KATEGORİLER

17 Nisan 2017 Pazartesi

SAKARCA

17/04/2017 Pazartesi, Tire

Sabah Elmas ile birlikte çıkıyoruz yaylaya. Ayşe Hanım yeni taşınacağı evi hazırlamakla meşgul olduğu için bugün izinli. Sol bacağımın üzerinde bir ağrı hissediyorum. Dün Venüs'ü ezmeyim diye kaçarken dengemi kaybetmiş, yere yuvarlanmıştım. Tam da kontrollü düşüşümden dolayı kendimi takdir edecektim ki beton zeminin bunu affetmediğini fark ettim. Sıcağı sıcağına anlamamışım demek. Sağ kolumdan sonra sol bacağım devre dışı. Neyse ki onlardan birer tane daha var. 

Aşkın Şef gelir gelmez şehre iniyorum. Emanet aldığım arabayı yıkatmak, parfümlerle anason kokusunu ortadan kaldırmak niyetim. Ali Ustaya uğruyorum. "Beklediğimiz parça yarım saate kadar gelecek otobüsle." diyor. Arabaları değiştirirken berbat ettiğim arabasını oto yıkamaya bırakabileceğimizi söylüyor. Gidip elektrik paralarını yatırıyorum. Telefonum çalıyor. "Açık mısınız?" Salı günü dışında her gün açık olduğumuzu söylüyorum. Köy sapağının orada, yön levhamızın önündelermiş. Elemanları bilgilendiriyorum. "Merak etmeyin hallederiz biz." diyorlar. Bir kaç parça alışverişten sonra yaylaya geri dönüyorum. 

Hava tahminlere göre yağmurlu görünüyor. Düne göre daha serin. Çok küçük bir bebeği olan aile uzun bir kararsızlıktan sonra çocuklarını üşütmemek için mecburen salona geçiyorlar. Komşu bahçenin sahibi oğlu ve bir arkadaşını yanına alıp geliyor. Verandada çay içerlerken sohbet ediyoruz. Kemalpaşa'da bir kooperatife girmiş. Göletin yanında lüks villalar yapılacakmış. Çocukluğumun Köyü Kemalpaşa, İzmir'e yakın olmasının avantajını iyi kullanıyor. Yine de Kaplan manzarasının hiçbir yerde olmadığını söylüyorlar. Aldığı ceviz fidanları kurumuş. Bahçeyi satmak istiyormuş bu yüzden. "Eğer ilgilenemeyeceksen yapılmaz bahçe işi elbette." diyorum.

Bahçeye çıkıp yeşillikler arasında dolaşıyorum. Aşkın Şef tavuklara yem götürüyor. Bütün tavuklar yanına üşüşüyor bir anda. Fifi kuyruğu dikmiş olan biteni izliyor. Özlemini duyduğum bir çiftlik manzarası bu. Şef bir elinde su diğerinde yem kovası koşturmaya başlıyor. Tavuklar da çığlık çığlığa onun peşinden... Otların arasında ismini bilmediğim beyaz bir çiçek çok zarif görünüyor. Dönüp telefonumu alıyorum içeriden. Bu güzel çiçek çiğdem mi acaba? İnternette kısa bir araştırma yapıyorum. Yok, bu sade güzellik sakarca dedikleri otsu bir bitkiye benziyor. Ordu ve Giresun yöresinde mıhlaması ayrı, kızartması ayrı türlü türlü yemekleri olurmuş. Eğilip birkaç pozunu çekiyorum. 

Annemi arıyorum, babamın genel durumu iyi. Kızım sürekli ilgileniyormuş dedesiyle. Bir tarafı düzeltmeye uğraşırken diğer taraf açık veriyor insanın belli yaştan sonra.

Akşama doğru Ali Usta arıyor. Kızımın arabasının işi bitmiş. Hemen sanayiye gidip ustanın emanet arabasıyla değiştiriyorum. Emanet arabaya binmek ne zormuş. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor. 

Hava gittikçe soğuyor. Yağmur da yağmadı. Şömine sobayı yakıp yakmamakta kararsızım. Salon dışarıya göre daha sıcak. Dışarıda havayı soğutan serin esen rüzgar aslında. Bankacılar telefon ediyor. "Geliyoruz, yerimiz hazır mı?" diye soruyorlar. Dün gönderdikleri misafirlerin Taş Ev'den çok memnun kaldıklarını söylüyorlar.

Yağmur başlıyor nihayet. Mekanımıza ilk kez gelen misafirlerimizle ilgileniyorum. Şimdiye kadar gelmemelerinin ayıpları olduğunu söylüyorlar. "Hayır, o kendimizi yeterince tanıtamadığımız için bizim ayıbımız." diyorum. Erken gelip erken ayrılıyor misafirlerimiz. Yarın tatil günümüz, eşimle birlikte babamı ziyaret edeceğiz. 

REFERANDUM

16/04/2017 Pazar, Tire

Biraz kararsızdık bugün Taş Ev'i açma konusunda. Alkollü içki yasağı gece 12.00 ye kadar sürecek. Diğer restoranlar açmazlar bugün diyordu bizim şef. Kahvaltı servisine yetişebilmek için erken kalkıyoruz. İlk olarak oyumuzu kullanacağız. Daha sonra oyunu İzmir'de kullanacak olan kızımızı uğurlayacağız.

Günün ilk oy kullananları oluyoruz, eşim, oğlum ve ben. Sandıktan ne çıkacağı hususunda kuvvetli bir kanaatim yok. "Aaa ne kadar ayıp." deseler de ne halka ne de demokrasiye inancım kaldı bu memlekette. Kenan Evren'in anayasa oylaması bile daha demokratik ortamda olmuştu.

Sabahın güneşi güzel bir havayı müjdeliyor. Kızım Venüs'ü kucağına alıp bana poz veriyor, "Venüs'le birlikte hiç fotoğrafım yok." derken. Hemen evin önünde fotoğrafını çektikten sonra uğurluyoruz onları.

