08-09-10/05/2017 Pazartesi, Salı, Çarşamba, Tire-İzmir-Tire
Bu kadar yoğun mu geçecek hafta sonları? Pazartesi soluk alacağım bir gün olmasını istiyorum. Ne var ki istemekle olmuyor. Önceden yapılan rezervasyonlar korkutuyor gözümü bu aralar. Alacağım bir haber her şeyi bırakıp gitmemi gerektirecek. Eşimle bu konuyu görüştük. Yalnız başına o da zorlanacak. Üstüne üstlük şefle yollarımızı ayırma kararından sonra özellikle bizi zor durumda bırakma olasılığına karşı önlem alma peşindeyim. "Ya maaşıma zam yaparsın yoksa iki gün sonra giderim.", "Yarın dört beş saat geç gelebilirim, iş arayacağım." çıkışlarından sonra insafa mı geldi yoksa hatasını mı anladı bilemiyorum. Ne var ki ok yaydan çıkmış bir kere. Kısa bir araştırma ona ödediğimiz ücretin piyasadaki muadillerine göre % 30 fazla olduğunu göstermişti. Bu kendisine yetmemiş olacak ki şansını zorlamak istiyor. Hayır, gidiyor diye asla kızgın değiliz. Sadece insanların çoğunda mevcut bazı zayıflıkları onda da görmemiz üzüntü verici. Nedir bu? "Elleri mahkum ne istersem verecekler, benden vazgeçemezler." egosu. Olaya kendi açımızdan bakarsak açıldığımız günden itibaren misafirlere sunduğumuz bir ağız tadı var. Risk alıyoruz. Gel gelelim gerektiği zaman insan risk almasını bilmeli.
Günlük biriktirmek hoş değil. Bu kez üç günü biriktirdim yine. Bunun esas nedeni İzmir seyahati. Ne bilgisayarımı taşıyacak ne de onu kullanacak zamanım var. O halde pazartesi gününden başlayım anlatmaya.
08/05/2017 Pazartesi, Tire-İzmir
Öğleden sonra bir hanımlar günü organizasyonu ile açıyoruz perdeyi. Bizim günlerimizde artık çekirdek çitlenmemesi ne kadar güzel. Gelen misafirlerin hepsi eşimin kendi grubundan kaliteli insanlar. Zaten onlara restoranda çekirdek ye desen "Aaa hiç olur mu öyle şey? Restoranda çekirdek mi çitlenirmiş?" derler.
Siparişler teker teker alınırken iki misafir daha geliyor. Dışarıda esen rüzgar fırtınaya dönüşmüş. Yukarıda hanımların rahatını da bozmak istemiyorlar. Sıcakların basmasıyla terasta ne kadar masa sandalye varsa bahçeye indirdiğimizden dolayı terasta oturma alternatiflerini de ellerinden almış durumdayız. Zaten rüzgar terasta da var. "Girişe bir masa atalım." diyorum. Bu çok hoşlarına gidiyor. İlk kez geldikleri Taş Ev'e hayran kalıyorlar. Biraz sohbet edince farklı bir diyalog ortamı doğuyor. Her siparişlerinden sonra beni yordukları için özür diliyorlar. İlerleyen saatlerde bir arkadaşları daha geliyor. İçlerinden biri benim arabaya kafayı takmış. "Bak abi, bu arkadaş galerici, ben de senin arabayı almak istiyorum, satmayı düşünürsen ilk önce beni ara, işte telefonum."
Hanımlar yemeklerini yiyor, sohbetlerini ediyor ve hoşça vakit geçiriyorlar. Onlar gittikten sonra girişteki masayı yukarı taşıyoruz. Bir arkadaşları daha geliyor. Bu arkadaşlarımız Taş Ev'i öyle seviyorlar ki bir rekora imza atıyorlar. Ne rekoru mu? Bir restoranda en uzun süre kalma rekoru. Neredeyse tam on iki saatlik uzun bir zaman diliminde ağırlıyoruz misafirlerimizi.
Akşam olmadan aklıma kasabı aramak geliyor. Öyle ya yarından sonra önemli bir organizasyonumuz var. Elli kadar veteriner hekimi ağırlayacağız. Bağlantı geçen ay yapılmış, menüler belirlenmiş, teyitler alınmış. Ana yemeğimiz ızgara köfte, kuzu şiş ve pirzoladan oluşan maşa servisi. Kasabımızı arayıp çarşamba günü almak üzere siparişlerimi veriyorum. Gel gelelim cuma gününe kadar pirzola veremeyeceklerini söylüyorlar. Böylelikle pirzola maceramız başlıyor.
