KATEGORİLER

29 Haziran 2017 Perşembe

LE BAYRAM

25-26-27/06/2017 Pazar, Pazartesi, Salı Tire

Bayram tatili ile birlikte yoğunluk başlıyor. Bugünlerde benim okur yazarlığım da sekteye uğruyor elbette. İşte bu yüzden bayram günlerini tekmili birden yazmak iyi olacak. Bayramın ilk günü vatandaş eş dost, akrabaları ile bayramlaşıyor, bu günü mezar ziyaretleriyle geçiriyor. Akşama doğru yoğunluk artıyor. Geceleri geç dönüyoruz. Şu facebook illetinden kurtulmam lazım. Çok vaktimi alıyor. Bunun yanı sıra e-mail yolu ile iletişim sağladığım bir sosyal medya sitesi, Quora da beni gittikçe daha fazla meşgul ediyor. Bu sitenin özelliği ilginç sorulara verilen akıllı uslu cevaplar. Arzu ederseniz siz de soru sorabiliyorsunuz. Ne zaman bu siteye üye olduğumu hatırlamıyorum ama mevcut üyelerden birisinin davet etmesi durumunda kabul ediliyormuş üyelik. Önceden belirlenen ilgi alanlarına, bulunulan yerin coğrafi konumuna göre sorulan sorulardan ve ona verilen cevaplardan haberdar oluyorsunuz. Esasen herkesin entelektüel düzeyde tartışmaya katılabileceği seviyeli bir forum sitesi bu. Sadece İngilizce yayın yapıyor. Dil, din, ırk farkı yok burada. Eğer konu hakkında bir sözünüz varsa diğer insanlarla paylaşmanın bir yolu da bu. Mesela yurdumuzla ilgili yabancılar tarafından sorulan soruları ve bu sorulara yabancıların verdiği cevapları onların gözüyle görmek ilginç olabiliyor.

Neyse, ilk bayram gecesinde Quora'daki bir soruya takılıyorum. Kabaca soru şu: Türkiye'nin doğu ve batı kültürü arasında sıkışmasının getirdiği sonuçlar nelerdir? Bu soruya bir sürü cevap yazılmış ve yorum yapılmış. Cevapların hepsi ciddiye alınacak türden ve bağımsız. Uzun uzun nedenlerini anlatılıyor yabancı biri cevabında. Yazısının sonuna üç adet fotoğraf ve her fotoğrafın altına kısa bir bilgi notu koymuş. İlk fotoğrafta siyah güneş gözlükleri takmış beyaz mini şortlu genç bir kız görüyoruz, teknenin üzerinde uzanmış, güneşleniyor. Altındaki yazı: Türkiye'nin batıya bakan yüzü. İkinci fotoğraf, yere kadar sarkan modernize edilmiş tesettür giyen bir kadını gösteriyor. Kadının başı Türk usulü kapalı. Bilgi notunda Türkiye'nin "Doğuya bakan yüzü." diyor ve ilave ediyor, "Bu giyim tarzı Araplarınkinden farklı."  Gördüğüm üçüncü ve son fotoğraf konuyu günlüğüme taşımama vesile oluyor. Bir bakıma ülkenin gerçek yüzü okurların önüne tüm çıplaklığı ile koyuluyor. Ulusal kimliğimizi kaybetme yolunda geldiğimiz son nokta bu işte diyorum. Bir park kanepesinde  oturan hanımefendinin üst kısmı modern tarzda Türk usulü çatkılı türbanla örtülmüş. Altında süper mini etek giyen hatun bacak bacak üstüne atmış poz veriyor. Yazar bu pozun altına ülkenin hem doğu hem batı kültürü arasında sıkışmış yüzü diye yazmakla kalmıyor, bir de dalgasını geçiyor. "Üst taraf Mekke, alt taraf Paris."

