KATEGORİLER

18 Mayıs 2017 Perşembe

YAYLAYA DÖNÜŞ

15/05/2017 Pazartesi, Tire

Bugün kapalıyız. Dün dönerken yanıma aldığım annemle birlikte yapıyoruz kahvaltımızı. Eşimin evde yapacak işleri olduğundan yaylaya onsuz çıkıyoruz. Yukarıda yapacak fazla bir şey de yok aslında. Venüs ve Fifi'ye bakacağız, onlara yemek su vereceğiz sadece. Annem ilk kez görecek Taş Ev'i.  

Hava oldukça sıcak olmasına rağmen yaylada tatlı bir esinti var. Fifi karşılıyor bizi. Venüs'ü serbest bırakıyorum. Hoplaya zıplaya koşturmaya başlıyor. Yaramaz bir çocuk adeta. Suyunu dökmüş yine. İlk iş olarak suyunu koyuyorum. Dakikalarca ağzını şapırdata şapırdata içiyor.

Anneme Taş Ev'i gezdiriyorum. Çok beğeniyor. Ben işlerimi bitirene kadar avludaki masalardan birinde oturuyor. Kümesteki tavuklara biraz ekmek atıyorum. Elimde ekmeği görür görmez bağrışmaları artıyor. Sularını tazeliyorum.

Sosyal medya üzerinden mesaj gönderen ve telefonla bizzat arayan dostlara cevap vermekle meşgul oluyorum. Dün mesaj gönderenlere cevap veremezdim. Onların tümüne genel bir teşekkür mesajı yazıyorum.

Dün arayanlardan biri de aşçılık için müracaat ettiğini söylemişti. Durumu anlatıp yarın kendisine döneceğimi söylemiştim. Aradığı saati aklımda tutmuştum. Hemen randevulaşıp görüşüyoruz. Gözümüz tutuyor kendisini. Birlikte çalışmak için anlaşıyoruz.

Öğleden sonra şehirde biraz işim var. Arabadan ıslık sesi gibi bir ses geliyor gaz verirken. Her zaman fırsat bulamam diye Ali Ustaya gösteriyorum. "Radyatörde delik olabilir." diyor. "Sökmeden bir şey diyemem." Uzun bir yürüyüşten sonra eve geliyorum. Eve taziye için gelen misafirlere görünüp odama çekiliyorum. Akşam üzeri usta arıyor. İzmir'den parça sipariş etmiş. Arabayı yarından önce teslim edemeyecekmiş.

TV'de 24 kişinin hayatını kaybettiği trafik kazasının haberleri veriliyor. Anneler Gününü kutlamak için çıkmışlar yola. Dün mezarlıktaki imamı hatırlıyorum. "Su satan çocuklara yüz vermeyin." diyordu. Mezarı sulamak, çömlekleri suyla doldurmak adetlerimizden biri. Nedense komik geliyor bana. Suyun ne faydası var ölüye. Susuzluktan kırılan insanlara lazım su. İmam boynuna bir ses cihazı takmış, mezarlığın başında dualar okuyor. Kimse anlamıyor dediklerini. Çok mu lazım anlamını bilmediğin Arapça sözcükleri duymak. Ölüye faydası olur mu ki?

Sabah okunan salanın bir faydası var sadece. Cenaze merasimine bir davet oluyor bu çağrı. Hayat devam ediyor. Yarın büyük pazar. Günlükleri tamamlamam lazım. Taziye mesajlarının ardı arkası kesilmiyor... 

ARTIK BABAM YOK

14/05/2017 Pazar, İzmir

Yoğun bir günü karşılayacağımız için hemen yatmak zorundaydık. Zira dünkü telefonların çoğu bugünkü rezervasyon taleplerine aitti. Diğer taraftan günlük yazılarım biriktikçe huzursuzluğum artıyor. Koltukta sızıp kalmışım yine. Kızımın sesine uyanıyorum. Her zamanki gibi yatağıma yatmamı isteyeceğini düşünüyorum. Aniden kalkarsam tansiyonumun düşeceğini iyi biliyor. "Baba sakin ol, iyi misin?" Olağan üstü bir durum var sesinde. "Dur, hemen kalkma." "Ne oluyor?" "Haber geldi hastaneden şimdi, dedemin kalbi durmuş (!)"

Saat 02.00. Daha bir saat olmuş eve geleli. Ne yapacağız? Taş Ev'i açmazsak olmaz. Bir ay önce yapmış programlarını insanlar. Bugün Anneler Günü. Eşim ve kızım "İdare ederiz biz, sen git." diyorlar. "Sadece rezervasyon yaptıran misafirleri kabul edelim." diyorum. Anahtarları bırakıp yola çıkıyorum. Anneme haber verilmiş. Onu daha fazla düşünüyorum. Babamın durumuna sanki hazırım. "Sıcakken yara acımaz." derler, belki ondan bu hissizliğim?

Yol bomboş, kafamın içi gibi. Son günlerde aklıma düşen görüntü geliyor gözümün ününe. Koyu yeşil bisiklet. Kurbağalı dere. Sobaya dokunmayalım diye etrafında döndürülen ahşap korkuluk... Henüz okula başlamamışım. Babam koyu yeşil bisikletine binip işine gidiyor. Arkasından bakakalıyorum. Gözlerim doluyor. İçim daralıyor. Hastanenin morguna doğru yaklaşıyorum.

Neredeyse son altmış yılına şahitlik ettiğim bir hayat. Bir sürü anı, iyi günlerden fazla kötü günler. Hızla geçen zaman. Bir ömür. Erkek kardeşim arıyor. Saat sekize kadar işlem yapılmıyormuş. Annemi kız kardeşim almış, Ayrancılar' daki evine getirmek üzere yola çıkmışlar. İlk toplantı yerimiz Ayrancılar. Az sonra buluşuyoruz. Kendimi tutmam lazım. Annemin tansiyonu yükseliyor, sıkılmaması gerek. Ama nasıl olacak bu?

Cenazeyi kaldırmak için neyi nasıl yapmak lazım, hiçbir fikrim yok. İlk durak hastane. Oradan birilerine sora sora öğreniriz. Dolan gözlerimin yaşını içime akıtıyorum. Yapmam gereken son görev var daha. Bir yol gösteren var mı etrafımda? Aklıma çocukluk arkadaşım geliyor. Sabah sabah uykudan uyandırıyorum. Hani "Mutlaka haber ver bana." demiştin ya. İşte sana haber veriyorum. "Yapmam gereken bir şey var mı?" diye o da bana soruyor. Bütün mesele bu zaten. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyecek biri lazım acilen. "Yok, sağ ol." diyorum.

