KATEGORİLER

13 Şubat 2016 Cumartesi

13/02/2016 Cumartesi, Tire

Hava durumu yine aynı, sabah çiseleyen yağmur, daha sonra güneşin yükselmesi. Yine çalışma yok. Bu sefer Kadir'i aradım. Yerler çamurlu olduğu için çalışamamışlar yine. Olsun varsın, yapacak bir şey yok.

Adolf Hitler'in "Kavgam" isimli kitabını okumaya başladım. Bu kitabı bütün iş adamları okumuş zamanında. O yüzden merak ediyordum. Tire'nin dev! AVM si girişinde kurulan reyondan aldığımız kitaplardan biriydi. Ben Atatürk'ün "Nutuk" benzeri bir kitap beklerken ilk şoku yaşadım. Çünkü okuduğum kitap Hitler'in doğumundan sonraki gençlik yıllarını anlatıyor. Babasının onun memur olması için verdiği mücadele ile onun memur olmamak için gösterdiği direnci okumakla başladık bakalım. Burjuvaziyi eleştirirken onun doğurduğu sosyal demokrasi ve sendikacılığı da yerden yere vuruyor.

"Bazı kimseler vardır ki, bunlar hiç durmadan kitap okurlar. Okuduklarından bir netice çıkarmaksızın devamlı okuyup dururlar. Bu kimselerde bir yığın bilgi vardır. Fakat beyinleri bu bilgileri bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Bir kitabın bütün içeriğini adeta ezberlerler. Kabiliyetleri okudukları kitabın içinden ayrıntıyı atıp esası  zihinlerinde tutmaya ve bu bilgi özünü ilerde kullanmaya yetmez."  İnanılması zor ama yukarıdaki sözler tüm zamanların en acımasız diktatörü  Adolf Hitler'e ait. Bakıyorum, bazıları ayda on beş kitap okuyor demiştim geçen gün. Gıpta etmiştim onlara. Oysa çok kitap okumanın bir marifet olmadığını, önemli olanın okuduklarımızdan bir netice çıkarmak olduğunu söylüyor Hitler. Bu görüşe  ben de katılıyorum. Onca kitap okumak nedir ki, bir şeyler öğrenemiyor ve değiştiremiyorsak eğer!

Kadir'e telefon ettim. Tavuklar yumurtlamaya başlamış. Benim için de ayır dedim. Tamam, abi dedi. Çalışma yok bugün de. Akşam Şehir Kulübünde Galatasaray maçını seyrettik Ali ve kardeşi ile birlikte. Galatasaray 2-0 mağlupken kalktık sofradan. Keyif aldım. Kızım aramış. Gürültüden olsa gerek duyamadım. Ben aradım onu daha sonra. Dört arkadaş Narlıdere'de eğleniyorlarmış ismini anlamadığım bir yerde. Gençlik işte...

12/02/2016 Cuma, Tire

Yine yaylada çalışma yok. Oysa, havanın fazla soğuk olmadığı bir gündü. Sadece sabah saatlerinde biraz yağmur vardı. Çamurda çalışma olmazmış diye, kablo kanalı kazacak ekip de gelmedi bugün. Bizim de kış uykusuna yatmamız mı gerekiyor yoksa? Yazın işi çok olur buraların desem, bir şey değil, beni kırk yıllık çiftçi zannedecekler. Ama o kadar da haksızlık etmeyim kendime, geçen yaz hakikaten çok çalışmıştım. Şimdiden yazı mı bekliyorum sanki? Yok kalsın böylesi de iyi. Kendime ayıracak zamanım çok oluyor bu sayede. Bol bol okuyor ve yazıyorum.

Sırf işi öğreneyim diye, ırgatlık yapmıştım bütün yaz. Beş kiloluk alışveriş torbasını taşımaktan aciz olan ben, elli kilo ağırlığındaki kestane çuvallarını vurduğumda sırtına, gıkım bile çıkmamıştı. Aşağı yayla, yukarı yayla arasında mekik dokumuş, ceviz toplamaktan iki büklüm olmuştum. Artık hiç kimse aldatamazdı beni. Kimseye de minnet etmem gayrı.