Samimi bir ortamda geçen bayramın birinci günde sürpriz misafir bir seyahat acentesinin sahibi. Oldukça kalabalık bir grupla geliyorlar. İlk gelişleri değil bu sıcak ailenin. Bir midibüsü dolduran konuklarımız Taş Ev'i ve bizleri çok sevdiklerini söylüyorlar. Özellikle ailenin en büyüğü, ilerlemiş yaşına ve geçirdiği ameliyattan dolayı kullanmak zorunda kaldığı yürüme aparatına rağmen üşenmeden gelmiş yine. Son derece nazik tavır ve gurur okşayıcı sohbetleri bizi mutlu ediyor. "Biz sizleri çok sevdik, bak yine geldik." Verandada masalar birbirine eklendikten sonra ikişer üçer meze tabaklarıyla donatılıyor. Yemeklerini yerlerken hoşça sohbet edip güzel vakit geçiriyorlar. Tatlılarını yedikten sonra gençlerden birine Tanrıya şükür duası okuması isteniyor. Babaları genç kızın duasını beğenmeyince bir de aile büyüğünden rica ediyor. O da bana çocukken öğretilene benzer Arapça Türkçe karışımı bir dua okuyor. Herkes amin deyip ellerini yüzlerine sürdükten sonra baba bunu da beğenmiyor, annesine eksik okudun deyip takılıyor. Tonton teyze "O kadar kalmış aklımda bu yaşımdan sonra." diyor gülerek.

Bayramın ikinci günü olağanüstü bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Kahvaltı servisiyle başlayan yoğunluk gece geç saatlere dek sürüyor. Selma Hanım'ın ağzından ilk kez "Yoruldum." lafını duyuyorum. Gerçekten hepimiz çok yoruluyoruz. Cambazlı Köyündeki bir aileden aldığım karadut ve koruk şerbetlerini nasıl tüketeceğiz diye düşünürken hepsi bir günde bitiyor. Misafirlerimizin tamamı memnun ayrılıyor. Hiçbir olumsuzluk yaşamıyoruz bugün, onca kalabalığa rağmen.

Üçüncü günü bayramın. Dünkü yorgunluğu arıyoruz. Ama bu kez sinirlerim de geriliyor biraz. Bir ara yoğunluğun ekseriyeti çay kahve içmeye gelenlerden oluşuyor. Her şeyin bir nedeni olmalı. Aşağıda yıllar boyu bizim tarzda hizmet veren iki restoran çay kahve servisini kaldırmışlar, hatta duvar ilanlarıyla bu hizmeti vermediklerini duyurmuşlar gelenlere. Bu yüzden sosyal medyada bazı olumsuz yorumlar da almışlar. Onların kulağını çok fazla çınlattık bugün. Yerden göğe hak verdik. Öyle bir an geliyor ki çay kahve içenler veranda ve bahçeyi dolduruyor. Yemek için bir misafir gelse oturtacak yerimiz yok. Şehir alev topu gibi yanıyor. Yayla serin, ağaçların altında, tatlı tatlı esen rüzgarda sohbetler derinleşiyor. Yemeklerini yeyip geldiklerini, sadece çay içeceklerini söylüyorlar. Arada bir arzularının olup olmadığını soruyoruz. Pişkince, alay eder gibi "Hayır, böyle iyiyiz." diye cevap veriyorlar. Elbette iyi olursunuz, en keyifli yerleri işgal ediyorsunuz, bir çay içip en az üç dört saat oturuyorsunuz. Siz iyi olmayacaksınız da ben mi iyi olacağım? Yok arkadaş, ben o kadar iyi değilim. Buna bir çare bulmak lazım.

