar yediğin." diyecekler. Bırakıyorum peşini, dağınık kalıyor.

Gece saat 23'ü geçmiş. Bir kaç masa sohbetlerine devam ediyor ama diğerleri sanki bir yere yetişmek için yemeklerini yedikten hemen sonra kalkmışlar. Alkollü içki tüketimi de az bugün. Halbuki dün daha fazla alkol tüketilmişti. Cuma akşamlarının yerleri mi karıştı ki. Bir araba giriyor bahçeye. Servisimiz sona erdi demeye hazırlanıyorum. Sonradan Torbalı'dan geldiklerini öğrendiğim üç beyefendi iniyor arabalarından. Mekanı ilk kez gören diğer misafirlerin verdiğine benzer tepkiler alıyorum. Merak edip gelmişler görmeye Taş Ev'imizi. Hayretler içinde kalıyorlar. "Hep aşağıya giderdik, bize böyle güzel bir yer açıldığını söylemediler ki." Arkadaşı lafa karışıyor. "Hiç insan evine gelen misafirine, bak komşumuza da gidebilirsiniz, hem onun evi daha müsait, ağırlamaları da daha güzel." der mi? 

28 Temmuz 2017 Cuma

TANITIM

27/07/2017 Perşembe, Tire

"Bugün erken çıkalım yaylaya." diyor eşim. Tire Süt Kooperatifi ürün tanıtımı fotoğraf çekimleri için Taş Ev'i uygun görmüş. Birkaç yere uğrayıp alışverişimizi tamamladıktan sonra yeni bir güne başlıyoruz. Görevli arkadaşlar bizden önce gelmiş. Salonda masalar çekime hazırlanmış, Tire Süt Kooperatifinin koli koli ürünleri bir köşeye istiflenmiş. Bir saat süreceği söylenen çekim tam beş saat sürüyor. 

Ekip yorulunca mola veriyor, yemeklerini yiyor, çaylarını içiyorlar. Yurdun değişik köşelerinden gelen misafirlerimizi zevkle ağırlıyoruz. Ankara'da görev yapan subay ailesi verandada oturmayı tercih ediyor. Aslen Tire'li olan aile anneleriyle  birlikte Şirince'yi gezdikten sonra Taş Ev'e konuk oluyor. Misafirlerimizin yemek tercihi meşhur Tire şiş köftesi. Üç genç geliyor arkasından, hiçbir ailevi bağ yok aralarında. Onları sıkı bir dostlukla birbirine bağlayan bisiklet tutkusu. Hanımefendi Eskişehir, beyefendiler İstanbul ve İzmir'den.

Çekim ekibini uğurladıktan sonra bize destek olmak üzere genç bir işletmeciyi misafir ediyoruz. Bizden hiçbir talebi yok. Eski dostluğun hatırına Taş Ev'i daha iyi tanıtmak için neler yapmalı, neleri değiştirmeli konularında önerilerde bulunacak. Yapılan yatırımın geri dönüşünün kaç yıl olarak planladığımızdan başlıyoruz. "Yok öyle bir şey." diyorum, şaşırıyor. "İlk aşamadaki hedefimi gerçekleştirdim." diyorum. "Nedir hedefiniz?" diye sorunca açıklıyorum. Keyif yapmak, keyif yapmaya gelenleri ağırlamak... Profesyonel birinin garibine gidiyor cevabım. "Aklından zoru mu var bu adamın?" diye düşünmüş bile olabilir. Bu konuda eşim dahil benim gibi düşüneni görmedim şimdiye kadar. Böyle bir işletmenin sahibi olmak, yurdun dört bir yanından kaliteli insanları ağırlamak benim için bir zevk. Ticari kaygım yok. İnsanların bunu anlaması çok zor. Genç arkadaşımız şaşırıyor, "Peki bu işten para da kazansanız daha iyi olmaz mı?" Bu soru biraz düşündürüyor beni. Kim istemez parayı. "Yok ben para kazanmak istemiyorum." demek o kadar gerçekçi gelmiyor insana. Gel gelelim önceliğim değil bu. Önceliğim ne? Eğer önceliğim para olsaydı kendi mesleğime devam eder hiçbir riske girmeden mevcut ciromun yarısından fazlasını elde edebilirdim. Zamanı geldiğine inandım, hayatımın geri kalanını eşimle birlikte farklı bir şekilde geçirmeye karar verdim. Hepsi bu (!)

Logo'dan, motto'dan devam ediyor söyleşimiz. Mevcut olan her ikisinden de hoşnutum. "En güzel anlarınızda..." motto'sunun "Doğayla lezzetin buluştuğu yer." le değiştirilmesi ne kazandıracak ki bana. Misafirlerimiz en güzel anlarını bizimle burada paylaşmıyorlar mı? Sayısız gencin evlilik teklifinde bulunduğu, evlilik yıl dönümünü, doğum günlerini kutladığı yer olmadık mı? 

Fiyatlarımız yüksek, porsiyonlarımız büyükmüş. Fiyatlarımızı düşürüp porsiyonlarımızı küçültmemiz daha uygun olabilirmiş. Her şeye karşı olan ben, buna da karşı çıkıyorum. Taş Ev'i tercih eden misafir, en iyi mezeyi, en lezzetli eti olması gereken miktarlarda yiyecek, gereken ilgiyi, saygıyı bulacak karşısında. Halk pazarı olsun diye açmadım ki bu mekanı. Burası tabldot verilecek bir yer hiç değil. Taş Ev bir keyif mekanı. Yenilen yemeğin lezzeti, manzara, gösterilen ilgi yıllarca akıllarda kalsın istedim. "O halde siz -Fine Dining- konseptine yakınsınız." diyor sevgili arkadaşım. Evet, hedefim aynen odur. Fakat o hedefe henüz çok uzak olduğumu biliyorum. 

"Havuzun kenarına şöyle hasırdan tabureler koysanız..." Yok, artık. "Güzel bir tanıtım filmi işe yarayabilir." Bu adımı attım zaten, hazırlık aşamasında. "Yemek tabaklarınız olması gerekenden çok büyük, porsiyonlar büyük tabakta az görünür." Size saygısızlık etmiş olmayayım ama ne porsiyonları ne de tabak boyutlarını küçültmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. 

Bu değerlendirmeler zihnimi yoruyor. Doğru bildiğim yolda ilerlemenin isabetli olacağını düşünüyorum, son misafirlerimizi uğurlarken...

RENKLİ MİSAFİRLER

26/07/2017 Çarşamba, Tire

Alışveriş ve diğer işlerimi hallettikten sonra yayla havasına koşuyoruz. Koşuyoruz mu desem yoksa şehrin bunaltıcı sıcağından kaçıyoruz mu, biemiyorum. Zira öğlen saatlerine kadar şehirde klimasız oturulmuyor. Gece boyunca ter damlalarının kulak ucumdan başımı koyduğum yastığa akışından rahatsız oluyorum fakat uykum ağır basıyor. Süs havuzuna suyun geldiğini görünce rahatlıyorum. Zira bu deponun dolduğuna işaret. Soğutucu dolaplarına şişeleri doldurduktan sonra yumurtaları toplayıp tavukları besliyorum. Beni görür görmez çığlık çığlığa peşime takılıyorlar. Onlardan birkaçı kümesin yanındaki kullanılmayan horoz kümeslerinden birini kendine folluk yapmış. Her gün yumurtalarını oraya bırakmayı alışkanlık haline getirmişler. Erken davranırsam yumurtaları alabiliyorum, gecikirsem Venüs onları affetmiyor. 

Günün ilk misafirleri Denizli'den. Onlar da temiz yayla havasında konaklamanın harika bir şey olduğundan dem vuruyor. Üç kızı ile birlikte verandada oturan beyefendi oldukça konuşkan. İşim yoksa masaya oturmamı kendisiyle sohbet etmemi istiyor. Tekstil işi ile uğraşıyormuş. Denizli'ye yolum düşerse beklediğini belirterek telefonunu vermek istiyor. Müşteri ile olan normal bir ilişki gibi değil bu. Gelenlerin kendini borçlu hissederek "Bize de bekleriz." demesi garibime gidiyor. 
Öğleden sonra canım Amy dinlemek istiyor. Misafirlerimiz nazik bir şekilde sesi biraz kısmamı rica ediyor. Anlıyorum ki Türkçe müzik çalmamı istiyorlar. Onları uğurladıktan sonra Rolling Stones 'tan "Angie"dinliyorum. Gençliğimin parçaları... Bob Dylan'dan "Like a Rolling Stone" tamamlıyor "Angie" yi. Evet, elbette Dire Straits geliyor peşinden. Romeo & Juliet. 

Bugün keşkek günümüz. Dün misafirlerimizden birinin siparişi üzerine şefimizin yaptığı patlıcan balığı aklımızdan çıkmıyor. Sağ olsun bizleri  kırmayıp öğle yemeğinde hazırlıyor aynısından. Az sonra ateşten yeni indirdiği keşkek geliyor önümüze. Şöyle bol tereyağlı, bol  salçalı olunca pek de güzel gidiyor. 

Venüs nerede bir gölge bulsa kıvrılıp yatıyor. Her zamanki azgınlığı yok nedense. Fifi rahat ediyor. Tavuklar dur durak dinlemiyorlar girmemeleri gereken bahçeye hatta bazen verandaya geliyorlar. Bugün onları kışkışlamaktan iflahım kesiliyor.

Akşam misafirleri anlaşmış olmalılar (!) Tabiri caizse baskına uğramış gibiyiz. Rezervasyon yaptırmadan gelen misafirlerimizden hangisine öncelik vereceğimiz kafamızı karıştırıyor. Her masadan en az bir kişi daha önce Taş Ev'e gelmiş kişiler. Güzel bir yere gidelim deyince akıllarına ilk gelen yer Taş Ev. Benim istediğim de bu zaten. Daha önce iki kez ağırladığımız yabancı bir şirketin üretimden sorumlu İtalyan müdürü Giovanni ile sohbet ediyoruz. Burada yedikleri mezeleri ve soluduğu havayı başka yerde görmediğini söylüyor. Onun bu değerlendirmesini önemsiyorum. Çünkü bu beyefendi işi gereği dünyanın pek çok ülkesini dolaşıyor. Türkiye'den ayrılmadan önce arkadaşları ile bir kez daha geleceğini söylüyor.

Verandada oturmayı tercih eden bir grup misafirimizi merak ediyorum. Masalarındaki hanımefendinin önerisi üzerine geldiklerini söylüyor hesabı ödemeye gelen genç adam. Kendisinin Avustralya'da yaşadığını, mekanı çok beğendiklerini söylüyor. Ayrılırlarken onun da Giritli bir aileye mensup olduğunu öğreniyorum. Son derece memnun ayrılıyorlar. Söyledikleri mezeleri kısa sürede midelerine indiriyorlar. O kadar hızlılar ki bütün ekip hayrete düşüyoruz. Karınlarının aç olmasının yanı sıra mezelerin lezzetinin de payı var elbette. Beyefendi ile Avustralyayı konuşuyoruz. Kocaman bir kıta ama sadece 24 milyon nüfusu varmış. Hala göçmen kabul edip etmediklerini soruyorum. Çok sıkı kontrolden geçiriyorlarmış artık. Özellikle Müslümanları vatandaşlığa kabul etme söz konusu olunca ince eleyip sık dokuyorlarmış. Işid gibi örgütlerin Müslüman kimliğe verdiği zarardan bahsediyor. Altı yıldır bulunduğu Avustralya onun vatanı olmuş her şeye rağmen. İşsizlik konusunda endişeden uzak bir yaşam sürüyorlar. Her kim işsizim diye başvuruda bulunursa devlet hemen ona bir iş ayarlıyormuş. İnsanları son derece saygılı ve sıcakmış lakin Müslüman olduğunuzu öğrendikleri vakit yüzlerindeki ifade değişiyormuş birden.

İşte böyle, dünyanın değişik ülkeleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bilgiye ulaşmak için fazla bir çaba göstermiyoruz, bilgi ayağımıza geliyor.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

KONAKLAMA MI?