Eşim, oğlum ve diğer elemanlarla birlikte yayla yoluna koyuluyoruz. Rutin hazırlık işlerimiz tamamlandıktan sonra misafirler gelmeden güzel bir yayla kahvaltısı hayalini kurduğum esnada telefonum çalıyor. Ekranda "Kızçem" yazısını görünce heyecanla açıyorum telefonu. Torbalı'ya varmadan arabasının arıza ışıklarının yandığını ve ön kaportadan dumanlar çıktığını söylüyor. Hemen yakındaki benzinliğe çekmiş arabayı. "Araba çalışır durumda, yardım için gelen birileri Torbalı'ya kadar gidebileceğimi söyledi." diyor. Buna karşı çıkıyorum. "Dur bakalım, bir ustaya göstermeden sakın hareket etme, bekle." diyorum. Pazar günü ne tamirci bulunur, ne de sanayide açık bir dükkan. "Bırak orada arabayı, otobüsle git." diyecek oluyorum. Bana "Venüs'le nasıl gideceğim?" sorusunu yöneltiyor. Ali Usta'yı arıyorum, telefona cevap vermiyor. "Şimdi yedik ayvayı."

Birkaç dakika sonra Ali Usta dönüyor bana. Durumu anlatıyorum. "Ben gideyim bakayım." diyor kendi aracıyla. "Yok, ben gelip seni alayım." diyorum. "Muhtemelen radyatör su kaynatmıştır. Su ilave edilmesi gerekir." diyor. Şehre inip ustayı dükkandan alıyorum. Bir an önce kızımın yanına ulaşmak için hızlanıyorum. Ali Usta uyarıyor. "Burada radar olabilir." Yavaşlıyorum.

Yarım saat sonra kızımın tarif ettiği benzin istasyona varıyoruz. Ön kaputu açıyor usta. Venüs dışarıda rahat durmuyor, oradan oraya koşuyor. Ayaklarımın altında dolaşırken neredeyse üzerine basacağım. Ciyaklayınca üzerine bastığımı düşünerek sendeledikten sonra kontrolümü kaybediyor, beton zemine yuvarlanıyorum. Ben de bir şey olmadığını söyleyip yanımdakileri rahatlatırken Venüs'e zarar vermemiş olmam rahatlatıyor beni. Haylaz bir çocuk bu bizim Venüs, sakatlayacak bir gün beni. Usta radyatöre su ilave ediyor. Arabayı çalıştırır çalıştırmaz alttan şıpır şıpır sular damlıyor. Radyatörün lastik bağlantı borusu delinmiş. Bu şekilde yürümez bu araba diyor.

Torbalı'ya gidip açık parçacı arıyoruz ama nafile. Her yer kapalı. Ne yapacağız şimdi? Kızım dedesine uğrayacak, oyunu kullanacak, ertesi gün işe gidecek. "Ali Usta benim arabayı alsın." diyor. "Sadece otomatik araba kullanabilir." diyorum. Sonunda kendi arabamı vermeyi kararlaştırıyoruz. Yol üzerindeki bir lastikçiden bir parça şambrel alıp dönüyoruz arabanın yanına. Kızım eşyalarını benim arabaya aktarıp Venüs'le birlikte yola çıkıyor. Usta delinen lastik borunun etrafına şambrel lastiğini sıkıca doluyor. Yola çıkıyoruz. Birkaç km de bir durup su ilave ediyoruz radyatöre. Öyle dura kalka sanayideki dükkanına varıyoruz ustanın. Kendi arabasını bana verip kızımın arabasını ona bırakıyorum. 

Aksilik başladı mı bitmek bilmiyor. Arabamın arkasında bir koli rakıyı gelirken önce kızımın arabasına, daha sonra ustanın verdiği arabaya alıyorum. Yaylanın virajlı ve yokuş yollarında koli bir sağa bir sola kayıyor arkamda. Burnuma anason kokuları geliyor. Kenara yanaşıp arabadan iniyorum. Niyetim koliyi arka koltuğa alıp hareket alanını kısıtlamak. Arabanın arkasından bir sıvının damladığı  görünüyor. Korktuğum başıma geliyor. Koliyi aşağı alıyorum hemen. İki şişe kırılmış, içindeki rakılar önce kolinin karton altlığına oradan da bagaja dökülmüş. Kesif bir anason kokusu burnumun direğini sızlatıyor. Koliyi boşaltıp kalan sağlam şişeleri arabanın tabanına diziyorum. Şişelerin kırılmasına değil emanet arabayı berbat ettiğime yanıyorum. Zira bu koku çıkacak cinsten değil.

Güne böylesine problemli başlıyoruz. Yaylaya vardığımda işlerde bir aksaklık olmadığını görünce rahatlıyorum. Bir şeyler atıştırıyorum ayaküstü. Kahvaltı servisimiz devam ediyor. Gün boyunca veranda, salon ve teras olmak üzere üç ayrı mekanda hizmet veriyoruz. Aydın, İzmir'den gelen misafirlerimiz var. Hiç olmazsa birer duble diyorlar yalvaran gözlerle. "Yasaklara uymak zorundayız." diyoruz. Anlayış gösteriyorlar hepsi. Aydın'dan gelen eşi eczacı kendisi doktor olan bir misafirimiz Taş Ev'e hayranlığını ifade ederken koyu bir sohbet başlıyor aramızda. Konu kestane ağaçlarının geleceği. Konuyu yakından biliyor. Profesör bir dostlarının araştırma konusuymuş bölgede bütün kestane ağaçlarını vuran kanser hastalığı. Ağaçlar teker teker kuruyor göz göre göre. Buraların kestanesi cevizi özeldir. Öyle hormonlu ithal ürünlere benzemez tadına, lezzetine doyum olmaz.