Mezun olduktan sonra ilk mesleki tecrübelerimi Kütahya Tunçbilek şantiyesinde kazanmıştım. Geniş bir alana yayılmış şantiyede sosyal site inşaatı yapıyorduk. Hiç unutmam, Ramazan ayına girmiştik ve ilk gün işçilerin tamamı oruçluydu. Sıcak hava ve güneşin altında sızlanmaya başlamıştı işçiler. Henüz yirmi beşinde genç bir mühendistim ekibin başında. Koca koca adamlar, "Abi, oruç bizi kötü yaptı." diyerek işi savsaklamaya başlamışlardı.  Hiç kafamda yokken, sırf onların yaşadıklarını yaşamak adına, ne yaptım biliyor musunuz? Bundan böyle, beni de uyandırın sahura, dedim kalfaya. Sahur vakti, şantiye yemekhanesinde tıka basa karnımızı doyurduktan sonra, bekledim ki işçiler yine dert yansın bana.  Sabahları sahur, akşamları iftar sofralarında beni görünce sızlanmalar kesilmişti artık. Bir şey demeye kalksalar onlara bir çift lafım olacaktı. "Ne söyleniyorsunuz daha, bakın ben de sizler gibi oruçluyum" diyecektim. Gün boyu tuttuğum oruç nedeniyle hiç sıkıntı çekmemiştim. Ne acıktığımı, ne de susadığımı hatırlıyorum. Zamana karşı yarış vardır şantiyelerde. Akşamın nasıl olduğunu anlayamazsınız. Mesai bittiğinde yine zengin bir iftar sofrasına kuruluyorduk. İşte böyle, eğer bunu yapmasaydım, haksızlık yaptığımı düşünecektim, beni aldatanlara.



Yayla işlerinden hiç anlamayan ben, geçen yaz tebdili kıyafet bütün işlere giriştim bu nedenle. Sadece yüksek ağaçlara tırmanıp ceviz, kestane silkmeyi kesmedi gözüm. Bu yaza taş evimiz tamamlanacak. Domates, biber, patlıcan ekip tavuk besleyeceğiz artık. Güzel bir köpeğimiz ve onun pembe panjurlu bir kulübesi de olacak. 


Öğlene doğru yine fizik tedaviye götürdüm eşimi. Ayrıca çektiği bel ağrısı için çektirme yapılmaya başlandı. İki parçalı bir sedyeye yatırılıp alt ve üst tarafı kuşaklarla bağlandıktan sonra cihaz ağır ağır parçaları birbirinden uzaklaştırdı. Yaklaşık bir çeyrek saat süren bu operasyon sırasında tıkır tıkır sesler çıkıyordu. Umarım faydasını görür bunların.

Yakup Usta ve Gani ustayı aradım. Onlarla yapılacakları bundan sonra yaylada yapılacakları konuştuk. Akşama doğru eski dostum Ali telefon ederek yarın şehir kulübünde Galatasaray maçını için yer ayırttığını bildirdi. Futbolla pek alakam olmasa da Galatasaray takımını tutmuş olmam, olayı biraz çekici hale getirecek. Maç seyretmek bahane aslında, önemli olan bir araya gelip sohbet etmek, tam otuz beş yıl sonra bulduğum arkadaşımla.
  