İşte iki araba daha yanaşıyor. "Yemek mi alacaksınız?" diye sorup gardımı alıyorum hemen. "Hayır, biz sadece çay içmeye geldik." "Efendim, burası restoran, şehirde çay içilecek güzel çay bahçeleri var, orada dilediğinizce çayınızı kahvenizi içebilirsiniz ama illa ki burada içeceğim derseniz sizi şöyle arka masalardan birinde oturtabilirim." Bozuluyorlar tabii. Ben de bozuluyorum ne yapabilirim. Zira gelen gruptan bir kısmı verandaya geçmiş, sormadan masaları yan yana çevirmişler bile. Konuştuğum kişiler diğerlerini çağırıyorlar, arka tarafta üç masayı birleştiriyoruz Verandada bozdukları masa düzenini eski haline getirmek yine bana düşüyor. Birer çay bir kaç meşrubat içiyorlar, üç saat sonra kalkıyorlar. Kahvehanede otursan kahveci on dakikada bir çayı burnuna dayıyor. Bugün açıldığımızdan bu yana rekor sayıda çay kahve servis ediyoruz. "İki çay alabilir miyiz?" "Elbette efendim." Arkamı döner dönmez sesleniyor onlardan biri. "Bir tanesi açık olsun lütfen." Çayları servis ediyorum. Gruptan bir diğeri daha çıkıyor, belli ki yanındakine gelen çayı görünce çalışıyor beyni. "Ben de bir çay alabilir miyim?" Yan masadan bir başkası; "Bize biri sade, biri az şekerli, biri orta şekerli, biri de şekerli dört kahve getirir misiniz?" Peki efendim, derhal dememe fırsat kalmıyor, değiştiriyor kararını biri "Ya, benimki de sade olsun." "Siz daha önce nasıl istemiştiniz?" Kafa allak bullak oluyor. Masa 3, iki çay biri açık, Masa 5 iki sade, bir az şekerli kahve." Yok arkadaş, kahvecilik zor zanaat. Eşim diyor, "Biz de kaldıralım çay, kahve servisini." İtiraz ediyorum, "Yok fiyatı arttıralım, caydırıcı olsun." Hani bir içen pişman olsun bir de içmeyen. Zaten ufak yer burası. "Taş Ev'de bir çay içtim, beş lira." Tabii şehir alev alev yanarken bir çayın yanında üç saat oturup en güzel masada keyif yaptığını sümme haşa söylemezsin. Hava kararmaya başlıyor, çaycılar yavaş yavaş ayrılıyorlar. Sürpriz oluyor bana bu. Korkum geceyi onlarla birlikte geçirmek. Yemek misafirleri gelmeye başlıyor. Bende hal mecal kalmamış çay kahve taşımaktan.

Bayramı böyle geçiriyoruz işte. Ancak en büyük aksilik pos makinesindeki arıza. O bayram kalabalığında yanında nakit parası olmayanların telefonunu, ismini alıp gönderiyorum. Önemli bir bölümü aralarında denkleştirip ödemeyi yapıyorlar. Eskişehir'den bir arkadaşım arıyor, bayram kutlaması için. Kısa bir konuşmadan sonra arayacağımı söyleyip kapatıyorum. Bayram süresince fırsatını bulup arayamıyorum. 

Ertuğrul Şef ve Selma Hanım bayramda büyük iş çıkarıyorlar. Nerede eksik gedik varsa hemen o boşluğu dolduruyorlar. Tatil günleri olmasına rağmen bizi yalnız bırakmıyorlar. Onların hakkını ödemeye paramız yetmez...

25 Haziran 2017 Pazar

DOĞAL ORTAK

24/07/2017 Cumartesi, Tire

Bayram telaşı her tarafı sardı. Çarşıya ve arife pazarına girmeye korkuyor insan. Erkenden çıkıp biraz alışveriş yapıyorum. İşler yolunda gidiyor, yoğunluğa rağmen kolay park yeri buluyorum. Dün telefon ettiğim kasap siparişleri hazırlamış, hiç zaman kaybetmiyorum. Hava sıcak ve bunaltıcı. Bir an önce yaylaya çıkmak için sabırsızlanıyorum.

Kızım eşlik ediyor bugün bana. Venüs'ü çok özlemiş. Oğlum İzmir'e varmış, gelince eşimle birlikte çıkacaklar yukarı. Bahçeye girer girmez Venüs annesinin görünce çıldırıyor, üzerine sıçramaya çalışıyor. Daha sonra eşim ve oğlum gelince kadro tamamlanıyor.

Şefimiz tabak süslemelerinden sonra vitrine el atmış. Bahçeden topladığı çiçeklerle pek alımlı hale geliyor vitrin soğutucumuz. Misafirlerimizi ekseriya verandada ağırlıyoruz. Onlardan biri Sun Express pilotu imiş. Ailesinden ayrı olarak havalı bir motosikletle geliyor. Yarın uçuşu olduğu için erken ayrılıyor.

Yarın bayram olduğuna göre bolca "Eski bayramlar" muhabbeti yapılacak. Bayram bazıları için yoğun çalışmak, bazıları için ise tatil. Bizim için ise hem çalışmak hem tatil. Çocuklarımızla birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bana göre Ramazan Bayramı dini bir bayram olması münasebetiyle vecibelerini tam olarak yerine getirenler in hakkı. Biz de onların sayesinde arada kaynıyoruz.