25/07/2017 Salı, Tire

Tatil günümüzü salıya almamız her bakımdan iyi oldu. Sabah pazar alışverişini yapıktan sonra yaylaya çıkıyoruz. Su problemini halletmek için Salih hala adam gönderecek (!) Dün birkaç kez aradım. Son aradığımda lütfetti telefonu açma zahmetine katlandı. "Şimdi yukarı çıkıyoruz." deyince içime bir ferahlık çöktü. Yukarı yaylaya çıkıp yaptıklarını görmeye bile sabrım yoktu. Telefon ettim sıkıntıyı giderip gideremediklerini öğrenmek için. Telefonu açan yok. İş başa düştü deyip patika yoldan yukarı tırmanmaya başladım.

Hava kavurucu sıcak. Hazır çıkmışken yanıma iki kova almayı ihmal etmiyorum. Nasıl olsa boş gelmem, illa ki toplayacak bir şeyler bulurum. İlk hedefim kesilen suya çözüm bulmak. Büyük havuzu besleyen hazne tıkalı. Gideri bulmak için epey uğraşıyorum. Sonunda aradığım elime takılıyor. Hiç akla gelmeyecek bir şey. Tam da boru çapında bir kestane tıpa gibi borunun ağzını kapatmış. Kestaneyi çıkarınca haznede biriken su boruya hücum ediyor. Hem işimi görüyor olmam hem de Salih'e yalvarmama gerek kalmaması bana çifte mutluluk yaşatıyor. 

Kovanın birini armut diğerini erikle doldurmayı hayal ederken armut ağacının yanına gelince fikrim değişiyor. Kuşlar armutları yemeye başlamış çünkü. İki kovayı doldurduktan sonra erik ağaçlarının bulunduğu yere ilerliyorum. Geçen seneki kadar olmasa da iki kova dolusu erik var ağaçlarda. Eşime göstermek için bir kaç avuç numunelik topluyor armut kovalarına dolduruyorum. Kendine özgü bir tadı olan eriğin en sevdiğim özelliği kolaylıkla çekirdeğinden ayrılması. Kayısı eriği dedikleri bu olabilir ama henüz her meyvenin cinsini bilecek kadar kemale eremedim.   

Yoğun bir gün yaşıyoruz. Gelen misafirler verandadan ziyade bahçe kısmını tercih ediyorlar. Rezervasyon yaptıran diğer bir grup manzarayı daha cazip bulduğu için salonda oturmak istiyor. Akşam saatlerinde çıkan esinti misafirlerin keyifli saatler geçirmesine katkı sağlıyor. 

Gün geçmiyor ki birileri burada en büyük eksikliğin konaklama olduğunu söylemesin. İleride ne düşünürüm bilemiyorum ama şimdilik böyle bir planım yok. Yine de buraya uyum sağlayacak nasıl bir şey olabilir diye internet görsellerine göz gezdirmekten kendimi alamıyorum.  

MAVİŞEHİR

24/07/2017 Pazartesi, İzmir

Dün gece yarısı varıyoruz İzmir'e. Tatlı krizimiz tutunca güzel bir pastaneye atıyoruz kapağı. Vitrinde sergilenen pastalar ve çeşit çeşit tatlılar oldukça davetkar geliyor gözümüze. Bu kadar geç saatte mekanların açık olması şaşırtıyor beni. Tek personel oradan oraya koşarak müşterilerin isteklerini yerine getirmeye çalışıyor. Her birimiz farklı bir şey denemek istiyoruz. Sunum ve lezzet yerinde ama bu rengarenk puding, dondurma ve tatlılarda bolca gıda boyası kullanıldığı kesin. Bunu fazla dert etmeden bir çırpıda bitiriyoruz önümüzdekileri. 

Kızımın evi çok sıcak. Yanıma aldığım bilgisayarı açıyorum ama kısa bir müddet sonra uyku teslim alıyor bedenimi. Ertuğrul Şef büyük bir incelik gösterip hayvan dostlarımızla ilgileniyor bugün, içim rahat. Kahvaltıdan sonra Karşıyaka'ya doğru yola çıkıyoruz. Alaybey Karşıyaka arasındaki dar sokaklarda sağlı sollu park etmiş araçların arasından geçerek servisi buluyor, eşimin eli ayağı robotu teslim alıyoruz. Aslında o robotun pabucu çoktan dama atıldı. Bakacağız, inceleyeceğiz, parça talebinde bulunduk henüz gelmedi nev'inden gerekçelerle tamir olacağına dair inancımız kalmadığı için mecburen gidip yenisini almıştık. İki robotumuz olunca  tamirden çıkan robotu yedeğe alıyoruz.

Oraya mı gidelim, buraya mı derken Mavişehir'de karar kılıyoruz. Çarşı içinde bir çok dükkan bulunuyor. Eşimle kızımdan ayrılıyorum. Zira alışveriş bana göre değil. Onlar da başlarında hadi, hadi diyen biri olmaksızın rahat rahat bütün dükkanları geziyorlar. Starbucks'ta oturup kahvemi içerken çevremde dolaşan insanları izliyorum. Giyim kuşamları, birbirlerine olan saygılarını görünce İzmir'in Karşıyaka'ya taşındığı duygusuna kapılıyorum. Şu 35,5 esprisine hak vermeye başlıyorum.

Beklemekten yoruluyor, kızıma telefon ediyorum. Buluşup bir şeyler atıştırıyoruz. Yemekten sonra biraz daha birlikte dolaşıyor, alışverişe devam ediyoruz. Gerçekten de Mavişehir medeniyetin başşehri olmuş. Birbirlerini sosyo-ekonomik bakımdan yakın hissedenler yeni koloniler kurmuş bir bakıma. Ankara'da da aynı şeyleri gözlemlemiştim. Kültür ve ekonomik düzeyi yüksek kesimin oturduğu eski semtlerden bir kaçış var. Yeni yeni şehirler kuruluyor, insanlar burada çok katlı apartmanlarda kutu gibi dairelere milyonlarca para ödüyorlar. Eskiden saatte bir otobüs geçen Çayyolu'nda, Ümitköy'de, İncek'te durum aynı. Bütün kalbur üstü kesim bu yeni yerleşkelere koştu. İzmir'de Balçova köy, Mavişehir bataklıktı. Şimdilerde İzmir'in en sosyetik semti Alsancak'a dönüp bakan yok neredeyse...

Akşamın ilerleyen saatlerinde evimize dönüyoruz.                                                                            

25 Temmuz 2017 Salı

KUYRUK

23/07/2017 Pazar, Tire

Sıcak günlerden biri daha. Kahvaltı servisinden sonra soluklanıyor, kiraz ağacının altındaki masada biraz şekerleme yapma fırsatını yakalıyorum. Bu akşam bir misafirimiz evlilik yıldönümü için özel masa düzenlenmesini talep ediyor.

Yaz sezonunda müşteri portföyümüz değişiyor. Dışarıdan gelenler daha fazla. Bir de şehir sakinlerinden namını duyup ilk kez Taş Ev'i ziyaret edenler var. Arkadaşlarına telefon ederek bulundukları ortamı ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Sadece bir saat kadar oturup kalkmayı düşünenler serin ve temiz havayı bulunca programlarını değiştiriyorlar.

Taş Ev'e ilk kez gelen misafirlerimizi  gezdirirken kısa bilgiler veriyorum. En fazla merak ettikleri konu bu projenin kaç paraya mal olduğu. Bunu sormadan önce bir girizgah yapmayı da ihmal etmiyorlar çoğu zaman. "Epey harcamışsınız bu işe." Daha yapılacak çok şey olduğunu biliyorum. Bazıları bildiğim şeyleri söylüyorlar. Mesela park yerinin iyileştirilmesi, peyzaj gibi... Diğer bir husus salonun manzaraya hakim cephesinde camın altındaki ahşap kısmın biraz yüksek olduğu. Ünal Usta'ya telefon ediyorum. Kuşadası'nda şezlonga uzanmış keyif yaparken yakaladığımı söylüyor. Salı gününe geleceğini, ahşap panoların ısıcamla değiştirilmek için ölçü alıp fiyat verebileceğini söylüyor.

Facebook sayfalarını karıştırırken bir fotoğraf paylaşımı beni hem gülümsetiyor hem de düşündürüyor. İzmir-Aydın otoyolunda ortalama hız sınırını geçen sürücülere ceza kesileceği  kararı üzerine ceza ödememek için sürenin geçmesini bekleyen uyanık sürücüler yol kenarında uzun kuyruklar oluşturuyormuş (!)  

Misafirlerimizden bazıları konaklama konusunu düşünmemi istiyor. Bunu düşünmem için henüz çok erken. Herkesin farklı hayali var elbette. Genç misafirlerimiz ileriki yaşlarında bu yaptığım işin hayallerini kuruyor.

Akşam misafirleri erken ayrılınca ani bir kararla İzmir'e gitmeye karar veriyoruz. Evden birkaç parça eşya alıp çıkıyoruz yola. Geceyi kızımızın evinde geçiriyoruz.        

23 Temmuz 2017 Pazar

İSTER İNANIN İSTER İNANMAYIN


Bu yazımda sizlere hiçbir siyasi oluşum içinde yer almayan sade bir vatandaş olarak 15 Temmuz Destanı hakkında duygu ve düşüncelerimi paylaşacağım. İktidarın her yaptığı doğru diyen arkadaşım, senin gibi düşünmeyen insanların neler düşündüğünü merak etmiyor musun? İçinizden bazıları kızacak belki bana, bazılarının hislerine tercüman olacağım. Bunlar benim düşüncelerim, aklımın aldıkları ya da alamadıkları. Şimdi biraz vaktiniz varsa okuyalım zihnimden geçenleri...

Önce kalkışma dendi, sonra darbe, en sonunda Demokrasi ve Milli Birlik Günü ilan edildi. Beni en çok güldüren, bir yandan da en çok endişelendiren "demokrasi" ve "milli birlik" sözcükleri. Demokrasi, laiklik tanımı gibi anlamını yitirdi artık. Günümüzde nasıl dinsizlikle eş tutuluyorsa laiklik, ayan beyan faşizm uygulaması demokrasi diye yutturuluyor. Faşizm olsa yazabilir misin bunları diyenler olabilir aranızda. Öyle çok ön planda biri olmadığımdan ciddiye almazlar beni. Hani bir gazetenin köşe yazarı olsam ya işimden olurum bu yazdıklarımla, ya da Fetö'cülükten kodesi boylarım. Milli birlik deseniz nasıl birlik, anlayan varsa beri gelsin. Karpuz gibi ikiye bölündük. İktidar yanlıları ve iktidara karşı duranlar. Öyle basit bir bölünme değil bu. Keskin bir ayrışma. Eski demokrat ve halkçıların iktidar muhalefet ilişkisi gibi değil. Sağcının faşist, solcunun komünist diye birbirini öldürdüğü, işkence ettiği yetmişli yılların sağ sol arasındaki fikir ayrılığı bile hafif kalır yanında. Ha o zamanlar her gün onlarca genç ölüyordu diyeceksiniz. Üst akıl isterse onu da yapar kolaylıkla. Bugün PKK ile mücadelede giden canlar dolduruyor boşluğu. İktidar yanlıları sözde demokrasi tutkunu, iktidara karşı duranlar ya PKK'lı ya da Fetöcü. İktidara yan gözle bakan terörist damgası yiyor, özgürlükleri ellerinden alınıyor. Son örnek Kocaeli'de bir yerel gazete yazarının "Yerim sizin destanınızı" başlıklı yazısından sonra göz altına alınması hangi rejimde olağan bir durumdur başka?