12 Şubat 2016 Cuma

Mahrem - Elif Şafak


Kitabın Adı: MAHREM
Yazar: Elif ŞAFAK (1971, Salzburg)

Sayfa Sayısı: 287
Yayınevi: Metis Yayınları, Doğan Kitap
Basım Yılı: I. Baskı. Ağustos 2000, İstanbul
Türü: Postmodern Roman

Kitap Hakkında: Öncelikle romanın türü ilgimi çekiyor. Geçmiş tarihin olaylarını konu alması sebebiyle, kitabın türünü "tarihi roman" olarak tanımlayanlar olsa da, ben bu görüşte değilim. Roman gerçeği anlatmaktan ziyade anlam çoğulluğunu hedeflemiştir. Seçtiği karakterlerde uç noktaları tercih eden yazar, kelime oyunlarıyla okuyucunun hayal dünyasına hitap ediyor. Bu özellikleri ile romanın türü "Postmodern Roman" sınıfına girmektedir. 2000 yılında Türkiye Yazarlar Birliğinin "En İyi Roman" ödülünü kazanan kitap, Elif Şafak'ın üçüncü romanıdır. İlk olarak Metis Yayınlarınca çıkarılan roman, Şubat 2010'da Doğan Kitap tarafından yeniden yayınlanmıştır.   

Mahrem, yazarın güçlü anlatımı ile bir masal kıvamında kaleme alınmıştır. Adeta zaman tüneli içinde gidip gelerek, üç yüz yıldan daha uzun bir zaman diliminde İstanbul'un Cihangir semtinden Fransa'ya, Pera'dan Sibirya çöllerine savuruyor okuyucuyu. Romanın kahramanları Pera'da saydam yüzlü Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi, Cihangir'de cüce Be-Ce iken, başkahraman, olayları birinci ağızdan aktaran Be-Ce'nin sevgilisi insan azmanı aşırı kilolu genç bir bayandır. Kitapta her şey aşırılık üzerine kurgulanmış. Yazar, her yaşamın bir mahrem tarafı, her canlının da kendine özgü bir bakış açısı olduğundan hareketle sıra dışı bakışlarla mahremiyet perdesini aralıyor. Romandan bahsederken Be-Ce'nin Cihangir'deki Hayalifener Apartmanında  kaleme aldığı "Nazar" sözlüğünü anmadan geçemeyiz. Sevgilisinin ona ilham kaynağı olduğu ilginç sözlüğünde Be-Ce, kelimelere kah tarihten örnekler veriyor kah   onlara farklı anlamlar yükleyip felsefi boyut kazandırıyor.

Bazen düşündüren, bazen eğlendiren romanın sayfalarını çevirirken karşınıza ne çıkacağını kestiremiyorsunuz. Be-Ce'nin sevgilisi şişman kız, kendisinin önlenemez yemek yeme serüvenini ve kilolarından duyduğu rahatsızlığı hiçbir komplekse girmeden o kadar güzel anlatmış ki.

Evet, özünde bir masal okuyorsunuz. Yazarın hayal gücünü bu kadar marifetli bir anlatımla ortaya koyması okuyucuyu şaşırtıyor ve kitabı okunası kılıyor.

      

SİYAH BEYAZ GRİ


İyi gözlem yaptığına inandığım bir dostum, "Sende hiç gri yok, ya siyahsın ya beyaz" deyip eleştirirdi beni. O ana kadar hiç düşünmemiştim böyle bir mizaca sahip olduğumu. Şöyle bir tartınca kendimi, arkadaşıma tamamen hak verdim. Evet, bende gri yok, hiç bir zaman o da olur, bu da olur diyenlerden olmadım. Hala aynı fikirdeyim.

Arkadaşım ise benim tam aksim. Tamamen gri bir insan. Siyahla beyazı  kişiliğinde öyle bir harmanlamış ki, seçme kimyager gelse ayrıştıramaz.

Fikir tartışmalarında su yüzüne çıkıyor bu özelliğim daha ziyade. Bunu bilen arkadaşım, bana orta bir yol bulmaya çalışırken, ben "Doğru mutlaktır, bir şey hem doğru, hem de yanlış olamaz" fikrinde ısrar ediyordum. Farklı kabullerimiz beni inatçı ve kavgacı, onu ise mutedil ve uyumlu kişilik özelliklerine büründürüyordu.