Kızımı arayıp sağ salim evine vardığını öğreniyorum. Akşam saatlerinde oğlumu şehre indirip yolcu ediyorum. Yaylaya geri döndüğümde televizyonu açmamı istiyor eşim. Referandum sonucunu merak ediyoruz. İlk gelen sonuçlara göre halkımız % 65 evet demiş başkanlık sistemine. Bu oran yavaş yavaş düşüyor ama % 50'nin altına düşeceğini sanmıyorum. Akşam saatleri oldukça sakin. Millet televizyonun başından ayrılmıyor. Şehirde atılan cılız bir kaç havai fişek dışında ölüm sessizliği hakim. Ege'nin ve Akdeniz'in sahil şeridi ile Trakya ve Kürtlerin yoğunlaştığı illerde hayır oyları daha fazla. En şaşırtıcı sonuç İstanbul ve Ankara'dan geliyor. Hayır oranı bu şehirlerde daha yüksek. Harita üzerinde evet ve hayır diyen bölgeler gösteriliyor TV'lerde. Sevr Antlaşmasından sonra Osmanlı'nın elinde kalan İç Anadolu ve Karadeniz sahil şeridi "evet" demiş başkanlık sistemine. Kurtuluş Savaşı öncesi işgale uğrayan topraklarımızın halkın kararı ise "hayır" olmuş. Basit bir tesadüf mü yoksa başka bir açıklaması  mı var? Bu tahlilde istisna olarak gözüme çarpan şey Fransızların işgal ettiği, Kahraman Maraş, Kilis ve Gaziantep'te "evet" oy oranının yüksekliği. Bu vilayetlere Kahraman, Gazi unvanları verilmiş olmasına rağmen sonu yeni bir işgale, ülke topraklarının parçalanmasına kadar gidebilecek bir karara evet demeleri oldukça ilginç. Diğer istisnalar Bursa, Kütahya ve Afyon. Bu illerin dışında kalan ve topraklarında işgali yaşayan insanlar bir daha aynı acıları yaşamak istemiyor. "Evet" oyunun ezici bir şekilde tezahür ettiği İç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde yaşayanlar daha önce şahit olmadıkları büyük acılara davetiye çıkarttıklarının farkında bile değiller.

İzmir'den gelip terasta yemeklerini yiyen misafirlerimize açıklanan ilk referandum sonuçlarından bahsediyorum. Yemekten sonra avluda uzun uzun sohbet ediyoruz. Evet-hayır arasındaki fark gittikçe kapanıyor. Bu sonuç ülkenin istikrarı için yeterli olur mu bilinmez ama benim için sürpriz olmuyor. Erken dönüyoruz evimize.  

16 Nisan 2017 Pazar

SÜRPRİZ

15/04/2017 Cumartesi, Tire

Sabah eşim ve elemanlarla birlikte çıkıyoruz yaylaya. Her zamanki gibi Fifi karşılıyor bizi. Hava güzel, doğa yeşil örtüsüne bürünmüş. El birliğiyle işe koyuluyoruz. Havalar ısınınca işler biraz daha çoğaldı. Dışarıdaki masalar, sandalyeler silinip temizleniyor, teras ve veranda süpürülüp siliniyor. Teras kayısı ve erik çiçeklerinin beyaz yaprakları ile örtülmüş, yerlerde, masa ve sandalyelerde daha önce dikkatimi çekmeyen sarı renkli bir toz dikkatimi çekiyor. İlk anda misafirlerimizden birinin çocuğunun sarı toz boyaları dağıttığını düşünüyorum. Elemanlar sarı tozların çiçek tozu olduğunu söylüyorlar. Masa ve sandalyeler teker teker elden geçiriliyor. Silme bezleri her seferinde sarıya boyanıyor.

Bugün büyük bir sürpriz var eşime. Sürprizler aslında zordur benim için, mutlaka bir açık veririm. Bu kez ağzımı sıkı tuttum. Oğlum oy kullanmak için Kocaeli'nden yola çıkmış, Kızımla birlikte az sonra gelecekler. Eşim onları yarın bekliyor oysa (!)

İşleri yoluna koyunca eşim yürüyüşe çıkacağını söylüyor ve aniden ortadan kayboluyor. Her zamanki gibi yanında telefon yok. Hani düşse kalsa haber veremeyecek. Bu güzel bir sürpriz olacak ona, döndüğünde çocukları karşısında görecek. Oğlumu arıyorum. Bir çeyrek saatlik yolları kalmış.

Eşim yürüyüşten dönüyor. Yukarı yaylaya çıkmış. Köylüler bahçemizde sarmaşık topluyorlarmış. Alenen hırsızlık bu (!) "Burada herkes birbirinin bahçesinden ot toplar." diyerek devam etmişler. "Ben de sizin evinize girip tabak çanağınızı toplayım o zaman". demiş. Arsızca "Buyur, gel topla." diye cevap vermişler. Köy girişinde oturan kadınlar bizim bahçeden topladıkları otları satarmış meğer.

Az sonra çocukların arabası giriyor bahçeye. Direksiyonda oğlumu görünce şaşırıyor eşim. Sevinçle yanına koşuyor. "Son ana kadar inanmadım." diyor, sarmaş dolaş özlem gideriyorlar.

Annemi arıyorum. Babam geceyi sorunsuz geçirmiş. Kızım da beni rahatlatıyor. "Hastaneye geldiğinde durumu gerçekten çok kötüydü." diyor. Enfeksiyonu kuruttuktan sonra durumun değişebileceğini söylüyor.

Venüs ile Fifi gün boyunca oynaşıyorlar. Her ikisi de gelen misafirlerin ilgi odağı. Akşama doğru eşim ve oğlumu hasret gidersinler diye eve bırakıyorum. Misafirler bol bol fotoğraf çektiriyorlar. Bir tane de bizim eleman çekmiş bana gösteriyor. 


