Bugün küçük pazardan alacağım fazla bir şey olmayacağını düşünüyordum. Ne var ki şef mutfağa adapte olmaya çalışırken uzunca bir alışveriş listesi hazırlıyor. Elmas hanımı arıyorum, telefonu cevap vermiyor. Ozi, neden sonra açıyor telefonu. O da başka yere söz vermiş. Vakit kaybetmeden iniyorum şehre.
Çok fazla git gel yapmadan alışverişimi tamamlamak için işleri kafamda sıraya koyuyorum. Önce kasap daha sonra mandıra, oradan toptancı ve nihayet pazara uğrarsam en kısa zamanda en az yol kat etmiş olurum. Telefonum çalıyor, arayan Elmas. "Bugün gelebilirim abi" diyor. Bunu duyunca rahatlıyorum. Birlikte yapıyoruz pazar alışverişini. Malzemeleri boşaltmak için evin yanına yanaşıyorum. Ağaçların altına park etmiş araçlar hareketli bir günün habercisi. Gelen misafirlerin bir kısmı yerli bir kısmı dışarıdan. Sıcak ilişkiler kuruluyor aramızda. Taş Ev'in önündeki ağaçtan sadece bir adet kiraz koparmak için izin istiyorlar. Gelen giden sorup sormadan alt dallardakini toplamış zaten. "Eğer boyunuz yeterse toplayabilirsiniz." diyorum. Misafirlerden en atletik yapılı olanı hiç zaman kaybetmeden tırmanmaya başlıyor ağaca. Bir anda en üstteki dallara ulaşıyor. Bir kap uzatıyoruz kopardıklarını koyması için.
Hava bugün de serin. Verandada oturmaya niyetlenenler bir süre sonra yukarı, salona taşınıyorlar. Eşimin yeni servise sunduğu pembe sultan ve girit mezelerine talep çok fazla. Yeni şefimiz ilave mezeler hazırlıyor. Akşam saatlerinde yoğunluk artıyor. Öyle bir an geliyor ki, neredeyse havlu atacağız. Dışarıda doktorlardan bir grup rezervasyonsuz geldikleri için yer açılmasını bekliyor. Dört masanın siparişlerini alıp mutfaktaki tezgaha sıralıyorum. Şef malzemelerin yerlerini yeni yeni öğreniyor. İlk günü olması nedeniyle onun için zor bir gün. "Tire şiş köfte bitti." diyor, yedekte beklettiklerimi çıkarıyorum.
Sıklıkla beraber olduğumuz tanıdık bir dostumuz İstanbul'dan misafirlerini getirmiş. Gönüllerince yiyip, içiyorlar. Kahve ikram ettikten sonra kapıdan uğurluyoruz. Tam o sırada iki masa aynı anda hesap isteyince içeri girmek zorunda kalıyorum. Dışarıdan bir takım sesler yükseliyor. Merak edip bakıyorum. İşin aslı anlaşılıyor. Benzini biten arabaları çalışmıyor. Bu duruma çare aranırken aklıma ağaç motoru için bulundurduğum mavi benzin bidonu geliyor. Depodan mavi bidonla birlikte benzini aracın yakıt deposuna akıtmak için bir huni alıyorum. Misafirlerimizden genç olanı bidondaki sıvıdan şüpheleniyor. "Bunun benzin olduğuna emin misiniz? Başka ne olabilir ki? "Evet, evet eminim." diyorum. Genç adam huzursuz. Depoya bir su bardağı kadar sıvıyı boşalttıktan sonra bidonu kokluyor. Kararlı bir şekilde, "Hayır bu benzin değil." diyor. Gözlerim bidonun üzerindeki yazıyla buluşur buluşmaz başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Depoya koşuyor ve aynı renkteki diğer bidonu alıyorum. Eyvah (!) benzin diye deterjan boşaltmışız depoya. Onlar ayrı, ben ayrı ustalara telefon ediyoruz. Her iki usta da bir bardaktan birşey olmaz diyor. Bidondaki benzinin tamamını boşaltıyoruz depoya. Araba çalışıyor. Bir oh çekiyoruz.
İki genç çift geliyor bu kez. Ellerindeki temalı kocaman bir yaş günü pastasını mutfağa bırakıyorlar. Şeker hamurundan özenle yapılmış bir mikrofon süslüyor pastayı. O Ses Türkiye adındaki yarışmaya katılmış yeni yaşa giren genç adam. Özel eğlencelerde pop müzik üzerine sahne alan bu gencin adı Celal Geçgin diyor çocuklar. Yemekler yeniyor, içkiler içiliyor. Eğlence tam gaz devam ederken pastayı yukarı istiyorlar. Süslü pastanın mumları, maytapları yakılıp yukarı çıkarılırken ışıklar söndürülüyor. O esnada fon müziği olarak TV yarışmasına katıldığı parçayı çalmamız güzel bir sürpriz oluyor gençlere.
Dönüş yolunda Ayşe Hanım çarşamba gününe kadar yerine birisini bulmamızı istiyor. Şehrin içinde yeni açılacak bir yerde daha paralı, daha az yorucu güzel bir iş bulmuş. Hem onun adına hem de kendi adıma seviniyorum.