Mesleğimin ilk yıllarında haksız yere "İdare-i maslahatçı olma" eleştirisini almıştım patronumdan. İdare-i Maslahat; bir işi gerektiği gibi değil de, günün şartlarına göre yapılması demekmiş. Eline aldığın işin, uydur kaydır, gelişi güzel yapılması hali yani. Öyle biri ne oldum ne de olmak istedim. Aldığım eleştiri öyle işlemiş ki içime, aradan otuz yıl geçmesine rağmen hala unutamıyorum bunu .

Gri olmak, idare-i maslahatçı olmaktır. Ne şiş yansın ne de kebap rahatlığıdır. Eğer savunduklarınız sağlam bir temele dayanıyor, kendinize güveniyorsanız o zaman benim fikrim budur diyeceksiniz, göğsünüzü gere gere. Sizinle aynı yönde düşünmeyen biriyle karşı karşıya gelirseniz, hele o da sizin gibi grisi olmayan biri ise eğer, o zaman çatışma kaçınılmaz olacaktır ama bundan da korkmayacaksınız. Çatışma, sadece fikir düzeyinde kalırsa, o zaman tadına doyamayacaksınız tartışmanın. Taraflar arasında bir güven sorunu yoksa, bu tartışmalar uzlaşmayla sonuçlanacaktır. Birinin ya da birilerinin kazanması, diğeri ya da diğerlerinin kaybetmesi yani. Siyah, beyaz birbirinden kesin olarak ayrılmıştır artık. Grilik ise, berabere kalma durumudur bir bakıma.

Tartışma sonunda uzlaşma sağlanamıyorsa, o zaman bir güven bunalımı, ya da birbirini yanlış anlama söz konusudur. Belli eğitim ve kültür seviyesine erişmiş insanlar, böyle durumlarda işi fazla uzatmayıp "Tamam arkadaşım, düşüncelerine saygı duyuyorum, ama ne yazık ki bu konuda  senin gibi düşünmüyorum." der ve hem kendine hem de muhatabına ya da muhataplarına konuyu bir kez daha enine boyuna değerlendirebilecek ek süre vermiş olurlar.

Cinayet, uzlaşamama durumunun en uçtaki marazi bir sonucudur.



 

11 Şubat 2016 Perşembe

11/02/2016 Perşembe, Tire

Bütün gece yağmur yağdı. Dün gece geç yattığım için sabah geç kalktım. Oldum olası geceleri daha çok seviyorum. Bugün de yağmurlu olmasını bekliyordum. Gün boyunca kah atıştırdı, kah durdu. Yakup Ustaya telefon ettim. Dün çalışmışlar ama bugün hava muhalefetinden dolayı çalışamıyorlar. Gani Ustanın adamları  kablo kanalını aşağıdan yukarı doğru kazmaya başlamışlar. 

Kahvaltımızı yaptıktan sonra eşim, günü için yaptığı hazırlıkları bir an önce arabaya taşımamızı istiyordu.  Hazır yağmur durmuşken özenle yerleştiriyoruz pastaları, tatlıları. Trileçe çok nefis görünüyor. Nasıl yaptıysa, üzerindeki karamelin üzerinde adeta ebru sanatı uygulamış. Öğlene doğru tatlılarla birlikte eşim ve birkaç arkadaşını Toptepe Aile Gazinosuna bıraktım. Oradan yaylaya bir göz atayım dedim. Artık her yağmurda sonra mutfak servis kapısı su alıyor. Mutfak yine su içinde kalmış. Ana giriş kapısı ve yanındaki mutfak servis kapılarını yağmur sularından korumak için bir sundurma yapmak zorundayız. Bu işlere başlayabilmek için elektriğin bağlanmasını ve havaların biraz ısınmasını bekliyoruz.

