Yoğun bir günü karşılayacağımız için hemen yatmak zorundaydık. Zira dünkü telefonların çoğu bugünkü rezervasyon taleplerine aitti. Diğer taraftan günlük yazılarım biriktikçe huzursuzluğum artıyor. Koltukta sızıp kalmışım yine. Kızımın sesine uyanıyorum. Her zamanki gibi yatağıma yatmamı isteyeceğini düşünüyorum. Aniden kalkarsam tansiyonumun düşeceğini iyi biliyor. "Baba sakin ol, iyi misin?" Olağan üstü bir durum var sesinde. "Dur, hemen kalkma." "Ne oluyor?" "Haber geldi hastaneden şimdi, dedemin kalbi durmuş (!)"
Saat 02.00. Daha bir saat olmuş eve geleli. Ne yapacağız? Taş Ev'i açmazsak olmaz. Bir ay önce yapmış programlarını insanlar. Bugün Anneler Günü. Eşim ve kızım "İdare ederiz biz, sen git." diyorlar. "Sadece rezervasyon yaptıran misafirleri kabul edelim." diyorum. Anahtarları bırakıp yola çıkıyorum. Anneme haber verilmiş. Onu daha fazla düşünüyorum. Babamın durumuna sanki hazırım. "Sıcakken yara acımaz." derler, belki ondan bu hissizliğim?
Yol bomboş, kafamın içi gibi. Son günlerde aklıma düşen görüntü geliyor gözümün ününe. Koyu yeşil bisiklet. Kurbağalı dere. Sobaya dokunmayalım diye etrafında döndürülen ahşap korkuluk... Henüz okula başlamamışım. Babam koyu yeşil bisikletine binip işine gidiyor. Arkasından bakakalıyorum. Gözlerim doluyor. İçim daralıyor. Hastanenin morguna doğru yaklaşıyorum.
Neredeyse son altmış yılına şahitlik ettiğim bir hayat. Bir sürü anı, iyi günlerden fazla kötü günler. Hızla geçen zaman. Bir ömür. Erkek kardeşim arıyor. Saat sekize kadar işlem yapılmıyormuş. Annemi kız kardeşim almış, Ayrancılar' daki evine getirmek üzere yola çıkmışlar. İlk toplantı yerimiz Ayrancılar. Az sonra buluşuyoruz. Kendimi tutmam lazım. Annemin tansiyonu yükseliyor, sıkılmaması gerek. Ama nasıl olacak bu?
Cenazeyi kaldırmak için neyi nasıl yapmak lazım, hiçbir fikrim yok. İlk durak hastane. Oradan birilerine sora sora öğreniriz. Dolan gözlerimin yaşını içime akıtıyorum. Yapmam gereken son görev var daha. Bir yol gösteren var mı etrafımda? Aklıma çocukluk arkadaşım geliyor. Sabah sabah uykudan uyandırıyorum. Hani "Mutlaka haber ver bana." demiştin ya. İşte sana haber veriyorum. "Yapmam gereken bir şey var mı?" diye o da bana soruyor. Bütün mesele bu zaten. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyecek biri lazım acilen. "Yok, sağ ol." diyorum.
Kardeşimin kafası benden iyi çalışıyor. "Mezarlıklara gidelim, yerini ayırtalım." diyor. Hava aydınlanmadan çıkıyoruz yola. Bütün mezarlıklar dolmuş. Ya bir yakınının üstüne gömüleceksin ya da şehrin uzak bir köşesine. Paşaköprüsü mezarlığına giriyoruz. Yönetim binasının kapıları asma kilitlerle kapatılmış. Çevrede dolaşanlara soruyoruz. Saat ona doğru açılır diyorlar. Ne kadar rahat bu insanlar?
Sala verdirmek için camiye gidip görüşmeye karar veriyoruz. İki caminin imamıyla görüşüyoruz. Karşılıklı görüşme değil bunlar. Camiler kapalı. İlk caminin avlusunda zorlukla okunabilecek mesafede imamın cep telefonu yazılı. İmamı arıyoruz. "Merhumun ismini bir kağıda yazıp posta kutusuna atın, saat on bire doğru okurum." diyor. Ama öğlen namazına yetişmezse, yanlış anons edilmiş olacak (!) "O zaman beni ararsınız." diyor. Benzer şekilde diğer cami imamı ile telefonda görüşüyor, sala okumasını istiyoruz. Demek artık böyle oluyormuş bu işler.