Akşama doğru bir fırsatını bulup yukarı yaylaya çıkıyor, kalan vişneleri topluyorum. Dallar ince, çekince önüme kadar eğiliyor ancak sapları kolay kolay bırakmıyor. Yere düşen meyveler sarmaşıkların arasında kayboluyor. Zahmetli bir iş vişne toplamak, kiraza toplamaya hiç benzemiyor.

Taş Ev'in önündeki kayısı ağacını gösteriyor Selma Hanım, üzerinde tek meyve kalmamış. Sabah geldiklerinde her yer kayısı parçalarıyla doluymuş. Sincaplar bir günde bütün meyvelerin hakkından gelmiş. Çekirdeklerini aşırıp gözüm gibi baktığım meyveleri parçalamışlar. Yapacak bir şey yok. Mis kokulu kırmızı erik olgunlaşmaya başlamış. Onların başına da bir şey gelmemesini diliyorum.

Eve yorgun dönüyoruz, keyifli bir günün ardından...

24 Haziran 2017 Cumartesi

YARIN GÜZEL OLACAK

23/06/2017 Cuma, Tire

Ramazan ayının sonuna geldik. Çiftçi destekleme primi alabilmem için son müracaat tarihinin ay sonu olduğuna dair Ziraat Odasından gelen mesaj altı aydır bir türlü el atamadığım, sürekli ertelediğim işi hatırlatıyor. Belge doldurulduktan sonra muhtar ve iki azaya imzalatılıp İlçe Tarım Müdürlüğü'ne verilecek. Bu basit bürokratik işlem gözümde o kadar büyüyor ki onun yerine elli çuval un taşımayı tercih ederim. Geçen sene hazırladığım belgelerin Tarım İlçe Müdürlüğü'ne teslim edilmediği gerekçesiyle teşvik parası yerine havamı almıştım. Mazot, gübre desteği olarak alacağım altı yedi yüz lira kadar bir para. Bürokrasi ve hastanelerde koşturmak, sıra beklemek oldum olası hazzetmediğim işler.

Rutin işlerimizi tamamladıktan sonra keyifli bir sofra hazırlıyor arkadaşlar. Yemeğimizi tatlı bir sohbet eşliğinde tamamlamak üzereyken bir araba yanaşıyor. Misafirleri Venüs karşılıyor. Son lokmamı aceleyle ağzıma atarken yanlarına koşup onu uzaklaştırmaya çalışıyorum. Karşı çıkıyorlar, "Bırakın, bırakın bizim de aynısı var, alışkınız biz." Genç kız üzerinin kirlenmesine aldırmadan sarmaş dolaş oluyor bizim haydutla. İstanbul'dan geldiklerini söylüyorlar. Verandada ağırlıyoruz misafirlerimizi. Bugün özel olarak yaptırdığım karadut şerbetini deniyorlar yemekle birlikte, hoşlarına gidince ikincini istiyorlar.

Bugün eşim dinlensin istedim. "Eşim" ve "dinlenmek" sözcüklerinin bir araya geldiğini görmedim oysa. O ne yapar ne eder bir iş çıkarır kendine. "Sıkışırsan gelip alırsın beni." demeyi ihmal etmiyor. Ertuğrul Şef rezervasyonlar bir biri ardına gelince "Birlikte üstesinden geliriz, bırakın dinlensin biraz eşiniz." diyor. 