Garibim Kılıçdaroğlu parti başına geçtiğinden bu yana ilk kez hayırlı bir iş yaptı, adalet yazılı pankartı eline alıp yürüdü. Yürüdü de ne oldu? Ne olacak? Kilometrelerce yürümesi bu ülkede adaletin olmadığını bir kez daha gösterdi. Onu da PKK destekçisi ve Fetöcü yaptılar. Oysa daha düne kadar Fetö ile içtikleri su bile ayrı gitmeyen iktidar sahipleri "Alçak herif aldattı bizi." deyip bütün pisliklerden arındırdılar kendilerini. Adaletin kör gözü açıldı. İyiler iktidarın başarısı, kötüler Fetö'nün suçu oldu. Amerikanın gazına gelip Rus uçağını düşürdüler. Arkasından en üst makamlardan "Tekrar yapsın, yine düşürürüz." sesleri yükseldi, o yaz turizm ve ihracat gelirlerimiz yerlerde süründü. Sonra o iş de Fetö'ye yıkıldı. Gittiler, Ruslardan özür dilediler, sanki kusur bizimmiş gibi ödediğimiz vergilerle Ruslara tazminat ödediler. "Biz yapmadık, Fetö yaptı." dediler, milli gururumuzu yerle bir ettiler. Koca Rusya bunu yer mi? Yemedi elbette, istediklerini fazlasıyla aldı. Sınır ötesine uçak geçiremez olduk. Toprak bütünlüğümüzü tehdit eden terörist faaliyetleri seyretmekle yetinmek zorunda bırakıldık. Bölgedeki etkimiz kalmadı. Rusya egemenliğini ilan etti, biz ezik kaldık. Nerede kaldı o gür sesler? Hepsi birden kesildi.  

Kendisine darbe yaptığını iddia ettiği örgüt tarafından kandırıldığını söylemek bir lider için ne acı. Hele bu lider devleti temsil ediyorsa, halkı için ne kadar yüz kızartıcı bir durum. Ve bu lider hala ülkenin en çok tutulan, alkışlanan lideri olma özelliğinden bir şey kaybetmiyorsa ulusal bir akıl tutulması değil de nedir bu? Aslında durum söylenen ve bize gösterilenden çok farklı. "Neredeeeen nereyeee?" diyerek uzattığı o gür sesi hala kulaklarımda. Hiç onda kandırılacak göz var mı? Sen kalk kale gibi güçlü orduyu devir, YÖK'ü ele geçir, yargıyı avucunun içine al, medyayı kuklaya çevir... Şimdi diyeceksiniz ki, dış destek almasa yapamazdı bunların hiçbirini. Haklısınız ama yine de başka biri olsa iktidar ve menfaat karşılığı üstlendiği bu misyonu çoktan eline yüzüne bulaştırırdı. Zeki adam vesselam. İçinden çıkılamayacak durumların adamı... Gezi olaylarını hatırlayalım. Günün cumhurbaşkanı dahil, başbakan yardımcıları, bakanlar, valiler direnişin karşısında koltuklarının iyice sallandığını görünce geri adım atmaya hazırlanırken o kendinden emin bir şekilde Kuzey Afrika ülkelerinden birini ziyaret ediyordu. Memlekete döner dönmez yandaşlarını gaza getirip büyük bir gövde gösterisi yaptı. "Bütün Geziciler terörist." deyip ortalığı toz duman etti. İstanbul Valisinin Fetöcülüğü henüz çıkmamıştı ortaya. Fetö henüz darbe (!) teşebbüsünde bulunmadığından Gezi Park eylemcileri Fetöcü değil, sadece teröristti, ya aşırı soldan ya da PKK yanlısı. Gözlerinden zeka fışkıran o gençlerin üzerine silahlarla, gaz bombalarıyla saldırdılar, iftira ettiler. Neymiş, camiye ayakkabı ile girip içeride içki içmişler (!) Caminin imamı bile isyan etti bu kadarına. Yani demem o ki, bu adam hiç de öyle kandırılabilecek biri değil. Acıma duygusu körelmiş, kutsal duyguları harekete geçirmesini gayet iyi bilen ve hatipliği sayesinde halkın büyük kısmını hipnotize eden çağımızın Hitler'i. Evet, evet Fetö onu kandırmadı, kandıramaz da...

Serbest çalıştığım bir dönemdi. Karadeniz'in şirin bir sahil beldesinde ofisimizin kapısına her sabah Zaman gazetesi bırakılıyordu. Kimdi bu dağıtımı yapan, kim öderdi paralarını bilmiyorduk. Hani sorsak da söylemezlerdi. Eğer çok samimi bulurlarsa, hali vakti yerinde, hayırsever birinin Allah rızası için bu işi üstlendiğinden bahsederlerdi. Yalnız kaldığım akşamlar TV'de Fetö'nün kanalına takılır, konuşmalarını dinlerdim hoca efendinin. Camide vaaz verirken bir anda aşka gelir gözlerinden yaşlar boşalırdı. Onu izleyen kalabalık aşka gelir, Allah, Allah sesleriyle kendinden geçerdi. Hep hikaye anlatırdı, öyle güzel anlatırdı ki onu izleyen cemaat coşardı. Sadece merak ediyordum bu adamı. Acaba ne söylüyor ki bu kadar insanı takıyor peşine... Zerre kadar etkilemiyordu sözleri beni. Bilakis o ağladıkça benim gülesim geliyordu. Kendimden şüphe ettim, acaba ben mi anlamıyorum herkesin anladığını? Şimdiki durum farklı değil aslında. Şu "Samimiyetle ifade ediyorum, şahsım başta olmak üzere tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı." sözleri hiç de samimi, inandırıcı gelmiyor bana. Tüm ülkeyi yanlış yönlendiren kuşkusuz belli. Hala aldatmaya devam eden yine aynı kişi. O Hocaefendinin vaazlarını dinlerken içinde bulunduğum tuhaf bir durum içindeyim. Nasıl inanıyor halkımız bu adamlara, bu aldatılma hikayelerine? Yine benim kafam basmıyor bu işe...

Zaman ne çabuk geçiyor... Kaç yıldır tek başına iktidarlar. Ne bu hırs? 2023 yılında ne olacak? Cumhuriyetin sonuna mı geleceğiz? "Ne istediler de vermedik?" deyip Fetö'ye yani terörist örgüte, yani darbecilere her istediğini verdiğini alenen itiraf eden nasıl suçsuz olur? Nasıl bir adalet? Uydurma suçlamalarla şanlı ordumuzun asil subaylarına, değerli yargı mensuplarına, öğretim üyelerine, medya mensuplarına karşı açılan davaların savcısı olduğunu söyleyip onların gururlarıyla oynayan, ellerinden özgürlüklerini alıp hapishane köşelerinde çürümesine, bazılarının ölümüne sebebiyet verenler kim? Hiç mi sızlamaz vicdanınız? Gece yarısı baskınlarıyla evlerinden çıkarılıp gözaltına alınan kıymetli insanlar için hiç mi canınız acımadı, üzülmediniz? Türkan Saylan gibi ülkemizin iftihar ettiği bir bilim insanına teşekkür etmenin yolu bu muydu?

Doğal olarak her aldanan bir bedel öder. Pazara gider, iki kilo domates alırsın. Eve gittiğinde bir de ne göresin? Alta çürük çarığı doldurmuş adam. Yarısını atarsın çöpe, aldığın domates sana iki katına mal olur, bir kilo domates parasından olursun. Aldanan sen, bedel ödeyen sen. Fetö aldatınca, aldanan değil haksız yere hapse atılan, yaralanan, hayatını kaybeden insanlar ve onların aileleri ödüyor bedelini. İşin garibi bedel ödeyen bu insanların çoğu Fetö'nün aldatamadıkları (!) Adalet terazisinin kalibrasyona ihtiyacı olmalı.

Şu "Aldatıldım." sözü Fetö'nün vaazları gibi beni hiç etkilemedi. Bu durum oldukça enteresan kapılar açıyor önüme. Evet aldatılmadı o. Yani, bütün olan bitenden haberi vardı. Bu tez üzerinden pek çok alternatif geliştirilebilir. Mesela Kılıçdaroğlu buna "Kontrollü darbe" diyor. Kim bu darbeden karlı çıkan? AKP. O zaman rahatlıkla önünü alabileceğiniz bu darbeyi Fetö'cülere siz yaptırdınız. Eğer Fetö ile iktidar arasında ipler kesin olarak koptuysa mantıklı bir senaryo gibi gelebilir insanın aklına. Tabii, Kılıçdaroğlu'nun jetonu aylar sonra düşüyor böyle bir mantık yürütmek için, o ayrı. Önce gidiyor Ahırkapı mitinginde AKP'nin ekmeğine güzel bir yağ sürüyor, iktidarı kahraman, demokrasi havarisi yapıyor.

Bana göre Fetö ile AKP'nin arasındaki ipler kopmadı, kopamaz. Onların yaptığı sadece kayıkçı kavgası. Öyle bize gösterdikleri gibi değil olaylar. Bu sonuca nereden mi varıyorum? Kompleks gibi görünen bu sorunun cevabını bulmak için az çalışan bir beyin yeterli aslında. Çok kişi yazdı çizdi bu konuda. Sözde darbenin ertesi günü kaleme aldığım günlüğümdeki düşüncelerim hiç değişmedi. Bu darbe değil. Kötü hazırlanmış bir senaryo,  sahneye konulmuş başarısız bir oyun. Nasıl emin olabiliyorum bundan? Gerçeğe, akla, mantığa uymayan, sadece saf saf inanmamız istenen basit bir kurgu bu.  Madde madde sayalım bakalım:

1. Cumhurbaşkanının ve Genelkurmay başkanının karacı subay olan baş yaverleri Fetö'cü (!) Ne kötü bir durum değil mi? Yaver dediğin emir eri. Cumhurun başı Marmaris'e tatile gidiyor. Ne başyaverini ne diğer yaverlerini yanına alıyor? Başyaverini kendisine sunulan alternatif subaylar arasından özenle kendi seçmiş. Başyaver darbeci olursa kaçarı olmaz. Dayarsın hedef aldığın kişinin başına silahı, çekersin tetiği. Darbe böyle olur. İşte o zaman ne camilerden senkronize salalar okunur, ne de halk sokağa dökülür. Hadi yapamadın, derdest eder, geçirirsin kafasına çuvalı, indirirsin binanın bodrumuna.

2. İki tankı boğaz köprüsüne gönderip gişeleri trafiğe kapatmakla darbe mi olur? Sen o emir eri askercikleri azgın insan kalabalığının önüne at kafalarını kessinler. Kim yazdıysa bu senaryoyu yazıklar olsun. Özel televizyon kanalları ölümü göze alıp cumhurun başının talimatlarını ekranlarına taşıyor. Darbe bu yahu, hiç görmediysek 12 Eylül'ü gördük. Sokağa çıkma yasağı ilan etti ordu, kafamızı kapıdan dışarı uzatamadık.

3. Hani çıkıyorlar televizyona birileri, "Tankın topuna çaput soktum, ateşleyemedi, egzozuna ceketimi soktum istop etti." diyorlar ya. Neremle güleceğim şaşırıyorum. Belediyenin hafriyat kamyonlarının teyakkuza geçerek kışla kapılarını kapatması da güzel bir tedbir gerçekten... Ya siz benimle kafa mı buluyorsunuz? Bunlara inanmamı beklemiyorsunuz değil mi? Bence orduyu lağvedip savaşa belediyenin çöp kamyonlarıyla gitmek en iyisi. Hem daha ucuza mal olur.

4. Ya darbeci pilotlar havada cirit atarken, TV ler zat-ı muhteremin uçağının nerede olduğunu, nereye ineceğini bangır bangır duyururken  onun büyük bir soğukkanlılık içinde İstanbul Atatürk Havalimanına iniş yapması. Kim olsa onun yerine altına kaçırırdı böylesi bir durumda. Ama o darbe yapıldığını MİT'ten, askerden değil, eniştesinden öğreniyor. Çok inandırıcı değil mi?

