29 Ocak 2020 Çarşamba

ÇÖL ÇİÇEĞİ


İnsan ne kadar garip bir varlık! Bu cümleyle başladı Çöl Çiçeği ile sabah sohbetimiz. Aklımda deli sorular. Onun aklı başında değil. Kötülüğün en dibindeyiz diyor, o zaman bitsin bu oyun, insin perdeler. Ben ise zamana takmışım kafayı. Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı. 

Hemen karşımda denize nazır bir evde avarelikten dem vuran yazarın usta kaleminden çıkan yazıları okuyorum Çöl Çiçeğine. Yeşil gözleri buğulanıyor. İşte diyor, işte tam benim bu, beni anlatmış. Aşk diyorum. Tam iki ay oldu diyor, düşünüyor. Dik dur, güçlü ol, kendini zayıf gösterme diyorum. Kendini suçluyor, hatalıydım, ben hep hatalıydım diyor. Artık dayanacak gücüm kalmadı diyor, kopacaksa kopsun kıyamet. İnsan diyor, hep kendi egosunu tatmin etmek peşinde. Onsuz yapamam diyor. Peki ya o diyorum. O sensiz yapabilir mi? Belki diyor, emin değil. Peki, bırak kendi haline, belki sensizliktir onu mutlu eden. Hayır diyor. yapamam. O zaman diyorum, bu aşk değil. 

Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı. Bu günlerin hepsi unutulacak, hepimizin unutulacağı gibi. Komşunun kedisi günlerdir kıvrılıp yattığı köşeden fırlayıp geliyor ayaklarımızın dibine. Bugün pek hareketli, tüyleri pırıl pırıl. Çöl çiçeği dayanamayıp alıyor kucağına. Kediye bakıyorum, gözleri ışık saçıyor. Zaman iyi gelmiş ona. Mutlu ediyor bir anlığına bizi.

Çöl Çiçeği suya hasret, suyun haberi yok. Hiç söylememiş ki suya özlemini. Su bilse bunu durur mu yerinde? İşte diyorum, zaman. Çöl Çiçeği bir damla suyun peşinde. Su kendine bir yol bulur ona akarsa ne alâ. Yoksa durum kötü. Kuruyacak. Zaman geçiyor, tik tak, tik tak.

28 Ocak 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 22

Blog dünyasının en güzel, en seviyeli tartışmalarının yapıldığı Ağaç Ev Sohbetlerinin 22. haftasına girmiş bulunuyoruz. Deep Tone'un moderatörlüğünde devam eden etkinliğin bu haftaki konusunu Barış Doğan belirlemiş. En kolayından en zoruna farklı sorularla birbirimizi tanıyıp anlamamıza vesile olan Ağaç Ev Sohbetlerinde bu hafta cevabı fazla yormayan, nispeten basit bir konuda görüşlerimizi yazma fırsatı bulacağız. İşte haftanın sorusu:

Blogger ve Youtube hakkında ne düşünüyorsun? İkisi de ayrı sosyal platformlar olmasına rağmen Youtube'da daha fazla bir büyüme söz konusu.


Konuya girmeden önce "olmasına rağmen" ifadesinin kafamı biraz karıştırdığını söylemek isterim. Yani, rağmen karşıtlık çağrıştıran bir sözcük. Blogger ve Youtube, iki ayrı sosyal platform olmasaydı Youtube'da daha fazla bir büyüme olmayacaktı gibi garip bir durum çıkıyor ortaya. Bunun deep'in gözünden kaçmaması gerektiğini düşünüyordum. Sanırım, iki sosyal platform arasında Youtube'a olan ilginin blogger'dan daha fazla olmasının nedenleri sorulmak istenen.

Gerek blogger, gerekse youtube diğer sosyal medya organlarının aksine değer verdiğim, faydasına inandığım iki güzide sosyal platform. Her ikisinden de olabildiğince yararlanıyorum. Bunlar arasında önceliğim elbette blogger. Çünkü kendimi konuşarak değil, yazarak daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. Benzer şekilde bir konuşmayı ya da filmi izlemektense okumayı tercih ederim. Yazarken vermek istediğiniz fikri okura tam olarak veremediğinizi düşündüğünüzde, gerekli düzeltmeleri yapmak daha kolay. Bazen bunu başaramadığınız hallerde yazamıyor, hatta yazdığınızı silip bir köşeye atabiliyorsunuz. Düşünceler, hayaller, duygular sözcüklere gizleniyor. Oysa konuşurken, dinleyici fikre tam olarak odaklanamıyor. Karşısındakinin saçı, gözü, kıyafeti, konuşmasının şekli, heyecanı konsantrasyonumuzu bozabiliyor. Aslına bakılırsa her iki iletişim şekli de birer yetenek. Hatipliği olmayan bir kişiyi dinlemek, kötü bir yazıyı okumak gibidir. İyi bir hatip boş bir düşünceyi hoş bir şekilde anlatıp yanlış fikirlere sevk edebilir insanı. Diğer taraftan mahir bir yazar boş bir düşünceyi edebi sanatların en üst seviyesinde süsleyerek yazsa bile iyi bir hatip kadar ikna edici olamaz. 

Yazmayı ve okumayı daha gerçekçi bulurum bu yüzden. Blogger'ı vazgeçilmez kılan, insanların samimi düşünceleri ve hayal dünyasına açılan bir kapı olmasıdır. Elbette bütün bu anlattıklarım ticari amaca yönelik kullanımların dışındadır. Ticaret söz konusu olduğunda, ürünün allanıp pullanarak pazarlanmasıdır esas olan. Bu bakımdan blogger, youtube'a yetişemez. Çünkü görsellik youtube'da daha ön plândadır. 

Youtube, her ne kadar içinde sulu, zevzek şeyler barındırsa da, haber, sosyal deney, sokak röportajları, belgesel, müzik ve muhtelif konularda kolayca erişilebilen önemli bir bilgi kaynağıdır benim için. Özetle, her iki platformu da severek kullanıyorum. Blogger'da hem etken, hem edilgen konumdayken, youtube'ta öyle görünüyor ki, hep edilgen kalacağım. Belki de bu yüzdendir blogger önceliğim.

26 Ocak 2020 Pazar

YEN, BİR HAYAT BÖLÜM 50

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 50 ***

Ankara'da ortam farklı. Kalabalık bir kadro yok, odaların bir kısmı gelecek patron çocuklarına rezerve edilmiş. Rauf Bey'in altındaki oda senin, aradaki camdan bir bölmeyle teknik ofis olarak kullanılan geniş salona açılıyor. Proje, yeni fiyat ya da hakediş takibi için hemen her gün DSİ Genel Müdürlüğü'ne gidip geleceksin. Çok ciddi görünen devlet memurları hakkında çıkarılan dedikodular şaşırtacak seni. Bunların sadece dedikodu olmadığını anlayınca daha da çok şaşıracaksın. Mesela kelli felli daire başkanlarından birinin memur kızlardan biriyle yaşadığı yasak aşk. Bu tür şeyler senin pek ilgi alanın olmadığı halde bütün günün Rauf Beyle geçtiği için olan bitenden haberin olacak. Çünkü dedikodu deyince Rauf Bey ilk akla gelen kişi. Kim kiminle kırıştırıyor, aileden kimin evine mobilya alınmış, sekreterin eşiyle ilişkisi neden bozulmuş, sormadan anlatacak sana. Günlerden bir gün o bahsettiğim daire başkanının talimatıyla sevgilisi ve onun bir kadın arkadaşını şantiyede ağırlayacaksınız. Başkan benimle nasıl ilgileniyorsanız onları da aynı şekilde ağırlayacaksınız diye buyurmuş. İki sekretere şoförlü bir Mercedes Vito tahsis edip Bodrum'un en güzel otellerinden birinde bir hafta süreyle kalmalarını sağlayacak, her türlü isteklerini yerine getireceksiniz. İsterseniz yapmayın, bu bir emir. Aynı ismi taşıyan iki kadın mühendis. Biri evli, onun dobralığını seveceksin. Diğeri eşinden boşanmış sessiz, güzel, ufak tefek, biraz da mahcup. Aklının ucundan geçmeyecek ki, kısa boylu yusyuvarlak, üstelik evli bir şube müdürüyle yasak ilişki yaşadıkları. Dallas'tan farkı kalmamış buraların diyeceksin.

