Hazır gitmişken bu memleketin en meşhur şehirlerini gezmekti niyetim. Bu kategoride o kadar çok sayıda görülecek şehir vardı ki... Aylar önce gezi programını yapıp biletlerimizin parasını ödedikten sonra "Ah, ben ne yaptım?" diyerek kara kara düşünmeye başlamıştım bir ara. Kolay değil, on gün boyunca hemen her gün ayrı bir şehir, şehirler arası yolculuklar, ayrı ayrı konaklama yerleri. Peki onca yeri gezmeye ne zaman vakit ayıracağız? Eşimin rahatsızlığını nüksettirecek yürüyüşler, koşturmacalar... İtalya turumuza başlarken içimi kaplayan bütün tereddütler Venedik'i gezdikten sonra yavaş yavaş kayboluyor. Hele Bologna'dan sonraki günlerin günlük güneşlik havası keyfimizi iyice yerine getiriyor.
Roma'da iki gün geçirdiğimiz halde görmediğimiz yerler var daha. Ancak diğer şehirler için ayırdığımız birer günlük süre gayet yeterli görünüyor. Sabah erken saatlerde başladığımız en fazla iki saat süren tren yolculukları bile gezimize renk katıyor. Sabah Mestre Tren İstasyonundan 07.50 treni ile Milano'ya doğru çıkıyoruz yola. İki saatlik yolculuk boyunca notlarımıza göz atıp gezeceğimiz yerleri hatırladıktan sonra kitaplarımızı okumaya başlıyoruz. Zaman zaman uyku ağır basıyor gözlerimizi kapatıyoruz. İtalyanların moda merkezi olan bu şehir bizde merak uyandırıyor. Ülkemizdeki doğu-batı ayrımı bu topraklarda güney-kuzey olarak karşılık buluyor. Kuzey, güneye göre hem ekonomik hem de kültürel açıdan daha gelişmiş.
Yeni otelimiz Milano Merkez Tren İstasyonuna on beş dakikalık yürüme mesafesinde. En azından elimizdeki fazlalıkları bırakmak için "Here We Go" nun kılavuzluğunda otelimize kolayca ulaşıyoruz. Danışmadaki görevli beyefendi nazik bir şekilde valizlerimizi alıp turistik şehir haritasını uzatıyor. Check-in saati 14.30 olduğu için odalarımız henüz hazır değil. Vakit kaybetmeden şehir turuna başlıyoruz.
Milano'da mutlak surette görülmesi gerektiği söylenen dünyanın en büyük dördüncü katedrali Duoma di Milano'ya doğru ilerlerken fötr şapkalı bir beyefendi saksafonu ile yeri göğü inletiyor. Hayır, rahatsızlık vermiyor, tam tersine, o kadar güzel çalıyor ki kulaklarımızın pasını siliniyor. Eşim giyim mağazalarına dalmışken kapının önünde sanatını icra eden sokak sanatçısının konserini dinliyorum. Zara'dan beğendiği sarı bir palto çok hoşuna gidiyor eşimin, alıp almamakta kararsız. "Neyse, dönüşte bakarız." dedikten sonra çocuklara hediyelik bir şeyler alıp çıkıyoruz.
Tarihi binaların arasından ortasında fıskiyeli büyük bir süs havuzunun bulunduğu meydana çıkıyoruz. Sokak içlerinde biraz ilerledikten sonra Milano Katedrali olanca haşmetiyle kendini gösteriyor. Yapımına 1386 yılında başlanan ve yaklaşık 500 yılda tamamlanan bu eser Vatikan'ı saymazsak İtalya'nın en büyük dini yapısı. Meydanın diğer bir bölümünde İtalya'nın kurucusu sayılan Vittoria Emanuele II'nin at üstünde bir heykeli yer alıyor. Bu meydan yem bekleyen güvercinlerin mekanı aynı zamanda. Katedral hem devasa yapısı hem de büyük sabır ve emek isteyen heykel ve süslemeleriyle göz dolduruyor.
Bundan sonraki ilk hedefimiz Vittoria Emanuele II çarşısı. Çarşıyı görmek için sabırsızlanıyoruz. Avrupa'nın ve yurdumuzun jet sosyetesi yılda en az bir kez alışveriş için buraya gelirlermiş. Böyle bir yerden alışveriş yapmayı aklımızın ucundan geçirmesek bile yine de havasını solumak istiyoruz. Navigasyon bizi çarşının önüne kadar getiriyor ama birine sormadan aradığımız yerden emin olamıyoruz. Dört kollu bir haç şeklinde tasarlanan çarşıya girer girmez hava birden değişiyor.
