Rüzgar gibi geçti bugün. Salonu grup düzenine göre tanzim edeceğim. Eşimin evde işleri uzayınca onu sonra alacağımı söyleyip çıkıyorum. Akşama destek için garson ayarladık ama bizimle devamlı çalışacak, aradığımız vasıflara haiz garson arayışımız hala devam ediyor. Müracaatlar olmasına karşılık "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" özdeyişine uygun bir halimiz de var. Sonunda yakaladığımız huzurun kaçmaması için daha çok çalışmayı tercih ediyoruz. İşte o müracaatlardan biri ile öğleden sonra görüşeceğiz. Eşim "Madem erken gidiyorsun onu da al yanına, geri getirdiğinde beni alırsın." diyor. İlk anda parlak bir fikir gibi görünüyor bu. Orta Park'ta sözleşip elemanı alıyorum. Yolda sohbete başlıyoruz. Çalıştığı yerden birkaç gün önce ayrılmış. İki aydır parasını vermiyor, sigortasını yatırmıyorlarmış. Taş Ev'i gezdirirken genel bilgi veriyorum. İlk sorum borcu olup olmadığı. Burada hemen herkesin olduğu gibi onun da borcu varmış. Evlilik programlarında sıkça söylendiği gibi nedense bu arkadaştan elektrik alamıyorum. Geri dönüp onu şehre bırakırken eşimi alıyorum. Evden erken çıkmamın başka işe yaramadığı sonradan dank ediyor kafama.
Akşam iftar konukları dışında rezervasyon yaptıran misafirlerimizi verandada ağırlayacağımızı söylüyoruz. Onlardan biri Kemalpaşa'dan arıyor. Tavsiye üzerine gelmek istediklerini söylerken iyi bir yer ayırmamızı rica ediyor.
Mutfak ekibi hazırlıklara devam ederken salon grup düzenini alıyor. Manzara tarafında bıraktığım geniş koridor bir yandan servise kolaylık sağlarken diğer yandan rahat fotoğraf çekilmesine imkan sağlıyor. Bütün katlanır camları açınca yaylanın temiz havası içeri doluyor.
Venüs önce suyla daha sonra toprakla oynaşmaya başlayınca yüzü gözü kap kara oluyor. Kızıma whatsapp'tan resmini gönderirken "Bak şu yaramaz kızının haline." notunu ekliyorum.
Destek elemanını alıp getirdikten sonra misafirler gelmeye başlıyor. Park yeri sorunundan bahsedilemez burada. O kadar araba ağaçların altında hem de yardım almadan yer bulduklarına bir kez daha şaşırıyorum.
Güzel bir iftar yemeği veriyoruz misafirlere. Aynı anda hem salondaki grup hem de verandadaki konuklarımız çorbalarından tatlılarına kadar kusursuz servis alıyorlar. Tecrübe kazandıkça karşılaşılan sorunlar ortadan kalkıyor. Grup misafirlerinde her şeye hazırlıklı olmak lazım. Her an sürpriz gelişmeler olabilir. Mesela bir hanımefendi "Çocukları ayrı mı oturtsak?" dediğinde "Eyvah, bütün düzen alt üst olacak" diye iç geçiriyorum. Neyse ki, fazla ısrarcı olmuyor.
Taş Ev'in en güzel yanlarından biri de fotoğraf çekenler için güzel bir mekan oluşturması. Defalarca fotoğraf çekiyor ve manzaraya arkalarını verip bizden fotoğraflarını çekmemizi istiyorlar. Bu gecenin küçük misafirleri de çok eğlenceli buluyor burayı. Merdivenlerden bir aşağı bir yukarı koştukları yetmezmiş gibi salonda bir o yana bir bu yana koşuyorlar. Döşemenin ahşap olması altta verandada oturan misafirleri rahatsız ediyor ama çocuklara laf dinletebilirsen dinlet.
Yemek ne zaman başladı, ne zaman dondurmalı kestane tatlısıyla sona erdi anlamıyoruz. Öyle çabuk geçiyor ki zaman. Gecenin sürprizi yine konuklarımızdan. Bir arkadaşlarının doğum günü için getirmiş oldukları pastayla taçlandırıyorlar yemeği. Çaylar içildikten sonra yavaş yavaş ayrılmaya başlıyorlar. Her giden bizlerden ne kadar memnun kaldığını anlatıyor. Yemeği organize eden beyefendi oldukça kibar. "Bir kusurumuz olduysa affola." dememe karşılık "Her şey çok güzeldi, artık sık sık görüşeceğiz, bizim bir kusurumuz olduysa siz affedin." diyecek kadar da alçak gönüllü. Yemek ücretlerini kendi aralarında toplayıp tek elden ödemeleri bizim açımızdan karışıklığı önlüyor. Böyle kalabalık gruplarda olduğu gibi yine Fifi serbest, Venüs kulübesinin parmaklıklı penceresinden dışarı seyrediyor.
Grup misafirlerini uğurladıktan sonra verandada oturan misafirlerimizi de uğurluyoruz. Kemalpaşa'dan gelen iki genç çift fotoğraf çekmeye doyamıyor. Yukarıda masalar toplanırken terasa çıkıp fotoğraf çekmeye devam ediyorlar. Toplanıp yola çıkmamız geç vakitleri buluyor. Eve yaklaşırken eşime soruyorum. "Biz bugün ne yedik?" İyice bir düşündükten sonra aynı anda sorunun cevabını veriyoruz. "Hiç bir şey (!) " "Elemanlar?" "Onların da yediğini görmedim." diyor eşim. "Ya ayıp oldu insanlara." deyip üzülüyoruz. İşin gerçeği soluk alacak zamanımızın olmadığı. O yoğunlukta acıktığımız aklımıza gelmemiş bile.
Eve girer girmez koltuğa atıp kendimi bilgisayarın karşısına geçiyorum. Facebook çok vaktimi alıyor. Ben öyle "Deprem oldu duydunuz mu?" "Hayırlı cumalar" "Başım ağrıdı, hastanedeyim." Yasin okudum, amin deyin." nevinden postlara aldırmam. Ancak takip ettiğim öyle güzel gruplar var ki onlara göz atmadan yapamıyorum. Günlüğümü yazmam lazım sıcağı sıcağına. Eşim çoktan uyudu. Saate bakıyorum. Dört olmuş, bu ramazan ilk davul sesini duyuyorum. TV kendi kendini seyrediyor. Sahur programları sona ermek üzere. Hocanın biri almış yine sazı eline. Kur'anda insanların sadece kıyamet gününü bilemeyeceklerinden bahsediyor. "Bakın, yağmur ne zaman yağacağını bilemezsiniz şeklinde bir ayet bulamazsınız Kur'anda. Yüz yıl önce insanoğlu yağmur tahmini yapamıyordu ama şimdi gelişen teknoloji sayesinde nereye ne zaman yağmur yağacağını bir hafta önceden bilebiliyor." Bilgisayarımı, televizyonu kapatıp yatıyorum.