Kardeşimin kafası benden iyi çalışıyor. "Mezarlıklara gidelim, yerini ayırtalım." diyor. Hava aydınlanmadan çıkıyoruz yola. Bütün mezarlıklar dolmuş. Ya bir yakınının üstüne gömüleceksin ya da şehrin uzak bir köşesine. Paşaköprüsü mezarlığına giriyoruz. Yönetim binasının kapıları asma kilitlerle kapatılmış. Çevrede dolaşanlara soruyoruz. Saat ona doğru açılır diyorlar. Ne kadar rahat bu insanlar?

Sala verdirmek için camiye gidip görüşmeye karar veriyoruz. İki caminin imamıyla görüşüyoruz. Karşılıklı görüşme değil bunlar. Camiler kapalı. İlk caminin avlusunda zorlukla okunabilecek mesafede imamın cep telefonu yazılı. İmamı arıyoruz. "Merhumun ismini bir kağıda yazıp posta kutusuna atın, saat on bire doğru okurum." diyor. Ama öğlen namazına yetişmezse, yanlış anons edilmiş olacak (!) "O zaman beni ararsınız." diyor. Benzer şekilde diğer cami imamı ile telefonda görüşüyor, sala okumasını istiyoruz. Demek artık böyle oluyormuş bu işler.

Morgdaki sorumlunun mesaisinin başlamasına yakın bir zaman. Hastaneye gidiyoruz. Hayatımda ikinci kez morga giriyorum. Daha önce şantiyede kırk metreden beton zemine çakılan bir işçimin cesedini görmüştüm Karadeniz'in Ereğli'sinde.

Bu kez babamı görmek istemiyorum. Ne faydası olacak ki bundan sonra. Kapalı kapılardan birinin üzerinde "imam" yazıyor. Kapıyı vuruyoruz, kimse cevap vermiyor. Bir sedye getiriyor biri erkek biri bayan iki görevli. Beyaz kefen bezine sarılı kişi morga alınacak misafirlerden sonuncusu. Görevliler morgun anahtarlarını taşıyan imamı bekliyorlar. Bir yere telefon ediyorlar. Az sonra imam çıkıyor ortaya. Yüzlerce kez aynı işi yapmanın rahatlığı var üzerinde. Demir kapıyı açıyor. Hep birlikte soğuk hava dolaplarının içindeki bir tepsiye beyaz kefene sarılmış cesedi indiriyorlar. Kapıyı kapattıktan sonra kendine tahsis edilen odaya alıyor bizi. "İlk iş olarak mezarlıkta yer bulun yoksa gusülhaneye dahi gönderemeyiz." diyor. Mezarlıklar Müdürlüğünde henüz mesai başlamamış olmalı. Hastaneye yakın bir binada defin işleri müdürlüğünü buluyorum. Buradaki işlemlerin takibi için kardeşimi bırakıyor, mezarlıklara dönüyorum. Dedemin üzerine babamı gömmek için annemin rızası gerekliymiş. Mezarlık Müdürlüğünün imamı bir kağıt hazırlayıp veriyor elime. Ayrıca ölüm raporunu alıp getirmeliymişim. Ayrancılara dönüp annemin kimliği ile birlikte içi doldurup imzalanacak belgeyi alıyorum. Zamana karşı yarış başlıyor. Telefonum durmadan çalıyor bir taraftan. Taziye telefonu değil bunlar. Kimse durumdan haberdar değil ki. Telefonlar yeni rezervasyon talepleri. Teker teker hepsine durumu izah edip özür dileyerek talepleri geri çeviriyorum.

Öğlen namazına yetişebilmek için her zaman havalimanı kavşağında yer tutan radar kontrolünü bilmeme rağmen hızımı olabildiğince arttırıyorum. Mezarlık imamını buluyor, belgeleri veriyorum. İşin önemli bir aşaması hallolmuş oluyor. Hemen hastaneye geri dönüp kardeşimle buluşuyorum. Bu taraftaki işlerde ilerleme yok. Mezarlıktan arıyorlar, merhumu defnedilecek yeri hazır diye. Haber geldikten sonra babamı gusülhaneye getirip cenaze işlemlerine başlıyorlar.

Artık beklemekten başka bir şey yok yapacak. Oğlum arıyor. "Başın sağ olsun." Sesim düğümleniyor, konuşamıyorum. Yaşadığım durumu zihnimden uzaklaştırmak, düşünceleri karga kovalar gibi başımdan atmak bir kaçış yolu. Duygusal olarak zayıf bir anımda üniversite arkadaşlarımdan biri arıyor. Yine kelimeler boğazımda düğümleniyor. Cenaze aracı hazırlanıyor. Öğlen namazına yetiştireceğimiz kesin artık. Camiye gidiyorum. Uzun yıllar görmediğim insanları görüyorum cami avlusunda. Musalla taşının üzerinde babam yatıyor. Bazen büyük bir metanetle direniyorum. Öğle namazını kılıyor cemaat. Elli yıldır görmediğim eski komşular, gençliğini hatırladığım yaşlı dedeler baş sağlığı diliyor çevremde. Aynı mahallenin çocuklarının saçları ağarmış, her biri koca koca ihtiyar adamlar olmuşlar. Çocukluğumda sık görüştüğümüz bir aile dostumuzun yetmiş beş yaşlarındaki oğlu ile sohbet ediyoruz. Annesi Zehra Teyzenin yıllar önce öldüğünü biliyorum. Cenaze namazı kılındıktan sonra mezarlığa gitmek üzere arabama alıyorum. "Ali Abi, Zehra Teyze kaç yılında ölmüştü?" Dönüp bana garip garip bakıyor. Bakışları şaşkın. Garip geliyor sorum ona. "Zehra Teyzen ölmedi ki, yaşıyor. " Ne?... "Daha sabah görüştük. " Yazık diyorum içimden, ona da gelmiş gelenler.

Mezarlık kalabalık. Bugün Anneler Günü. Ben annemin Anneler Günü'nü kutlayamadım. Nasıl kutlarım ki. Acısıyla, tatlısıyla ortak geçen bir altmış yıl. Sıkılmaması lazım, ağlamaması lazım. Sağlığı açısından çok önemli bunlar. Ama elde mi?