Dönüşte zeytinliğin önünde yine aynı pikabı gördüm. Yanından geçerken ani bir kararla pikabın yanında park edip bahçeye girdim. Zeytin silkmek için daha önce getirdiğim sırığı, bir zeytin ağacına geliş güzel dayanmış olarak buldum. Geçen sefer ne kadar aramıştım oysa. Ama yine de bulamamıştım. Birileri zeytinleri toplamakla da kalmayıp, ağaçları da silkelemiş olmalı. Her gün zeytinliğe uğramadığımı bilen biri. Bu sene yok yılı olmasına rağmen bazı ağaçlar bunun farkında değil sanırım. Sadece birkaç ağacın altına zeytin taneleri dökülmüş. Bunları toplamak için işçi tutsan yevmiyesini kurtarmaz. Yerde bırakmaya da  gönlüm elvermiyor. Bugün ara sıra çileyen yağmurdan ziyade zeytin toplamak için bir istek yoktu içimde. Pikabın sahibini de göremedim. Muhtemelen komşu zeytinliklerden birine ait olmalı. 

Eve dönüp kitap bol bol okudum. Okuduğum kitabı akşam bitirip, yorumumu en geç yarın yapmayı düşündüm. Bazıları ayda on beş kitap falan okuyorlar. Onları kıskanıyorum.   








Dün kızımla birlikte İnciraltı sahilinden topladığımız deniz kabuklarından bahsetmiştim. Bugün resimlerini çektim onların. Kabukların diğer kanatları kızımda.

10/02/2016 Çarşamba, İzmir

Sabah erkenden yollara düştüm. Eşim, fizik tedavi seanslarına devam ettiği için yine beni yalnız bıraktı. Tedavi amaçlı gidiyorum İzmir'e bu aralar... Kızımın nöbet ertesine denk gelirse eğer, bütün günümüzü birlikte geçirip mutlu oluyoruz.

İlk olarak doğruca hastaneye gittim. Çok fazla bekletmeden damar yolumu açıp koluma ilaç verebilmek için intraket taktılar. Geceden beri bir şey yiyip, içmedim. İlaçlı tomografiden sonra bol bol su içmem gerekiyormuş.
Tünele benzer bir cihazın içinde sırt üstü yatarken, metalik sesin "Nefesini tut", "Şimdi nefes alabilirsiniz" talimatlarına harfiyen uydum diyemeyeceğim. Nefesimi tuttuktan sonra yeniden nefes alamadım tabi. "Şimdi nefes alın" sesini duyduğumda tam tersine içimde tuttuğum nefesi dışarı verdim. Raporum haftaya hazır olacakmış.


Tomografiden sonra uzman doktor tahlil sonuçlarıma bakıp beni muayene etti. Enfeksiyon varmış vücudumda, şimdilik iki kutu antibiyotik kullanmamı istedi. Rapor çıkana kadar bir değerlendirme yapamayacağını söyledi.


Hastaneden çıktık. Bornova'da çok methettiği bir Kafe'ye götürdü beni. Menü güzel ve fiyatlar gayet uygun. Kızımla derin bir sohbete daldık. Ben anlattım o dinledi. O anlattı ben dinledim.

Kahvaltıdan sonra ayrıldık. O eve, ben diş hekimine. Hatay'daki Ağız ve Diş Sağlığı Polikliniğine vardığımda saat ikiyi bulmuştu. Geçen hafta alt çeneme konulan implantlardan sonra dikişleri aldırmam gerekiyordu.  Bekletmeden dişçi koltuğuna aldı doktor. En ufak bir rahatsızlık hissetmeden bütün dikişler alındı ağzımdan. Ayın yirmi altısında hazır göz doktoruna gelmişken, sabahtan diş taşlarının temizlenmesi ve kontrol amaçlı geleceğim buraya yine. 