5. Sözde darbe oyununda yüzlerce kişi öldürülüyor, binin üzerinde yaralı var. Ey inananlar, size yalvarıyorum beni de inandırın. Bu darbe halka mı yapıldı yoksa siyasi iktidara mı? Hiç burnu kanayan bir partili duydunuz mu bu siz? Ölenlere şehit de demiyorum. Şehit kurtuluş savaşında ayağında yırtık çarıklarla, yokluk içinde canını verip topraklarımızı, namusumuzu koruyan vatan evlatlarının sıfatıdır. Şehit sözcüğü de anlamını yitirdi, sulandırıldı. Sözde darbede hayatını kaybedenler acımasız, kirli bir oyunun kurbanları. Halkımız, askerlerimiz... Sözde darbenin kaybedenleri. Zaman gelecek tarih yazacak bunları teker teker. Tarih kazananların tarihi. İktidarların da bir ömrü var. Gün gelecek, Hitler'den, Nazi Partisinden daha çok aşağılanacaklar. Bire bin katarak anlatılacak yaptıkları zulüm, haksızlıklar, yalan dolan. Yalakalar saf değiştirecek, en fazla darbeyi onlardan yiyecekler. Herkes birbirini suçlayacak...

6. Kim yaptı bu darbeyi? Fetö mü? Tek başına? Yok canım, o kadar da değil. Orduya sızmış subaylarıyla. Başka? Yargıya sızmış adamlarıyla. Başka? Emniyete, Milli Eğitime, bürokrasinin her kademesine, iş adamlarına, medyaya sızmış adamlarıyla. Yani? Her yere sızmış bu adamlar bir tek yer hariç. Siyasete sızamamışlar (!) Hadi canım sen de... Elbette siyasetin de içindeler. Yukarıda saydığım kurumları ben mi doldurdum teröristlerle? "Aldatıldım" deyince bütün günahlardan arınılıyor mu? Yemezler.

NELER OLDU NELER?

Darbe falan yok. ABD ile ittifak halinde bir iktidar var. ABD bizi böcek gibi eziyor. Çekindiği anlı şanlı, güçlü bir Türk ordusu yok artık karşılarında, Atatürk'ün ilke ve inkılaplarını benimseyen. Artık belediyenin çöp kamyonları ile dize getirilen bir ordu var karşılarında. Neden çekinsinler ki?

İktidar partisi ile Fetö'nün amaçları da bu değil miydi zaten. Güçlü bir ordu ne rejim değişikliğine müsaade eder ne de yabancı ülkelerin topraklarımız üzerindeki kirli emellerine. Bu bir kocaman oyun. PKK Amerikan desteği olmadan ne zamana kadar varlığını sürdürebilir? Birlikte oynadıkları oyunun baş kahramanlarından biri olan Fetö'yü niye versin Türkiye'ye? Onun sayesinde ordumuzun en mahrem yerlerine ulaşmadılar mı?

Gelelim Fetö ile iktidar partisinin ortaklığına. Kimsenin bilmediği gizli işler dönüyor. Aynı kaptan yemek yiyenler birbirinin kabahatlerini ortaya çıkarmıyor. Aynı Bülent Arınç'ın seçimden sonra İ. Melih Gökçek'in ne dolaplar çevirdiğini anlatacağım deyip susturulduğu gibi. Ortada dönen para büyük olunca dostluğun bozulacağı bir hakikat. İktidarın cemaatçi dershaneleri kapatma kararı Fetö ile aralarındaki anlaşmazlığı su yüzüne çıkardı. Bunun karşılığında Fetö'nün kuyruk acısıyla ortağına verdiği ders hafızalarda canlılığını koruyor. Ayakkabı kutularını hatırlayın. Milyonlarca doları koyacak yer bulamadıkları dolarları... Bakanların sorgusuz sualsiz aklanmalarını... Ne parasıydı bunlar? Nereden geldi, kime verildi? Devlet sırrı (!) Ört bas edip el konulan paralar yine sorgusuz sualsiz iade edildi.

Oysa ne güzel anlaşıyorlardı düne kadar. Orduyu, emniyeti, üniversiteleri, yargıyı, medyayı ve diğer bütün devlet kurumlarını, paraya yön veren her türlü organı nasıl ele geçirmişlerdi. Her ikisinin ortak düşmanı olan Atatürkçüleri teker teker nasıl etkisiz hale getirmişlerdi. Hedefleri aynıydı. Dini duyguları kullanarak halkı sömürmek. Paranın dini olmaz derler ama dini kullanarak çok paralar kazandılar, servetlerine servet kattılar. Milleti dinle kandırdılar. Daha güzel kandırmak için ellerinden gelen ne varsa yaptılar. Önce Fetöcü'lerindi sıra. Memleket sevdalısı, Atatürkçü, bilim aşığı ne kadar asker, öğretim üyesi, yargı mensubu, yazar çizer, gazeteci, iş adamı vs. varsa sildiler, süpürdüler. İktidar hep destekledi bu kıyımı. Tam da istediği şeylerdi yapılanlar. "Tamam" dediler, "Askerin, yargının, bürokrasinin vesayeti kırıldı." Şimdi duyuyor musunuz sıkça kullandıkları "vesayet rejimi" sözcüğünü ağızlarında?

Artık yapılanlar örtbas edilemiyordu. Mızraklar çuvalları delmeye başladı. ABD'nin kılavuzluğunda oyunun ikinci perdesine start verilmesi kaçınılmazdı. İkinci perdenin adı "İyi polis, kötü polis." Darbe başarılı olsaydı iyi polis Fetö ve ülkeyi bir örümcek gibi sarıp sarmalayan kolları, kadroları iktidara egemen olacaklardı. Bugünkü iktidarın bilinen ya da bilinmeyen, hatta yapmadıkları bir sürü pislikleri ortaya dökülecekti. Fetö örgütünün ülkeyi uçurumun ucundan nasıl döndürdüğünü anlatacaktı TV'ler, radyolar, gazeteler. Bütün iktidar taraftarları en hızlı Fetöcü'lerden olacaktı. Atatürk heykellerine şimdilik dokunulamayacaktı ama her yer Fetö posterleriyle donatılacaktı. Ak Saray yerden yere vurulacak, israfın ülkeye verdiği zararlardan dem vurulacaktı. Şimdiki cumhurun başı terörist başı ilan edilecek, Katar'dan iadesi talep edilecekti. İktidarın ileri gelenleri ya yurt dışına kaçmış olacak, ya da "Kandırıldım (!)" diyecekti. Göz altına alınanların hepsi birkaç gün sonra usulen kurulan mahkemelerde ettirilecek, eski görevlerine döneceklerdi. Su yüzüne çıkan her türlü yolsuzluk, haksızlık, sınav hileleri, seçim hileleri, ayakkabı kutuları içindeki dolarlar için yolsuzluk dosyaları açılacak, bu işin yargı süreci yirmi yıl kadar sürecek ve zaman aşımına bırakılacaktı. Vatandaş iki elini başının arasına alıp "Vay anasını, ucuz atlatmışız." deyip Fethullah Hoca Efendiyi baş tacı edecekti. Memleketi uçurumun kenarından kurtaran Hoca Efendinin işaret ettiği mukaddes biri yeni kurulacak partinin başına geçip ilk seçimleri kazanacaktı. Her devrin müzmin muhalefeti solcular için değişen bir şey olmayacak, muhalefetlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi. Müttefimiz ABD için de değişen bir şey olmayacaktı. Ne de olsa Fetö'ye az kucak açmamışlardı. Onların da "Ne istedin de vermedik?" deme hakkı vardı.

Olmadı, çünkü böylesi süper güç için daha uygundu. Ne yaparsa yapsın milleti eline avucuna almayı başaran bir iktidarın başı vardı karşılarında. Hocanın onun kadar başarılı olacağını düşünmüyorlardı. Olması gereken Fetö'nün kötü polis rolünü oynamasıydı. Bu seçenek çok zekice görünüyordu. Bu sayede mevcut iktidarın bütün hataları, yolsuzlukları, haksızlıkları ve başarısızlıkları Fetöye mal edilecekti. Fetö darbeci, terörist ve Allah'ın cezası bir yaratık yapıldı. İktidarın başı demokrasi şampiyonu, ülkeyi darbeye karşı koruyan bir kahraman yapıldı. ABD için değişen bir şey yoktu. PKK terörünü destekleyerek Türkiye'nin kuyruğuna istediği zaman basabiliyor, her istediğini hükumete yaptırıyordu. Solcular muhalefet etmeyi sürdüreceklerdi yine. Fetö'cü ilan ettikleri kişileri zamanla unutturmaya çalışacak, bir müddet sonra aralarına alacaklardı. Kurunun yanında yaşlar yanar bazen. Bu büyük oyunun hiçbir şeyden habersiz neferleri, beyni yıkananlar, kendini borçlu hissedenler, kandırılanlar, aldatılanlar çekti sıkıntıyı neler döndüğünün farkına olmadan. Onlar olayın iç yüzünü bilmeden öldüler, yaralandılar, sakat kaldılar, özgürlükleri ellerinden alındı bir süreliğine de olsa. Elebaşılar zarar görmez bu işlerde. Patronları korur onları. Olan beyni yıkanmış zeki subaylara, astsubaylara, ne olduğunu anlamadan halkın içine sürülen askerlere, salalarla sokağa dökülen ve darbeyi önlediğine inandırılan gariban halka oldu.

SÖZÜN ÖZÜ

Sözün özü şudur ki, Fetö ve siyasal iktidar ayrılmaz bir bütündür. İdealleri, kültürleri hedefleri, dostları, düşmanları, işbirlikçileri, hizmet ettikleri kitle birbirinin aynıdır. ABD yaşadığımız olayların perde arkasındaki güçtür. Hepsi beraber 15 Temmuz'da ülkemiz üzerinde bir tiyatro sergilediler. Senaryo çok kötü olmasına rağmen halkın nezdinde başarılı oldular, istediklerini sağladılar. Tiyatro devam ediyor kaçıranlar için. TV ler, radyolar, yazılı basın 15 Temmuz Demokrasi ve Birlik Günü adı altında oynanan bu oyunu çoktan destanlaştırdılar. Beyinler yıkanmaya, algılar oluşturulmaya devam ediyor tam gaz. İster inanın, ister inanmayın (!)                                                                                                                                                                                                          

KULE

22/07/2017 Cumartesi, Tire

Güzel bir hafta sonuna giriyoruz. Sıcak günlerden biri daha. Yeni giydiğim tişört terden sırılsıklam olmuş. Hemen duşa girip üstümü değiştiriyorum. Duştan çıkar çıkmaz iki gün önce Ödemiş'ten gelen misafirlerimizi karşılıyoruz. İki yaşlarındaki tombik kızları Cemre terliklerini atmış, karınca kararınca yardım ediyor bana. Ayağı çıplak dolaşmayı çok severmiş (!) Bir bakıyorum veranda kapısından içeri girmiş, güçlükle uzandığı tezgaha bırakıyor elindeki bardağı. Büyük iş yapmanın gururuyla gözlerini süzerken sessizce masalarına dönüyor. Bir müddet sonra elinde bir tabak aynı hareketleri tekrarlıyor. O yumuk ellerinde acemice tuttuğu tabağı şimdi düşürecek diye izliyorum uzaktan. Ama o hiçbir şey kırmadan defalarca geliyor, gidiyor. Selma Hanım'ın bahçe meyvelerinden hazırladığı meyve tabağından en güzel kayısıyı seçip götürüyorum ona. Çekinmeden alıyor elimden.

Ömer Bey arıyor akşama doğru. Yanındaki genç arkadaşıyla Taş Ev'i konu alan bir tanıtım filmi çekmeyi öneriyor. Davet ediyorum onları. Telefon kapandıktan sonra "Yoksa salı günü mü yapsaydık bu görüşmeyi." diye aklımdan geçiyor. Zira onların geleceği saatlerde yoğunluk artıyor. Düşündüğüm gibi onların gelişleriyle birlikte üç masa misafir aynı anda giriyorlar bahçeye. Ömer'in arkadaşı Sinema ve TV bölümü mezunu, kısa metrajlı film yarışmalarında dereceleri var. Gösterdiği örnek tanıtım filmleri etkileyici ama benim nazarımda Amélie filminin müziklerini yapan Yann Tiersen'in en güzel bölümlerinden birini fon müziği olarak kullandığı tanıtım filmi bir adım öne çıkıyor. Anlaşmak için tek şartımı söylüyorum. Bizim tanıtım filminin fon müzikleri de aynısı olacak. Anlaşıyoruz, hemen start veriyorlar çalışmaya. 