Şirketin diğer şantiyelerini Rauf Bey'le birlikte sık sık ziyaret edeceksiniz.  Bir yandan barajın teknik şartname ve proje hazırlıkları hızla devam edecek. Ekseriya yabancılar gelecek yanına, yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi verecekler. Yeri geldiğinde imalatı kolaylaştırıcı, daha kârlı çözümler üretecek, yabancı mühendislerden bu yönde çalışmalarını talep edeceksin. Temel ıslahı, gövde dizaynı, şartnameler ve bunun gibi her türlü detay çalışmaları yapılırken ilgili yabancı mühendis ile senin dışında karışan görüşen olmayacak. Bu senin için büyük bir nimet. Hem mesleğinle ilgili çalışmalarında son zerresine kadar tatmin olacaksın, hem de zaman alıcı kısır tartışmalar önünde engel çıkarmayacak. İnanılmaz derecede keyifli bir ortam bu dostum. Yeni proje müdürü Mehmet Bey başta olmak üzere şantiyedeki bütün kısım şefleri ile son derece uyumlu bir şekilde çalışacaksınız. Seni şaşırtan tek şey ne kontrol teşkilâtı, ne bölge müdürlüğü, ne de genel müdürlükten bir Allah'ın kulunun proje çalışmalarına katılmak için herhangi bir taleplerinin olmaması. Bir anda koca barajı yapan, kontrol eden ve hatta onun tek sahibi olacaksın. Senin yerini dolduracak ikinci bir kişi yok. Rauf Beye teknik detaylara fazla girmeksizin bilgi vereceksin. İdare elemanlarının sorularını cevaplandıracak, şantiye ziyaretlerinde onlara sayısız brifing vereceksin. Herkes ağzının içine bakacak. Elbette yabancı dil bilgin bu konuda sana büyük avantaj sağlayacak. Bazen DSİ Genel Müdürlüğünün konferans salonlarında yabancı mühendislerin slayt gösterileriyle destekledikleri brifinglerde tercümanlık yapacaksın.

Zemin müşavir firması sizi merkezlerinin bulunduğu Avusturya'ya davet edecek. Bu hem iş, hem de turistik bir gezi aslında. Johannes inanılmaz eğlenceli biri. Onunla yaptığınız sohbetler, Türkçeyi öğrenme gayretleri, yaşça senden büyük olmasına rağmen sana abi diye seslenişi neşeli zaman geçirmenizi sağlayacak. Akşam yemeği için sizi harika bir restaurant'a götürecekler. Yöresel kumaş başlıklı tombul kadın garsonların fırfırlı otantik köylü kıyafetleri içinde sundukları geyik etinin tadını unutmayacaksın. Konuklar arasında Rauf Beyin dışında İngilizler, Andrew ve Quentin de olacak. Aralarında yaptıkları fısıltı halindeki konuşma gözünden kaçmayacak. Çünkü bir sonraki ev sahibi onlar. Avusturya'nın kendine özgü yöresel mutfağını gördükten sonra hiçbir özelliği olmayan İngiliz mutfağı bizimkileri telâşlandırmış olmalı. Gelecek sefer Londra'da bizi  nerede ağırlayacaklarını kara kara düşünmeye başlayacaklar. Ertesi gün şehrin tarih kokan cadde ve sokaklarında dolaşıp yılların yorgunluğunu çıkarmaya çalışacaksın.

Çok geçmeden aynı ekiple Londra'da buluşacaksınız. Program gereği önce İnşaat Mühendisleri Odasında Andrew'un vereceği brifinge katılacaksınız. Brifingin konusu, yüklenicisi olduğunuz baraj. Andrew sırası geldiğinde slayt eşliğinde senin de çok iyi bildiğin konuları anlatıp konuşmasını bitirecek. Tertemiz cadde ve sokakları, geniş görkemli parkları dışında çok sevmeyeceksin bu şehri. Avusturya'nın o canlı sokaklarından sonra şehrin meşhur sisli havası içini karartacak. Akşam yemeği için bir İngiliz restaurant'ına götürmelerini boşuna bekleyeceksin. Sizi yemeğe götürecek en iyi yer olarak seçtikleri güzel bir İtalyan restaurant'ı olacak. Bu senin açından iyi bir tercih, biliyorum ki İtalyan mutfağı senin için vazgeçilmez. Fakat bir İngiliz için ne kadar utanç verici.

Ankara'daki evden kiracıyı çıkarttıktan sonra büyük çapta bir tamirat ve tadilât işine gireceksin. Kolon ve kirişlerin dışında sıvalar, kapılar, pencereler sökülecek, evin bütün tesisatı yenilenecek. Ev yeni baştan eşinin zevkine ve modaya uygun bir şekilde düzenlenecek. Daha sonra eşyaları bulunduğunuz şehirden evden eve taşımacılık yapan bir şirket vasıtasıyla yükletip ailenle birlikte özel aracınızla bir kez daha Ankara'nın yolunu tutacaksınız. Afyon'a girerken yakıt almak üzere girdiğiniz istasyonda görevli çocuğun gözlerini odasındaki tv den ayırmadığını fark edeceksin. Merakla başın o yöne dönecek. "Abi, İstanbul'da büyük deprem oldu, duymadınız mı?" diye soracak sana. Sarsıntının oradan bile hissedildiğini anlatacak. Tarih: 17 Ağustos 1999.

Sabah eşyalar boşaltılırken şirket merkezine uğrayacaksın. Rauf Bey'in eşi ve kızı panik halinde, telefonlar susmak bilmiyor. Ne olduğunu sorup öğrenmeye çalışacaksın sekreterden. Rauf Bey'in kayın validesi Gölcük'te yazlıktaymış, bir türlü haber alamıyorlarmış. Hemen şantiyede kalan Rauf beyi arayacaksın.  Sen endişeyle ona geçmiş olsun demeye çalışırken o, "Bizim domuz yedi canlıdır, bir şey olmaz ona" diyecek neşeyle. Yine de eşinin korkusuyla şantiyeden yüklediği kazıcı iş makinalarıyla deprem bölgesine doğru çıkacak yola.

Evet dostum, pek çok can kaybına sebep olan o Marmara depreminde Rauf Bey'in kaynanası ile birlikte bacanağının üniversite öğrencisi oğlu enkaz altından sağ çıkamayacak. Rauf Bey deprem bölgesindeki içler acısı durumları, trafikteki keşmekeşi, organizasyon bozuklarını  içi burkularak anlatacak dönüşünde. Sonra birden aydınlanacak yüzü. "Ama, şu depremin tek bir faydası oldu, bizim domuzun canını aldı." diyecek. "Gerçi delikanlıya çok üzüldüm ama elden ne gelir." Anlat diyeceksiniz, çevresini saran kişilerle birlikte, neler yaşadınız. Bu kez iyice keyiflenecek. O kendine has Lâz şivesiyle, "Operatör, enkazı hafifçe eşelemeye başladı. İlk olarak domuzun koca kolu göründü. Bir an altından sağ çıkacak diye endişelendim. Biraz kıpırdasa, operatöre kapat hemen üstünü diyeceğim. Neyse ki bu sefer, korktuğum başıma gelmedi. İlk kez sevindirdi beni,"

Bu olayı büyük bir zevkle, fıkra anlatır gibi çevresindeki herkese anlatacak Rauf Bey. Bir insan bu kadar acımasız olabilir mi?

(Devam edebilir)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

24 Ocak 2020 Cuma

TASHİH-İ TEFEKKÜR

Siyaseti sevmem, çünkü işlevinden uzaklaşmış bir organdır bu memlekette siyaset. Fakat bazen tutamıyorum kendimi, içimdekileri boşaltmak istiyorum. Bugün yine öyle bir gün. Dün gece tartışma programlarından birinin tekrarını izledim. Fetö'nün siyasi ayağı hakkında yapılan bir horoz dövüşüydü. O hengame içinde, gündemden kopmamak adına faydalı bilgileri olabildiğince toplamaya çalıştım yine de. Konu hakkında bazı düşüncelerim değişti diyebilirim. Ülkenin geleceği biraz daha karanlık göründü gözüme.

Fetö'nün devletin bütün kurumlarına sızdığı halde devleti yöneten siyasi otoriteye nasıl bulaşmamış olabilir? Ordu, emniyet, yargı, eğitim üst düzey atamaları iktidar tarafından yapılmıyor mu? Dış güçlerin maşası bir örgüte devletin en gizli kapılarını sonuna kadar açan iktidar partisinin lideri, halen milletin cumhurbaşkanlığı makamını teslim ettiği şahıs, "Aldatıldım ey halkım, kusura bakmayın, affınıza sığınıyorum" dediğinde cezai müeyyidelerden kendini nasıl kurtarabiliyor, bu bataklıktan kendini kurtardığı yetmezmiş gibi durumu lehine çevirip hem sözde darbe teşebbüsü olayından önce hem de sonrasında bağımsızlığımızın ve lâik cumhuriyetimizin teminatı olan ordumuzdaki Atatürkçü kadrolar başta olmak üzere kendisine rakip gördüğü değerli insanlara önce darbeci, sonra fetöcü yaftasını yapıştırıp nasıl etkisiz hale getirebiliyor? Kendisi ile birlikte partisinin diğer mensupları örgüte her istediğini verdiği için darbe teşebbüsünün araştırılması amacıyla açılan meclis araştırma komisyonlarını, soruşturmaya gerek görülmeksizin örtbas ediyor. Devlete ihanet bütün bunlar değilse hangi eylemin karşılığıdır bu suç?