Çelik konstrüksiyon çatı camla örtüldüğünden dolayı içi oldukça aydınlık görünen bu alışveriş merkezinde uluslar arası üne sahip giyim, saat, mücevher markalarının yanı sıra kaliteli kafe ve restoranlar da bulunuyor. Karnımız iyiden iyiye acıkmaya başladığı bir anda köşe dükkanlardan birinden gelato alıyoruz. Bu dondurma yediklerimizin en lezzetlisi. Vitrinlerdeki eşyaların etiket fiyatları dudak uçuklatan cinsten. Tamam, hepsi de kalitelidir, buna itirazım yok ama buradan alışveriş yapmanın, bunca para dökmenin daha önemli bir sebebi var. İnsanları seyrediyorum. Markaların üzerinde yazılı olduğu çantaları büyük bir gurur içinde öylesine havalı bir şekilde taşıyorlar ki, verdikleri onca para umurlarında bile değil. Dünyanın en tanınmış markalarına ait ürünlerin satıldığı bu dükkanlar birbiri ardınca uzanıyor haç şeklindeki salonda. Az ileride gözüme güzel bir restoran kestiriyorum. Fiyat listesi kapının önündeki seyyar sehpanın üzerine iliştirilmiş. Eğer burada da fiyatlar vitrindeki fiyatlar gibiyse bir an önce çıkıp karnımızı doyuracak başka bir yer aramak durumundayız.
Fiyatların diğer iyi restoranlardan pek farklı olmadığını anlayınca kararımı veriyorum. Yürümekten yorgun düşmüş eşim bir an evvel oturacak bir yer bulmanın verdiği mutlulukla bana itiraz etmiyor. İtalya'da üç şey yenir. Pizza, pasta dedikleri makarna ya da risotto. Bu sefer tercihim "spaghetti di mare" den yana. Mantarlısını, Bolognese soslusunu memlekette de yiyebilirsiniz ama "di mare" ise tercihiniz, bu ülkeyi tek geçerim. Son derece iyi bir servisin kendini gösterdiği restoranda yemeklerimizi iştahla yedikten sonra ayrılıyoruz.
Dönüş yolumuza başladıktan hemen sonra büyük bir kilisenin önündeki kalabalığı turist sanıp biz de içeri dalıyoruz. Ön tarafta takım elbise giymiş bir beyefendi konuşuyor. Onu dinleyen şık giyimli hanımefendi ve beyefendilerden bazıları ahşap sıralara oturmuş, diğerleri her iki yanda ayakta dikiliyorlar. Oturulabilecek boş bir yer gözükmüyor. Bizim de bir yer bulup dinlenmemiz şart. Ön sıralarda, asaleti ve havası yüzünden okunan bir hanımefendinin yanındaki boşluğa ilişiyoruz. Hanımefendi başını hafifçe bize döndürüp yüzünü yukarı kaldırıyor. Bu hareketin "Bunlar da nereden çıktı?" anlamına geldiğini tahmin etmek hiç de zor değil. Eşimin oturmaya onlardan daha fazla ihtiyacı olduğundan eminim.
Konuşmacı sözlerini uzattıkça uzatıyor. Eşimin kulağına fısıldıyorum. "Konuşan Milano Belediye Başkanı'na benziyor." Zaman ilerledikçe kilisenin içi iyice doluyor. Artık oturduğumuz yerden kalkmak dikkat çekecek. Konuşma ara ara kesilip dinleyiciler tarafından alkışlanıyor. Ayıp olmasın diye anlamadığımız halde biz de kalabalıkla birlikte alkış tutuyoruz. "Neyin töreni bu?" diye düşünürken, konuşmacı mikrofonu rahibe bırakıyor. Rahibin dua okumaya başladığını tahmin ediyorum. Çünkü onun konuşmasını bölüp alkışlamıyorlar. Aralarda sadece "Amen" sesleri uğultu halinde salonu dolduruyor. Biz de "Amen" diyoruz kalabalıkla birlikte. Konuşma uzayınca cesaretimizi toplayıp kalkıyoruz yerimizden. Kalabalığı yara yara dışarı atıyoruz kendimizi. Yağmur atıştırmaya başlamış. Biz kiliseden çıktıktan hemen sonra tören bitmiş zaten. Kapının önünde son model otomobile itinayla bir tabut taşıyorlar. Tabutun üzerine kocaman, gösterişli bir çiçek buketi koyuyorlar. Bizde jeton ancak düşüyor. Demem o ki, Milano'nun aristokrat ailelerinden birinin cenaze merasimine katılmışız farkında olmadan. O alkışlarımız rahmetlinin yaptığı hayırlı işlere bir teşekkür mahiyetinde olmalı. Biraz yürüdükten sonra yolumuz üstünde gördüğümüz amuda kalkmış boğa heykelini oldukça ilginç buluyoruz. Otelimize vardıktan sonra adet olduğu üzere eşimden müsaade istiyorum. Ona kahvaltılık bir şeyler alacağımı söylüyorum ama niyetim başka. Böyle fırsat kaçar mı? Sevgililer Günü kapıda. Dönüş yolumuz mağaza önünden geçmediği için sabahleyin eşimin görüp beğendiği sarı palto unutulup gidiyor. Hemen fırlayıp mağaza kapanmadan o sarı paltoyu almam lazım. Düşündüğümü yapıyorum. Bu sürpriz çok hoşuna gidiyor. Bavulda kırışacağından endişe edip yurda dönene kadar Suat Dervişin ipek sabahlığına yaptığı gibi paltosunu elinden bırakmıyor.