Morgdaki sorumlunun mesaisinin başlamasına yakın bir zaman. Hastaneye gidiyoruz. Hayatımda ikinci kez morga giriyorum. Daha önce şantiyede kırk metreden beton zemine çakılan bir işçimin cesedini görmüştüm Karadeniz'in Ereğli'sinde.
Bu kez babamı görmek istemiyorum. Ne faydası olacak ki bundan sonra. Kapalı kapılardan birinin üzerinde "imam" yazıyor. Kapıyı vuruyoruz, kimse cevap vermiyor. Bir sedye getiriyor biri erkek biri bayan iki görevli. Beyaz kefen bezine sarılı kişi morga alınacak misafirlerden sonuncusu. Görevliler morgun anahtarlarını taşıyan imamı bekliyorlar. Bir yere telefon ediyorlar. Az sonra imam çıkıyor ortaya. Yüzlerce kez aynı işi yapmanın rahatlığı var üzerinde. Demir kapıyı açıyor. Hep birlikte soğuk hava dolaplarının içindeki bir tepsiye beyaz kefene sarılmış cesedi indiriyorlar. Kapıyı kapattıktan sonra kendine tahsis edilen odaya alıyor bizi. "İlk iş olarak mezarlıkta yer bulun yoksa gusülhaneye dahi gönderemeyiz." diyor. Mezarlıklar Müdürlüğünde henüz mesai başlamamış olmalı. Hastaneye yakın bir binada defin işleri müdürlüğünü buluyorum. Buradaki işlemlerin takibi için kardeşimi bırakıyor, mezarlıklara dönüyorum. Dedemin üzerine babamı gömmek için annemin rızası gerekliymiş. Mezarlık Müdürlüğünün imamı bir kağıt hazırlayıp veriyor elime. Ayrıca ölüm raporunu alıp getirmeliymişim. Ayrancılara dönüp annemin kimliği ile birlikte içi doldurup imzalanacak belgeyi alıyorum. Zamana karşı yarış başlıyor. Telefonum durmadan çalıyor bir taraftan. Taziye telefonu değil bunlar. Kimse durumdan haberdar değil ki. Telefonlar yeni rezervasyon talepleri. Teker teker hepsine durumu izah edip özür dileyerek talepleri geri çeviriyorum.
Bu kez babamı görmek istemiyorum. Ne faydası olacak ki bundan sonra. Kapalı kapılardan birinin üzerinde "imam" yazıyor. Kapıyı vuruyoruz, kimse cevap vermiyor. Bir sedye getiriyor biri erkek biri bayan iki görevli. Beyaz kefen bezine sarılı kişi morga alınacak misafirlerden sonuncusu. Görevliler morgun anahtarlarını taşıyan imamı bekliyorlar. Bir yere telefon ediyorlar. Az sonra imam çıkıyor ortaya. Yüzlerce kez aynı işi yapmanın rahatlığı var üzerinde. Demir kapıyı açıyor. Hep birlikte soğuk hava dolaplarının içindeki bir tepsiye beyaz kefene sarılmış cesedi indiriyorlar. Kapıyı kapattıktan sonra kendine tahsis edilen odaya alıyor bizi. "İlk iş olarak mezarlıkta yer bulun yoksa gusülhaneye dahi gönderemeyiz." diyor. Mezarlıklar Müdürlüğünde henüz mesai başlamamış olmalı. Hastaneye yakın bir binada defin işleri müdürlüğünü buluyorum. Buradaki işlemlerin takibi için kardeşimi bırakıyor, mezarlıklara dönüyorum. Dedemin üzerine babamı gömmek için annemin rızası gerekliymiş. Mezarlık Müdürlüğünün imamı bir kağıt hazırlayıp veriyor elime. Ayrıca ölüm raporunu alıp getirmeliymişim. Ayrancılara dönüp annemin kimliği ile birlikte içi doldurup imzalanacak belgeyi alıyorum. Zamana karşı yarış başlıyor. Telefonum durmadan çalıyor bir taraftan. Taziye telefonu değil bunlar. Kimse durumdan haberdar değil ki. Telefonlar yeni rezervasyon talepleri. Teker teker hepsine durumu izah edip özür dileyerek talepleri geri çeviriyorum.