15 Nisan 2017 Cumartesi

TELEFON

14/04/2017 Cuma, Tire

Yine hızlı geçmeye başladı günler... Sabah kasaba uğradım yağı tuzu tam kıvamında güzel bir kıyma hazırladı. Ayşe Hanıma yeni taşınacağı evin sözleşmesini imzalayacağı için izin verdiğim aklımdan çıkmış Kasaptaki işim uzun sürünce telefon ettim. Uzun uzun çalan telefonuma cevap veren olmadı. Ama bende jeton düştü, geç de olsa. "Kafanı topla adam, dün izin vermedin mi kadına?"  

Güzel bir hava. Artık börtü böcekler canlanıyor. Yemeği organize eden beyefendi Saat 10.30' da geleceğini söylemişti. Gecikince merak edip arıyorum. "On beş dakika sonra oradayız." diyor. Az sonra bir hanım meslektaşıyla birlikte geliyorlar. Hanımefendi tanıdık. Hem komşumuz hem de Zeytin'in doktoru. Gelir gelmez Zeytin'i soruyor. "Bizi bıraktı Hüseyin'e kaçtı." diyorum.

Avluda güneşe nazır bir masa hazırlıyoruz gelen misafirlere. Sadece iş konuşacağımızı beklerken bir şeyler yemek istediklerini  söylüyorlar. Avluda havuzun yanına bir masa açıyoruz. Yemeklerini yerken organizasyon hakkında sohbet ediyoruz. Güzel bir menü hazırlıyoruz birlikte. Masaları U şeklinde düzenleyeceğiz. Önce mesleki bir sunum yapılacak. Eşimin meşhur çorbası ile başlayacak yemek. Hemen arkasından soğuk mezeler masalara dizilecek. Ara sıcaklardan sonra maşa usulü ızgara çeşitleri. Günü yine eşimin meşhur trileçe tatlısı ile taçlandıracağız. Prensip olarak anlaşıyoruz beyefendiyle. 

Ne zamandır arabayı ustaya götürecektim. Akşama kalmadan araya bu işi sıkıştırmaktı niyetim. Telefon ediyorum Ali Ustaya. Hemen gelmemi istiyor. Yağ kaçaklarını gideriyor bir saat içinde. Bir de fren balatalarına bakmasını istiyorum. Kaplan yaylasından inerken frenlere güvenmem şart. "İki üç bin km gider daha ama değişmesi lazım." diyor. Malzeme siparişleri için olur veriyorum.

Yine telefonum durmadı bugün. "TV 8'den arıyoruz, mekanınızı tanıtan bir program yapmak istiyoruz..." Kaçıncı bu? Yok kardeşim bizi misafirlerimiz yeterince tanıtıyor. Çok geçmeden bir telefon daha. "Uzun zamandır abonemizsiniz ve düzenli ödeme yapıyorsunuz." Sabırla ne çıkacağını bekliyorum. "Eeee".  Bu nedenle bizden çok uygun şartlarda, bilmem ne marka akıllı telefon almaya hak kazandınız." Aman Tanrım, bıktım bu can sıkıcı aramalardan, olur olmaz zamanlarda. "Teşekkür ederim hanımefendi, ilgilenmiyorum." Bir başkası arıyor bu kez. Bilmem ne bankası, acil nakit ihtiyacım için, sorgusuz sualsiz, düşük faizli kredi kullanabileceğimi söylüyor. Kendimi tutamıyorum artık yeter. Aşkın Şef gülüyor karşımda. Sen benim adımı ver, bana versinler. Bankalar hep böyledir zaten, ihtiyacı olana günahlarını vermezler.

Telefonum çalıyor. Bu sefer arayan kızım. Amcasının beni arayıp aramadığını soruyor. Aramadığını söyleyince haberi veriyor. "Dedemi hastaneye yatırıyoruz. Ciğerleri kötü durumda. Oksijen tüpü ile solunum sağlamak zorundayız. Taburcu olsa da evden dışarı çıkamaz, tüp yanında olmalı. "Bir ümitle soruyorum. "Ne zamana kadar?" Cevabı net. "Hayatı boyunca."

Kızım çalıştığı hastanenin karşısındaki hastaneye yatırılan babamla yakından ilgileniyor. Gelişmeleri takip ediyorum. Ciğerlerinde enfeksiyon varmış. Antibiyotik tedavisine başlanmış. Hastanede geçireceği süre belli değilmiş. Yüksek çıkan değerleri var. Kızım yanlarında, "Eğer buna sebep enfeksiyon ise, antibiyotik tedavisinden sonra tüpe gerek duymayabilir küçük bir ihtimal de olsa." Bu küçük ihtimale sarılıyorum. Hiç bir olumsuz durum gelmiyor aklıma. İyileşip taburcu olacak. Annemi arıyorum, kulakları iyi duymuyor. Odasına geçtikten sonra konuşabiliyoruz.

Arabanın işi bitiyor bugünlük. Pazartesi günü sabah ustaya bırakacağım balatalarını değiştirmeleri için. Kendi arabasını verecek benimki çıkana kadar. Ustaya babamın durumundan bahsediyorum. Bu aralar bir gelişme olursa acilen İzmir'e gidebileceğimi söylüyorum.

Akşam misafirleri geliyor. Kızımla görüşüyorum. Babam hakkında son bilgileri alıyorum. Şu anda durumu iyi görünüyor. Aynı odayı paylaştığı bir hasta ile hemen arkadaş olmuş. Çok badireler atlattığını bildiğim için bunu da atlatacağını düşünüyorum.

