06/05/2016 Cuma, Salzburg
Bugün şehri rahat bir şekilde gezebilecek kadar zamanımız olduğunu düşünüyorum. Hava o kadar güzel ki anlatamam. Güneş şehri pırıl pırıl aydınlatıyor. Bugün ideal bir hava sıcaklığı var, ne üşütüyor ne de terletiyor. Kahvaltıdan sonra biraz şehre karışalım deyip nehir kıyısından iç taraftaki sokaklara sapıyoruz. Türkler burayı da abluka altına almış. Tesettür giyiminden, altın ziynet eşyası satan kuyumcularına, döner kebapçılarından bildiğimiz kahvehanelere kadar ne ararsanız var. Yolda yürürken yanından Türkçe konuşan birine rastlamazsanız eğer sürpriz olur. Hemen hepsi kafaları kapalı işçi aileleri.
Çin malları bu memleketi bile sarmış. Hem sıradan hem de turistlere hediyelik eşya satan yerlerde Çin malı ürünlerle karşılaşabilirsiniz. Fakat satılan eşyaların çoğu Alman menşeli. Bunu gayet doğal karşılamak lazım zira kuzeyde iki ülke arasını Salzburg'un ortasından geçen Salzach Nehri ayırıyor. Dilleri de aynı olunca neredeyse birbirlerinin içine girmişler. Almanların katı kuralları burada aynen uygulanıyor. Çok kişi İngilizce bilmesine rağmen levhalar, afişler ve duyuruların hemen hepsi sadece Almanca yazılmış. İnsan yazılanı anlamayınca kendinde eksiklik hissediyor. Yine de dillere olan aşinalığım sayesinde durumu kurtarıyorum. Adamlar işte böyle sahip çıkıyorlar dillerine...
Salzburg beni bir konuda çok şaşırttı ve insanlarını bana bu yüzden sevdirdi. Şehir sakinlerinin yapısal olarak soğuk ve ketum Almanlara benzediğini düşünüyordum. Ancak sokak ortasında önüme açtığım haritayı incelerken bir değil, iki değil tam üç kere yaşlıca teyze ve amcalar yanımıza kadar gelip "Sormak istediğiniz bir şey varsa yardımcı olayım" demeleri beni tam anlamıyla şoka uğrattı. Bu yakın ilgilerinden dolayı şehre verdiğim puanlara bir yıldız daha eklendi.
Gelelim turumuza... Dünkü genel keşif gezimizden sonra bugün detaylara gireceğiz. Önce şehir içinde tek katlı bir AVM ye giriyoruz. burası. Burada bizdeki "bir milyoncular" gibi, çamaşır ipinden el fenerine kadar ne ararsan var. Ülke geneline göre daha hesaplı olsa da fiyatlar Türkiye rayiçlerine göre yüksek.
Mirabell bahçelerine doğru yürüyoruz. Niyetimiz önce nehrin sağ yakasını tamamlamak. Dün nehir kıyısını takip ederek otelimize dönerken arka cephesini gördüğümüz 1863-1867 tarihleri arasında yapılan Evangelist Kilisesinin bu kez önünden geçiyoruz. Sarayı dün görmüştük. Bu yüzden bahçeye girmeden parkın içinden ilerliyoruz. Burada bulunan ağaç ve çiçek türlerinden hiç görmediklerimiz var. Park çıkışında karşılaştığımız geniş alan Mozart Meydanı. Meydana bakan görkemli bina ise Hotel Bristol. Tam karşımızda iki kule ve bir kubbeden oluşan Holy Trinity Kilisesini görüyoruz. 1694-1702 yılları arasında inşa edilen kilise üçlü inanışı (teslis) yani baba, oğul ve kutsal ruhu temsil ediyor. Viyana'da olduğu gibi buradaki tarihi yapıların kapı üstlerinde latince yazılar var. Dar sokaklara açılan avlular ve meydanları kafeler işgal etmiş. Hava da güzel olunca boş masa bulmak hayli güç. Tatlısından tuzlusuna Avusturya mutfağı ağırlığını hissettiriyor ancak İtalyan lokantaları da azımsanmamalı. Burger sandviç satan fast food'çular yok değil ama çok fazla dikkat çektiklerini söylemek doğru olmaz.