Adını ister demokrasi meydan muharebesi koyun, ister kontrollü darbe, başından beri şahsen yazarım, söylerim; benim zaviyemden 15 Temmuz, kanlı bir tiyatro oyunundan başka bir şey değil. Kanaatim odur ki, darbe teşebbüsünün baş sorumlusu gördüğüm ve ülkeyi yaklaşık yirmi yıldır yöneten iktidar partisinin içinde bilerek ya da bilmeyerek örgüte yardım ve yataklık yapmayan kişi sayısı yok denecek kadar az. 

Neyse, esas anlatmak istediğim ve düşüncemin değişmesine neden olan bu değil. Enver ALTAYLI: Eski BBP milletvekili Orhan Kavuncu'nun kayınbiraderi, 1963 yılında Tâlât Aydemir'in darbe teşebbüsüne karıştığı için ordudan ihraç edilen, eski MİT mensubu. Darbe teşebbüsünden bir yıl sonra, 27 Ağustos 2017 tarihinde fetöcü suçlamasıyla tutuklanıyor. Geçmişi biraz araştırılınca CIA başta olmak üzere Alman ve diğer gizli istihbarat örgütleriyle yakın ilişkisi saptanıyor bu zatın. Sadece birine değil bir çok istihbarat örgütü adına ajanlık yaptığı iddia ediliyor. Rasim BÖLÜCEK: Tıp doktoru, uzun yıllar MHP danışmanlığı yapmış, partilerin seçim kampanyalarının mimarı, RTÜK başkanlık müşavirliğinden istifa ettikten sonra Kılıçdaroğlu'nun davetiyle kendisinin siyasal iletişim danışmanı yapılan ve ikametgah adresi Newyork olarak gösterilen bir şahıs. CHP Genel merkezinde vekillerin ve bazı yetkililerin dahi giremediği 14. kat kendisine tahsis edildiği. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun CHP cumhurbaşkanı adayı olması için Kılıçdaroğlu'nu ikna ettiği, partiyi sağa yaklaştırdığı iddia ediliyor. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ABD'ye gidip orada yaşamaya devam ediyor. Bölücek bir Tıp doktoru olmasına rağmen Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş tarafından belediyenin alt yapı, üst yapı, konut, yol ve köprü yapan Metropol A.Ş isimli şirketin yönetim kurulu üyeliğine getiriliyor.  

Bu iki kişi, yani ALTAYLI ve BÖLÜCEK arasında tam 1.159 telefon görüşme kaydı varmış! Ne konuştukları henüz meçhul, belki de bunu detaylı bir şekilde hiç öğrenemeyeceğiz. Bir partinin başkanı, ana muhalefet partisinin, yani CHP'nin başındaki adam, danışacak onca liyakatli adam dururken, böyle bir adamı sormadan, araştırmadan, kendine nasıl olur da danışman seçer? De ki seçti, öyleyse böyle bir başkan CHP gibi bir partinin başında nasıl durur hala?

Sonuçta siyaset kurumu ve dolayısıyla bütün devlet kurumları, muhalefet partileri dahil bütünüyle CIA'in eline geçmiş. At izi it izine karışmış. Düne kadar CHP ile dinci bir örgüt arasında bir ilişki olabileceğini aklıma dahi getirmiyor, iktidar partisinin hedef saptırması olarak görüyordum yapılanları. Şimdi anlıyorum ki CHP içinde de paralel bir yapılanma varmış. Şimdi siyasal bağımsızlığımızı kazanmak çok daha zor olacak. En iyi ihtimalle birkaç nesil süreceğini düşünüyorum bu mücadelenin. Fetö'ye bulaşmış kişilerin ağzında dolaşan ortak bir laf var. Hepsi sözleşmiş gibi "Ben Allah'tan korkan, dinine, devletine bağlı, ülkesini, milletini seven bir Türk Milliyetçisiyim." diyor. Ülkeyi yıllardır ABD'ye ve süper güçlere satan bu kişiler diyorum, Allah muhafaza, bu güruh, ya Allah'tan korkmayıp dinine bağlı olmasa, ülkesini, milletini sevmeseydi halimiz nice olurdu acaba? 

21 Ocak 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 21

Ağaç Ev Sohbetlerinin 21. Haftasına Sade ve Derin / Deep Tone ev sahipliği yapıyor. İrem Can ve Taha Akkurt tarafından başlatılan bu güzel etkinlikte pek çok konuyu tartıştık. Gururla ifade etmek isterim ki bu sohbetler başlayalı beri atladığım hafta olmadı. Her hafta heyecan içinde yeni konu başlığını bekliyorum. Umarım bu sohbetler çok uzun süre devam eder. Deep bu hafta sevdiği ve üzerinde çok düşündüğü bir konu seçmiş. İşte Ağaç Ev Sohbetlerinin 21. Hafta konusu ve üzerinde tartışmamız istenen sorular...

"Yeni mi, eski mi? Yeniyi mi seversiniz, eskiyi mi? Eski düşünceler, müzikler, filmler, kitaplar, eşyalar, duygular mı yoksa yeniler mi? Dün mü, bugün mü? Geçmişi mi özlersiniz, bugünü mü yaşarsınız? Nostaljik misiniz, güncel mi? Yeniliklerden yana mısınız, eskiyi mi korursunuz?"

Konuya ilişkin her şeyi kapsayan bir cevap vermek zor benim açımdan. Yeni mi, eski mi diye sorulursa ilk olarak kullanım süresi dolmuş, işlevini yitirmiş eşyalar gelir aklıma. Şimdi hala var mı bilmiyorum, çocukluğumda büyük beyaz bir kumaş torbayı sırtlanmış, sokakta "Eskiciii" diye bağıran kasketli adamları hatırlıyorum. Ev hanımları onun sesini duyar duymaz kapıya çıkar, eskimiş, kullanılmayan eşyaları üç beş kuruş karşılığında onlara verirlerdi. Bazen eşinin yıpranmış bir takım elbisesi, bazen kap kacak, bazen çocukların giysisi olurdu bu eşyalar. Bir taraftan evden yayıntının kalkmasına diğer taraftan da eskiciden alınan küçük paralara sevinilirdi. Güzel bir adetti, bu manada eskiyi tercih etmem söz konusu değil elbette. Fakat bildim bileli modayı da sıkı sıkıya takip ettiğim söylenemez. Gençlik zamanımızda uzun saçlar, kulak memesinden iki parmak aşağı sarkan favoriler, İspanyol paça pantolonlar giyilirdi. Şimdi bana ne komik geliyor bunlar. Şimdi sorsanız, uzun saç bir yana başımda kalan üç beş tel saç bile fazla geliyor bana. Bu konuda da eskiyi aradığım söylenemez. Gençlerin piercing, dövme yapması, genç kızların saçlarını kısmen pembe, mavi gibi renklere boyaması kendini ifade etme şeklinde yorumlansa da eskiden olduğu gibi gelip geçici bir akım olarak görüyorum bütün bunları. Karşı değilim, gençlerin bu zevklerine. Gençliğimde dede diye bildiğimiz bir ahbabımızın beni her gördüğünde "Hiç olmazsa şu favorini kulak memesi hizasında kes." diye adeta yalvarması aklıma geliyor ve bu tür aşırılıklara daha toleranslı oluyorum.

Eski örf ve adetlerden pek çoğundan hoşlanmam. Mesela el öpmek, ya da el öptürmek. Bugüne kadar kimseye elimi öptürmedim, bundan sonra da öptürmeyi düşünmem. Sadece bu mu, saymaya kalksam geriye pek azı kalır. Yani bu konuda da yeniciyim diyebilirim.  

Eski düşünceler, müzikler, kitaplar, filmler, duygular derseniz, işte orada biraz durmam gerekir. Düşünce deyince eskiyi şiddetle ararım. Hem de çok eskileri. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi filozofları ve nice düşünürleri. Onlar aradan 2.500 yıl geçtikten sonra bugün yeniden hayata gelseler, "Hiçbir şey değişmemiş, hatta pek çok şey kötüye gitmiş" deyip tabutlarına geri döneceklerine inanıyorum. Gelecekte de bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum. Çünkü insanların sorgulaması, düşünmesi iktidarların pek hoşuna gitmiyor. Bilmemizi değil inanmamızı istiyorlar, düşünmeden, sorgulamadan. Bu bakımdan düşüncenin, sorgulamanın dini hükümranlığa ve baskıcı rejimlere baş kaldırdığı Rönesans, 68 kuşağı dönemini, her ne kadar sancılı olsa da, yokluklar içinde bağımsızlığımızın kazanıldığı, üretimin önemsendiği Cumhuriyetin ilk yıllarını, Köy Enstitülerinin bir güneş gibi ülkeyi aydınlattığı dönemleri özlüyorum. Müzik, kitap derseniz, yine aynı. Klasik müzik dehalarını, dünya edebiyat klasiklerini göz ardı etmem mümkün mü? Bugünün gelir geçer hip hop müzik kültürüyle, bir caz orkestrasında çalan saksafonun keyiften uçuran nağmelerini mukayese dahi etmem, edemem.