Gecenin en etkileyici misafirleri müstesna kişilikler, baba dostları. Eskilerin "Kule" ismini verdikleri bu taş evde "Nice güzel anları paylaştığım babanızı hatırlar, bunu kaldıramam." demiş, davetli olduğu açılışımızdan affını istemişti. Onca zaman geçtikten sonra bu sefer oğlu Murat'ı kıramıyor, eşiyle birlikte konuğumuz oluyor. Rahmetli babamızı konuşuyoruz zaman zaman takıldığımız masalarına. O zamanlar "Bizim masamıza oturabilmek için aramızdan en az birinin icazeti gerekirdi." diyor. Eşinin konuşması, tavırları, zarafeti Taş Ev'de eski bir İstanbul havası estiriyor. Murat Bey'le ikinci karşılaşmamız olmasına rağmen samimi tavırları ortamı ısıtıyor. "Evimizde gibiyiz." diyorlar. Necmettin Ağabey rakısını yudumlarken gözleri dalıyor. "Hatırlar mısınız, Kaplan Köyünde Turgut Baba'ya ziyaretimizi?" diye soruyorum. Çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş Turgut Baba'nın kapısının önündeki küçük verandada okunan şiirleri, anlatılan öyküleri ve merakla dinlediğim sohbetleri anımsıyorum. Rakı eşliğinde imece usulü toplanan erzak babanın evinde özenle hazırlanır, pişirilir, sofraya getirilirdi. Herkes dozunda içer oturduğu gibi kalkardı. Bir kez katıldığım bu sohbet yemeğinden kısa süre sonra Turgut Baba'nın vefatını öğrendim. Hiç kimseye zararı olmayan, görgüsünü bilgisini cömertçe paylaşan bu güzel insanları arıyorum.

Bahçenin en son masasında gençler bira içiyor. "Size bir şey sorabilir miyiz?" diyor içlerinden biri. "Bir daha ki sefer geldiğimizde birkaç arkadaşımız enstrümanlarıyla müzik yapabilirler mi burada?" Diğer masaları rahatsız etmeyeceklerse neden olmasın. Zaten uzun zamandır bahçede bu tür bir aktivitenin nasıl olabileceğini düşünüyordum. "Eğer misafirlerimiz rahatsız olmayacaksa, olabilir." cevabını veriyorum. Taş Ev'in genç misafirleri eğlenmeyi, yaş almış misafirleri kafalarını dinlemeyi seviyor. Yaşını almış gençler olan bizler onlarla birlikte hem eğlenmeyi hem kafamızı dinlemeyi seviyoruz. 

22 Temmuz 2017 Cumartesi

DRONE HAVA ÇEKİMLERİ ÖMER BEY'DEN

21/07/2017 Cuma, Tire


Yaylaya çıktığımızda Mehmet işin yarısını bitirmişti. Havuza bolca su gelmeye başladı. Günlük işlerimizi tamamladıktan sonra fırsatım olursa yukarı yaylaya çıkıp elmaları toplayacağım. Telefonum çalıyor. Arayan artık dostluk derecesinde bağımız olan eski bir çalışma arkadaşım Orhan Bey. Mesleki yönden izlediği yolu hep takdir etmişimdir. Almanca ve İngilizce dillerini ileri düzeyde bilen bu arkadaş, dünyanın bir çok ülkesinde geo-teknik dalda mühendislik hizmeti vermeye devam ediyor. Yedi yıldır dünyanın en büyük araştırma firmalarından Fugro'nun Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri müdürü olarak görev yapan arkadaşımla uzun uzun sohbet ediyoruz. Yanında diğer bir çalışma arkadaşım Yalçın var, o da sohbete katılıyor. Umman'daki işlerden bahsediyoruz. Büyük heyelanlar olmuş. Sadece Sultan Qaboos'un karşı olduğu için karayolu tünellerine izin verilmeyen ülkenin başkentine yakın ve trafiği yoğun bir bölgede 150 metreyi aşan yüksekliklerdee yol yarmaları yapılıyor. Qaboos kendisine suikast yapılmasından korktuğu için karayolu tünellerini kullanmazmış (!) Tünel olmayınca açık kazılarda ne kadar şev tahkimatı yapılırsa yapılsın doğanın dengesi bozuluyor elbette. Yıllardır süren projede İdare müşavir firmayı devre dışı bırakmayı düşünüyormuş. Qaboos Sultan da inadından vaz geçmiş tünele razı olmuş ama artık çok geç. Telefonda uzun konuşmayı pek sevmem ama söz konusu iş olunca bu alışkanlığım geçerliliğini yitiriyor.

Birbiri ardına gelen giden misafirler yukarı yaylaya çıkmama imkan vermiyor. Akşamın ilk saatlerinde kendine has yaşama bakış felsefesine sahip dostlarımız geliyor. Artık onlar misafirden de öte. Yanlarında getirdikleri "drone" denilen minik hava aracı ile fotoğraf ve film çekimleri yapıyorlar. Uzaktan kumanda ile kontrol edilen cihazın çalışması oldukça heyecan verici. Taş Ev'in etrafında dört dönüyor alet. Bir anda irtifa kaybedip hızla yükselişe geçiyor, ekranda beliren göz alıcı fotoğraflar için deklanşöre basmak yeterli. Drone gökyüzünde süzülürken cephe gerisinde sabitlenip Taş Ev'in harika fotoğraflarını çekiyor. Taş Ev'in cephe görünüşlerinde taştan ziyade ahşap öne çıkıyor. Helikopter maketine benzeyen bu aletin 500 metre yüksekliğe kadar çıkabildiğini söylüyor Ömer Hadimli dostum. Az önce Bozdağ'da bir tanıtım filmi çekimi çekmiş. Bundan böyle profesyonel hava fotoğrafları ve film çekimleri yapacakmış. Güzel bir uğraşıya el atmış. Yaptığı işten büyük zevk aldığı belli.

Zaman yine su gibi akmaya başlıyor. Misafirlerimizin hepsi memnun ayrılırken bizim bütün yorgunluğumuzu da alıp yanlarında götürüyorlar. 

21 Temmuz 2017 Cuma

TAKALAR GEÇİYOR ALLI YEŞİLLİ

20/07/2017 Perşembe, Tire

Tarih beni tam 43 yıl öncesine götürüyor. Bülent Ecevit'in mavi gömlekli gençlik hali geliyor gözlerimin önüne. "Takalar geçiyor allı yeşilli." şiiri... Türkçeye verdiği önem geliyor aklıma ve kibarlığı, zarafeti... Dilinden düşürmediği "Eşim Rahşan" sözcükleri ile eşine olan saygısını unutamıyorum.  20 Temmuz deyince "Karaoğlan" geliyor aklıma. Ve 43 yıldır çözülemeyen Kıbrıs sorunu. Ambargoların ardından dünyada hiçbir ülkenin tanımadığı garip bir devlet (!) Yıllar süren politik başarısızlıklar... 

Gündüz misafirlerimiz merak etmiş, arkadaşlarının tavsiyesi üzerine Ödemiş'ten gelmişler Taş Ev'i görmeye. Bizimkisi ilk keşif diyorlar, en yakın zamanda tekrar ziyaret edeceklerini söylüyorlar. Hava yine sıcak. Hafiften bir rüzgar ilaç gibi geliyor. 

Yukarı yaylada tıkanan kaynağı açmak üzere Mehmet geliyor motosikletiyle. Yukarı yaylaya çıkıyoruz birlikte patika yoldan. Göz alıcı kırmızı renge bürünmüş bir elma ağacının yanından geçiyoruz. Pınarın ağzına kadar yürüyoruz.

Akşama doğru baba dostu bir yakınımızın oğlu geliyor çok uzaklardan. Salonun camlarını katlayınca doyumsuz manzaraya güzel bir esinti eşlik ediyor. Ağustos böceklerinin çenesinin yorulduğu saatler.

Geç vakitlerde dönüyoruz evlerimize. Koltuğuma kuruluyorum. Saat 01.30 suları. Önce hafiften bir sarsılıyoruz. Gözlerimi sallanmaya başlayan avizeye dikiyorum. Şimdi biter deyip sükunetimi korumaya çalışırken daha şiddetli geliyor dalgalar. Saniyeler bir biri ardına tükenirken içinde bulunduğumuz betonarme bina salıncak gibi sallanmaya başlıyor. Oda kapısından tak tak diye sesler geliyor. Büyük bir deprem olmalı. Kim bilir merkezi neresi? Liseye giderken İzmir'de meydana gelen depremden sonra bu kadar uzun süren başka bir deprem yaşamadım. Yaklaşık yirmi saniye süren yer sarsıntısının sona ermesini bekliyoruz çaresizlik içinde. Uyumak üzere olan eşimin uykusu kaçıyor. Dışarı kaçmak gibi bir telaş içinde değiliz. Nihayet bitiyor. Avize hala salınımını sürdürüyor. Kandilli Rasathanesinin anlık deprem kayıtları web sitesine girmeye çalışıyorum. Aşırı yüklenmeden olsa gerek, sayfa açılmıyor. Facebook'taki meraklı teyzelerden almaya çalışıyorum haberi. Bir sayfa açılıyor önümde deprem olduğunu haber veren. "Depremmm." Biliyoruz, deprem de merkezi nerede? Yorumlar yapılıyor face'te, sorular soruluyor. "Nerede olmuş?" Nihayet Bodrum'da olduğuna dair ilk haberi alıyorum. Bodrum bize çok uzak. Burada bu kadar çok sallandıysak, orada taş taş üstünde kalmamıştır. TV'yi açıyoruz. Alt yazıda Gökova Körfezinde 6,3 büyüklüğünde deprem olduğunu yazıyor. Yetkililerle röportajlar yapılıyor. İlk haberlere göre can kaybı olmadığını öğrenince rahatlıyoruz. Uykum ağır basıyor, yastığa kafamı koyar koymaz derin bir uykuya dalıyorum. Varsa yaşanacak günümüz yaşarız elbet. 

20 Temmuz 2017 Perşembe

TOSBAĞA

19/07/2017 Çarşamba, Tire

Nispeten daha serin bir güne merhaba diyoruz. Ertuğrul Usta menüye dahil ettiği içli köfteyi hazırlıyor. Bunu gören misafirlerimiz fırsatı kaçırmayıp hemen siparişlerini veriyor. Onları uğurladıktan sonra bir fırsatını bulup patika yoldan yukarı yaylaya çıkıyorum. Elimdeki kovaları ne bulursam doldurup gelmek var kafamda. Esas amacım suyun durumuna bakmak. Havuza giren su miktarındaki azalmanın sebebini arıyorum. Yolda yürürken bir çıtırtı sesi geliyor kulağıma. Otların arasında bir kaplumbağa beni görünce kafasını bağasına gizliyor. Çıkması onun için hayli zor olan bir tümseğin altında kalmış. Yolun kenarına alıyor sabırla kafasını çıkarmasını bekledikten sonra fotoğrafını çekiyorum.

Yayla girişindeki ağaçtan armutları toplarken kararsız kalıyorum bir süre. Biraz daha olgunlaşınca daha güzel olacak sanki. Bu sefer de kuşlar benden önce davranacak. Yarım kova kadar armut topluyorum. Biraz ilerleyince ikinci armut ağacı çıkıyor karşıma. Bu farklı bir cins. Ağaçta kalan tek tük armut tam kıvamına ermiş, kalanların yarısını kuşlar yemiş. Hemen onun yanındaki ağaç Bey Armudu dediklerinden. Olabildiğince irileşmiş meyveler. Hepsini toplayacak kadar kova yok yanımda. Birkaç gün sonra çıkıp toplamalı. Havuz başına doğru ilerliyorum. Havuzun kenarındaki kayısı ağacı coşmuş. Bütün dallar meyvelerin ağırlığıyla aşağı sarkmış. Bir çoğu da havuzun içine düşmüş, zayi olmuş. Dalları kendime doğru çekip kısa sürede kovaları dolduruyorum. Nefis bir tadı var bunların. Kayısı ağacının yanındaki elma ağacına bakmıyorum bile. Her taraf elma nasıl olsa. Havuza akan kaynaklardan biri kapanmış. Borular yerinden çıkmış. Kaynağın ağzı çamur yığını. Büyük bir iş çıkartacak bana. Şimdi kimi bulsam da yaptırsam diye kara kara düşünüyorum. Salih'i arıyorum, telefonu cevap vermiyor. İşlerinin en yoğun olduğu dönem zira. Burada arayana geri dönme gibi bir adet yok. 