"Ne olacak, pirzola yerine bonfile verirsiniz." diyor kasap. Hiç hoşuma gitmiyor. Ne yap, yap bana pirzola bul desem de nafile. "Biz de yoksa hiçbir kasapta olmaz." diyorlar. Çaresiz kuzu butlarla birlikte bonfilelerin siparişlerini veriyorum. Daha düne kadar bonfile bulamıyordum, bu sefer ellerinde bonfileden bol bir şey olmaması garibime gidiyor. Onları da kaptırma korkusuyla şehre gitmeye karar veriyorum. Şef "Başka kasaptan git al, bonfile ile pirzola arasında % 50 fiyat farkı var." Aslında fark daha fazla. Çünkü menüde bir kalem pirzola varken bonfile olunca bizim şef mecburen yarım porsiyon bonfile verecek kişi başına. Hem fiyat hem miktardan zarar olsa da bunları düşündüğüm yok. Verilen sözü yerine getirmek en önemlisi. Şehre iner inanmaz şefin önerdiği bir başka kasaba gidiyorum. Sadece pirzola veremeyeceğini söylüyor. "Tamam, lanet olsun butları da ver." diyorum. Fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynı. Büyük bir oh çekip rahatlıyorum. Bizim kasaba gidiyor, oradan kıyma ve ciğeri alırken bonfile ve butları iptal etmek istiyorum. Hazırladıklarını söyleyip sitem ediyorlar. Tamam koyun derin dondurucunuza onları da alayım desem de patron "Önemli değil biz bir şekilde satarız." diyor. Defalarca haklı olduklarını ama başka yerde pirzola bulamayacağımı söyledikten sonra bir kasapta pirzola bulduğumu, kasabın pirzolayı vermesi için butları da almamı şart koştuğunu anlatıyorum. Suratlar asılsa da çarşamba günü için et sorununu hallettiğim için içim yaylaya rahat dönüyorum.
Kızımla anlaştığım üzere İzmir'e gideceğim. Yarının alışverişini orada yapabileceğimizi söylemişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde Venüs'le birlikte İzmir'e doğru çıkıyoruz yola.
Telefonumun şarjı bitmiş. Kızımın evinin önüne geliyorum. Saat sabaha karşı ikiyi geçiyor. Telefonum devre dışı. İnip kapıyı çalacağım. Dört numara mıydı? Eğer değilse bu saatte kimi uyandıracağım korkusu... Cesaretle zile dokunmamla birlikte kapının otomatının sesini duyup rahatlıyorum. Venüs yol boyunca uslu duruyor, bana hiç rahatsızlık vermiyor. Eve çıkıyoumr, başım yastığa değer değmez uykuya dalıyorum.
09/05/2017 Salı, İzmir
İyi ki tatil günüm bugün. Yapılacak o kadar iş var ki. Kızım ne zaman kalktı da kahvaltı hazırladı bilmiyorum. İlk iş babamı göreceğim. Uzunca bir süredir uyutulduğu yoğun bakımda ne yazık ki o beni göremeyecek.
Kızımın arabasıyla çıkıyoruz yola. Personele ait park yerine arabayı bıraktıktan sonra hastanenin yoğun bakım servisine doğru hızlı adımlarla ilerliyoruz. Üzerime bir seferlik özel giysiler, başlık, maske, eldiven, galoş giyiyorum. Şifreli kapılardan geçtikten sonra 3 numaralı yatakta görüyorum babamı. Ağzında hortum ciğerlerine oksijen basıyor. Yetmiyor, diyaliz makinesi kirli kanı temizleyip vücuda geri veriyor. İki cihaza bağlı hayatı. Yaşamak denirse yaşıyor işte... Dünkü değerlerde biraz iyileşme var ama bu sefer kalp ritmi bozulmuş. Arka taraftaki kocaman ekranda gösterilen nabız değerleri 100'ü geçmemesi gerekirken 110-190 arası gidip geliyor. Çaresizlik çok kötü. Derin derin nefes alıyorum. Başında durmak anlamsız. "Hadi yeter artık, ziyaret saati bitti." diyen de yok. "Hadi gidelim." diyorum kızıma. Yoğun bakım odasından çıkıyor, bir kullanımlık eşyalarımızı atık sepetine bırakıyoruz. Kızımı takip ediyorum. Az sonra derse girecek. Annemin göz