Sanatçılar en acı günlerinde programa çıkar, onları izlemeye gelenlere yaşadıkları sıkıntıyı hissettirmezler ya. işte ben de kendimi onlar gibi hissediyorum. Misafirler son derece memnun hallerinden. Taş Ev çok güzel fotoğraf veriyor. Özellikle gece fotoğraflarında ahşap çatının cama yansımasıyla birlikte şehrin ışıklar içindeki gece manzarası olağanüstü bir görüntü çıkarıyor ortaya. Misafirlerimiz bu durumu kaçırmıyor hiç. Hemen telefonlarını uzatıp fotoğraflarını çekmemi rica ediyorlar. Çekilen her fotoğraf sosyal medyada yayınlandıktan sonra bize reklam olarak geri döndüğünü biliyorum.

Gecenin karanlığında Fifi'nin havlama sesleri duyuluyor.  Avluya çıkınca koşup geliyor yanıma. Konuşuyorum onunla. "Ne oldu kızım? Gelen misafirlerimiz mi var? Koruyor musun evimizi?" Üzüntümü paylaşan gözlerle bakıyor bana. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor, "Merak etme, bir şey olmayacak babana."    

14 Nisan 2017 Cuma

GÜN BATIMI

13/04/2017 Perşembe, Tire

Düne göre hava biraz daha iyi. Gökyüzü parlak, çevremiz her geçen gün yeşile boyanıyor. Ağaçların çoğu çiçeklerini dökmüş, meyveye dönüyorlar. Terastan kayısı ağacının ham meyvesini koparmıştı misafirlerimizden biri. Gelip bana bilgi vermişti sonra nezaketen. "Çağla bademinizden iki tane koparttım, haberiniz olsun."

Ayşe Hanım'ın bahçeye diktiği tohumlar filizlendi. Çocuğunu severmiş gibi neşeleniyor onlardan bahsedince. Fifi ayaklarımızın etrafında neşeyle dolaşıyor. Dün geceyi düşününce daha çok sevmeye başladık onu. Kesik kesik havlıyordu gecenin karanlığında. Gelen misafirleri bize haber verirken çıkarttığı seslerden oldukça farklıydı duyduğum. Hemen avluya çıkıp karanlığa doğru baktım. Garip bir hayvan bahçede kulaklarını dikmiş heykel gibi duruyor. Bu görüntü biraz ürküttü beni. Fifi bir yandan değişik bir tonla havlamasına devam ederken hayvanın çevresinde dolanıyor ayaklarını ısırmaya çalışıyordu. Bizim Fifi'nin en az üç katı iriliğindeki hayvan adeta büyülenmiş gibiydi, hareketsiz kala kalmıştı. Dik kulaklarıyla önce kurt köpeğine, daha sonra tilkiye benzettim. İçeri girip şefe haber verdim. "Aşkın Şef koş, bahçede tilki var, tavuklar tehlikede." Hemen yetişti. Üzerine doğru gidince hayvanın bir kurt köpeği kırması olduğu anlaşıldı. Önce bahçenin içine doğru kaçarken şefin yönlendirmesiyle kapıya döndü. Bizden de cesaret alan Fifi kaçan köpeğin peşinden koşarken avazı çıktığı kadar havlıyordu. Bahçe kapısından çıktığından emin olunca döndük geriye. Fifi ufak tefek görünüşüne rağmen bir kurt köpeğine kafa tutmuş bizi başarıyla korumuştu. 

İki gündür hiç sevmediğim siyaset ve siyasi konular üzerinde düşünüyorum. Düşüncelerim ister istemez kalemime düşüyor. Kafamda dolaşan bazı soruları ve kişisel değerlendirmelerimi yazdım, rahatladım. Referandumdan sonraki durum hakkında yazar mıyım yazmaz mıyım bilemiyorum. Nasrettin Hoca'nın yanmakta olan merkebine hitaben sarf ettiği güzel bir söz çınlıyor kulaklarımda, "Aklın varsa göle..."  

Akşama değerli misafirlerimiz var. Misafir değil aslında eşimin yıllarca birlikte olduğu arkadaşları. Henüz üşümüyoruz ama ilerleyen saatlerde hava soğuyabilir endişesiyle şömine sobayı yakıyorum. Misafirlerimiz erken saatlerde geldikleri Taş Ev'de güzel saatler geçiriyoruz. Önce yuvarlak kocaman bir şeker görünümündeki güneşin batışını izlemekle başlıyoruz. Pembe, turuncu, kırmızı renklerinin karışımı, yumuşak görünümlü yuvarlak bir şeker bu gördüğümüz. Salondaki büyük camlara yansıyor önce bu güzellik. Hemen terasa koşuyoruz. Ağaçların arasında kaybolmak üzere. Cep telefonlarımızın çektiği fotoğraflara yansımıyor bu güzellik. Yanımızda profesyonel fotoğraf makine olmadığına hiç bu kadar hayıflanmamıştık. Gerisin geriye salona koşuyoruz. Buradaki görüntüyü ağaçlar engellemiyor. Ancak yine gördüğümüz bu güzellik çektiğimiz fotoğraflara yansımıyor.

Sohbet koyulaşıyor. Hanımefendi sanki tiyatro eğitimi almış. Bunu sorunca lafını bölmeden sallıyor başını, haklısın der gibi. İzmir Özel Türk Kolejinde yatılı okurken ağzına koymadığı yemekleri hocasının ona nasıl yedirdiğini, sonunda bir arkadaşıyla bir olup okuldan nasıl kaçtığını usta bir tiyatrocu havasında öyle bir anlatıyor ki gülmekten kırılıyoruz. Akşam eve gelince annesi açıyor kapıyı. Birden görünce kızını karşısında, diğer anneler gibi ağzını açarak kocaman "Aaaa, aşı mı oldunuz?" Bu anı öyle bir canlandırıyor ki karşımızdaki sanki Sumru Yavrucuk.

İster istemez konu yine referanduma kilitleniyor. Onlar benim kadar kötümser değil. Halkın gerekli dersi vereceğine inanıyor. İktidar partisinden yana olup bu kadar yetkinin bir kişide toplanmasına karşı duranların olduğunu dile getiriyorlar. Şaşırıyorum...    