Dün mü, bugün mü? sorusunda kokteyl bir seçim yapamayacaksam zorlanırım sanırım. İnsan, varoluşundan bu yana pek çok aşamalardan geçti. Bugün daha refah bir yaşam için elimizde eskiye nazaran çok daha fazla imkanlarımız var. Ne var ki refahımızı borçlu olduğumuz bilimsel ve teknolojik gelişmeler insan ırkının egoist tabiatı yüzünden daha adaletsiz, daha sömürgen ve daha acımasız bir toplum yarattı. Bana öyle geliyor ki insanlar bugün eskiye oranla daha az mutlu. Evet, bugünün refahından vazgeçemiyorum ama dünün daha özgür, üretken, mutlu insanları arasında bulunmak isterdim.    

Melankolik bir ruh haliyle nostaljiye takılmam aslında. Fakat iyi bir sanat eserini beğeniyorsam ne kadar eski olduğuna aldırmam. Eski bir film, bir edebiyat klasiği ya da harika bir müzik eseri olabilir bu. Konu edilen ev dekorasyonu, mobilya tasarımı ise yeniden, modernlikten yanayım, yeter ki fazla absürtlüğe kaçılmasın. Eskiyi korumak gibi bir çaba içinde değilim. Değerli şeyler kendini korumasını bilir zaten.          

17 Ocak 2020 Cuma

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 49

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 49 ***

Olağan üstü bir çalışma temposu içinde bulacaksın kendini. Her şeyi en iyi bilen, işlerine tamamen hakim biri olmaya çalışacaksın bütün gayretinle. İşlerin önündeki engelleri birer birer kaldırıp ödeneğin çok üzerinde ilerleme kaydedeceksin. Gündüz saatlerinde arazide devam eden inşaatları denetleyecek, geceleri geç vakitlere kadar ofiste projeleri inceleyip şartnameleri okuyacak, resmi yazışmalara bakacak, e-mail'lerle uğraşacak, satın almanın yaptığı harcamaları kontrol edeceksin. Uykusuzluğa alışacak bünyen. Bu kadar hırs niye? Neden başkaları gibi kendine zaman ayırmıyorsun? Hırs değil bu dostum, senin kaldıramadığın lâf yemek, hatta ters bir bakış bile yeterli alt üst olmana. Bunun için cevaplayamayacağın bir soru kalmamalı. Gece yarılarında bazen büyük patron gelecek yanına. "Hadi git artık, yeter bu vakte kadar çalıştığın." diyecek. Onun seninle yaptığı yarım saatlik sohbet bile lüks gelecek sana. Gözünün içine bakacaksın kalkıp gitsin de işine devam edesin diye. 

Bu tempo seni takatsiz bırakmak bir yana daha da güçlendirecek. Sahip olduğun enerjiye inanamayacaksın. İşçilerin kar maskesiyle çalıştığı günlerde üzerinde ince bir gömlekle dolaşacaksın aralarında. Üşümeyeceksin, hasta olmayacaksın. Büyük bir aşkla sarıldığın işin hedeflerine ulaştıkça daha çok içine çekecek seni. Ya insanlar... 

Çok sevdiğin mesleğinden soğutacak bazı insanlar seni. Kontrol baş mühendisi Selâhattin Bey'den bahsediyorum. Hatırlarsan bir dönüm noktası belirlemiştim senin için. Ne işin var özel sektörde. Git bir memur ol hayatını yaşa insanca. Meselâ Selâhattin Bey gibi ol. Onun gibi olabilir miydin acaba? Sen benim izimi sürmeyi tercih ettin madem, o zaman yaşayacaksın yaşadıklarımı. Selâhattin Bey, patronun cipine kurulup seni denetlerken, sana olur olmaz yerde talimatlar yağdırırken çek bunları şimdi sinene. Onlar iki yakın dost, sen yabancı. Selâhattin ne dilerse emri olur, sen ağzınla kuş tutsan yaranamazsın. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak ister seninle. Devletin gücü elinde, devlet zengin. Patron da öyle. Patron bir eser için para harcıyor, Selâhattin kendi çıkarı için hem devleti hem seni harcıyor. Devlet birçoklarına harcatsa da kendini, bilirim sen kendini harcatmazsın. 

Enerji tüneli beton kaplaması devam ederken beton santralinin otomatik kimyasal katkı ünitesi arızalanacak bir gün. Bu ilk değil. Daha önce defalarca arızalanmış, işe engel değil. Başına bir işçi koyar cihaz tamir oluncaya kadar manüel olarak karışıma ilave edersin katkıyı. O güne kadar hep bu şekilde aksamadan devam etmiş bu iş. Öğleden sonra kontrol  başmühendisi imzalı bir yazı getirecekler masana. "... nedeniyle şantiyede bütün beton döküm işleri durdurulmuştur." Kuyruğuna da basmadın ki bu adamın. İşin gereksiz bir nedenden ötürü durdurulması sana yapılacak en büyük zulüm. Hani çağırırsa gider konuşur, ikna etme yollarını ararsın. Yok öyle bir şey. Bu yazı ölüm fermanı gibi gelecek sana. Çevrendekilere aldırmadan küplere bineceksin. İlk aklına gelen veciz sözü sarf etmekten kendini alamayacaksın. "Maması az geldi bunun anlaşılan" 

Ertesi günü Rauf Bey gelecek yanına. "Ya sen nasıl yaptın bunu. Senin insan ilişkilerin çok iyiydi. Ereğli'de kontrollerle çok güzel anlaşırdın." diye söylenecek. Merak edeceksin ne yaptım diye. "Selâhattin Bey bana bir şeyler anlattı. Doğru mu bunlar?" diye soracak sana. Ne anlattı? diye sen de ona soracaksın merakla. "Maması az gelmiş falan demişsin"
"İyi de bu lafı kim taşıdı ki ona, ben odamdaydım sinirle bunu söylerken. Hem yalan mı? Resmi yazıyla betonu durdurmuş, hiçbir ünitede beton dökemiyoruz." diyeceksin. O buna hiç aldırmadan gidip hemen kendisinden özür dilemeni isteyecek. Bir yandan lâfı taşıyan kişinin kim olabileceğini düşünürken içine düştüğün durumdan kendini nasıl kurtarabileceğinin hesabını yapmaya başlayacaksın. Özür dilemek çok ağır gelecek. Özür dilemek bir hata yaptığında affını istemek. Fakat ortada yaptığın bir hatan olmadığına inanıyorsun. "Hayır, özür dilemem gereken bir durum yok, doğrusu onun benden gelip özür dilemesi." diyeceksin ısrarla. Rauf Bey, "Fakat sen şirketi zor durumda bırakıyorsun bu davranışınla. Unutma ki o kontrol, kalem onun elinde" diyecek. Yanında suratını asan büyük patron da Rauf Bey'le aynı fikirde olduğunu belirtecek. İşte dostum, şimdi kaldın mı yalnız başına. Artık yolun sonu göründü. Kontrol istediğinde seni işten uzaklaştırabilir, bunu biliyorsun. 

Rauf Bey'i takmasan da büyük patronun ısrarını kıramayıp gideceksin Selâhattin paşanın yanına. Özür dilemeye hazırlanırken alacak sazı eline. Yok efendim, ne görmüşsün de, ne biliyormuşsun da bu çirkin lâfı söylemişsin. Aslında biliyorsun ona yapılan her şeyi. Çünkü büyük patron ne yaptıysa anlatıyor sana. Koca devlet vermiş yetkiyi bu adama. Senin değil sadece, istese şirketin başına ne çoraplar örer. Susmalısın, susacaksın. 

Ofisine geri döndüğünde bir sürprizle karşılaşacaksın. Ereğli'de bir başka projede proje müdürü olarak çalışan sevdiğin bir arkadaşın Mehmet Bey, odanda Rauf Bey'le sohbet ediyorlar. Hem şaşıracak, hem de uzun zaman sonra onu gördüğüne sevineceksin. Birlikte yemek yedikten sonra üçünüz birlikte odana geçeceksiniz. Rauf Bey, sana dönüp "Patronlarla görüştük, görevini Mehmet Bey'e devredeceksin, yardımcım olarak merkeze alacağız seni. Hem maaşın da artacak" Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Fakat sevinemeyeceksin sonuç ne kadar iyi görünse de. Bu karara birlikte varmak gerekirken bir oldu bittiye getirilmen sıkacak canını. Gerçi Rauf Bey'in seni çok önceden gözden çıkardığını tahmin etmen zor değil. Fakat patronların karşısında buna gücünün yetmeyeceğinin de farkında. Yerine geçecek olan kişinin samimi bir arkadaşın olması bir şans. Lâkin ne kadar samimi olursan ol, şahsi çıkarlar her şeyin önüne geçiyor bu dünyada. Meselâ onun da kararını vermeden önce seni aramasını beklemen daha şık olmaz mıydı. 