Doktor faslını tamamladıktan sonra, şarküteri sahibi, çocukluk arkadaşım Mustafa'ya telefon edip onun Fahrettin Altay Meydanındaki dükkanına takıldım. Sabahın güneşli havası yerini kara bulutlara bırakmaya başlamıştı. Kızımın evinde biraz dinlendikten sonra kafamızdaki programı hayata geçirmek üzere kolları sıvamıştık bile. E, ne olacak deli babanın deli kızı. İnciraltı'na doğru yola çıktığımızda yağmur çiselemeye başlamıştı. Sadece çiselese razıydık ama gökyüzündeki bulutlar, kuvvetli bir sağanağı işaret ediyordu.



Kent Park Ormanında aracımızı park edip bisikletlerimize bindik. Yağmur altında bisiklet kullanmak delilik mi? Bizden başka sadece iki kişi gördük bisiklete binen. Onlar da yağmur başlamadan yola çıkmış olmalılar. Var güçleriyle pedala asılıp bir an önce gidecekleri yere varmak telaşındaydılar. Biz aheste çevirirken pedalları, işin keyfini çıkarıyorduk. Bir ara durduk, deniz kenarından istiridye kabukları topladık. Deniz kabuklarının bir yarısını o aldı diğer yarısını ben.





Havanın kararması denizin rengini iyice griye bürümüş, kuvvetini arttıran rüzgar, hızımızı kesmeye başlamıştı. Gideceğimiz yolun sonuna doğru pamuk saçlı balıkçı ablamız göründü. Bisikletlerimizi yolun kenarına park ettikten sonra teknelerden birine kurulduk ve balıklarımızın pişmesini bekledik. Yine enfesti. Ablamız yirmi dört yıldır yapıyormuş bu işi. Fırtına öncesi denizin üzerinde ufak bir tekne, teknenin içinde kızım ve ben, balıklarımızı yedik afiyetle, denizin ve yağmurun kokusunu ciğerlerimize çekerek.

Şans eseri korktuğum yağmur boşalmadı. Hep çisil çisil yağdı. Montlarımız iyice ıslandı ama çok eğlendik.

10 Şubat 2016 Çarşamba

09/02/2016 Salı, Tire

Sabah fizik tedavi için hastaneye rutin ziyaretimizi yaptıktan sonra pazara gittik. Bugün burada büyük pazar kuruluyor. Güzel radika ve turp otu bulduk. Aldığımız şeyleri eve bırakıp yaylaya çıktım. Dün olduğu gibi bugün de hava güzel.  

Eşim cihaza bağlı vaziyette yatarken, yazdığım son öyküyü okudum ona. Yazdım dersem yanlış olur. Neden derseniz, öykünün aslı, Amerikalı blogger Bob Nevens'e ait. Tam anlamıyla çeviri de sayılmaz aslında. Olayların akışında, öykü kahramanlarında önemli sayılabilecek bazı değişik, ekleme ve çıkarmalar yaptım. Bildiğim kadarıyla bu tarz eserleri ortaya koyan bir yazar henüz yok. Yazar ve çevirmen kişilikleri arasında sıkışan bu acemi çaylak yazarlara "hibrit yazar"  desek nasıl olur? İçerikte bir değişiklik yapılması öykü yazarlarının hiç hoşuna gitmez. Bu konuda karşılaşılması muhtemel en büyük problem, telif hakları olurdu muhtemelen. Diğer taraftan yazar ve hibrit yazarın ikisi de amatör olunca problem kalmıyor ortada tabi. Aslında amatör yazarların öyküleri, bir kısım değişikliklere muhtaç olabilir. Çünkü amatörce yazılmış bu öyküler iyileştirmelere, geliştirilmeye açık olmalıdır. Profesyonel yazarların eserlerinde değişiklik yapmak olanaksızdır. Amatör bir hibrit yazar, eğer kendine güveniyorsa, Elif Şafak'ın romanında küçük bir değişiklik yapsın bakalım?    