Tarihi ve dar sokak aralarından dükkanlara baka baka yürüyoruz. Pasaj içlerinde hediyelik eşya satan butik dükkanlar var. Bu şehirde doğan Mozart en önemli figür. Ne tür hediyelik eşya alırsanız alın mutlaka üzerinde ünlü bestecinin ya çocukluk ya da erişkin resmini göreceksiniz. Bazı meydanlarda yerden fıskiyelerle su fışkırıyor. Fıskiyelerdeki su bazen kesiliyor, bazen azalıyor ve bu şekilde güzel bir ahenk oluşuyor. Pastane, lokanta ve dükkanların genelinde sadece Mozart'ın eserleri çalınıyor. Dükkan isimleri duvardan dışarı doğru uzatılmış ferforje demir konsollardan sarkan levhalar üzerine yazılmış. Doğrusunu söylemek gerekirse bu da hoş bir görüntü oluşturuyor.
Salzburg'un kendine has bir tatlısı var. Salzburger Nockerl! Yumurta sarısı, un, şeker, vanilya ve sütün birlikte yoğrulduğu ince hamurdan yapılan bu tatlı fırından çıktıktan sonra üzerine pudra şekeri ilavesiyle sıcak olarak sunuluyor. Tatlının üzerindeki üç çıkıntı Salzburg'un üç tepesini, beyaz pudra şekeri ise tepelere düşen karı temsil ediyor. On yedinci yüzyıldan bu yana yapılan bu tatlının güzelliğini tarif etmek için Fred Raymond'un "Season in Salzburg" adlı operetinde geçen "aşk kadar tatlı, öpücük kadar yumuşak" sözleri kullanılıyormuş.
Önümüze restore edilmek için iskele kurulmuş bir kilise çıkıyor. Aziz Sebastian Kilisesi. 1505-1512 yılları arasında inşa edilen kilisenin arkasında bir mezarlık bulunuyor. Bahçe içinde süslü kemer ve sütunlar, mermer heykeller görülmeye değer. Birçok ünlü ile birlikte Mozart'ın babası Leopold ile onun baba tarafından akrabaları burada yatıyor. Aziz Sebastian mezarlığının içinde Salzburg Piskopos Prensi Wolf Dietrich Raitenau'nun (1559-1617) bir de anıt mezarı bulunuyor.
Linz sokağı boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. Bu sokak son derece hareketli ve oldukça uzun. Hediyelik eşya ve mutfak ve pastacılık malzemeleri satan dükkanları geziyoruz.
Yolun sonuna doğru sol tarafa dönen merdivenli bir sokak var. Yan duvarda çarmıha gerilmiş yara bere içindeki İsa heykelinin altında bir isim okuyoruz. "Joseph Mohr" (1792-1848) Hristiyan dünyasındaki Noel kutlamaları sırasında söylenen "Silent Night" adlı şarkının sözlerini yazan papazın adıymış bu. Doğduğu eve bu merdivenlerden çıkılıyor. Salzburg yöresinin neredeyse milli marşı olmuş ve dünyada ün kazanmış "Silent Night", alınan karar gereği Noel haftası haricinde radyoda çalınmıyormuş. Saat ikiye yaklaştı ve eşimin ayak ağrıları da yoğunlaştı. Salzach Nehrinin sağ sahilini bitiriyor ve sağ yakaya geçmek üzere meşhur kilitli köprüye doğru ilerliyoruz.
Bir an önce oturacak bir yer bulmalıyız. Karşı tarafa geçerken köprünün her iki tarafına bakıp güzel resimler çekiyoruz. Öyle güzel bir yeşil ki Salzach, bu renge bir isim koymalı. "Salzach Yeşili" ona çok yakışır mesela.
Rathans Meydanını geçtikten sonra Getreidegasse (Tahılgeçidi) sokağında Die Teekanne (Demlik) adlı kafeye atıyoruz kendimizi. Aslında niyetimiz dondurma yemek ve biraz dinlenmek ancak sorduğumuzda dondurmanın olmadığını öğreniyoruz. Güzel pasta ve keklerin yanı sıra kahve çeşitleri bulunuyormuş. Eşim burada sachertorte denerken ben kendime melange kahve söyledim. İşin garibi burada yediği "sacher"i Viyana'da yediğimiz "original sachetorte"den daha güzel buldu eşim. Bazıları malını daha güzel boyamasını biliyor işte. Benim içtiğim kahve de hiç fena değildi yani.