Babamıza karşı son görevimizi yerine getiriyoruz. Düşünüyorum, garip geliyor. Cenaze arabası adet olduğu üzere kapımızın önünden geçiyor. Son kez selamlıyor komşuları, vedalaşıyor babam onlarla. Sessizce... Annemi kız kardeşimin evine kaçırdığımız için evden ne ağlama ne de çığlık sesi duyuluyor. Ağlasa o ağlardı sadece. Bir de kız kardeşim. Benimle aynı acıları yüreğinde bastıran erkek kardeşim. Onlar ağlarken ben tutabilir miydim kendimi? Akıtmayı başarabilir miydim gözyaşlarımı içime? Sessizce... Evimizin karşısında virane iki katlı bir ev. Yanındaki ev bir enkaz yığını. Çocukluğumun en lüks evlerinden biriydi bir zamanlar, altı bakkal. Bakkal Teyzenin evi. Ayakta bir o kalmış. Yeşile boyalıydı o ev, ben çocukken. Koyu yeşil boyalı bisiklet. Babamın bisikleti... Zaman ne çabuk geçiyor? Bir varmış, bir yokmuş. Artık babam yok...


SAYGIN KONUKLAR

13/05/2017 Cumartesi, Tire

Dün akşam konuştuğumuz üzere Ozi'nin kardeşini alıyoruz yanımıza. Kalabalık bir grup için verandanın bütün masalarını kapatmak durumundayız. Kahvaltıdan sonra gelen misafirler verandada uzun uzun oturuyorlar. Elemanlara boşalan her masaya hemen rezerve edildiğini gösteren yazıyı koymalarını söylüyorum. Verandada ağırlayacağımız grubun geliş saatine iyice yaklaşmamıza rağmen son masa kalkmak bilmiyor. Bu duruma çare ararken onların da son dakika hesap istemelerinden sonra derin bir oh çekiyorum.

Elemanlar güzel çalışıyor. Bu durum beni epeyce rahatlatıyor. Sabah aldığım telefon hiç hoş değildi ama beni şaşırtmıyor bunlar artık. Birkaç gün önce anlaştığımız aşçı gelemeyeceğini söylerken kusura bakmamamızı istiyordu. Ne yazık ki ona güvenerek iki günden beri bütün müracaatları geri çeviriyordum.

Akşama doğru genç bir misafir geliyor. Verandanın dolu olduğunu söylüyoruz. Avluda kenar masalardan birine oturuyor. Gelen yabancı değil aslında. O bir opera sanatçısı. Sevdiği bir bölümü kazanmış. Torpili olmadığından devletin opera ve balesinde çalışma imkanı verilmemiş. Keyifle içkisini yudumluyor. Vakit buldukça yanına takılıyorum. Şimdi burada özel bir lisenin müzik direktörü olarak görev yapıyor. Zevkle ağırlıyorum bu insanları. 

Akşam saatlerinde veranda konukları geliyor. Hepsi birbirinden kaliteli. Aslında bir aile toplantısı. İçlerinde profesörler var. Bir sürü mezenin yanı sıra canları kavun çekiyor. Kavun mevsimini açmadık henüz. "Karpuzumuz var ama kavunumuz yok." demek istemiyorum. Hemen arabaya atlayıp şehirden birkaç kavun alıyorum. Biraz gecikmeli de olsa kavunlar kesiliyor. Şef, "Kavun kötü çıktı." diyor. Bu vakitte iyisini nereden bulabilirdim ki? Misafire gönderildiği söylenen kavundan bir parça tadıyorum. Gerçekten de ne tadı var ne tuzu. Hemen misafirlerin yanına koşuyor, özür diliyorum. "Olur mu hiç?" diyorlar. "Siz biz istedik diye gidip kavun buldunuz bu saatte. Bu jestiniz yeter." İçime sinmiyor. Karpuzun iyi olduğunu tahmin ediyorum. Biraz kendimi affettirmek için şefe karpuzlardan birini kesip ikram etmesini söylüyorum. Misafirlere kavunlardan ücret almayacağımı söylüyorum. Misafirler, kavunların hiç de fena olmadığını söylüyorlar. İnanmıyorum. Israrla bir dilim tatmamı istiyorlar. Hayretler içinde kalıyorum. Bana az önce şefin verdiği kavundan eser yok. "Peki kötü kavunu kim yedi?" diye soruyorum. Hiç kimseden ses yok. Herkesin kavunu güzel görünüyor. Bu işin içinden çıkmam oldukça zor görünüyor.

Veranda misafirleri erken kalkacaklar. İçlerinden bazıları İstanbul yolcusu. Kapanış saatine bir çeyrek saat kala telefonum çalıyor. Yeni gelen misafirlerimizi üst kata alıyoruz. Uzun uzun oturuyorlar. Saat gece yarısını geçiyor. Kızım kapıda bizim dönüşümüzü bekliyor. Kapanış saatimizi geçtiğimizi söylüyoruz çekinerek. Durumu anlatıyoruz. Anlayışla karşılayıp toparlanıyorlar. Saat biri buluyor eve dönüşümüz.   

SÜRPRİZ BİR ORGANİZASYON

12/05/2017 Cuma, Tire

Günler su gibi akıyor. Küçük pazardan alacağım fazla bir şey yok aslında. En önemlisi kabak çiçeği. İzmir'de yirmili paketini beş liraya getiririm diyen toptancı manavdan topan patlıcanın kilosunu 1,25 TL almıştım. Pazarda kabak çiçeği iki liraya satılırken patlıcanın kilosu üç lira. Sebze fiyatları borsayı geçti, ne zaman fiyatı artacak ne zaman düşecek belli değil.

Sakin bir gün geçireceğiz gibi görünüyor. Temizliği bitirdikten sonra dünkü günlüğümü yazmaya fırsat buldum. Çok güzel bir hava var burada. Yaylaya çıkar çıkmaz serbest bıraktığım Venüs, Fifi'yle oynaşıyor. Hafif bir rüzgar yüzümü okşuyor. Avluya taşıdığımız masalardan birine oturuyor, gözlerimi kapatıyorum. Biri gelse uyanabilir miyim diye düşünürken göz kapaklarım ağırlaşıyor.

Bahçeye giren bir arabanın kapısı kapatılırken çıkan ses beni tatlı uykumdan uyandırmaya yetiyor. Yanıma orta yaşlı iki adam yanaşıyor. "Ne güzel uyunur bu havada değil mi?" Ağır ağır toparlanıyorum bu samimi girişten sonra. "Evet, tam da güzel uyku çekilecek hava." Bir organizasyon için geldiklerini söylüyorlar. "Kaç kişi?" diye sorarken aslında sorulacak ilk sorunun "Ne zaman?" olması gerektiğini düşünüyorum. Otuz kişi civarında olacaklarını söylüyorlar. "Bu akşam mı?" Saate bakıyorum. "Yani birkaç saat sonra?" Hemen şefi çağırıyorum yanıma. Masalara serpme mezeler konulsun. Yeşil salata, keşkek vs. Ara sıcak, ana yemekler seçiliyor beş dakika içinde. Toplantıya katılacak olanlar lise arkadaşları. İçlerinde birisi oldukça tanıdık geliyor. Eski Kültür ve Turizm Bakanı, bir ara ANAP Genel Başkanlığı yapan Erkan Mumcu.