ameliyatını yapacak genç doktorun yanına doğru yürüyoruz. Bilgi verecekler, operasyon hakkında. Her ameliyat bir risk. Merdivenlerden iniyor, koridor boyunca hasta ve hasta yakınlarının arasında ilerliyoruz. Yeşil bir bisiklet geliyor gözümün önüne. Bir filmin fon müziğini duyar gibiyim. La, lala la... Müziğe eşlik eden bir ıslık sesi. Geçmişe dair hatırladığım ilk görüntü bu. Önümüzdeki yolun ortasında, içinden kanalizasyon akan dereden gelen vrak vrak kurbağa sesleri. Babam bisiklete biniyor işe gitmek için. Bisikletin rengi koyu yeşil. Sanki sonradan boyanmış gibi. O zaman, olsa olsa oğlumun şimdiki yaşında. Delikanlı, tığ gibi. Gözlerim doluyor. Biraz daha kurcalarsam geçmişi, hüngür hüngür ağlayacağım hastane koridorlarında. Ne kadar metindim, kabullenmiştim olayı gelirken oysa. Kızım halimi görüyor. "Baba, baba burada değil." Nerede peki? Onu zor durumda mı bırakırım ağlarsam? Belki... Göz yaşlarımı geri gönderiyorum. Unut, unut, geçmişi unut. Daha yapacağın işler var. Bak yarın veterinerler geliyor. Daha bir sürü alışveriş yapacaksın. Annemi arayım da, beni beklemesin. Yaprak sarma yapmışlar benim için. Sarma görecek gözüm mü var? "Anne beklemeyin beni, ya gece yarısı uğrarım dönerken ya sabah, ya da hiç uğrayamam." "Babam mı? İşte bildiğin gibi... Ama sen sakın üzülme, bak üzülürsen tansiyonun çıkar."
Off, offf. Telefonum çalıyor. Arayan dün bağlantı yaptığım kasap. "Abi, bak erkenden arıyorum, sana pirzola veremiyorum, devamlı müşterilerime vermek zorundayım." Ne yapmalı şimdi? Ne cevap vermeli buna? "Teşekkür ederim sizi tanıdığıma memnun oldum." Şerefsizliğin bir tanımı yapılsaydı eğer, ona bu davranış kadar başka bir şey yakışır mıydı acaba?
Sabah kızımın evinde yaptığımız kahvaltı esnasında alt çenemdeki implanta monte diş protezimin ağzıma düştüğü önemsiz bir detay. Yarın fırsat bulamam ki onunla uğraşmaya... Bir bu eksikti. Hemen bir peçeteye sarmalayıp cebime atmıştım. Kızımın dersi bitmiş. Gıda Çarşısında buluşuyoruz. Arabasını evin önüne bırakmış. Eve dönüyoruz. Hatay Caddesinde dolaşırken tesadüfen dişlerimi yapan doktorun muayenehanesi önünden geçiyoruz. Kızım "Şansımız varsa yerine takıverirler hemen." diyor. İçerisi çok kalabalık. Üç saat sonra müsait olabileceklerini söylüyorlar. Üç saat sonra ben kim bilir nerede olacağım? Muayenehaneden çıkıyor ışıklardan caddenin karşısına geçmeye hazırlanıyoruz. Kafam dağınık. Arkamızdan biri sesleniyor. Başımı çevirip bakıyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışırken. Kızım "Hadi baba, yer açılmış dişine bakacaklar." Diş hekimi boşalan koltuğa alıyor hemen. Düşen protezimin bulunduğu peçete yumağını cebimden çıkarıp uzatıyorum. "Hiç zamanımız yok." demişlerdi az önce. Bugünün bana verdiği tek şans bu olsa gerek.
Kasap Hakan geliyor kızımın aklına. Zaman daralıyor. Bu vakitten sonra nereden bulacağız pirzolayı. Hemen koşuyoruz dükkana. Tamam diyor akşam saat yedide hazır siparişler. Saat sekizde apartman toplantısı var. Sırf ben katılabileyim diye bugün düzenlenmiş. Böyle olmasa katılmam mümkün değil. Ayıp olur artık katılmazsam. Ama ne zaman? Saat yedi oluyor. Telefonum çalıyor. Hayırlı bir işe çalmıyor ki bu telefon. Arayan kasap Hakan. "Abi be, senin pirzolaları veremiyoruz." "Ya, neden?" Artık şaşırmıyorum hiçbir şeye. "Kesime geç girmişler, etler gelse de parçalayamayız, bir gün dinlenmesi gerekir."