Biraz dinlendikten sonra oradan çıkıp Herbert Von Karajan Meydanına doğru yürüyoruz. Meydanda ilk önce Atlı Havuz'u görüyoruz. Onun yanında Oyuncak Müzesi ve Aziz Blaise's Kilisesi var. Sokak aralarından Mönchsberg Asansörünün önüne geliyoruz. Asansörle çıkılan tepede, Seyir Terası, Modern Sanatlar Müzesi ve güzel bir kafe bulunuyor. Gidiş dönüş biletimizi alıp asansöre biniyoruz. Hızlı asansör onca yüksekliği kısa zamanda katederek bizi yukarı taşıyor. Tepeden Salzburg manzarası bir başka güzel. Şehrin buradaki manzarasına aşık olmamak mümkün değil!
Seyir platformundan sonra nehrin solundan aşağıya doğru bir orman yolu iniyor. Aralara seyir için piknik masaları ve sıralar yerleştirilmiş. Buradan iniş zevkli olurmuş ama daha görecek yerlerimiz olduğu için zaman kaybetmek doğru olmayacak. Eşim dinlenirken iki yüz metre kadar yürüyorum. Biraz daha ilerde beş yıldızlı otel ve bira içilebilecek bir kafe olduğu yazıyor tabelalarda. İlk seyir platformunda yer alan levhanın üzerinde 1669 yılında meydana gelen bir heyelandan bahsediliyor. 220 kişinin can verdiği bu felakette 13 ev ve bir kilise Salzach nehrine sürüklenmiş. O tarihten bu yana dik yamaçlar düzenli olarak dağcılar tarafından kontrol edilerek serbest kayalar kontrollü şekilde düşürülüyormuş.
Mönchsberg Tepesinde manzara resmi çekmeye doyamıyoruz. Burada diğer bir atraksiyon ise İtalyan sanatçı Mario Merz'e ait. Ünlü matematikçi Leonardo da Pisa'nın (Fibonacci) buluşu olan bir matematik serisinden yola çıkarak yaptığı eser Merz'e 2003 yılında ödül kazandırmış. Adını "The Iglo" koyduğu bu çalışmada sanatçı 12 eğri çelik borunun üzerine flüoresan lambalar kullanmış.
Asansörle aşağı indikten sonra eski şehir merkezine doğru ilerlerken faytonlar dolaşıyor etrafımızda. Tarihi Üniversite Kütüphanesinin ve Festival Salonlarının önünden geçiyoruz. Reinhardt Meydanına geldiğimizde restore edilen Franziskaner Kilisesini geçip Dom Meydanına geliyoruz. Burada karşımıza çıkan Salzburg'un en görkemli yapıtı olan Dom Katedrali günümüze son noktayı koyuyor. Avrupanın en güzel ve en büyük katedrallerinden biri olan Dom'un güzelliğini anlatmaya kelimeler kafi gelmez. İçeride özel kıyafetler içindeki müzisyenler nefesli çalgılarla yapının müthiş akustiğinden faydalanarak gösteri yapıyorlar.
Salzburg'ta son gördüğümüz yer Altın Küre ve Aziz Michael's Kilisesi. Altın Küre Mozart çikolatalarını temsil ediyormuş. Kürenin üzerinde ayakta bir insan figürü var.
Mönchsberg Tepesinde beni beklerken eşim açlığına yenik düşerek bisküvi ile karnını doyurunca akşam canı yemek istemedi. Ama ben allem ettim kallem ettim dönüş yolumuzu Mozart'ın doğduğu evin önünden geçecek şekilde ayarladım. Hazır oradan geçerken hemen yanındaki Nordsee'ye girdik. Buz gibi Viyana birasının yanında bir tabak "Mussel" salatası yedim. Böyle bir sos olamaz! Bayıldım.
Bugün belki de gezinin en güzel günüydü bizim için. Güzel havanın etkisi büyüktü büyük olmasına ama yine de Salzburg her mevsimde güzel olması muhtemel bir şehir...