Eşimin huyları bana hiç benzemiyor. Her şeyden önce çabuk sıkılıyor. Hele okuttuğum yazı biraz uzunsa, onun görüşlerini almak daha da zorlaşıyor benim için. Onu tavlayabilmek için, şaka yollu "Bari emeğinin karşılığını vereyim." diyorum. Yok, onu da kabul etmiyor. Kendisi bu aralar tam üç kitap birden okuyor. Birinden sıkılınca bırakıp öbürüne geçiyor. Beni alıp tersine çevirin, işte o benim karım. Bu kadar benzemiyoruz birbirimize. Ama bir de okutabilirsem yazdıklarımı ona, keyfime diyecek yok. Gün geçtikçe daha güzel buluyor yazılarımı. Dün okuduğum öykü ona uzun geldi, sıkıldı yine, hastane yatağı demedi, yattığı yerde uyudu. Uyanınca, "Bir daha oku bakayım dedi." Bir daha okumaya başladım ama bu sefer de seans bitti. "Nasıl buldun bakalım?" diye sordum. Beğenmediğini hissettiren bir ifadeyle "İyi" dedi. "Neresini beğenmedin?" diye sordum. "Konusunu" dedi.

Başlangıçta niyetim, rastgele bulduğum amatör bir yazarın yazdığı öykünün çevirisini yapmaktı. Çeviriyi yaptım ama beğenmedim. Eşimin öyküyü dinlerken rahatsızlık duyduğunu söylediği bazı konularda ben de zorlanmıştım. Farklı kültürleri tanımak, onları tanıtmak iyi güzel de, bir kan uyuşmazlığı çıkıyor sonunda. Benzer şekilde, Amerikan filmlerinin Türkçe dublajlarında sık sık kulağımızı tırmalayan ifadelerle karşılaşıyorduk. "Hey dostum, bu akşam ne yapıyorsun bakalım?", "Sakin ol, adamım.", "Sorun istemiyorum, lanet olsun." gibi cümleler bize hep yabancı geldi ilk zamanlarda. İnsanoğlunun her şeye uyum sağlamadaki yeteneği, burada da kendini gösterdi. Artık bu repliklere de alıştık ama buna benzer konuşmaları bir yerli filmde rastlamak ihtimali de yoktu yani. Öykü içeriğindeki diyaloglar, yaşama biçimleri, alışkanlıkları dilimize çevirirken ortaya çıkan garip şey bas bas bağırıyor. Hayır bu ben değilim diye. Biraz da bu uyumsuzluğu kırmaya çalıştım ama tam olarak istediğimi yakalayamadım.

Öykünün orijinal adıyla başladı mücadelem. "Barselona ve Kalp Şeklinde Mühür" (Barcelona and Heart Shaped Seal). Yok artık. Böyle öykü adı mı olurmuş? Bazı yabancı filmlere verilen Türkçe adların orijinal adlarından farklı olduğunu biliyordum. Örneğin "All the King's Men" filminin Türkçe dublajında  (Kralın Tüm Adamları) filmin adına yakışmayınca, onun yerine "Saltanat Hırsı" adı uygun bulunmuş. Ben de öykünün Türkçe adını "SSS- Yirmi Dördüncü Randevu" olarak koydum.

Erkek kahramanım Murat oldu, ancak bir türlü onun ruhunu değiştiremedim.  Bunu hiçbir kimse de yapamazdı zaten. Yazdığı mektuplarda geçen ifadeleri ne kadar kültürümüze yaklaştırmaya çalışsam da, onlar çeviriyim diye haykırmaya devam ettiler. Hele öyküde geçenlerin bir benzerini ülkemizde değil yaşamak, aklından bile geçirmek, yurdum insanını ayağa kaldıracak düzeydeydi.

Yine de bu tür öykülerden rahatsız olmayan bir kesimin varlığı yadsınamaz.

Ortaya çıkan ne olursa olsun bu öykü denemesi benim için oldukça ilginç, bir o kadar da öğretici oldu.