Hayat ne garip. Eşimle bugün karar vermiştik grup organizasyonları kabul etmemeye. Babamla ilgili bir haber gelebilirdi. Evvelsi gün veteriner grubunu başarıyla ağırlayıp rahat bir nefes almıştık. Az önce kabul ettiğimiz organizasyon yarın ya da daha sonraki bir tarihte olsaydı kabul etmeyecektik. Cuma günleri hareketli geçmeye başladı. O saate kadar hiçbir rezervasyonunun olmaması ikinci şans oluyor bizim için. Ancak organizasyonu düzenleyen iki kişi ayrılır ayrılmaz telefonların birbiri ardına çalması gecikmiyor. Akşama rezervasyon yaptırmak isteyenlere salonun tamamen rezerve edildiği eğer kabul ediyorlarsa veranda ve avluda ağırlayabileceğimizi söylüyorum. Böylelikle veranda ve avlu da dolmuş oluyor.

Beklenmedik misafirler acil ihtiyaçlar doğuruyor. Başta destek elemanları. Hemen Elmas'ı arıyorum. "Gelirim." diyor. Arkasından Ozi'yi arıyorum. O da gelebileceğini söylüyor. Onlar gelir gelmez masaları düzenliyoruz.  U düzenine göre yerleşen masalara servis açılıyor. Kısa bir müddet süre sonra misafirler gelmeye başlıyor.

Şehre inip döndüğümde olağan dışı bir durum olduğunu fark ediyorum. Salondaki misafirlerden birinin kalp krizi geçirdiği ve ambulans istendiği söyleniyor. Hastayı terasa çıkarıp sırt üstü yatırmışlar. Ambulans yetişiyor hemen. Sağlıkçılar bir sedye ile birlikte içeri girerken ben ambulansın yönünü çevirmek için şoföre yardımcı olmaya çalışıyorum.

Hasta sedyeye konup ambulansa taşınıyor. Eğlenmek için gelen grubun neşesi kaçmış görünüyor. Yarım saat sonra gelen haberler hastanın durumunun iyi olduğu yönünde. Grup kaldığı yerden devam ediyor. Ortadaki masalardan birinde oturan kırlaşmış sakallı birini Erkan Mumcu'ya benzetiyorum. Tahmin ettiğim gibi ta kendisi. Elini sıkıp "Hoş geldiniz." diyorum. Uzun zamandır siyasetten uzak kalmış.

Güzel bir gece düşüyor Taş Ev tarihine. Salonda sazlar çalınıp türküler söylenirken verandada sohbet koyulaşıyor. Memleketin muhtelif yerlerinden gelen konuklar yavaş yavaş salonu terk etmeye başlarken herkesin yüzü gülüyor.  

ŞEFİN KARARI

11/05/2017 Perşembe, Tire

Uzun bir aradan sonra nefes alacağımı düşündüğüm bir gün... Mandıradan alacaklarım dışında alacağım çok fazla bir şey yok. Dünkü kalabalıktan sonra salonda güzel bir temizlik beni bekliyor. Temizlikten sonra biriken günlük yazılarımı yazmam için son fırsatım olacak. Aksi takdirde yaşadıklarımın bu dağınık zihnimden uçmaması mümkün değil.

Şef gelince beklediğim açıklamayı yapıyor. "Pazartesi akşamından sonra gelmeyeceğim." Bu sihirli cümle rahatlatıyor birbirimizi aslında. Karşılıklı arayış içerisinde iki insan. Yeni bir sayfa. Hem onun için hem de bizim için. "Hayırlısı olsun." diyorum. Bazı durumlarda ayrlıklar kaçınılmaz oluyor. İşini ayarlayıp ayarlamadığını soruyorum. "Bir sürü yerden çağırıyorlar." diyor. "Dışarıya mı gideceksin?" Henüz karar vermemiş. Bodrum'dan, Urla'dan balık lokantalarına çağırdıklarını söylüyor. Onun adına seviniyorum. Çekilen restin görülmesi birlikte çalışma olasığını otomatikman ortadan kaldırmış zaten. 

Öğleden sonra beklenmedik malzeme ihtiyaçları çıkarıyor şef. Onun da kafası dağınık doğal olarak. Şehre inilmesi lazım. Ben de eşimi almak için bahane arıyordum zaten. Birlikte çıkıyoruz yaylaya. Bizimle çalışmak isteyen şeflerle görüşüyoruz sürekli. Değişik insan tipleri her biri. Ama içlerinden biri farklı ve birlikte çalışmaya en yakın aday. Genel hatlarıyla aradığımız özellikleri taşıyor. Tecrübeli ve üzerimizde bıraktığı ilk izlenim pozitif. 

Akşama doğru genç bir çift geliyor. Verandada oturmak isteseler de ilk kez geldikleri Taş Ev'i gezdiriyorum. Rahatsızlıklarından dolayı uzun süredir alkol almamış beyefendi. Salondaki manzarayı görünce verandada oturmaktan vazgeçiyorlar. Dayanamayıp bir yirmilik söylüyor ve meze seçmeye aşağı iniyorlar. Hava oldukça serinliyor akşama doğru. Ancak misafirlerimizin umrunda değil. Balkon camları tamamen açık. Güzel bir akşam yemeğinden sonra her hafta burada olacaklarını söylüyorlar ayrılırken.

Bu kez rezervasyon masamız daha önce ağırladığımız konuklarımızdan biri. Oldukça geç saatte gelebiliyorlar. En güzel şarabımızı açıyoruz onlara. Köşe masalarımızdan birine oturuyorlar. Kapanış saatimiz geçiyor. Hiç niyetleri yok kalkmaya. Tek masa onlar kalıyor, saat gece yarısına doğru ilerliyor. Sıkılarak kapanış saatimizi geçtiğimizi hatırlatıyoruz. Son derece nazik bir şekilde birbirlerimizden özürler dileyerek toparlanıyorlar. Sabah google puanlamasında beş yıldız verdiğini görüyorum hekim olan beyefendinin. Biraz daha utanıyorum. 