Elimdeki kovalar tepeleme armut ve kayısı dolu. Birkaç tane de numunelik elma atıyorum kovaya. Yaylanın yol çıkışı tarafında iki ağacın erikleri olgunlaşmış olmalı. Nasıl bir erik bu bilmiyorum. Öyle gösterişli görünmüyorlar ama bir lezzetleri var ki böylesini görmedim. Eşime tattırmak için bir iki avuç dolusu koparıyorum dalından. 

Dönüşümde eşim sürpriz yapıyor, enfes bir kek hazırlamış. Selma Hanım güzel bir yorgunluk kahvesi yapıyor. Tam kıvamında esen rüzgar yaprakları hışırdatıyor. Oturduğum koltukta ellerimi geriye uzatıp derin derin nefes alıyorum. Sakin bir gün geçiriyoruz. Zaman zaman özlemini çektiğim bir şey bu. Belki de ilk kez gözlerimi kapatıp tatlı bir şekerleme yapma imkanım oluyor. Daha önce ne zaman buna niyetlensem arkadaşlar birinin geldiğini haber verirler. Her kim olursa gelen hemen kendimi toparlar, Tanrı misafiri olarak değerlendiririm. Ekipte bir hareketlilik başlar zevkle masalar hazırlanır. Zamanın su gibi aktığı anlar başlar. Yeni misafirlerimizden sıkça duymaya alıştığımız "Daha önce bizim arkadaşlar gelmiş, onların tavsiyesi üzerine geldik." cümlesi heyecanlandırır bizi. 

Servis saati geçince dönüyoruz evlerimize. Uzun zamandır işler gece yarılarına kadar uzayınca vakitlice dönüşümüz büyük bir lüks oluyor bize. Evde koltuğuma oturur oturmaz telefonum çalıyor. Kayıtlı olmayan bir numara. Saat 22.45. Telefondaki ses soruyor. "Açık mısınız?" Cevap veriyorum, "Hayır efendim servisimiz saat 22.00 de sona eriyor." Beyefendi için servisin olmaması önemli değil. Israrla soruyor bir kez daha. "Açık değil mi yani?" Yukarıda olsaydık ne cevap verirdim acaba. "Açığız ama servisimiz kapalı."

19 Temmuz 2017 Çarşamba

DOMATESLERİMİZ KURUYOR

18/07/2017 Salı, Tire

Salı Pazarından alışveriş yapacağım için biraz erken çıkıyorum evden. Dünden kasap alışverişini yaptığım iyi oldu. Bu sayede pazar işi de fazla uzamıyor. Yaylaya çıkar çıkmaz dünden aldığımız domatesleri dilim dilim kesip terastaki kurutma selelerine diziyoruz. İstanbul'u sel bastı haberleri biraz tedirgin ediyor. Güneş zaman zaman bulutların arasına gizlenip tekrar yüzünü gösteriyor. Zaman zaman sert esen rüzgar havada bulut bulabilse toplayıp yağmura çevirecek. Meteoroloji raporlarında yağış beklentisi yok. Fırsat bulabilirsem yukarı yaylaya çıkarak biraz armut, erik ve elma toplamayı düşünüyorum. 

Yaylaya varır varmaz Kuşadası'ndan İstanbullu bir çift geliyor. Hayatlarında ilk Tire şiş köfteyi Taş Ev'de deniyorlar. Hanımefendinin hoşuna gidiyor bu yeni lezzet ancak beyefendi biraz yağlı buluyor. Yağ dediği mis gibi tereyağı. Bana göre de şiş köfteyi adam eden bu yağ. Yemeklerini yedikten sonra Biraz sohbet ediyoruz. Ankara'da aynı yıllarda üniversite okumuşuz. O zamanlar yeni açılan Hacettepe Üniversitesinin Beytepe kampusunda okumuşlar. Halen İstanbul'da turizm sektöründe çalışan çift kartımızı alıyor. Bizden Tire'de gezilecek görülecek yerleri soruyorlar. Sonradan olma bir Tire'li olarak gururla Tire müzesini gezmelerini öneriyorum. Hanımefendiye müze deyince aklına muhtemelen görmekten bıktığı taş heykeller, eski paralar geldiği için burun kıvırıyor. Düşündüğü gibi olmadığını, Tire'nin sosyal yaşantısını konu alan güzel bir etnografya müzesi olduğunu anlatıyorum. 

Onları uğurladıktan sonra domatesleri serme işine devam ediyorum. Oldukça yorucu bir iş ama güzel sonuç elde ediliyor. Sabırla kesilip üzerine kaya tuzu serpildikten sonra kızgın güneşin altında kurumaya bırakılan domateslerden harika bir meze çıkıyor ortaya. Önceden söyleseler inanmazdım, tam on yedi kilo armut domatesten bir kilo kadar domates kurusu kalıyor. Yani ağırlığının neredeyse yüzde doksan beşi buharlaşıyor.

Eskiden beri yazılarımı okuyanlara Elektrikçi Ali desem hatırlayacaklardır. Bu akşam sürpriz yaparak ailesiyle birlikte misafirimiz oluyor ve şeytanın bacağını kırıyor. Oğlunu, gelinini ve torununu da yanına alan eski tedarikçimin keyfi yerinde. Yemeklerini yedikten sonra çok kişiden duymaya alıştığım şeyler geçiyor aklından. Hafif çakırkeyif haliyle "Şurada bungalow türünden bir de konaklama olsaydı..." demeden alamıyor kendini.

Esprili konuşmalarıyla aramızda sıcak bir dostluk oluşmasını sağlayan gençler katılıyor aramıza. Her zamanki masalarına geçiyorlar verandada. Uzaktan kumandalı kamera çekimi yapan bir "drone" getirmişler yanlarında. Ne anlama geliyormuş bu "drone" merak ediyorum. "Erkek arı" imiş Türkçe karşılığı. Havanın kararmaya başlaması, kayıt için kullanılacağını söyledikleri anlamadığım bir parçayı yanlarında getirmemeleri sebebiyle uçuramıyorlar drone'larını.

Ödemiş'ten gelen misafirlerimizin tamamı bizden memnun kalınca reklamımızı yapıyor. Bu sayede Tire'den sonra en fazla misafirimiz Ödemiş'ten geliyor. Yine güzel kıyafetleriyle üç çift ağırlıyoruz kiraz ağacının altındaki masada. Dışarıda oturmak kendi tercihleri. Bir saat kadar sonra üzerlerinize verdiğimiz şallar yetersiz kalınca yukarıdaki salona taşınıyorlar.

18 Temmuz 2017 Salı

DÖRDÜ BİR YERDE

14/07/2017 Cuma, Tire

Şehir yine yanıyor... Derler ki, geçen kış sert geçtiği için çekiyoruz bu kavurucu sıcakları. Ya bu gelecek kışın sertliğine delalet ise (!)

Nihayet bugün biraz rahatız. Sıradan hafta arası bir gün. Belki de geçen cumanın yoğunluğuna aldanıp havaya girdiğimiz için bize öyle geliyor. Bugünden aklımda kalan iki şey var. Birincisi Venüs'ün Fifi'yle oynamaktan bıkıp tavuklara musallat olması. Zavallı tavuğu bizimkinin ağzından alıyoruz. Kara kız çok korkmuş. Neyse ki hayati tehlikesi yok. İkincisi Ankara'dan gelen misafirlerimiz. Ödemiş'te işyerleri varmış. Artık bu tarafa her geldiklerinde bize uğramadan dönmüyorlar. Bu şekilde vazgeçilmez olmak gururumuzu okşuyor. Şefimiz onlara gösterişli bir et tabağı hazırlıyor, hemen basıyorum deklanşöre...




 15/07/2017 Cumartesi, Tire

Bugün sözde demokrasi tutkunları, demokrasinin ne olduğunu bilmeyenler, faşizmi demokrasi sananlar, aldananlar, aldatılanlar meydanlarda. Büyük bir akıl tutulması devasa gösterilere dönüşüyor. Toplumdaki ayrışma gözümü korkutuyor. Fırsatım olursa bugüne özel bir yazı yazmak isterim. Geçen haftanın kopyası gibi bir gün geçiriyoruz. Bugün yine bir evlilik teklifi var. Sevgilisine evlilik teklifinde bulunacak gençlerin ilk aklına gelen yer oluyor Taş Ev. Masa özenle süsleniyor, günün anlam ve önemine uygun müzikler çalınıyor. Delikanlı mum ışığında kız arkadaşına evliliğe gidecek ilk sözcükleri söylüyor. "Benimle evlenir misin?" 

 16/07/2017 Pazar, Tire

Tuhaf bir durum. Günlüğümü günü gününe yazmaya vakit ayıramıyorum. Oysa, yurt dışı tatiline gittiğim günlerde bile aynı günün akşamına yaşadıklarımı not ediyordum. Yazdıklarımı kontrol etmek için yayınlama tarihim birkaç gün sarksa bile ayrıntılar, etkilendiğim kişi ve olaylar canlılığını koruyabiliyordu. Bu aralar ne olduysa büyük zevk aldığım bu iş sekteye uğruyor. Hayır, bıkkınlık değil bu. Önce kitap okumaya ayırdığım vakti blog yazarlarının yazıları almaya başladı. Daha sonra facebook paylaşımları... O kadar ilgi çekici müzik ve haber paylaşımları var ki bağımlılık yaratıyor. Bu arada işlerin yoğunlaşması yazma işlerini sekteye uğratıyor.

Kahvaltı servisinin sadece pazar günlerine indirilmesi iyi oldu. Yaylaya çıkar çıkmaz hummalı bir çalışma başlıyor. Kızım Venüs'le haşır neşir oluyor. Kümesteki folluktan yumurtaları topluyorum. İlk zamanlar eşimin kimseye bırakmadığı zevkli bir iş bu. Birbiri ardına rezervasyon telefonları  gelmeye başlıyor. Hava çok sıcak. Hava sıcaklığının şehre göre en az on derece daha düşük olduğunu duyuyoruz misafirlerimizden. Sıcaktan bunalan soluğu Kaplan'da alıyor. Bulunduğumuz yer zirvede olduğu için tatlı bir esinti oluyor genel olarak. Kahvaltı servisinden sonra yemek misafirlerini ağırlıyoruz.

Sürpriz bir telefon geliyor çocukluk arkadaşımdan. Bir buçuk saat sonra yanımızda olacaklarını haber veriyor. Son geldiklerinde yeterince ilgilenemediğimiz için üzülmüştük. Kıymetli eşi, güzel kızları ve çocukluk yıllarından tanıdığım bir arkadaş ile birlikte yola çıkmışlar. Onlarla bir sürü ortak anımız var. Gelmelerine seviniyorum.