Mehmet Bey'e ne maaş verildiğini soracaksın. Seninle aynı maaşı alacak derken yine kandıracak seni Rauf Bey. Yıllar sonra öyle olmadığını tesadüfen  öğrendiğinde kıyameti kopartacaksın Ankara'da. Hemen Ankara'ya gitmeni isteyecek senden bir an önce kurtulmak istercesine, sen ağırdan alacaksın. Ne acelesi var, bildiklerini Mehmet Bey'e aktarmadan nereye gidiyorsun? Hem büyük patron hem de Mehmet Bey senin bu kararını destekleyecekler. Yeniden Ankara'ya taşın, eşinin tayini, çocukların okullarının nakli... Okullar tatil olana kadar altı ay otelde kalmak zorunda kalacaksın. Aslında bu sürenin yarısı yine şantiyede ve ailenle birlikte geçecek. Kontrol başmühendisi Selâhattin Beyi her gördüğünde birbiriniz hakkında düşündüklerinizi çözmeye çalışacaksınız. O seni uçurumdan aşağı yuvarlamaya çalışırken sen zirveye çıktın, elinde tuttuğu iplerini kopartıp attın. Artık istese de bir zarar veremez sana. Bu maçın galibi sensin, ezik bakışlarında bu halini görmek hiç de zor değil senin için. Rauf Bey'i de sayabilirsin mağluplar arasında. Senin yerine getirdiği Mehmet Bey'le tamamen farklı karakterlere sahip olmanıza karşın muazzam bir işbirliği içinde çalışacak, çoğu zaman Rauf Beye karşı birlikte mücadele edeceksiniz. İlk kez o vuracak yüzüne sende gri rengin olmadığını. Ya siyahın var senin ya beyazın diyecek. Düşününce hak vereceksin arkadaşına. Sen ise grinin bütün tonlarını göreceksin onda.

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

16 Ocak 2020 Perşembe

MASALIN MASALI - ORTAK ÖYKÜMÜZ

Ortak öykümüz heyecanlı bir şekilde sürüyor. Masal maceradan maceraya koşuyor. Ailesi onun peşine düşmüş, kasabadan gençlerle birlikte endişe içinde her yerde onu arıyorlar. Daha önce masalımızın "Cadının Öfkesi" adındaki 7. Bölümün yazmıştım. 18. bölümde sevgili Ebrar arkadaşımızın kaldığı yerden devam ettim. Öykünün bütün bölümleri Sessiz Gemi arkadaşımızın blogunda. Bu güzel öyküye yeni katılmak isteyenler ya da daha önce katılan arkadaşlardan yine yazarım diyenler sevgili Sade ve Derin / Deeptone veya Sessiz Gemi / Kavanozdaki Beyin arkadaşımıza bildirsinler. Kim bilir bu sayede ortak bir masal kitabımız olur belki ileride. İşte benim Masal'a yaptırdıklarım: 

MASALIN YALANI

Endişeyle Ermiş Dede'ye dönerek "Geldiler işte!" diyerek fısıldadı Masal. Ermiş Dede işaret parmağını dudağına götürüp sesini çıkartmamasını işaret etti. "Sen benim dediklerimi yap ve sakın heyecanlanma." dedi sessizce.
Tok sesiyle kapıya doğru seslendi. "Kim o kapımı vuran?"

Masal'ın büyük ağabeyi cevap verdi. "Küçük kardeşimi arıyoruz, bize yardımınız dokunabilir belki." 

Ermiş Dede kapıyı açtığında karşısında Masal'ın annesini, ağabeylerini, simyacıyı ve kasabadan bir kaç köylüyü gördü, hepsi merak içinde kendisine bakıyorlardı. "Buyurun içeri girin." dedi. Kasabadan yardıma gelen köylüler Ermiş Dede'nin Masal'ı kaçırmış olabileceği ihtimalini düşünüp evin çevresini araştırmak için dışarıda kalmak istediler.    

Masal, annesi ile ağabeylerinin kendisini aramaya çıkacaklarını tahmin etmişti. Köpük'ün bir an önce iyi haberlerle yanına dönmesini bekliyordu. Ondan haber almadan Orman Perisi İzu'nun yanına gidemezdi. Karşılarında kendisini bir oğlan çocuğu olarak gördükleri vakit başından geçenleri nasıl anlatabilirdi ailesine Masal. Kolay kolay kimseye inandıramazdı başından geçenleri. Anlatmasa ağabeyleri haksız yere Ermiş Dede'ye yüklenip onu incitebilirlerdi. Masal bunları düşünüp çaresizlik içinde ağlamaya başlayınca Ermiş Dede ona plânını açıklamıştı. "Aslında gerçek adının Ökkeş olduğunu, ormanda ailenle piknik yaparken kaybolduğunu, yolunu ararken sana benzeyen Masal isminde bir kız çocuğu ile karşılaştığını, ondan ayrıldıktan sonra önünü kesen kasaba korucularından korktuğun için gerçek adını değil, Masal'ın adını verdiğini ve daha sonra seni korucuların elinden alıp  evime getirdiğimi söyleyeceğiz." dedikten sonra emin olmak için bir de "Anlaşıldı mı?" diye sormuştu Masal'a. Masal yaşlı gözlerle başını sallamış, yalan söylemeyi sevmediği halde çaresiz kabul etmişti Ermiş Dede'nin önerisini.

Önce Masal'ın annesi, daha sonra ağabeyleri eve girdiler. Son olarak Simyacı kapıdan geçerken Köpük de sessizce içeri süzüldü. Salonun bir köşesine sinmiş Masal'ı gören annesi neşeyle onun yanına yaklaşırken önüne kedi fırlamış araba gibi durdu aniden. "Aman tanrım, bu bizim kızımız değil, bir oğlan çocuğu. Ne kadar da çok benziyor Masal'a" Ağabeyleri de şok olmuşlardı. Gerçeği Merhamet Cadısından öğrenen Simyacı, Masal'ın ailesinin karşılaştığı bu duruma vereceği tepkileri endişe içinde izliyordu. Ermiş Dede, "Kızınıza benzettiniz sanırım bizim ufaklığı." dedi Masal'ın annesine. Bu arada köpük Masal'ın yanına sokulup işlerin yolunda olduğunu müjdeledi.

Ermiş Dede, Masal'ı yanına çağırdı. "Gel buraya korkma Ökkeş oğlum, hadi anlat ormanın derinliklerinde gördüğün küçük kızı misafirlerimize." dedi. Ağabeyleri sabırsızlıkla sıkıştırmaya başladılar Masal'ı. "Hadi anlat bize nerede gördün kardeşimizi, neler konuştunuz onunla?" Masal, yaşlı gözlerle anlatmaya başladı. "Ona evin arka taraflarındaki ormanın derinliklerinde rastladım. İkimiz de kaybolmuş, ailemizi bulmaya çalışıyorduk. Adının Masal olduğunu söyledi. Bir süre birlikte yürüdükten sonra yol ayrımına geldik. Tamam, bu yolu hatırladığımı sanıyorum dedi ve vedalaşıp ayrıldı benden. Uzun bir süre yalnız başıma yürümeye devam ettim, hava iyice kararmıştı. Daha sonra kasabanın korucuları  ellerinde tüfekleri olduğu halde yanıma gelip ormanın içinde ne işin var senin diye kızdılar bana. Çok korkmuştum. İşte tam o sırada Ermiş Dede beni alıp evine getirdi, karnımı doyurdu." dedi.

Masal'ın ağabeylerini bilerek yanlış yere yönlendirdiğini anlamıştı Simyacı. Hemen ayağa kalktı, Masal'a çaktırmadan göz kırptıktan sonra ortaya konuştu. "O zaman niye vakit kaybediyoruz biz burada, çocuğun dediği yöne, evin arka tarafına doğru yola çıkıp bir an önce aramaya başlamak lâzım Masal'ı." dedi. Hepsi evden dışarı çıktılar, kapıda onları bekleyen korucularla birlikte evin arkasındaki sık ağaçların arasına dalarak gözden kayboldular. Masal'ın içini büyük bir huzursuzluk kaplamıştı annesi ve ağabeylerine hayatında ilk kez yalan söylemek zorunda kaldığı için.

Köpük, martının orman perisi tarafından verilen ökse otunu kokladığını, perinin böylelikle habercisine kavuştuğunu ve Cennet Gözü kasabasında bulunan mezarlıktaki iris çiçeklerinden istedikleri kadarını toplayıp Merhamet Perisine götürebilmek için önlerinde artık hiçbir engelin kalmadığını söyledi. Ermiş Dede, "Öyleyse bir an önce çıkın yola karanlık çökmeden." dedi Masal'a. Yanlarına birkaç parça çörek ve kurabiye verip uğurladı evinden. Köpük önde, Masal arkada, ölüm çiçeklerinin bulunduğu yere doğru yola koyuldular. Ağaçların arasında ilerlerken birden kuşların cıvıltısı kesildi,  yakınlardan gelen korkunç bir homurtu sesine ürkerek kulak kabarttılar.