Aklımın bir köşesinde babam, diğerinde annem bu aralar. Her an haber bekliyoruz. Haber gelene kadar grup rezervasyonları kabul etmeme kararı alıyoruz. Ne kadar zor bir durum. Düşünmemeye çalışıyorum. Düşünürsem dayanamam. 


PİRZOLA

08-09-10/05/2017 Pazartesi, Salı, Çarşamba, Tire-İzmir-Tire

Bu kadar yoğun mu geçecek hafta sonları? Pazartesi soluk alacağım bir gün olmasını istiyorum. Ne var ki istemekle olmuyor. Önceden yapılan rezervasyonlar korkutuyor gözümü bu aralar. Alacağım bir haber her şeyi bırakıp gitmemi gerektirecek. Eşimle bu konuyu görüştük. Yalnız başına o da zorlanacak. Üstüne üstlük şefle yollarımızı ayırma kararından sonra özellikle bizi zor durumda bırakma olasılığına karşı önlem alma peşindeyim. "Ya maaşıma zam yaparsın yoksa iki gün sonra giderim.", "Yarın dört beş saat geç gelebilirim, iş arayacağım." çıkışlarından sonra insafa mı geldi yoksa hatasını mı anladı bilemiyorum. Ne var ki ok yaydan çıkmış bir kere. Kısa bir araştırma ona ödediğimiz ücretin piyasadaki muadillerine göre % 30 fazla olduğunu göstermişti. Bu kendisine yetmemiş olacak ki şansını zorlamak istiyor. Hayır, gidiyor diye asla kızgın değiliz. Sadece insanların çoğunda mevcut bazı zayıflıkları onda da görmemiz üzüntü verici. Nedir bu? "Elleri mahkum ne istersem verecekler, benden vazgeçemezler." egosu. Olaya kendi açımızdan bakarsak açıldığımız günden itibaren misafirlere sunduğumuz bir ağız tadı var. Risk alıyoruz. Gel gelelim gerektiği zaman insan risk almasını bilmeli.

Günlük biriktirmek hoş değil. Bu kez üç günü biriktirdim yine. Bunun esas nedeni İzmir seyahati. Ne bilgisayarımı taşıyacak ne de onu kullanacak zamanım var. O halde pazartesi gününden başlayım anlatmaya.

08/05/2017 Pazartesi, Tire-İzmir

Öğleden sonra bir hanımlar günü organizasyonu ile açıyoruz perdeyi. Bizim günlerimizde artık çekirdek çitlenmemesi ne kadar güzel. Gelen misafirlerin hepsi eşimin kendi grubundan kaliteli insanlar. Zaten onlara restoranda çekirdek ye desen "Aaa hiç olur mu öyle şey? Restoranda çekirdek mi çitlenirmiş?" derler.

Siparişler teker teker alınırken iki misafir daha geliyor. Dışarıda esen rüzgar fırtınaya dönüşmüş. Yukarıda hanımların rahatını da bozmak istemiyorlar. Sıcakların basmasıyla terasta ne kadar masa sandalye varsa bahçeye indirdiğimizden dolayı terasta oturma alternatiflerini de ellerinden almış durumdayız. Zaten rüzgar terasta da var. "Girişe bir masa atalım." diyorum. Bu çok hoşlarına gidiyor. İlk kez geldikleri Taş Ev'e hayran kalıyorlar. Biraz sohbet edince farklı bir diyalog ortamı doğuyor. Her siparişlerinden sonra beni yordukları için özür diliyorlar. İlerleyen saatlerde bir arkadaşları daha geliyor. İçlerinden biri benim arabaya kafayı takmış. "Bak abi, bu arkadaş galerici, ben de senin arabayı almak istiyorum, satmayı düşünürsen ilk önce beni ara, işte telefonum." 

Hanımlar yemeklerini yiyor, sohbetlerini ediyor ve hoşça vakit geçiriyorlar. Onlar gittikten sonra girişteki masayı yukarı taşıyoruz. Bir arkadaşları daha geliyor. Bu arkadaşlarımız Taş Ev'i öyle seviyorlar ki bir rekora imza atıyorlar. Ne rekoru mu? Bir restoranda en uzun süre kalma rekoru. Neredeyse tam on iki saatlik uzun bir zaman diliminde ağırlıyoruz misafirlerimizi. 

Akşam olmadan aklıma kasabı aramak geliyor. Öyle ya yarından sonra önemli bir organizasyonumuz var. Elli kadar veteriner hekimi ağırlayacağız. Bağlantı geçen ay yapılmış, menüler belirlenmiş, teyitler alınmış. Ana yemeğimiz ızgara köfte, kuzu şiş ve pirzoladan oluşan maşa servisi. Kasabımızı arayıp çarşamba günü almak üzere siparişlerimi veriyorum. Gel gelelim cuma gününe kadar pirzola veremeyeceklerini söylüyorlar. Böylelikle pirzola maceramız başlıyor. 

"Ne olacak, pirzola yerine bonfile verirsiniz." diyor kasap. Hiç hoşuma gitmiyor. Ne yap, yap bana pirzola bul desem de nafile. "Biz de yoksa hiçbir kasapta olmaz." diyorlar. Çaresiz kuzu butlarla birlikte bonfilelerin siparişlerini veriyorum. Daha düne kadar bonfile bulamıyordum, bu sefer ellerinde bonfileden bol bir şey olmaması garibime gidiyor. Onları da kaptırma korkusuyla şehre gitmeye karar veriyorum. Şef "Başka kasaptan git al, bonfile ile pirzola arasında % 50 fiyat farkı var."  Aslında fark daha fazla. Çünkü menüde bir kalem pirzola varken bonfile olunca bizim şef mecburen yarım porsiyon bonfile verecek kişi başına. Hem fiyat hem miktardan zarar olsa da bunları düşündüğüm yok. Verilen sözü yerine getirmek en önemlisi. Şehre iner inanmaz şefin önerdiği bir başka kasaba gidiyorum. Sadece pirzola veremeyeceğini söylüyor. "Tamam, lanet olsun butları da ver." diyorum. Fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynı. Büyük bir oh çekip rahatlıyorum. Bizim kasaba gidiyor, oradan kıyma ve ciğeri alırken bonfile ve butları iptal etmek istiyorum. Hazırladıklarını söyleyip sitem ediyorlar. Tamam koyun derin dondurucunuza onları da alayım desem de patron "Önemli değil biz bir şekilde satarız." diyor. Defalarca haklı olduklarını ama başka yerde pirzola bulamayacağımı söyledikten sonra bir kasapta pirzola bulduğumu, kasabın pirzolayı vermesi için butları da almamı şart koştuğunu anlatıyorum. Suratlar asılsa da çarşamba günü için et sorununu hallettiğim için içim yaylaya rahat dönüyorum.