Bir baba oğul verandadaki masalardan birine oturuyor. Her gelen Taş Ev'i kafasında ölçüp biçiyor. Babanın bulduğu kusur verandada telefon şarj cihazını takacak prizin olmayışı. Ağaç ve fidan işleri yaptığı için Şubat ayında manzarayı kapatan yaşlı kestane ağaçlarının budanması gerektiğini söylüyor. Aceleleri hiç yok. İçkilerini içiyorlar, yemeklerini yiyorlar. Arada keyif çaylarını içip ilave siparişler veriyorlar. İlk kez geldikleri Taş Ev'i gezdiriyorum onlara. Yukarıda manzara eşsiz. İçkinin verdiği rahatlığın da payı var sözlerinde. Elini omzuma atıp döktürüyor. "Doğrunu söyleyeyim mi?" diyor gülerek. "Köye her geldiğimizde aşağıdaki lokantalardan birine giderdik. Bizim oğlan yine oraya gidelim dedi. Ben sizin levhalınızı gördüm. Buraya daha 1.250 metre olduğu yazılı. Bizim oğlana hadi çıkıp gidelim, beğenirsek kalırız, beğenmezsek küfrederek döneriz." Öyle ya o kadar yol boşuna gelinmemeli. Seçtiği kelimelerin biraz kaba olmasını yadırgamama rağmen söyleyiş tarzı hoşuma gidiyor. Aşağı indiğinde ben sormadan devam ediyor. "Gerçekten çok güzel bir yermiş. Bundan sonra geleceğimiz adres belli."

Arkadaşlarım geliyor, onları verandada ağırlıyor, özlem gideriyoruz. Bu kez birkaç laf edecek kadar zaman buluyoruz. Havaalanına yetişecekleri için erken ayrılıyorlar. Onların ayrılması ile birlikte tempomuz artıyor. Geç saatlere kadar ekip arkadaşlarımızla birlikte misafirlerimizi en iyi şekilde ağırlıyoruz.

17/07/2017 Pazartesi, Tire

Evet, bugün bunu yapmazsam olmayacak. Geçmiş günlerin dördünü de bir batında çıkarmam farz oldu. Ne iyi yaptık da tatil günümüzü pazartesiye aldık. Dünkü yorgunluğun üzerine çekilmezdi bugün. Tatil günümüzü hala salı bilenler var, her ne kadar sosyal medyada bu değişikliği duyurmuş olsak da. Ne yazık ki, bugün rezervasyon yaptırmak isteyenler, kapımıza kadar gelip geri dönenler oluyor.

Haftanın yorgunluğunu geç kalkarak atıyoruz. Öğlen saatinde geç kahvaltı için eşime tavsiye edilen bir kır bahçesine gidiyoruz Selçuk yolu üzerinde. Serpme kahvaltı veriyor burası da. Bizden başka bir çift kahvaltı ediyor arkamızdaki masada. Bahçe girişinde saç üzerinde otlu gözleme yapan bir köylü kadın ilişiyor gözümüze. Tavuklar civcivlerini peşine takmış masaların arasında dolaşıyor. Gençten biri masayı sildikten sonra siparişimizi alıyor. Kendi çıkardığımız kahvaltı ile önümüze gelenleri kıyaslıyoruz. Güzel bir kahvaltı servisi yapılıyor diyebilirim. Ben çayı sevmediğimden onun yerine ayran alıyorum. Kahvaltı ücreti bizimkiyle aynı. Kişi başı ikişer adet yaprak sarma ve sigara böreği, patates kızartması, gözleme ve ortaya sucuklu yumurta getiriliyor. Reçel çeşitleri küçük gofret kalıplarına konulmuş, basit ama parlak bir fikir. Bizim reçel çeşitlerimiz daha fazla ve göz alıcı. Bizdeki olan karadutlu lor ve pişi ile soslu biber kızartma yok. Yine de güzel bir kahvaltı ettiğimizi söyleyebiliriz.

Dönüşte çarşıda biraz alışveriş yapıyoruz. Muhasebeciye ve bankaya uğruyor, işlerimi hallediyorum. Toplu konut pazarından kasa kasa kurutmalık domates alıyoruz. Eve dönüp biraz istirahat ettikten sonra kasap alışverişimi yapıp yaylaya çıkıyorum. Bahçeye girer girmez hayvan dostlarımız karşılıyor. Venüs beni görünce sevinçten çıldırıyor. Tavukları besleyip yumurtalarını topluyorum. Aldıklarımı dolaplara yerleştirdikten sonra şehre dönüyorum. Bugün dinlenme günümüz ya, akşam yemeğini de meşhur kebapçı Hasan Usta'da yiyoruz. Salı pazarı kurulmaya başlamış bile. Yarın yüklü bir alışveriş yapmamız lazım.   

15 Temmuz 2017 Cumartesi

KİRAZ AĞACI ALTINDA HEM İŞ HEM SOHBET

13/07/2017 Perşembe, Tire

Şu bizim ekip arkadaşları iyice tembelliğe alıştırdı bizi. Öğlen sallana sallana geliyoruz. Geceleri geç döndüğümüz için bize hak veriyorlar. Onlara sonsuz güvenimiz var. Arada sakin geçen bir gün bile nefes almamıza yetiyor. Bugünün öyle bir gün olacağını tahmin ediyoruz. Ne de olsa cuma akşamı (!) Hani kutsal kitapta yazıyor ya, zinhar cuma akşamları yemeyin, içmeyin eve kapanın dua edin. Bu mudur ağır basan yoksa el alem ne der kaygısı mı? Ne olursa olsun biz de biraz dinlenmiş oluruz derken...

Yaylaya çıkar çıkmaz kalabalık bir aileyi karşılıyoruz. Ta Aydın'dan sadece bizim Taş Ev'i görmeye gelmişler yanlarındaki misafirleriyle birlikte. "Bizim damat gelmiş buraya, anlata anlata bitiremedi. Zeytinyağlılarınızın çok güzel olduğunundan bahsetti durdu." diyor emekli meslek lisesi öğretmeni beyefendi. Aman ne mutluluk... Yolu da tam çıkaramamışlar. Kaplan Köyündeki restoranlardan biri zaten kapalı. Diğerinin önüne geldikleri zaman "Yok burası değildi." demiş içlerinden biri. "Taş Ev'miş adı." 

Misafirlere sunulan mezeler çok takdir topluyor. Tabak tabak meze siparişleri veriyorlar. O kadar çok yiyorlar ki sıcaklara yer kalmıyor. Buna rağmen tatlılarımızın tadına bakmadan edemiyorlar. Dört değişik tatlı tabağı servis ediyoruz, tabaklar tertemiz geliyor geriye. Ayrılırlarken hediyelik ceviz almayı da ihmal etmiyorlar.

Hayır bugün o beklediğimiz sakin günlerden biri değil. Alışkanlıklar birer birer terk ediliyor. Gündüz saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar hiç yorulmadan koca bir gün geçiriyoruz. Zaman su gibi akıyor. Yorulmuyoruz, çünkü misafirlerimiz geliş saatlerini öyle güzel ayarlamışlar ki, hepsi bir anda gelmiyorlar. Hayır bazen öyle oluyor ki, anlaşmışlar gibi birine hoş geldiniz demeye fırsat bulamadan diğerleri geliyor. Bir de şunu gözledim: Ne zaman bilgisayarımın başına oturup bir şeyler yazmaya konsantre olsam, kapıdan Selma Hanım dışarıdan seslenir. "Osman Bey, misafir (!)"

Ekip boş durmuyor. Erik reçeli hazırlıkları tam gaz devam ediyor. Kiraz ağacının altında hem iş hem sohbet. Haber vermeden fotoğraflarını çekiyorum yukarıdan.

Aynı gün yazmayınca bu meret olmuyor işte. Tülbent telde kurumadan yazmak lazım ki, olaylar hislerinle yoğrulsun. Bugünün bir de özel konuğu var. Eşimin pek sevdiği kankasının kızı... Onu bugün davet etmesinin nedeni perşembe günlerinin diğer günlere göre daha sakin olması. Ayağı uğurlu geliyor teyzesine. Misafirlerle ağırlıklı olarak ben ilgileniyorum onları baş başa bırakmak için. Yine de zaman zaman dayanamayan eşim koşuyor yardımıma. Güzel kızımız çok beğeniyor Taş Ev'imizi, yemeklerimizi. Verandayı, manzarayı videoya çekip paylaşıyor. Harika bir iş çıkarıyor, "Bunu facebook reklamlarında kullanayım." diyorum.  


14 Temmuz 2017 Cuma

VERGİ KUTSAL MI?

12/07/2017 Çarşamba, Tire

Banka kartım yoğun kullanımdan ötürü parçalandı. Yenisini çıkartmak için yirmi gün oldu müracaat edeli. İlk aradığımda henüz şubeye gönderilmediği söylendi. Banka yetkilisini bugün yine aradım, önce müracaatımın olmadığını söyledi. "Nasıl olur, telefon kayıtlarına bakın, talebim üzerine yeni kartımın şubeye teslim edileceği bildirilmişti." dedim. Müracaat tarihinden on gün sonra şube yetkilisi ile görüştüğümü anlattım. Kart şubeye gelince mesajla bana bilgi verilecekti sözüm ona. Bir on gün daha geçmesine rağmen ne arandım ne de mesaj geldi.

Bir süre beklettikten sonra "Tamam, kartınız şubemize gelmiş." dedi yetkili. Nihayet yeni kartıma kavuştum. Yaylaya çıkıyoruz keyifle. Bir haftadır sıcaklar hız kesmiyor. Burası serin, tatlı bir rüzgar tenimizi okşuyor. Gündüzün erken saatlerinden itibaren gecenin geç saatlerine kadar misafir ağırlıyoruz.

Kavaklıdere Vergi Dairesinden arıyorlar. 2015 yılında kira gelir beyannamesinde yanlışlık yapılmış. Hem götürü şıkkı işaretlemişim, hem de gider göstermişim. İnternet üzerinden yeni beyanname doldurmam isteniyor. Bu yanlışlık pişmanlık cezasıyla birlikte pahalıya mal oluyor. Yüklü bir para çıkartıyorlar. Mecburen ödüyoruz. O kadar vergi kaçıran varken sehven yapılan bu yanlışlığın faturası bu olmamalı. Müfettişler ortaya çıkartmış hatayı. Görev aşklarına şapka çıkarıyorum, gözlerim doluyor. Vergi kutsaldır diye avutuyorlar milleti. Şimdi düşünüyorum, kutsallığı falan yok ödenen bu vergilerin. Hangi bombalar alınacak bu parayla. Kim bilir kimlerin canı yanacak, kimlerin anası ağlayacak, dış mihrakların çıkarlarına alet olan beceriksiz, korkak siyasetçilerin bıkmadan, usanmadan sürdükleri bu savaş oyununda.

Hem salonda, verandada hem de avludaki masalar dolup dolup boşalıyor. İlçenin üst düzey kamu yöneticilerinden biri geliyor. Oldukça genç görünüyor. Mekana ve yemeklere hayran kalıyor yanındaki arkadaşlarıyla birlikte. Diğerleri siliniyor aklımdan. Ha, bir de Tuçe vardı ailesiyle. Şu güzel konuşan kız. Hatırlamadınız mı hala? Hani her geldiğinde Trileçe tatlısını soran. Bu kez umduğunu bulamıyor ne yazık ki. Trileçemiz kalmamış...

Çarşambaları yoğun geçiyor. Cuma akşamı gelmeden ne koparırsak kar hesabı mı güdülüyor acaba? Bugün de o yoğun günlerden biri. Böyle günlerde misafirleri tanımak, onlarla sohbet etmek için zaman kalmıyor. Saatler su gibi akıyor, eve dönüyoruz. Aşırı yorgunluk gece bir şeyler yazmama engel. Televizyon kanallarının hepsinde algı operasyonu tam gaz.  Nasıl olmasın, bu oyuna ortak olmamanın bedeli bol sıfırlı vergi cezaları. Ama onların vergisi kutsal değil. Bu nedenle ödemek gelmiyor içlerinden. Onca para ödemek yerine hepsi kuzu kuzu uyuyorlar talimatlara. Yaşasın demokrasi şehitleri bayramı. Kutsal, şehit, gazi, rahmet, ibadet, din, iman yoksul halkın sözcükleri. Umman'ın beş yıldızlı otellerinin birinde viskisini yudumlayan şeyh geliyor gözümün önüne, üzerinde bembeyaz yere kadar uzayan entarisi, başında havalı kenarı siyah kordonlu başlığı. Hiç bir şey umurunda değil. Ne anası ağlıyor, ne evladını merak ediyor. Onun vergisi de kutsal değil. Din, iman hak getire. Kırsal bölgelere doğru uzanınca yıkık dökük camilerin içinde dua eden insanları hatırlıyorum. Yoksul oldukları görünüşlerinden belli. İki keçisi var en iyi durumda olanının. İşte onlar için önemli verginin kutsallığı, şehadet makamı. Bazıları cenneti bu dünyada yaşıyor, bazıları öbür dünyada hurilerin hayalini kuruyor.

