Dün aşçımız olmadan yaşadığımız deneyim bizi fazla zorlamadı. Bugünü de atlatabilirsek eğer, her şey yoluna girecek. Sabah eşimle birlikte yolumuz üzerinden elemanı alıyoruz. Dün ızgarayı kolayca yakmam kendime güvenimi arttırmıştı ama bugün aynı başarıyı gösterebilecek miyim?
Hava yağmurlu. Bu bir dezavantaj. Dış mekan temizliği daha az zaman alıyor. Salonun masa ve sandalyeleri ağır. Sürüklemek bağlantılarının gevşemesine sebep oluyor. Her ne kadar özen göstermiş olsam da elemanlar temizlik esnasında çekip sürüklüyor ahşap masaları. Bu yüzden en kısa zamanda vidalarının sıkılması, elden geçirilmesi gerekiyor. Dışarıdaki masalar daha dayanıklı. Onları rahatlıkla sürükleyebiliyorum. Bu yüzden dış mekanlarda yerlerin temizlenmesi daha az zaman alıyor.
Dün misafirlerimizi veranda ve avluda ağırladığımız için salonda yapılacak çok fazla işin olmaması bir şans. İlk olarak ızgaranın başına geçip ateşi hazırlamaya koyuluyorum. Ateşin üzerini iyi örtmediğimden olsa gerek bir gün önceden kalan korlar ilave ettiğim kömürleri tutuşturmuyor. Düne nazaran daha çok vaktimi alıyor bu iş. Ayşe Hanım temizlik işlerini tamamlıyor. Eşim ve ben aynı dileği tutuyoruz içimizden. Çok gelen olmasın bugün, rezil olmayalım. Yarın yeni aşçımız geldiğinde gelsinler... Perşembe günleri alkol satışı diğer günlere nazaran daha düşük oluyor. Bu nedenle daha sakin geçirmeyi umuyoruz bu son günümüzü.
Henüz ızgaranın kömürü kor haline gelmeden iki araba dolusu insan geliyor. Çisil çisil yağan yağmur havayı temizlemiş. Veranda biraz serin olmakla birlikte keyifli. Misafirlerimiz verandayı doldururken her gelene birer şal veriyoruz. Kahvaltı siparişi veriyorlar. Eşimle birbirimize bakıyoruz. Ben prensiplerimden ödün vermekten yana değilim. "Kahvaltı servisimiz hafta sonları." Eşim ızgarayla uğraşacağına kendisine daha kolay gelen kahvaltı hazırlama işini tercih ediyor. Hazırlığımız olmamasına rağmen bir istisna yapıp kahvaltı vermeyi kabul ediyoruz.
Veranda misafirleri bir müddet sonra üşüyüp salona taşınıyor. Hava kapalı, aralıklı olarak yağmur yağıyor. Beklentimizin aksine her geçen saat yoğunluğumuz artıyor. Tavsiye üzerine ilk kez gelen konuklarla sıcak dostluklar kuruyoruz. Burası bir restoran değil, sanki evimizde misafir ağırlıyoruz. Ekip huzurlu, birbirimizin açığını tamamlıyoruz. Tireli olup bir sahil beldesine yerleşmeye karar vermiş yüksek mimar mühendis bir beyefendi ailesiyle birlikte teşrif ediyor. Bu unvanı veren tek okulun İTÜ olduğunu biliyorum.
Bahçede park eden araç sayısı artıyor. Venüs gelenleri rahat bırakmıyor. Gelen misafirlerden birinin beş yaşlarındaki çocuğu çöküp Fifi'yle İngilizce konuşuyor. "Come here boy". Fifi'nin bir hanımefendi olduğunu söylüyorum. Türkçe konuşmakta zorlanıyor. Ta Chicago kentinden Taş Ev'in methini duyup gelmişler. Ne güzel...
Öğlen saatlerinde Gani Usta'nın büyük oğlu geliyor. Artık ormana dönen otları biçmeye başlıyor. Birkaç saat içinde bahçenin havası değişiyor.
Bugün fonda Frank Sinatra çalıyorum. Aslında devamlı aynı müziği çalmak değil niyetim. Ancak müzik değiştirmeye zaman bulamıyorum. Misafirler çaldığımız müzikten hoşlandıklarını söylüyorlar.
Sağlam müdavimlerimizden biri geliyor eşiyle. Serin havaya aldırmadan verandada oturmayı tercih ediyor. Keyifleri yerinde. Gelen gidenler hız kesmiyor. Açıldığımızdan bu yana en yoğun perşembe gününü yaşıyoruz. Her gelen memnuniyetini ifade ederek ayrılıyor.
Sabahtan beri ağzımıza doğru dürüst bir şey koymadık. Yeni aşçı göreve başlayana kadar personelin karnını doyurma işini ben üstleniyorum. Küçücük doğradığım küp patatesleri wok tavada biraz zeytinyağı ile birlikte çeviriyor, sırasıyla doğranmış biber, küp doğranmış domates ilave ediyorum. Domatesler ölmeye başlar başlamaz sucuk dilimlerini kattıktan sonra içine bizim kara tavukların yumurtalarını kırıyorum. İlk yumurtalar ne de küçük oluyormuş. En az on yumurta kırdıktan sonra gözüm doyuyor. Dışarıda, kiraz ağacının altındaki masaya açıyorum servisi. Gel gelelim yemeye fırsatımız olmuyor. Yukarıdaki masanın temizlenmesi lazım. Ayşe Hanım, "Ya biri gelip o masaya oturmak isterse?" diyor, yukarı koşuyor. Eşimle ben oturuyoruz masanın başına. Verandada oturan beyefendi kokuya dayanamıyor. Çatalını kaptığı gibi tabaklara servis ettiğim patenti bana ait sucuklu menemenden bir lokma alıyor. Yanındaki hanımefendi ayıplıyor onu. "Ne yapıyorsun sen?" Samimiyet hoşuma gidiyor. "Bir sonraki sefere bana bundan yap." diyor, "Seninkinden dediğimde hatırlarsın." Gülüyorum.
Hemen arkasından bankacılar geliyor. Onlar da verandada oturmayı tercih ediyor. Siparişleri benim hazırladığım sucuklu menemen. Rastgele hazırladığım personel yemeği menüye girecek gibi. Adı da belli şimdiden "Seninkinden." İzmir'de yapılan karışık tost isimlerine benziyor. Kaşarlı sucuklu yengen, Rus salatası olursa enişten... "Bana oradan bir yengen, bir de enişten ver." Ne kadar garipsemiştim. Şimdi de bana gelip "seninkinden" siparişi verirlerse yandık.
Misafirler cennette yaşadığımızı söylüyor. Çoğunun aklında Taş Ev'in bir benzerine sahip olmak var. Emekli olunca aynı işi yapmayı hayal edenler de az değil. Evin önündeki kiraz ağacının yetişilebilecek dallarında meyve kalmadı. Üst dallara uzanıp koparılan tek bir kiraz misafirlere sunulan bir şölene dönüşüyor. Aşkın Şef kendi tavuklarını aldıktan sonra geride kalanların tamamı bize ait. Bunlarla uğraşmak ayrı bir iş. Doymak bilmiyorlar. Mutfaktan çıkan sebze ve ekmek artıkları onların. Kadir askerden döndükten sonra tavukların bakımını ona bırakacağım.