Kızımla anlaştığım üzere İzmir'e gideceğim. Yarının alışverişini orada yapabileceğimizi söylemişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde Venüs'le birlikte İzmir'e doğru çıkıyoruz yola. 

Telefonumun şarjı bitmiş. Kızımın evinin önüne geliyorum. Saat sabaha karşı ikiyi geçiyor. Telefonum devre dışı. İnip kapıyı çalacağım. Dört numara mıydı? Eğer değilse bu saatte kimi uyandıracağım korkusu... Cesaretle zile dokunmamla birlikte kapının otomatının sesini duyup rahatlıyorum. Venüs yol boyunca uslu duruyor, bana hiç rahatsızlık vermiyor. Eve çıkıyoumr, başım yastığa değer değmez uykuya dalıyorum.

09/05/2017 Salı, İzmir 

İyi ki tatil günüm bugün. Yapılacak o kadar iş var ki. Kızım ne zaman kalktı da kahvaltı hazırladı bilmiyorum. İlk iş babamı göreceğim. Uzunca bir süredir uyutulduğu yoğun bakımda ne yazık ki o beni göremeyecek.        

Kızımın arabasıyla çıkıyoruz yola. Personele ait park yerine arabayı bıraktıktan sonra hastanenin yoğun bakım servisine doğru hızlı adımlarla ilerliyoruz. Üzerime bir seferlik özel giysiler, başlık, maske, eldiven, galoş giyiyorum. Şifreli kapılardan geçtikten sonra 3 numaralı yatakta görüyorum babamı. Ağzında hortum ciğerlerine oksijen basıyor. Yetmiyor, diyaliz makinesi kirli kanı temizleyip vücuda geri veriyor. İki cihaza bağlı hayatı. Yaşamak denirse yaşıyor işte... Dünkü değerlerde biraz iyileşme var ama bu sefer kalp ritmi bozulmuş. Arka taraftaki kocaman ekranda gösterilen nabız değerleri 100'ü geçmemesi gerekirken 110-190 arası gidip geliyor. Çaresizlik çok kötü. Derin derin nefes alıyorum. Başında durmak anlamsız. "Hadi yeter artık, ziyaret saati bitti." diyen de yok. "Hadi gidelim." diyorum kızıma. Yoğun bakım odasından çıkıyor, bir  kullanımlık eşyalarımızı atık sepetine bırakıyoruz. Kızımı takip ediyorum. Az sonra derse girecek. Annemin göz ameliyatını yapacak genç doktorun yanına doğru yürüyoruz. Bilgi verecekler, operasyon hakkında. Her ameliyat bir risk. Merdivenlerden iniyor, koridor boyunca hasta ve hasta yakınlarının arasında ilerliyoruz. Yeşil bir bisiklet geliyor gözümün önüne. Bir filmin fon müziğini duyar gibiyim. La, lala la... Müziğe eşlik eden bir ıslık sesi. Geçmişe dair hatırladığım ilk görüntü bu. Önümüzdeki yolun ortasında, içinden kanalizasyon akan dereden gelen vrak vrak kurbağa sesleri. Babam bisiklete biniyor işe gitmek için. Bisikletin rengi koyu yeşil. Sanki sonradan boyanmış gibi. O zaman, olsa olsa oğlumun şimdiki yaşında. Delikanlı, tığ gibi. Gözlerim doluyor. Biraz daha kurcalarsam geçmişi, hüngür hüngür ağlayacağım hastane koridorlarında. Ne kadar metindim, kabullenmiştim olayı gelirken oysa. Kızım halimi görüyor. "Baba, baba burada değil." Nerede peki? Onu zor durumda mı bırakırım ağlarsam? Belki... Göz yaşlarımı geri gönderiyorum. Unut, unut, geçmişi unut. Daha yapacağın işler var. Bak yarın veterinerler geliyor. Daha bir sürü  alışveriş yapacaksın. Annemi arayım da, beni beklemesin. Yaprak sarma yapmışlar benim için. Sarma görecek gözüm mü var? "Anne beklemeyin beni, ya gece yarısı uğrarım dönerken ya sabah, ya da hiç uğrayamam." "Babam mı? İşte bildiğin gibi... Ama sen sakın üzülme, bak üzülürsen tansiyonun çıkar." 

Off, offf. Telefonum çalıyor. Arayan dün bağlantı yaptığım kasap. "Abi, bak erkenden arıyorum, sana pirzola veremiyorum, devamlı müşterilerime vermek zorundayım." Ne yapmalı şimdi? Ne cevap vermeli buna? "Teşekkür ederim sizi tanıdığıma memnun oldum." Şerefsizliğin bir tanımı yapılsaydı eğer, ona bu davranış kadar başka bir şey yakışır mıydı acaba?

Sabah kızımın evinde yaptığımız kahvaltı esnasında alt çenemdeki implanta monte diş protezimin ağzıma düştüğü önemsiz bir detay. Yarın fırsat bulamam ki onunla uğraşmaya... Bir bu eksikti. Hemen bir peçeteye sarmalayıp cebime atmıştım. Kızımın dersi bitmiş. Gıda Çarşısında buluşuyoruz. Arabasını evin önüne bırakmış. Eve dönüyoruz. Hatay Caddesinde dolaşırken tesadüfen dişlerimi yapan doktorun muayenehanesi önünden geçiyoruz. Kızım "Şansımız varsa yerine takıverirler hemen." diyor. İçerisi çok kalabalık. Üç saat sonra müsait olabileceklerini söylüyorlar. Üç saat sonra ben kim bilir nerede olacağım? Muayenehaneden çıkıyor ışıklardan caddenin karşısına geçmeye hazırlanıyoruz. Kafam dağınık. Arkamızdan biri sesleniyor. Başımı çevirip bakıyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışırken. Kızım "Hadi baba, yer açılmış dişine bakacaklar." Diş hekimi boşalan koltuğa alıyor hemen. Düşen protezimin bulunduğu peçete yumağını cebimden çıkarıp uzatıyorum. "Hiç zamanımız yok." demişlerdi az önce. Bugünün bana verdiği tek şans bu olsa gerek.