Milano beklediğimden daha güzeldi, otelimiz de gayet temiz. E, daha başka ne istenir ki. Yarın sabahki rotamız Cenova.
Kilisede cenaze töreni, ardından sevgililer günü için eşinize sürpriz yapmanız anlatınızzı tam bir öykü yapmış. İlgiyle ve yüzümle gülümsemeyle okudum, teşekkürler :)
YanıtlaSilNe olduğunu anlamadan girdiğimiz kilisenin içinde yapılan konuşmalar ve alkış sesleri, etrafımızda dolaşan şık kıyafetli insanlar sanki birilerine yardımları ya da başarıları için bir ödül verilecekmiş havasını veriyordu. Neyse biz de ilk kez kilisede yapılan bir cenaze törenine tanıklık etmiş olduk. Ağlayan, bağrışan olmadığı gibi kenarları dantelli beyaz mendilleriyle göz yaşlarını silen zarif hanımefendiler yoktu. Ölümü hayatın bir parçası kabul etme olgunluğuna erişmiş insanlar rahmetliye son görevlerini asil bir biçimde yerine getiriyorlardı. Öyle ki, kaliteli ağaçtan mamul pırıl pırıl cilalanmış tabutu gördüğüm zaman içine giresim geldi:))
SilBloğunuza tekrar dönüşünüz iyi olmuş. Hoş geldiniz. İlk yayınınızı da görmüştüm, yorum yazma fırsatı olmamıştı. Bu arada ilk kez bir başka sosyal medya hesabım da İnstagramda oldu. Yoğun
YanıtlaSilgeldi. Bu uzun, güzel gezi izlenimlerinizi henüz bitiremedim,sonra uğrayacağım. Eşinize selam lütfen.
Evet, uzun sayılabilecek bir ara verdim. Eşimle birlikte diş sorunlarımız için haftanın yarısı İzmir'e gidip gelmelerimiz, derken kızımın tayini, yurt dışı seyahat planlarımız ve en önemlisi de Taş Ev'den sonra hayatımıza nasıl bir biçim vereceğimiz hususunda tefekküre dalmamız okuma, yazma işlerine mecburen ara verdirdi. Teşekkür ederim, eşimdin de size selamı var.
SilGerçekten çok ince planlanmış bir gezi olmuş. Planlama kısmını terapi gibi görürüm ben de, çok severim araştırıp planlamayı.
YanıtlaSilPaltoyu güle güle giysin eşiniz.
Boğa bana kafa üstü çakılmış, etrafa kanlar yayılıyor hissin verdi , niye yapmışlar o heykeli acaba :)
İşin planlama safhası çok mühim ve zman alıcı. Lakin iyi yapılırsa sonrasında rahat oluyor:) Gezilecek görülecek yerler hakkında internetten bilgi toplayıp kısa notlar alırken bir ara artık oralara kadar gitmeye gerek kalmadığını bile düşündüğüm zamanlar oldu. Fakat gözlerinle görmek, o havayı solumak bambaşka.
SilKafa üstü çakılmış boğan heykelinin altındaki tabla akan kanı andırıyor gerçekten ama değil. Sanırım akrobat bir boğa bu:) Birçok yerde hayvan heykelleri görüyoruz ama boğayı bu durumda gösteren bir heykel çok daha fazla ilgi topluyor. Yaratıcılık denilen şey bu olmalı.