15 Ocak 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 20

Ağaç Ev Sohbetleri oldukça zevk aldığım etkinliklerden biri oldu. Hele seçilen konular düşünmeye sevk edici, araştırmaya yönelik, tartışmaya açık olunca daha da çok hoşuma gidiyor. İnsanların aynı konu hakkında farklı düşüncelerini paylaşması ufkumu açıyor. Yirminci haftada sevgili Mavi Lale'nin seçtiği konu oldukça derin. İşte Ağaç Ev Sohbetleri # 20 'nin konu başlığı:

Ölüm kavramı sizin için ne anlam ifade ediyor? Genelde sevdiğiniz bir insanın vefatı, özellikle annenin vefatı ve hissettirdikleri üzerine.

Beklenen bir sondur bana göre ölüm. İstisnasız her canlının yaşam sahnesinden çekilmesidir. Madem ki dünyaya gelen tüm canlılar belli bir süre yaşayıp bu alemi terk ediyor, bunun doğum gibi doğal olduğunu kabullenip ölümden korkmamak gerekir. Sevdiğimiz bir insanın vefatı, özellikle annemizin vefatı çaresiz bir kabulleniştir. Onca anıyı paylaştığımız, üzerimizde sonsuz emeği olan bir kişinin kaybı elbette çok üzer bizi. Fakat kimsenin böyle bir sona itiraz etme lüksü yoktur. Belli bir dönem acı çekilir, zaman içinde içimize düşen ateş küllenir. Sonuçta vakti gelince bizim sonumuz da aynı adrese çıkacaktır. 

Ölüm kavramının üzerinde biraz durmak istiyorum. Bugüne kadar bilim, din, felsefe ve tasavvufun konusu olmuş ölüm. Üzerine şiirler, şarkılar yazılmış. Yaşarken ölüme çareler aramış bazıları, Ab-ı Hayat'ın peşine düşmüş nafile, kimileri Reenkarnasyon'la kendini avutmuş, kimileri de cennet hayaliyle yaşamış. Kendimi kandırmak istemiyorum, bana göre bir "hiç"liktir ölüm. Ahiret, kabir azabı, sırat köprüsü, cennet cehennem tartışmaları ve yorumlarına ilişmeden haddimi aşarak varoluşu sorguladığım bu hayatta iyi işler yapan insanlarla kötü işler yapanların aynı sonda buluşmalarını adaletsiz buluyorum aslında. Madem hiçliğe gideceğiz var olmamızın anlamı ne? Bu soruya cevap ararken sanki bir oyunun aktörleri ya da figüranlarıymışız gibi geliyor bana. Yaşam bir deney, dünya bir laboratuvar gibi sanki. Bilinmez bir yerden dünyaya birer tohum atılmış ve buradan türeyen canlı hayatın gidişatı izleniyor. İşin ilginç tarafı bu tohumu atan da olacak bitecekler hakkında fikir sahibi değil. Merak ediyor işte, zalimlik, adaletsizlik, sevinç, üzüntü, açlık, yoksulluk, zevk, şatafat gibi binlerce, hatta milyonlarca olguyu milyarlarca insan üzerinde test ediyor. Bu kendisine ne kazandıracak bilmiyorum. Bilinmeyenler o kadar çok ki. Ölüm bu kadar çok bilinmeyen arasında belki en çok bilineni. Beden ölür, ruh ölmez derler. Ruh dediğin nedir ki? Gaz gibi bir şey mi, beden ölünce göğe yükselsin, zamanı gelince hesap versin. Evet, kainat muazzam bir düzen, kusursuz bir işleyiş. İnsan hala gelişme yolunda. Gün gelecek, belki de çaresi bulunacak ölümün. Bunun iyi bir şey olduğunu sanmıyorum. Beş yüz yıl, bin yıl yaşansa bıkılmaz mı bu hayattan?          

13 Ocak 2020 Pazartesi

NOTRE DAME'IN KAMBURU MÜZİKALİ

Sıra dışı bir pazar oldu bugün benim için. Sabah iki gün önce kaybettiğimiz değerli bir yakınımızın Amerika'daki torununun gelmesi için ertelenmiş cenaze merasimine katılmak üzere Tire'ye gittik. Tire'nin en tanımış simalarından herkesin hoca dediği resim öğretmeni, ressam ve bir kültür abidesi Seha Gidel 92 yaşında yaşama veda etti. Açıkçası onun anısına adını verdikleri Kültür Merkezinde bir tören bekliyorduk ama olmadı. İlçe kültür müdürlüğünün bunu düşünmemesi şaşırttı ve üzdü bizi. 

Akşama, kızımın geçen hafta biletlerini aldığı "Notre Dame'ın Kamburu" isimli müzikale gidecektik. Tam zamanında Atatürk Kültür Merkezi Adnan Saygun Salonuna yetiştik. Güzel bir oyun seyredeceğimizi umarken sonuç hiç beklediğimiz gibi olmadı. Victor Hugo'nun ünlü romanından esinlenerek ortaya konulan oyun 1998 yılında Paris'te sergilenen "Notre Dame de Paris" müzikalinin kötü bir kopyasıydı. Emeğe saygı konusunda duyarsız biri değilim fakat kötüye iyi dersek seviyeyi düşürdüğümüz gibi iyilere de haksızlık olacağı kanaatindeyim. Oyuncuların resmen play-back olarak seslendirdikleri, oyun boyunca tek bir dekor ve tek tip kostümlerin sergilendiği, ses düzenindeki gariplik yüzünden hiçbir konuşmanın doğru dürüst anlaşılamadığı bir müzikal düşünün. Boşuna kaybettiğimiz zamana acıyarak eve geldiğimde ekşi sözlük ve diğer sosyal ağlarda yapılan yorumlara baktım. Tek olumlu bir eleştiri göremeyince hatamızı anladık. Oyunun tek güzel tarafı bizleri yanıltan afişi olmuştu. Müzikalin adı "Notre Dame'ın Kamburu" olunca balıklama dalmıştık. Afişte oyunu sergileyen kurumun küçük puntolarla sadece web adresi yazılıydı. Kumbara Görsel Sanatlar Merkezi kapsamında ortaya konulan oyun, yönetmeninden, ışıkçısına, dekorundan, ses sorumlusuna, sahnesine, oyuncularına kadar tam bir fiyasko. Hani ilk kez müzikal dinlemek için oyuna gelen biri müzikalden nefret eder. Bir ara üstü çıplak iki genç çıkıp dakikalarca break dance yaptı. Alaka kuramadık. Sonra bir ara müzik Urfa uzun havasına döner gibi oldu. Eşimle göz göze geldik, birazdan aney, aney diye ağıt yakmaları yakındır dedim içimden. Sanat adına bir emek verilecekse acemiliği seyircinin üzerinde pişirmek saygısızlıktır bence. Gidin, önce daha basit oyunlarda tecrübe edinin sonra kalkın bu işlere. 

Hızımı alamadım, youtube'tan müzikalin orijinal versiyonunu buldum ve hemen oturup bir kez daha burada izledim. Aradaki fark inanılmazdı. Ses, dekor, kostüm, ışık ve oyuncular muhteşem bir performans gördüm bu kez. Bir daha yorumlara bakmadan herhangi bir müzikale ya da tiyatro oyununa gidersem iki olsun.  

"Notre Dame'ın Kamburu" adlı romanın konusunu çoğu insan bilir . Kısaca değinmek gerekirse;
Victor Hugo bu dev eserinde çirkin ve kambur olan kilise zangocu Quasimodo, Yüzbaşı Phoebus ve Başrahip Frollo ile çingene kızı Esmeralda arasındaki aşk ilişkilerini ve bu kişilerin ruhlarında oluşan ikilemleri konu ediyor. Oldukça kapsamlı ve üzerinde kafa yorulabilecek güzel bir eser.

  

12 Ocak 2020 Pazar

SAÇMALA(MA)

Tekir kedi ile arkadaşı Minnoş sahildeki kayaların arasındaki mağara süthanelerinin birinde oturmuş iki lafın belini kırıyorlardı. Muhabbet kuşu Cilvenaz kırıtarak geldi yanlarına, pençesindeki tepsiden iki kase süt ve birkaç parça patates topu bıraktı önlerine. Hafiften bir rüzgar esti, ölü insan kemiklerinden yapılmış sandalyelerden birini devirdi, deniz ise rüzgara aldırmamış, olabildiğince sakindi. 

Sütünden bir fırt çeken Tekir, arkadaşını baştan aşağı süzdükten sonra "Saçlarını kime yaptırdın Minnoş'cuğum, pek güzel olmuş." dedi. Minnoş, "Bizim sokağa yeni bir kuaför gelmiş, adı Mia, işini biliyor." diyerek merakını giderdi arkadaşının. Bir tıslama sesi duydular. Minnoş'un tüyleri diken diken oldu. Tekir "Korkma," dedi, "Biliyorum, zehirsiz bunlar." Ayhan sürünerek geçti ayaklarının dibinden, kayanın çatlağı arasında kayboldu. Sakin deniz birden kabardı. Büyük bir uçak yalpalayarak karşı iskeleye yanaştı. Kefaller gökyüzünde çığlık çığlığa kanat çırpıyor, denizden kapacakları bir martı yavrusunu kolluyorlardı.