Kasap Hakan geliyor kızımın aklına. Zaman daralıyor. Bu vakitten sonra nereden bulacağız pirzolayı. Hemen koşuyoruz dükkana. Tamam diyor akşam saat yedide hazır siparişler.  Saat sekizde apartman toplantısı var. Sırf ben katılabileyim diye bugün düzenlenmiş. Böyle olmasa katılmam mümkün değil. Ayıp olur artık katılmazsam. Ama ne zaman? Saat yedi oluyor. Telefonum çalıyor. Hayırlı bir işe çalmıyor ki bu telefon. Arayan kasap Hakan. "Abi be, senin pirzolaları veremiyoruz." "Ya, neden?"   Artık şaşırmıyorum hiçbir şeye. "Kesime geç girmişler, etler gelse de parçalayamayız, bir gün dinlenmesi gerekir." 

"Peki ne yapacağız şimdi?" Balçova'da Et ve Balık Kurumunun satış mağazası varmış, oraya bakabilirmişiz. Oradan yirmi kalem buradan kırk kalem pirzola derken kasap kasap dolaşıyor, fiyatına bakmadan pirzola belasından kurtarıyoruz kendimizi. 

Daha manav işi var. Apartman toplantısına giriyoruz. Fazla uzatmak istemiyorum artık ama toplantı başlı başına bir yazı konusu. "Yarım saat ayırabiliriz en fazla." diyoruz ama bir saatten fazla zamanımızı alıyor. Oradan 24 saat açık olduğunu söyleyen manavdan alışverişimizi tamamlıyoruz. Venüs'ü gezdir, kızımın dolaptaki eşyalarını indir, bindir derken gecenin bir yarısında dönüş yoluna çıkıyorum. Çevre yolunda trafik tıkanmış. Buca ayrımından Aydın yol ayrımına kadar yavaş yavaş ilerliyorum. Yol ayrımından sonra rahatlıyor trafik.  Yaylaya çıkıp dolaplara yerleştiriyorum eşyaları. Eve dönüşüm geç vakitleri buluyor.  

10/05/2017 Çarşamba, Tire

Bugün yeni bir sınav bizim için. Sabah eşimin hazırladıkları arabanın bagajını tıklım tıklım dolduruyor. İyi ki dünkü malzemeleri o geç saatte yukarı bırakmışım. Akşam saat sekize kadar yeterince zamanımız var. Fırından yeterli sayıda ekmeğimizi alıyoruz. Bugünü atlatırsak rahat bir nefes alacağım artık. Hemen yukarı çıkıp temizliğe başlıyorum. Masalar U düzenine göre yerleşecek. Önce firma yetkilisi bir sunum yapacak daha sonra çorba, meze ve yemek servislerine geçilecek. Organizasyon sahibi arıyor. "Bugün Berat kandiliymiş, atladık." Korktuğum başıma gelmiyor. Devam ediyor beni rahatlatan ses tonuyla. "Ama biz programı değiştirmeyelim." 

Öğleden sonra bir aile geliyor yemeğe. Beyefendiyi tanıyorum. Konya'dan gelip Tire'ye yerleşme kararlarını anlatmış, uzun uzun sohbet etmiştik. Verandaya oturuyorlar. Zaten salona misafir almamız mümkün değil bu gece. 

Akşama doğru yemeği organize edenler geliyor, ön cepheye bir perde indirip sunum için gerekli yansıtıcıyı yerleştiriyorlar. Geleceklerin sayısı altmışı geçebilir denilince şaşırıyorum. "Bu salon en fazla elli kişiye hizmet edebilir. Siz minimum kırk maksimum elli demiştiniz." diyorum.

Gerek salon gerekse masaların düzeni gurur verici. Her şey hazır, misafirleri bekliyoruz. Elmas hanımı almaya giderken ikinci bir destek elemanı alırsak rahat edeceğimizi söylemiştim. Bir arkadaşını ayarlamış o da. İkisi birlikte uyumlu bir şekilde çalışacak görünüyor.


Misafirlerimiz bir biri arkasına gelmeye başlıyor. Bazı konukların gecikmesi sunumun başlamasını geciktiriyor. Sunum süresinin 45 dakika kadar uzun tutulması zaten geç başlayan programın iyice geç saatlere sarkmasına neden oluyor. Çorba servisi ancak saat 22.30 da başlıyor. Yeni gelenlerle işi olduğunu söyleyip erken kalkanlar birbirine karışıyor. İşin en ilginç yanı ne biliyor musunuz? Acil işi olanlar erken kalkınca kalanlara kuzu şişler bile fazla geliyor. Misafirler sıra daha pirzolalara gelmeden tıka basa doymuş oluyorlar. Pirzolalar iptal ediliyor ve onca pirzola macerasının sonunda bütün uğraşılarımızın boşuna olduğunu anlıyorum. Ama şunu iyi biliyorum ki, eğer biz pirzolayı tedarik edemeseydik herkes pirzola isterdi. Her şeye rağmen geceyi sorunsuz kapatıyoruz. Konuklar dağıldıktan sonra geriye kalan on kişilik grup saat 01.30'a kadar eğlenmeye devam ediyor. Yemekli toplantıyı organize eden İstanbul merkezli firma ile konukları Taş Ev'den memnun ve mutlu ayrılıyorlar. Bizler de büyük bir sınavı başarıyla vermiş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. 
                                                          

BAYINDIR BEREKETİ

07/05//2017 Pazar, Tire

Mayıs ayının hızlı temposu devam ediyor. Dün akşam bundan sonra sıcak olur düşüncesiyle terastaki bütün masa ve sandalyeleri avluya indirmiş aynı zamanda kalabalık grup misafirlerine hazırlık yapmıştık. Sabah tam saatinde yola çıktığımızda pırlanta kalpli kızımız Elmas'ı her zamanki yerinde bizi bekler buluyoruz. Diğer elemanlar bir gün önceki ikazıma rağmen yine ortalarda görünmüyor. Caddede duraklama yapma imkanım bulunmadığı için evlerinin bulunduğu sokağa dönüyorum. Sokağı geçtiğim için geri gelip dönüşüm trafiği aksatıyor. Biraz ilerleyince Ayşe Hanımla karşılaşıyor ve arabaya alıyoruz. Oğlunu beklerken o da gecikmiş. Tarkan'ı bırakıp yolumuza devam ediyoruz.

Yaylaya girer girmez Venüs'ü kulübesinden çıkararak onu doğa ile baş başa bırakmak ilk yaptığım iş oluyor. Elmas'ın varlığı daha ilk andan itibaren hissediliyor. İşe hız kazandırmak için zaman zaman iş bölümü yapıyoruz. İçinden gelerek işlerini tamamlar tamamlamaz "Yapılacak başka bir şey var mı?" diye soruyor. Çalışkan ve tok gözlü.  