"Peki ne yapacağız şimdi?" Balçova'da Et ve Balık Kurumunun satış mağazası varmış, oraya bakabilirmişiz. Oradan yirmi kalem buradan kırk kalem pirzola derken kasap kasap dolaşıyor, fiyatına bakmadan pirzola belasından kurtarıyoruz kendimizi.
Daha manav işi var. Apartman toplantısına giriyoruz. Fazla uzatmak istemiyorum artık ama toplantı başlı başına bir yazı konusu. "Yarım saat ayırabiliriz en fazla." diyoruz ama bir saatten fazla zamanımızı alıyor. Oradan 24 saat açık olduğunu söyleyen manavdan alışverişimizi tamamlıyoruz. Venüs'ü gezdir, kızımın dolaptaki eşyalarını indir, bindir derken gecenin bir yarısında dönüş yoluna çıkıyorum. Çevre yolunda trafik tıkanmış. Buca ayrımından Aydın yol ayrımına kadar yavaş yavaş ilerliyorum. Yol ayrımından sonra rahatlıyor trafik. Yaylaya çıkıp dolaplara yerleştiriyorum eşyaları. Eve dönüşüm geç vakitleri buluyor.
10/05/2017 Çarşamba, Tire
Bugün yeni bir sınav bizim için. Sabah eşimin hazırladıkları arabanın bagajını tıklım tıklım dolduruyor. İyi ki dünkü malzemeleri o geç saatte yukarı bırakmışım. Akşam saat sekize kadar yeterince zamanımız var. Fırından yeterli sayıda ekmeğimizi alıyoruz. Bugünü atlatırsak rahat bir nefes alacağım artık. Hemen yukarı çıkıp temizliğe başlıyorum. Masalar U düzenine göre yerleşecek. Önce firma yetkilisi bir sunum yapacak daha sonra çorba, meze ve yemek servislerine geçilecek. Organizasyon sahibi arıyor. "Bugün Berat kandiliymiş, atladık." Korktuğum başıma gelmiyor. Devam ediyor beni rahatlatan ses tonuyla. "Ama biz programı değiştirmeyelim."
Öğleden sonra bir aile geliyor yemeğe. Beyefendiyi tanıyorum. Konya'dan gelip Tire'ye yerleşme kararlarını anlatmış, uzun uzun sohbet etmiştik. Verandaya oturuyorlar. Zaten salona misafir almamız mümkün değil bu gece.
Akşama doğru yemeği organize edenler geliyor, ön cepheye bir perde indirip sunum için gerekli yansıtıcıyı yerleştiriyorlar. Geleceklerin sayısı altmışı geçebilir denilince şaşırıyorum. "Bu salon en fazla elli kişiye hizmet edebilir. Siz minimum kırk maksimum elli demiştiniz." diyorum.
Gerek salon gerekse masaların düzeni gurur verici. Her şey hazır, misafirleri bekliyoruz. Elmas hanımı almaya giderken ikinci bir destek elemanı alırsak rahat edeceğimizi söylemiştim. Bir arkadaşını ayarlamış o da. İkisi birlikte uyumlu bir şekilde çalışacak görünüyor.
Misafirlerimiz bir biri arkasına gelmeye başlıyor. Bazı konukların gecikmesi sunumun başlamasını geciktiriyor. Sunum süresinin 45 dakika kadar uzun tutulması zaten geç başlayan programın iyice geç saatlere sarkmasına neden oluyor. Çorba servisi ancak saat 22.30 da başlıyor. Yeni gelenlerle işi olduğunu söyleyip erken kalkanlar birbirine karışıyor. İşin en ilginç yanı ne biliyor musunuz? Acil işi olanlar erken kalkınca kalanlara kuzu şişler bile fazla geliyor. Misafirler sıra daha pirzolalara gelmeden tıka basa doymuş oluyorlar. Pirzolalar iptal ediliyor ve onca pirzola macerasının sonunda bütün uğraşılarımızın boşuna olduğunu anlıyorum. Ama şunu iyi biliyorum ki, eğer biz pirzolayı tedarik edemeseydik herkes pirzola isterdi. Her şeye rağmen geceyi sorunsuz kapatıyoruz. Konuklar dağıldıktan sonra geriye kalan on kişilik grup saat 01.30'a kadar eğlenmeye devam ediyor. Yemekli toplantıyı organize eden İstanbul merkezli firma ile konukları Taş Ev'den memnun ve mutlu ayrılıyorlar. Bizler de büyük bir sınavı başarıyla vermiş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.