DEMİRYOLU GEÇİDİ

12/04/2017 Çarşamba, Tire

Dün pazar alışverişini şefe yaptırmıştım. Domates fiyatları hala çok yüksek. Dün telefonla aramış, en ucuzu dört beş lira olduğunu söylemişti. Bunun üzerine "Bırak sen, yarın gider halden alırım." demiştim. Biraz erken çıkıp emanet bıraktığı bir esnaf arkadaşından malzemeleri alıyorum. Hale doğru çeviriyorum yönümü. Kiloda kazancım sadece elli kuruş. Bazen pazardaki fiyattan bile daha yüksek fiyatlardan aldığımı düşünüp seviniyorum yine de. Düşünüyorum da; sanırım bazı yapısal değişiklikler oldu bende. Eskiden ekmek kaç para diye sorsa biri, utanır cevap veremezdim. Nadir olarak yaptığım alışveriş sonrası eşim sorardı. Falancayı kaça aldın? Cevap veremezdim hiçbir seferinde. Şimdi öyle mi ya, kuruşu kuruşuna her aldığımın fiyatını biliyorum.

Yaylaya çıkıp kolları sıvıyoruz. Hava bugün oldukça serin. Yağmur yağdı yağacak. Her seferinde şömine sobayı son defa yaktığımı düşünüyorum. Öyle gün boyu yakmama gerek kalmıyor. Salonda soğuğun kırılması için birkaç odun atsam yetiyor. Şef işinin başında. Pazar alışverişi türlü türlü mezelere dönüşüyor. Bir anda ortalığı kesif bir koku sarıyor. Hayran olduğum bir koku bu. Çocukluğum geliyor gözlerimin önüne. Tek katlı, arka tarafta küçük bir avlusu olan evimizin mutfağındaki bakır tencerede pişen arapsaçının anason kokusunu hatırlıyorum. Hiç bu kadar güzel ve kuvvetli bir rayihaya şahit olmamıştım. Hemen mutfağa koşup şefe soruyorum. "Nereden aldın bu arapsaçını, nefis kokuyor?" Aşkın Şef işine iyice konsantre olmuş, başını kaldırmadan "Köylüden aldım, yetiştirme değil." diyor.

İşlerimi tamamladıktan sonra bilgisayarımın başına geçiyorum. İki gün boyunca her gittiğim yerde siyaset görmekten bıktım. Panolarda, televizyonlarda, radyolarda, sohbetlerde siyasetten başka bir şey yok. 16 Nisan'dan sonra işler arapsaçına dönecek endişesini içimde hissediyorum. Bir demiryolu geçidindeyiz sanki. Bariyeri birileri kontrolsüz şekilde açacak 16 Nisan'da. Oluk oluk akacak insanlar demiryoluna. Durmadan, duymadan, bakmadan, dinlemeden, düşünmeden... Gelecek tehlikeyi görmeden... Oysa kocaman bir kara tren geliyor karşıdan. Ezip geçecek üzerlerinden.

Başka bir şey yazmak gelmiyor içimden. İnsanların sormadan sorgulamadan vereceği oylara göre ülkenin kaderinin belirlenmesini yadırgıyorum. Ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunu görmüyor gözler. Gözlerin görmediği daha çok şey var. Mesela Kılıçdaroğlu'nun yeni yeni gündeme getirdiği "Kontrollü Darbe" iddiası. Benim sözde darbenin ikinci günü gördüğümü nasıl görmüyor bu insanlar. Hepsi bir oldular, kuzu kuzu gittiler CB yi demokrasi kahramanı yaptılar. Açıkçası o zamanlar Kılıçdaroğlu'nun halkın nazarında darbeci damgası yememek için sözde darbeyi eleştirmekten çekindiğini düşünmüştüm. Politikanın kuralları farklı olsa da, halk onu düşünür, böyle etkilenir demeksizin doğruların üzerinden gitmeli bence. Mesela Sakarya'da kara çarşaflılara CHP rozeti takılmasını da eleştirmiştim. Eşim "Olsun varsın onları da kazanmak lazım." derken, ben "Hayır." demiştim. "Bu insanlar Atatürk'e, onun yarattığı modern Türkiye Cumhuriyetine karşılar. Eskiye, dinin yaşam şekli olarak algılandığı düzene yakınlar. Bunların CHP gibi bir partide işleri de yerleri de olmaz." Nitekim üç gün geçtikten sonra Baykal'ın törenle taktığı rozetleri fırlatıp atmıştı hepsi.

Bugün de siyaset yazıyorum hiç istemediğim halde. Hiç bir partiyi ya da organizasyonu savunmuyorum. En fazla eleştireceğim parti CHP aslında. Parti görüşleri değil eleştirmek istediğim. İktidara gelme mücadelesinde yaptıkları vahim hatalar. İktidar partisinin yaptığı hataların yüzde birini onlar yapmış olsalardı çoktan silinir giderlerdi. Ülkeyi talan etmelerine, keselerini haramla doldurmalarına, dış politikada devletimizi sersefil etmelerine, terörü hortlatmalarına, adaleti can güvenliğini yok etmelerine, dini siyasete, ticarete, sosyal yaşama alet etmelerine rağmen iktidarın hala ayakta kalması ve iki kişiden birinin oyunu alması iktidarın başarısı değil, muhalefetin, özellikle CHP'nin acizliği. Başka bir şey demiyorum.