Geceleri soğuk olurdu, bir ihtimal sıcak yatağında yüzü koyun uykuya dalmıştı anlatıcı, bedeninin alt kesimini örten blanketin üzerinden kayıp gittiğinin farkında değildi. 

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 48

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 48 ***

Evet dostum, seni tercih edecek Rauf Bey elbette. Yaptığın blöf değil. Seni yıllardır tanıyan, huyunu suyunu bilen genel müdürün bir türlü senin sabrını zorlamaktan alıkoyamayacak kendini. Bu kadar zıt karakterli iki insanı bir arada tutan ne? Hadi onu anladım, güven veriyorsun, çalışkansın, fedakârsın, her işe kolay adapte oluyorsun, dürüstsün, işini biliyorsun da sen onda ne buluyorsun? Bu soruyu sürekli soracaksın kendine. Sana değer veriyor, teknik konularda sözünü dinliyor, yeri geldiğinde ödüllendiriyor ve en önemlisi de senin yapamayacağın ya da yapmakta zorlandığın işleri yapıyor. Meselâ daire başkanları şantiyeye geldiğinde lavabonun kapısında bekleyip onlara havlu tutabiliyor. İdare elemanları iş dışındaki taleplerini hiç zorlanmadan ona iletebiliyorlar. O da bu talepleri zevkle en kısa zaman diliminde karşılıyor. Çünkü biliyor ki kendisine gebe kalacak bu insanlar. Zamanı geldiğinde en olmaz denilen işleri bile hallettiğini görüp şaşıracaksın.

Derivasyon tüneli betonlarında pürüzsüz bir yüzey aranır. Ancak uygun beton karışımı kullanmadığınız için mi yoksa betona ilave edilen uygun kimyasal katkı bulamadığınızdan mı bilinmez çelik kalıp sökülünce yüzeyler kurt yeniğine benzer bir görünümde çıkacak. Şantiye kalite kontrol laboratuvarındaki arkadaşlarınla problemi çözmeye çalışırken Rauf Bey yine sana bir sürpriz yaparak Bodrum'da villâ inşaatları yapan bir mühendisi bulup getirecek. Neymiş efendim, gelen arkadaş beton konusunda çok tecrübeliymiş! Sana haber vermeden böyle bir oldu bittiyle işine müdahale etmesi genel müdür bile olsa kabulleneceğin bir durum değil. Sana hadi anlat sorununu bu arkadaşa diyecek. Fena halde bozulacaksın. Bu işler deneyerek uygun karışımı bulmaktan geçer dostum. Öyle bir bakışta çözülmez ki. Hem daha henüz işin başındasın. Hani her şeyi denedim, olmadı desen eyvallah, git dışarıdan yardım al. Madem bu işi çözemeyeceğime kanaat getirdiniz, işte Halep, işte arşın diyeceksin. Zavallı adam da şaşıracak bu tepkine. Onun bir suçu yok ki, çağırmışlar gelmiş. Senin bütün tepkin Rauf Beye.

Apar topar yemeğini yedirip gönderecekler bu bir bileni. Birkaç gün içinde uyguladığınız yeni beton karışımlarıyla sorun çözülecek. Siz Rauf Beyle böyle dalaşırken dışarıdan çok iyi bir ekip arkadaşıymış gibi görüneceksiniz. Çünkü ne kadar kavga etseniz de aranızda genellikle küskünlük olmayacak. Bu yüzden Rauf Bey'le arası bozulan kişiler, senin de onların karşısında olduğunu sanacak. Zaman zaman bunun sıkıntısını çekecek, haksızlığa uğrayacaksın. 

Proje kapsamında tamamlanan çevre yolunun geçici kabulü yapılacak. Bu esnada tünel kazılarında meydana gelen göçükler, portal aynalarındaki heyelânlar canını hayli sıkacak. Bir dini bayram tatilinde gönüllü olarak şantiyede kalıp bir avuç tünel işçisiyle birlikte beklemeye tahammülü olmayan göçük sorununu çözeceksin. Bayramın ilk gününde tünel problemi ile uğraşırken bir haber gelecek. Trafiğe yeni açtığınız yolda ticari bir taksi kaza yapmış. İzmir'den aldığı iki yolcudan birinin ve şoförün hayatını kaybettiği kaza bayramın tadını kaçıracak. Yolun cazibesine kapılan şoför gaza yüklenmiş ve ardından şarampole uçarak birkaç takla atmış. Ağır yaralı diğer yolcuyu gelen ambulans hastaneye götürecek.

Bu arada baraj tipinin değiştirilmesine yönelik çalışmalar hızlanacak. Bunun için bir dizi jeolojik araştırmaların yapılması gerekecek Avusturyalı bir Yahudi asıllı bir jeoloji mühendisi olan Johannes eğlenceli kişiliğiyle sana Karakaya günlerini hatırlatacak. Yabancılarla çalışmak bir ayrıcalık dostum, stresin zerresi yok. Onlarla birlikte yaptığınız çalışmalar her zaman keyifli geçecek. İngiliz asıllı Quentin de onlardan biri. Genç yaşına rağmen konusuna son derece hakim ve dünyaya hizmet ediyor. Yine bir İngiliz olan Andrew içlerinde en profesyoneli. Profesyonelliğin iyi ve kötü tarafları var sana göre. Bu Andrew'a da hem kızacak hem gıpta edeceksin. Bütün yabancı müşavir mühendislerinin sözleşmeniz gereği günlük çalışma bazında ödenen bir ücreti var. Konuyu ve soracağın soruları belirleyecek önce. Önüne gelen ödemeye esas detaylandırmada senin sorduğun sorulara cevap verebilmesi için yaptığı iki ya da üç günlük, bazen de üç saatlik araştırma, hazırlık süresini dahi dikkate alacak. Böyle bir durumu sen eksikliğin kabul eder, bir hafta çalışıp hazırlansan bile bunun parasını istemek aklından geçmez oysa.

Gerek şantiyede gerekse baraja yakın sahil beldelerinde gelen misafirlerle birlikte yediğiniz yemekler sana moral olacak. Bir süreliğine iş stresinden uzaklaşmak büyük ihtiyaç dostum. Fakat bazı İdare mensuplarının ukala tavırları sinirlerini bozacak. Genel Müdürlükten gelen bir şube müdürü onlardan biri. Yine müteahhitlerden birine yamanıp gittiği yurt dışında içtiği bir Fransız şarabını söyleyecek, ne içersiniz dediğinizde. Elbette o istediği şarabın restoranda olmadığını biliyor. Amacı sizi ezmek aklı sıra. Garson aradığınız şarap maalesef elimizde mevcut değil deyince size keyifle gülümseyecek, "Bak gördünüz mü, beni ağırlayacağınız yer burası değil, ben çok daha iyi yerlere layığım." havasında. Onun bu tavrından sonra mahcup görünmeye çalışacak, görmemişin teki işte diye geçireceksin içinden.

Rauf Bey'le anlaşmazlıkların tam gaz devam edecek.  Bir gün yemek salonuna çıktığında masanda kontrol mühendislerinden birinin misafirleriyle oturmuş yemek yediklerini göreceksin. Pek çok kişiye göre normal olan bu olay seni çileden çıkaracak. Kontrol teşkilatı için onlara tahsis edilmiş bir yemekhane mevcutken sana bilgi vermeye dahi tenezzül etmeden sana ait bir yerde oturup yemek yemeleri, yani seni yok saymaları kabul edeceğin bir şey değil. Bu düşüncesiz davranış karşısında yüksek sesle rahatsızlığını duyuracak, dönüp çıkacaksın yanlarından. Oysa seni adam yerine koyup bilgi verseler sen onları zevkle ağırlayacaksın. Kontrol teşkilatının tamamının bu rahat tavırlarına sebep büyük patronun ve genel müdürünün onları şımartmaları. Bu tür davranışlar senin onur meselen olacak. Bu olay büyüyecek, seni Rauf Bey'e şikayet edecekler. Sen kendi haklılığını anlatmaya çalışacaksın ama nafile. Rauf beyle aranda ipler iyice gerilecek. Birbirinizin arkasından konuşmaya başlayacaksınız. Bu koşullar altında çalışmanın tadı yok artık senin için. Her zaman işten ayrılan sen oldun. Bu kez bunun ailene karşı haksızlık olduğunu düşüneceksin. Zira eşinin tayini yaptırmışsın, gayet mutlu olduğu bir okulu var, çocukların okullarına yeni adapte olmuşlar, şantiyeye geleli henüz bir yıl bile geçmemiş. Bütün bunlardan dolayı şimdiye kadar yapmadığın bir şeyde kendini zorlayacaksın. Bu kez ayrılmak isteyen sen olmayacak, seni atmalarını bekleyeceksin. Rauf Bey'le selamı sabahı keseceksiniz.. Fakat senin emrinde çalışan mühendislere kafasına göre talimat vermesi canını iyice sıkacak. Bir müddet sonra odana girecek Rauf Bey, kapıyı arkadan kilitleyecek. Bak diyecek, sen benim buradan ayağımı kaydırmayı kafana koymuşsun ama yanarsak beraber yanarız. Şaşıracaksın tabi, bu söylediklerine. Sen kim, Rauf Bey kim? Devam edecek konuşmasına, "Şimdiye kadar uzun yıllar birlikte uyum içinde çalıştık, birbirimizi tanıyoruz. Yine birlikte olursak kimse duramaz önümüzde. Senin sağda solda hakkımda konuştuklarının hepsi geliyor kulağıma. Ne söyleyeceksen bana söyle, başkalarına değil." Bu konuşma utandıracak seni. Ve içini döktüğün hiçbir arkadaşına güvenilmeyeceğini öğretecek. Haklısın, diyeceksin elini uzatıp. Bundan böyle senin hakkında kötü bir laf etmeyeceğim başkalarına.