Çayımız ve kahvaltı ön hazırlıklarımız tamam. Dün yapılan rezervasyonlara yenileri ekleniyor. Kahvaltı için gelen misafirler bahçemizde saatlerce hoşça vakit geçiriyorlar. Misafirlerimizden birkaçı Fifi ve Venüs'ün didişmelerini seyrederken bazıları yeşilin bin bir tonuna bürünmüş  bahçe içinde yürüyüşe çıkıyor. Kahvaltı misafirlerinin Taş Ev'den ayrılmaya niyetlerinin olmaması beni hafiften telaşlandırmaya başlıyor. Zira öğleden sonra rezervasyon yaptırmış kalabalık bir grubu ağırlayacağımız için avludaki bütün masaların boşalması lazım. Rezervasyon taleplerinin ardı arkası kesilmiyor. Eşime artık misafir kabul edemeyeceğimizi söylüyorum. Misafir nasıl geri çevrilir diye bana çıkışıyor. Burası butik bir işletme masa sayısı da belli servis sayısı da. Kapasitemizi zorlayan sayıda servis açtığımızdan dolayı ilave tabak, bardak ihtiyacımız olacağını söylüyorum kulağına. 

Bayındır Çiçek Festivali'nin son günü bugün. Uzak yerlerden gelen ziyaretçiler hazır gelmişken bir de Tire'nin meşhur Kaplan Köyünü görmek istiyorlar. Yaklaşık 25 yıldır bizim tarzımızda faaliyet gösteren diğer iki restoranın devamlı misafirleri alıştıkları yere gitmeye devam etseler de köye ilk kez gelenlerden fazlasıyla nasibimizi alıyoruz. Köyün girişindeki bilgi ve yön levhasını gören misafirlerin "Taş Ev" 'in isminden dolayı diğer restoranlara göre daha fazla ilgisine mazhar olduğu hissine kapılıyorum.

Mutfakta soğuk rüzgarlar esmeye devam ediyor. Yüzler asık. Sorulara cevap verilmiyor. Günün sıkıntı veren iki hususundan biri bu. Diğeri babamın durumu. Kızım üzülmeyim diye son gelişmeleri benimle paylaşmak istemiyor. Bir şeyler öğrenmek için zorluyorum. Öğrendiğim şeyler ümit kırıcı. Bir şey olursa Taş Evi bırakıp buradan nasıl ayrılabileceğimi düşünüyorum. Yarın ve çarşamba akşamı için önemli grup yemekleri var yine. Misafirlere mahcup olmadan bu üç günü atlatabilirsek iyice rahatlayacağımızı düşünüyorum.

Kahvaltı misafirleri bahçeye dağılıyor, henüz yeterince olgunlaşmamış erik ve kiraz ağaçlarına hücum ediyorlar. Bir kısmı yaptıklarının hakkı olduğuna inanırken bazıları avuç avuç kopardıkları meyveleri yedikten sonra izin almadan yaptıkları bu iş için helallik istiyorlar. Akşama doğru çıkan şiddetli rüzgar, misafirlerin yetişemediği dallardaki meyveleri düşürünce daha fazla sıkılıyor canım.

Grup misafirlerini organize eden Hülya Hanım yola çıktıklarını söylediğinde yeniden düzenlenen masalara servisler açılıyor. Misafir sayısı önceden bildirilenin üzerine çıkınca ilave masa ve servis açılması gerekiyor. Bu esnada telefonum çalıyor, yerimiz olup olmadığını, varsa rezervasyon yaptırmak istediklerini söylüyorlar. Ne zaman gelebileceklerini soruyorum. "Beş dakika sonra oradayız." telefonun diğer ucundaki ses. En curcunalı saatler... Yerimiz yok desem eşim, var desem gecikmeye tahammülü olmayan misafirlerimiz tepeleyecek. Eşimin tepelemesini göze alamıyorum. Vaz geçerler ümidiyle "Açık alanda yerimiz yok, sizi salona alabilirim, isterseniz." diyorum. Kısa süre içinde salondaki manzara tarafındaki masalar da doluyor. Akşam saat sekizde gelecek misafirlerimiz için ayırdığım masayı dahi koruyamıyorum. Neyse ki sirkülasyon fazla olduğu için masalar yeniden boşalıyor.

Mutfaktaki inatlaşma sürüyor. Şef diğer personeli yanına çekip aralarında duymamızı istemediğimiz şeyler konuşuyor. İnatla personel yemeği hazırlanmıyor. Zamansızlık, gösterilen neden. İstese bu yoğunlukta orduyu doyurur. Nasıl olsa yakılmış gemiler. Dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıldığının farkında. Belki böylesi en hayırlısı. Şimdiye kadar kimseyi gönderen biz olmadık ama gidenlerin hepsinin boşluğunu doldurduk elimizden geldiğince. Her giden sevindirdi bizi bu nedenle.  Bir şeyler yediniz mi diye sorunca "Yok rejim yapıyoruz." cevabını alıyoruz. Bu bir inatlaşma. Kızım bu duruma dayanamıyor. Bana ve kendisine birer kaşarlı köfte hazırlamasını söylüyor şefe. Kızımla birlikte verandaya oturup en keyifli yemeklerimden birini yiyoruz.

Akşam saatleri hız kesmiyor. Bu saatte gelen misafirler geri çevrilmeyecek cinsten. "Bizim zamanımız var, yer açılmasını bekleriz." diyorlar. Geçen sene bu zamanlar Viyana'da şnitzel yediğimiz Figlmüller restoranı geliyor aklıma. Rezervasyonsuz müşterilerinin kapıda kuyruk olup boşalacak masayı bekledikleri bir lokantaydı. Viyana usulü şnitzelin ve patates salatasının en iyi yapıldığı yer. Kuruluş tarihi 1905. Yani tam 112 yıldır hizmet veriyor. İnsanın hedefi olması iyi. Yeni bir hedef koymayı düşünüyorum önüme. Geçen yılın ekim ayından beri faaliyet gösteren Taş Ev tam 2128 yılında Figlmüller gibi olmalı. İşte o zaman ben 169 yaşında, oğlum 143 yaşında olacak. Gülmeyin, ben bunu başaracağım.

Akşam kapanış saatimizde kimse kalmıyor mekanda. Bu durum günün yorgunluğunun üzerine iyi geliyor. Erken kapatıp yarını karşılamaya hazırlıyoruz kendimizi.