"Kontrollü Darbe" konusuna gelince: Ne demek bu? Bu şu demek: Yapılacak darbe biliniyor ve hazırlıklar takip ediliyordu. Her türlü tedbiri aldılar. Kimin ne yapacağı önceden belliydi. Hatta onlardan önce düğmeye basıp darbecileri paniklettiler, hazırlıksız yakalanmalarına sebep oldular. Bence bu söylem en iyimser senaryo. Bakmayın siz sahte demokrasi kahramanlarına. Bana göre sözde darbeyi tezgahlayan iktidarın ta kendisi. Fetö falan hepsi hikaye. Ülkeyi parçalayacak, karanlık günlere götürecek senaryonun mimarları belli. ABD, Fetö ve iktidar...  Nereden mi vardım bu kanıya. Her şeyden önce Fetö'yü devletin en kritik makamlarına yerleştirenler kim? Askeri Şûralarda Fetöcü subayların ordudan atılmasına şerh koyanlar kim? İktidara geldikten sonra orduyu, yargıyı, polisi, valiyi, kaymakamı ve bütün kritik görevleri Fetöcü'lerle dolduranlar kim? İktidarın ta kendisi elbette. Ya darbe maskaralığı? Boğaz köprüsüne iki tank gönder, radyolar, TV'ler bas bas darbenin naklen yayınını yapsın, camilerde salalar okunsun, milleti sokağa dök, darbeyi önle. "Şehitlerin kemiğini sızlatıyor Kılıçdaroğlu" diyor başbakan, "Kontrollü Darbe" dedi diye. O vebal kurdukları senaryo gereği halkı sokağa dökenlerin üzerinde. Sözde demokrasi şehitleri diyorlar. Şehit dedikleri tankın topuna elini sokup darbeyi önlediğini sanan zavallı insancıklar... ABD niye Fetö'yü vermiyor. Verir mi hiç ortağını. Yok eder, ortadan kaldırır yine vermez. İktidarın da işine gelmez bu, pislikleri dökülmesin diye. Bence Fetö ile iktidar ortaklığı devam ediyor. Siz hiç siyasetten Fetö'cü diye sorgulanan, hapse atılan birini duydunuz mu hiç? Fetö iktidarla anlaşmaları gereği yasa dışı işleri sahipleniyor. Hırsızlıkları, dış politika yanlışlarını, terörü, yitirilen canları ve her türlü politik başarısızlıkları at Fetö'nün üzerine, kendini çıkart temize. Fetö bu tabloyu niye kabul etti acaba? Ortaklardan birinin bu pislikleri, diğerlerini temize çıkarması karşılığında kabullenmesi gerekirdi. Bu ABD olmayacağına göre ya iktidar ya Fetö olacaktı. Eğer darbe başarılı olsaydı günah keçisi iktidar olacaktı. Darbeye karşı kazanan taraf, üzerindeki bütün kara lekeleri Fetö'ye yıkmış oldu. Günlerce bütün televizyon kanalları adeta beyin yıkayarak bunun bir darbe olduğunu anlattılar. Anlatmak zorundalardı. Tekrar tekrar, ballandıra ballandıra... Böyle bir darbe ne görülmüş ne duyulmuştu. CB'nin, ordunun başındaki kişinin yanlarından ayrılmayan emir subayları Fetö'nün has adamları değil miydi? Madem iktidarı ele geçirmeye niyetleniyorsun, halka tankları göndermek yerine bu makamdakilerin kafasına birer kurşun sıkmak daha mı zordu? Bak o zaman bir kişi çıkar mıydı sokağa? Önceden uygun yerlere monte edilmiş kamera görüntüleri servis edilmeye başlandı, yeni görüntüler çıktı diyerek. Bir anlaşma vardı aralarında. Aksaray külliyesine dokunulmayacak. Meclis bombalanabilir. Haberler uçtu jetlerden önce. Meclisteki sözde demokrasi havarileri barınaklara kaçtı. Tamam, kimse kalmadı, meclis bombalanabilir. Her şey kontrol altında. Aman bir siyasetçimizin burnu kanamasın. Halktan ölenler olabilir. Onlara da terör mağduru, şehit der, ailelerine üç beş kuruş verince  ağızlarını kapatırız. İşte kontrollü darbe bu. Ama var mı bir babayiğit bunları dile getirecek, şöyle etkili, yetkili makamdan? Yok tabii. Ya Fetö'cü derler sonra, ya da terörist. Gelsin desinler bana. Alnım ak, sicilim temiz. Her şeyden önce ahmak değilim.

Yeter artık bu kadar siyaset. Sakin sayılabilecek bir gün geçirdik ama Mayıs ayı rezervasyonları süper. Mayıs ayının üç günü restoranı kapattık gibi. Hele bir grup var ki tam seksen kişi.  Mecburen bahçede ağırlayacağız misafirlerimizi.       

12 Nisan 2017 Çarşamba

AK KAŞIK

11-12/04/2017 Salı,  Çarşamba, Tire

Ne bir partiye üyeliğim oldu ne de bir partinin fanatik destekçisi oldum bugüne kadar. Ülkemizde uygulanan çok partili sistem bu şekilde gittiği sürece benim mizacımdaki bir insanın politika yapması bir tarafa oy kullanması dahi zoraki oluyor. Bugün siyaset yazacağım. Siyasi bir yazı değil bu. Bazılarının hoşuna gidebilir, hatta katılabilir düşüncelerime. Ama biliyorum ki bazılarının hoşuna gitmeyecek söylediklerim. Tek dileğim bizi yönetmeye aday kişilerin sözlerine göre değil, yaptıklarına göre karar verilmesi. Hani derler ya, "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz."