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

10 Ocak 2020 Cuma

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 47

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 47 ***

Şantiyede proje müdürü olarak göreve başladıktan bir hafta sonra Genel Müdürlük'ten kalabalık bir heyet ziyaretinize gelecek. Büyük toplantı salonunda Türkiye'de ilk kez uygulanacak bir baraj tipi üzerine brifing vereceksin. Katılımcıların hiçbirinin konu hakkında en ufak bir bilgisi yok. Aslında senin için de yeni bir konu bu. Fakat Ankara'da bulunduğun süre içinde geceni gündüzüne katarak yaptığın çalışmaların semeresini göreceksin. Ön görüşme yapılan Amerikan firmasını bırakıp iki İngiliz ve bir Avusturyalı firmayla çalışmaya karar vereceksiniz. Hem önceki yıllardan gelen birikimin hem de çalışkanlığın sayesinde projeyle ilgili teknik konularda tek söz sahibi sen olacaksın. 

Eşinin keyfi de yerinde. Yeni atandığı okulunu, öğrencilerini çok sevecek. Her sabah okul girişinde sağlı sollu dizilmiş çocuklar sevgi dolu gözlerle ellerindeki çiçekleri eşine uzatacak. Kendi çocukların da yeni okullarına kolay adapte olacaklar. Oturduğunuz dairenin kapı komşusu ABD'den yeni dönen iki çocuklu doktor bir aileyle sıcak ilişkiler kuracaksınız.

Şantiyecilik, hele bir de tek başına sorumluluk almışsan keyifli ama bir o kadar da zor be dostum. Aynı Ereğli'deki gibi gecen gündüzüne karışacak. Evine, ailene daha az zaman ayıracaksın. Rauf Bey de zamanının büyük bir kısmını şantiyede geçirecek. Teknik konulara nadiren karışsa da idari ve mali konulara her zaman müdahil olacak. Her akşam mesai sonunda mühendislerle yaptığın toplantılara zaman zaman Rauf Bey'le birlikte büyük patron da eşlik edecek. İşin genel durumu, karşılaşılan sorunlar ve çözüm yollarının tartışıldığı bu toplantılar esnasında zaman zaman kontrol teşkilâtı ile ilişkiler konu edilecek. İşte böyle bir toplantının sonunda Rauf Bey'le ilk kez karşı karşıya geleceksiniz.

Hakediş sorumlusu bir mühendis çocuğun sana ters gelen davranışları tartışma konusu olan. Sorumlu dediğime bakma, hiçbir sorumluluğu da yok aslında. İmza yetkisi olmadığı için tüm yaptıklarının sorumlusu sensin. Devlete iş yapan şirketlerde uyanık mühendislerin en bilinen taktiği kontrol mühendisine kendisini sevdirmektir. Bir diğer taktik de müteahhide hakkı olandan fazlasını kazandırmaktır ki bunun yolu kontrol mühendisinin güvenini kazanıp onu aldatmaktan geçer. Mehmet işte tam bu rol için biçilmiş kaftan. Üstüne üstlük bir de beş vakit namazında milliyetçilik duyguları kabarık bir vatandaş. Düşününce insanın anlaması imkânsız dostum. Kontrol mühendisini tufaya getirip devleti dolandıran, hem de yaptığı bu işten inanılmaz derecede keyif alan biri nasıl dindar ve milliyetçi olabilir? Kontrol mühendislerinin hiç mi suçu yok? Elbette var. Onların toleranslı davranmalarının altında yatan gerçek kendilerine çıkar sağlamak. Nasıl mı? Çok farklı şekillerde bunu göreceksin dostum. En yaygın olanı, kontrol mühendislerini maaşa bağlamak. Hem devletten hem şirketten çifte maaş, oh ne rahat. Dur dahası var. Kimisi ev alacaktır, yardımcı olursun, bazılarının kooperatif taksitlerini ödersin. Garip gelmesin sana bunlar. Devlet işlerinde iddia ediyorum, yüzde doksan böyle döner işler. Bu tür işlerde hep el üstünde tutulur kontrol mühendisleri. Ne tür ihtiyaçları varsa anında giderilir. Devlet sahipsizdir yatırım işlerinde. Memurların işi bilmesine lüzum yoktur, sadece önüne getirileni imzalar. Bilen bilir bunları ama bilmezden gelir. Çünkü o bilenler de aynı çarkın içindedirler. Neyse, konumuza dönelim:

Mehmet taşıdığı bu özelliklerinden dolayı Rauf Beyi de hoşnut edecek. Şaşılacak bir durum yok aslında. Netice itibarıyla her ikisi de dinine bağlı! Müslüman vatandaşlar.  Rauf Bey işlerin yoğunluğundan ötürü (Allah affetsin) beş vakit namaz kılamasa da Cuma'ları kaçırmaz. Şantiyeye mescit yapılmış, boş yağ varillerini birbirine ekleyip beyaza boyadıkları bir de minaresi var. Cuma günleri ezanın okunma saatini, hutbenin uzunluğunu Rauf Bey belirliyor.  Şantiyede önemli misafirlerin olduğu zamanlar yemekten sonra araziye mi çıkılacak, müftülüğün atadığı kadrolu imamı hemen yanına çağırıyor Rauf Bey. Henüz vakti gelmediği halde ezanı okutmaya ya da toplantıya geç kalmamak için imama namazı çabuk kıldırıp hutbeyi kısa kesmeye zorluyor. Bazen yemeğim uzaması durumunda bir on dakika geç oku ezanı diyebiliyor. Ah dostum, zaman zaman düşüneceksin bu işleri. Çok günahı olanların ibadetleri de fazla bu memlekette. Keşkeleri sevmiyorsun ama keşke diyeceksin işte, keşke Allah bu kadar affedici olmasaydı. Bir türlü konumuza gelemedik dostum, çenem düştü yine ama bu anlattıklarım sana ilginç gelecek şeyler, biliyorum.

Neyse, Mehmet kontrol mühendisinin evine saka gibi 10 kg lık su bidonlarını taşır, onun market ihtiyacını eşinin pedine varıncaya kadar görür. O akşamki toplantıda yanında çalışan bir mühendisin her Allah'ın günü kontrol mühendisinin evine su taşımasını gurur kırıcı bulduğunu ifade edeceksin. Mehmet bunu kendine sorun etmediğini söylerken Rauf Bey hayır efendim taşıması gerekir diyecek. Tartışma taşırsın, taşımazsın konusunda iyice alevlenecek. Son olarak büyük patron senin yanında yer alınca Rauf Bey, sinirlenip masaya vuracak ve ne haliniz varsa görün diye söylenerek terk edecek toplantıyı.

Rauf Beyle aranızda ikinci olay enjeksiyon  ve tünel işleri için şantiyede iş başı yaptırdıkları tecrübeli bir kısım şefinin diğer mühendislerle tanıştırma toplantısından sonra yaşanacak. Rauf Bey öyle bir pohpohlayacak ki adamı, diğer mühendislerin önünde öyle yetkiler verecek ki sanki sen buhar olup uçmuşsun. Bozulacaksın ama sesini çıkarmayacaksın. Birkaç gün sonra arazide senin karşı olduğun bir işi sana rağmen yapacak. Bir yerde haklı adam. Toplantı esnasında seninle aynı derecede yetkili ilân edilmiş Rauf Bey tarafından. Gel gelelim, her çöplüğün bir horozu olur. Derhal bir ekskavatör gönderip tünelin ağzına yakın bir bölgede döktürdüğü püskürtme betonunu söktüreceksin. Aranızdaki gerginlik günden güne tırmanacak. Bakacaksın ki bu iş çığırından çıkıyor, Rauf Bey'e resti çekeceksin. Tercihini yap, aha kalemi bırakıyorum, ya ben, ya o.

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***