Güçlü olan her daim kazanıyor. Ekranın bir köşesinde yeni 15 Temmuz amblemi ve Türk bayrağı birbiri ardına yayınlanıyor. Açık oturumlarda demokrasi tutkunu halkımızın Fetö'nün darbesini nasıl önlediği, ne kahramanlıklar yaptığı anlatılıyor. Toplu taşıma ücretsiz olacakmış. Mesajlar geliyor telefonuma, demokrasi bayramının şerefine o günkü konuşmalar beleşmiş. Cumhuriyet Bayramı out, Demokrasi Bayramı in. Ya rabbel alemin, halkıma doğru yolu göster artık.                                                                                

SALIMIZ SALLANMADI

11/07/2017 Salı, Tire

Tatil günümüz değil bugün. Her ne kadar facebook sayfamızda duyurmuş olsak da misafirlerimizin çoğunun kafasında kalan bugün kapalı olduğumuz. Bu nedenden ötürü sakin bir gün geçireceğimizi düşünüyoruz.

Sanırım bundan böyle en fazla yorulacağım gün olacak haftanın bugünü. Sabah bana göre erken, eşime göre geç kalktım. Salı pazarından alacağım çok şey var. Erken vakitlerde daha rahat park yeri bulmak mümkün. Eskiden hiç sevmediğim pazar alışverişinden zamanla zevk almaya başlıyorum. Pazar esnafı, köylü kadınlar beni tanıyorlar. Pazar yerinin dar sokaklarından güçlükle kendime yol bulmaya çalışırken beni gören satıcılar hararetle tezgahlarındaki yerli sebzelerden almamı istiyorlar.

Taşıyabilecek kadar yükümü tutup aldıklarımı arabaya bırakıyorum. Ellerim pazar torbalarıyla dolduğunda zaman zaman kalabalığın akışı kesiliyor. Yarım dakikayı bile bulmayan bu kısa beklemelere tahammülüm yok yaz sıcağında, ama elden ne gelir. İçimden kızıyorum, koca bebek arabalarını iki insanın zor yürüyebileceği dar pazar sokaklarına sokan kadınlara, iki tekerlekli pazar arabasını yolun ortasında bırakıp alışveriş yapanlara. Yarım saat önce kapıda selamlaştığı komşusunu pazarda görünce geyik muhabbetine başlayan hanım teyzelere de kızıyorum. Ya öyle bir pazar yeri yapacaksın; arabanın park yeri sorunu olmayacak, tezgahların arasında insanlar bebek arabası, pazar arabası ile dolaştığında bile tıkanmalar olmayacak yahut böyle daracık yollara bebek arabasıyla insanları sokmayacaksın arkadaş. Belediyenin yaptığı tek iş zabıtalarını gönderip tezgah kiralarını toplamak burada. Sanırım meşhur Salı Pazarında bu durumdan rahatsız olan benden başka biri yok. İnsanların duydukları bir takım rahatsızlara karşı kayıtsız kalmaları, zaman içinde bunları kabullenmeleri bir alışkanlık ya da kültür olarak çıkıyor karşımıza. İdareciler geniş park yeri ve düzenli tezgahlara sahip bir pazar yeri kurulursa o meşhur Salı Pazarı'nın büyüsünün kaçacağını mı sanıyorlar, kim bilir?

İşlerimi bitirince eşimi alıp yaylaya doğru yola çıktıktan sonra şefimiz arıyor. "Yanlış anlamayın, misafirlerimiz var, şimdi sıcaklarını vereceğiz, her şey yolunda. Sadece bilgi vermek için rahatsız ediyorum." Şu şefimiz kadar kibar şef yok. Gel gelelim şu "Yanlış anlamayın" sözünü çok sık kullanıyor. Bu durumda benim onu hep yanlış anladığım sonucu çıkıyor.  Şaka yollu takılıp "Ben seni hep yanlış mı anlıyorum?" diye soruyorum. Kısa süren bir sessizliğin ardından hafiften bir gülümseme beliriyor şefimizin yüzünde. Alışkanlık işte... 

Çok güzel bir gün geçiriyoruz bugün. Hayır, öyle çok yoğun bir gün geçirdiğimiz anlaşılmasın. Yoğunluk her zaman güzel olmuyor bazen. Nitelik değil nicelik olsun istiyorum. Güzelliği bazen sakinlikte, seçkin misafirlerimizle yapılan tatlı sohbetlerde, eski anılardan bahsetmekte ararım ben. Aylardır kapalı olduğumuz salı günü kimsenin kapımızı çalacağını beklemiyorduk aslında. Nasibi olan geldi yine. Tesadüfen çat kapı gelenler bizden öğrendiler eskiden salı günleri kapalı olduğumuzu. Tatil günümüzde değişiklik yapmasaydık kapıdan döneceklerdi. İki hanımefendi yalnız başına bazılarının dağın başı dedikleri yere geliyor, denizden gelen hafif esintinin eşliğinde lezzetli yemeklerini yiyor, içkilerini içiyorlar. Onların burada yakaladıkları huzur ortamını sağlayabiliyorsak doğru yoldayız.

Gece yine geç dönüyoruz eve. TV kanallarında destanlaştırılan bir film gösterime girmiş. 15 Temmuz algı operasyonu bütün medyayı ele geçirmiş. Falanca kişi tankın önüne geçmiş, tank da üzerinden geçmiş. Şehit diyorlar ona artık. Babasının ağzından duygusal cümleler yazılıyor ekranlarda. "Oğlum demokrasiyi çok severdi, onu korumak için canını verdi, sağ olsaydı yine aynısını yapardı. Çalışkan çocuktu, etrafında çok seveni vardı." Önceden belli köşelere titizlikle yerleştirilmiş kameralar oynanan tiyatroyu filme almışlar TV kanallarına emir komuta zincirinde yayınlatıyorlar. CNN'den bahsediyorum. Aydın Doğan'a aba altından sopayı gösterdiklerini bilmeyen yok. Falanca yeri böyle bastı darbeciler. Fonda savaş sahneleri. Aman Allah'ım bu algı operasyonuna dayanamıyorum artık. Sayın Cumhurbaşkanını demokrasi kahramanı yaptılar ya, bunların şeriatı getireceklerinden hiç kuşkum kalmadı artık.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

PAZARTESİ SENDROMU

10/07/2017 Pazartesi, Tire

Bundan böyle artık pazartesi günleri istirahat günümüz. Henüz buna alışamadığımız için dün geceden hazırlanan alışveriş listesini kolaylamaya çalışıyoruz. Erken saatlerden itibaren rezervasyon yaptırmak isteyenlerin telefonlarına cevap veriyorum. Dün geç vakitlere kadar eve dönemediğimizden tatil günümüzün değiştiğini facebook, trip advisor, foursquare gibi sosyal sitelerde duyurmaya fırsat bulamadık.  Eşim kahvaltı etmeden duramaz. Yine bir an önce kahvaltıya oturmam için sesleniyor. Erken saatlerde kalkarak evde bir sürü iş yapmış. Bakıyorum ki artık dayanacak hali kalmamış, "Bugün değişik bir şey yapalım, kahvaltı önümüze gelsin." önerisinde bulunuyorum.

Bunaltan bir sıcak şehri kavuruyor. Dere Kahve'deki Asmaaltı Kafe'ye gitmeye karar veriyoruz.

Dışarıdan bakıldığında birkaç masadan ibaretmiş gibi görünen bahçeli evin kapısından içeri adımımızı atıyoruz. Ayşen Hanım bizi güler yüzle karşılıyor. Israrla üst kata çıkmamızı öneriyor. Alçak rıhtlı ahşap merdivenlerden çıkınca içimize ferahlık veren bir esinti karşılıyor bizi. Derenin kenarındaki yeşil bitki örtüsü gözlerimizi okşuyor. Zengin bir kahvaltı tepsisi geliyor önümüze. Sunulan çeşitlerin hepsi taze ve lezzetli. Sipariş ettiğimiz menemen tam istediğim gibi pişirilmiş. Keyifli kahvaltımızı yaptıktan sonra Ayşen Hanım'ın eşi Çağlayan Bey ile sohbet ediyoruz. 

Bugün tatil günümüz ama daha buna alışamadığımız belli. Sudan çıkmış balık gibiyiz. Yaylaya çıkmadan olmaz. Tavuklar yemlenecek, Venüs ve Fifi'ye yiyecek verilecek. İşin doğrusu Fifi'yi çok merak etmiyoruz. O bir şekilde başının çaresine bakar. Venüs daha küçük olduğu için onu görmeden içimiz rahat değil. Aldığımız malzemeleri arabadan indiriyoruz. Venüs şaşırtıcı derecede sakin görünüyor. Gece başına bir şey gelmiş olmasa bari. Yoksa bize darıldı mı? Tavukları besleyip yumurtaları topluyor eşim. Gündüzün ilk ışıklarında kümesin üzerindeki çatıya, çatıdan ceviz ağacının dallarına, oradan da yere inen kara kızlar, hava kararmaya başlarken kümeslerinin içinde tüneyip uyuklamaya başlıyor. Onları sansara, tilkiye kaptırmamak için akşam üzeri yeniden gelmemiz kümesi kapatmamız lazım.

Dönüşte biraz alışveriş yapıyoruz. Biraz dediysem yanımda alışverişi seven bir hanım olduğunu gözden kaçırmamak lazım. Zaman su gibi akıyor. Uzak bir yere gitmeyi aklımızdan geçirirken eve gidip dinlenmek fikri ağır basıyor. Bir an önce tatil günümüzün değiştiğinden sosyal medyayı haberdar etmek lazım. Eve döner dönmez ilk işim bu oluyor. Telefon edip rezervasyon yaptırmak isteyen iki misafirimize daha bugün kapalı olduğumuzu söylüyorum.

Akşam ezanında yeniden yayla yollarındayım. Yaylada tek işim kümesin kapısını kapatmak. Venüs koşuyor yanıma. Öğlenki durgunluğundan eser yok. Bacaklarımın arasında dolanıyor, üzerime sıçrıyor. Bu durum sevindiriyor beni. Venüs'ün yaramazlıklarına alıştığımız için sakin durduğunda acaba hasta mı, ya da başka bir hayvanla mı boğuştu soruları kafamı kurcalıyor. Bahçeye girerken başkası açık zannetmesin diye demir kapıyı sürüp kapatıyorum. Kümesi doğru giderken bahçe kapısının önüne gelen bir aracın farları kamaştırıyor gözlerimi. Arabadan inen biri demir kapıyı iterek açıyor. Hemen o yöne doğru koşar adımlara ilerliyor, bugün için kapalı olduğumuzu söylüyorum. Onlar dönmek için manevra yaparken diğer bir araba süzülüyor açık kapıdan içeri. Açık olduğumuzdan emin bir şekilde Taş Ev'e yöneliyorlar. Özür dileyip bundan böyle pazartesi günleri kapalı olduğumuzu söylüyorum. Biraz bozuluyorlar sanki. Haksız da değiller. Arabanın arka koltuğunda oturanlar misafirleri olmalı. Hiç tereddüt etmeden o kadar yol tepmekle kalmamış bir de yanlarında misafirlerini getirmişler.

Eve dönüyor, eşime durumu anlatıyorum. Bizim daha bilmediğimiz kaç kişi kapıyı kapalı bulup geri dönmüştür acaba? Bugün kapımızı kapalı görüp geri dönen misafirlerimiz için üzülüyoruz. Pazartesi günlerini tatil günü olarak görmemiz biraz zaman alacak gibi. Bu değişikliğe bizim adapte olmamız, misafirlerimizin alışması gerekiyor. Bugünkü tatilden bir şey anlamadık. Pazartesi sendromunun bir değişik versiyonun yaşadık adeta.