Öğlen namazına yetişebilmek için her zaman havalimanı kavşağında yer tutan radar kontrolünü bilmeme rağmen hızımı olabildiğince arttırıyorum. Mezarlık imamını buluyor, belgeleri veriyorum. İşin önemli bir aşaması hallolmuş oluyor. Hemen hastaneye geri dönüp kardeşimle buluşuyorum. Bu taraftaki işlerde ilerleme yok. Mezarlıktan arıyorlar, merhumu defnedilecek yeri hazır diye. Haber geldikten sonra babamı gusülhaneye getirip cenaze işlemlerine başlıyorlar.
Artık beklemekten başka bir şey yok yapacak. Oğlum arıyor. "Başın sağ olsun." Sesim düğümleniyor, konuşamıyorum. Yaşadığım durumu zihnimden uzaklaştırmak, düşünceleri karga kovalar gibi başımdan atmak bir kaçış yolu. Duygusal olarak zayıf bir anımda üniversite arkadaşlarımdan biri arıyor. Yine kelimeler boğazımda düğümleniyor. Cenaze aracı hazırlanıyor. Öğlen namazına yetiştireceğimiz kesin artık. Camiye gidiyorum. Uzun yıllar görmediğim insanları görüyorum cami avlusunda. Musalla taşının üzerinde babam yatıyor. Bazen büyük bir metanetle direniyorum. Öğle namazını kılıyor cemaat. Elli yıldır görmediğim eski komşular, gençliğini hatırladığım yaşlı dedeler baş sağlığı diliyor çevremde. Aynı mahallenin çocuklarının saçları ağarmış, her biri koca koca ihtiyar adamlar olmuşlar. Çocukluğumda sık görüştüğümüz bir aile dostumuzun yetmiş beş yaşlarındaki oğlu ile sohbet ediyoruz. Annesi Zehra Teyzenin yıllar önce öldüğünü biliyorum. Cenaze namazı kılındıktan sonra mezarlığa gitmek üzere arabama alıyorum. "Ali Abi, Zehra Teyze kaç yılında ölmüştü?" Dönüp bana garip garip bakıyor. Bakışları şaşkın. Garip geliyor sorum ona. "Zehra Teyzen ölmedi ki, yaşıyor. " Ne?... "Daha sabah görüştük. " Yazık diyorum içimden, ona da gelmiş gelenler.
Mezarlık kalabalık. Bugün Anneler Günü. Ben annemin Anneler Günü'nü kutlayamadım. Nasıl kutlarım ki. Acısıyla, tatlısıyla ortak geçen bir altmış yıl. Sıkılmaması lazım, ağlamaması lazım. Sağlığı açısından çok önemli bunlar. Ama elde mi?
Babamıza karşı son görevimizi yerine getiriyoruz. Düşünüyorum, garip geliyor. Cenaze arabası adet olduğu üzere kapımızın önünden geçiyor. Son kez selamlıyor komşuları, vedalaşıyor babam onlarla. Sessizce... Annemi kız kardeşimin evine kaçırdığımız için evden ne ağlama ne de çığlık sesi duyuluyor. Ağlasa o ağlardı sadece. Bir de kız kardeşim. Benimle aynı acıları yüreğinde bastıran erkek kardeşim. Onlar ağlarken ben tutabilir miydim kendimi? Akıtmayı başarabilir miydim gözyaşlarımı içime? Sessizce... Evimizin karşısında virane iki katlı bir ev. Yanındaki ev bir enkaz yığını. Çocukluğumun en lüks evlerinden biriydi bir zamanlar, altı bakkal. Bakkal Teyzenin evi. Ayakta bir o kalmış. Yeşile boyalıydı o ev, ben çocukken. Koyu yeşil boyalı bisiklet. Babamın bisikleti... Zaman ne çabuk geçiyor? Bir varmış, bir yokmuş. Artık babam yok...