Referandum tarihi yaklaşıyor. Şehrin bütün panoları iktidar partisi tarafından zaptedilmiş. Muhalefete kenarda köşede birkaç yer kalmış. Hangi TV kanalını açsam, ya partili tarafsız cumhurbaşkanı, onun dizinden ayrılmayan başbakan, reislerine şartsız biat eden bakaniar, milletvekilleri ve siyaset konuşanlar çıkıyor karşıma. Çok ender muhalefet parti liderlerinin toplumun ilgisini uyandırmaktan uzak bir iki cümlesine ve görüntüsüne rastlanıyor. En iyi yönetim şekli dedikleri "demokrasi" bu mu? Önüne gelenin boğazını sık, sen bas bas bağır. Atatürk'e ve onun kurduğu cumhuriyete kin besleyenler sokaklarda... Ellerinde "evet" bayrakları... "Neye "evet"? Tayyib'e evet. Anayasa değişikliği, başkanlık sistemi? "Boş ver onları, Reis ne yapsa doğrusunu yapar." Bu insanlarla benim oyum aynı değere sahip ya, beni üzen, kahreden konu bu. Millete gidiyoruz, söz milletin türünden lakırdılar oldum olası korkutuyor beni. Millete güvenmiyor musun sen? Kim ne derse desin, benim cevabım kocaman bir "Hayır" Evet, millete güvenmiyorum. O millet ki, demokratik bir şekilde diktatörünü seçmiş, yine seçecek. Kenan Evren'i referandumda Fransızlar mı yoksa İngilizler mi getirdi başımıza?

Kendimi zor tutuyorum. Aziz Nesin bir laf etmişti hani... Sonra Türk Milletine hakaret etti diye dava açmışlardı. Benim söyleyeceklerim müebbet hapislik bu millet hakkında. Ama susuyorum. Korkmak değil susmamın nedeni. Yanlış anlaşılmak. Beni anlayacak olanları geçersek, anlamayana laf anlatmanın zorluğu korkutuyor beni. Ama anlatacağım yine dilim döndüğünce aklımda kalmayıp dışarı taşanları...

Bazı sorular var bu milletin sorması gereken. Tıkıyor kulaklarını güzel halkım, başkaları sorunca.

Atatürk'çü subaylar, yargıçlar, öğretim üyeleri, gazeteciler, siyasiler defalarca uyardıkları halde Fetö'nün devlet içinde yapılanmasına kim, kimler imkan verdi? Onları kimler himaye etti, onlara kimler destek verdi? Şimdi ülkeyi ele geçirmeye teşebbüs eden iktidar sahipleri, Fetö örgütünü dize getirdik diye kahraman ilan ediyorlar kendilerini. Yahu, Fetö sizdiniz, sizin arkadaşlarınızdı. Aranızda paylaşamadınız iktidarı sadece. İktidar para demek. Haksız - siz haram diyebilirsiniz olarak elde ettikleri parayı paylaşamadılar. Bütün işlenen suçlar, hırsızlıklar, haksızlıklar, ayakkabı kutularındaki paralar, gemicikler, adaletsizlikler, dış politika başarısızlıkları, yanlış kararlar, düşürülen Rus uçağı, her türlü siyasi hatalar Fetö'ye yapıştı, kendileri sütten çıkmış ak kaşık. Başka söze ne hacet. Sadece bu bile yüce divanda yargılanmayı, yüzlerce kez müebbet hapis cezasını gerektirir. Ah, zavallı Menderes, bana göre pek makbul bir kişi olmasan da, şimdikileri görünce kendimi tutamıyorum, bebek davası, kilot davası deyip ayıp etmişler sana.

Ya PKK terör örgütüne verilen tavizleri nasıl kabul eder bu halk? O sınırdan zafer kazanmış edalarla giren teröristlere yapılan karşılamalar... Gökler e çıkarttıkları sözde "Barış Süreci". Hele biraz daha sabredebilseydi terör örgütü, neredeyse Abdullah Öcalan'ı serbest bırakacaklardı. Böyle bir dönemi nasıl unutur bu millet? Ülkede cirit atan teröristler ilçelere silah yığınağı yaparken, Allah aşkına söyleyin, valilere "Dokunmayın" talimatını veren ben miydim? Bu kadar büyük hatalar "Aldatıldım." deyince nasıl unutuluyor? Bu milletin beyni dumura mı uğradı?

Hatırlayın bir on yıl öncesini. Ne demişti başbakan? Dünya ülkeleriyle, komşularla "sıfır sorun." Neydi bu politikanın adı? "Win-win" Yani "kazan-kazan" Amerika, Avrupa ülkeleri, Rusya kazanan, biz hep kaybeden. Sıfır sorun derken, bütün ülkelerle papaz olmadık mı? Yoksa onlar da mı kandırdı kötü kaderimizin mimarını?  

Kardeşim Esad'ın Esed'e dönüşünü, refah düzeyimizin her geçen gün daha da aşağı çekildiği, fırsat eşitsizliğinin alabildiğince arttığı memlekette halkı doyurmakta zorlanırken oy devşirmek pahasına üç milyon Suriyeliye kucak açışını unutmak mümkün mü? Sınır boylarımızın terörist örgütlerle dolmasına sebep olan yanlış politikaları güden, her gün çatışmalarda ölen ana kuzularına, şehirlere kadar inen bombalı saldırılarda ölen halkımıza bu zulmü yapan bir insan nasıl bu kadar oy toplar?

Gezi olaylarına katılan ve sazlı sözlü, yaratıcı eleştirilerini duyurmaya çalışan gençlere terörist deyip, camide içki içtiler diye iftira atma küstahlığını gösteren, üzerlerine gaz sıkan, silah attıran güruha hükmedenler ne çabuk unutturuyorlar marifetlerini...

Ergenekon, balyoz, kafes vs. davaları saçmalığıyla yıllarca ülke gündemini meşgul eden, bütün Atatürkçü insanları görevden alan, küçük düşüren, hapse attıran, hürriyetlerini kısıtlayan ya da bunlara göz yumanlar hangi yüzle oy istiyorlar halktan? Az mı geldi yaptıkları. Ne kaldı geriye? Gaz odalarında toplu infaz mı, fırınlarda yakıp sabun yapmak mı? 

Prof. Dr. Türkan Saylan gibi vatansever bir bilim insanına yaptıklarını nasıl unutturuyorlar bu halka. Korkarım ki tarih en salak millet diye yazacak bizi.