Geçenlerde misafir ettiğimiz bir beyefendi Tire şubemiz gibi çalışıyor. Ödemiş'ten, Torbalı'dan hatta Aydın'dan gelen tanıdıklarına bizi öneriyor. Gelenler hoşnut kalıp ona teşekkür ediyor olmalılar ki, o da devamlı bizi tavsiye etmeye devam ediyor. Telefon ediyor. "Ödemiş'ten yola çıktılar iftar için size yönlendirdim." Teşekkür ediyorum. Az sonra yine arıyor. "Tamam, beni aradılar az önce Tire'ye gelmişler." diyorum. "Şimdi gönderdiklerim başka, birbirlerini tanımıyorlar, onlar Aydın'dan gelecekler." diye cevap veriyor. Diğer rezervasyonlarla birlikte iftar misafirlerinin artması kısa bir panik yaratıyor. "Keşke daha önce haber verseydiniz, çorbamız yeterli olmayabilir." diyorum. "Çorbanız olursa iyi olur." deyince beyefendinin misafirlerine mahcup olmamak için elimizden geleni yapmamız gerektiğini anlıyorum. Şefimiz kısa süre kalmasına rağmen beni sakinleştiriyor. "Hallederiz." Tecrübe sahibi şefler hep böyledir zaten, mutlaka bir çözüm yolu bulurlar. Hemen işe koyuluyor, misafirler gelmeden çorba hazır. İşin ilginç yanı çok sayıda başlangıç aldıktan misafirlerimiz arasında çorba siparişi veren olmuyor. Bu işler böyle olur zaten. O çorba yetişmeseydi, herkes çorba isterdi. Şefimiz bu durum karşısında "Nur topu gibi bir tencere çorbamız oldu." diyor gülerek. 

Güzel bir haber alıyorum oğlumdan. Tam dokuz gün bizimle birlikte olacak. Kızım da akşam yola çıkıyor İzmir'den. Tatilimizi ailecek Taş Ev'de geçireceğiz. Yarın bütün aile hep birlikteyiz, keyfimize diyecek yok. 

Güzel bir şekilde ağırlıyoruz misafirlerimizi. Hepsinin ortak bir sözü var. "Cennette yaşıyorsunuz, insan yaşlanmaz burada." 

Eve döndükten kısa bir süre kızım geliyor. Eline kalın bir kitap alıp okumaya başlıyor. Ne günlük yazmamı, ne TV tartışma programı izlememi ne de bilgisayarımla meşgul olmamı istiyor. "Bak ben senin için geldim, ortak bir şey yapalım." diyor. Eşim yoldaki oğlumu saat başı arayarak nerede olduğu hakkında bilgi alıyor. Gecenin ilerleyen saatleri. Kızım kitabı elime tutuşturarak "Baba, benim boğazım ağrımaya başladı, sen devam eder misin biraz?" Kitabın konusu ilgimi çekiyor ama gözlerim de ağırlaşmaya başlıyor. Kalan yerden yüksek sesle okumaya devam ederek bölümü bitiriyorum. Kızım iyi geceler dileyerek odasına gidiyor. Eşim zaten ondan önce uykuya teslim olmuş. Yalnız kalınca uykum kaçıyor. Facebook sayfalarında güzel müziklere takılıyorum. Allah'ım ne kadar kötü bir alışkanlığım var. Bir şeye alışmaya göreyim. Saat sabahın beşine kadar ilginç bulduğum sayfalara saplanıp kalıyorum. Klasik müzik, opera türünden gözüme ilişen paylaşımlarla vaktim geçiyor. Sabahın köründe eşim yine uyandıracak. Bari iki saat uyuyabileyim diye kalkıp yatağıma gidiyorum. Yarın güzel bir gün olacak, çocuklarımla hep birlikte...

23 Haziran 2017 Cuma

RÜZGAR GİBİ

22/06/2017 Perşembe, Tire

Rüzgar gibi geçti bugün. Salonu grup düzenine göre tanzim edeceğim. Eşimin evde işleri uzayınca onu sonra alacağımı söyleyip çıkıyorum. Akşama destek için garson ayarladık ama bizimle devamlı çalışacak, aradığımız vasıflara haiz garson arayışımız hala devam ediyor. Müracaatlar olmasına karşılık "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" özdeyişine uygun bir halimiz de var. Sonunda yakaladığımız huzurun kaçmaması için daha çok çalışmayı tercih ediyoruz. İşte o müracaatlardan biri ile öğleden sonra görüşeceğiz. Eşim "Madem erken gidiyorsun onu da al yanına, geri getirdiğinde beni alırsın." diyor. İlk anda parlak bir fikir gibi görünüyor bu. Orta Park'ta sözleşip elemanı alıyorum. Yolda sohbete başlıyoruz. Çalıştığı yerden birkaç gün önce ayrılmış. İki aydır parasını vermiyor, sigortasını yatırmıyorlarmış. Taş Ev'i gezdirirken genel bilgi veriyorum. İlk sorum borcu olup olmadığı. Burada hemen herkesin olduğu gibi onun da borcu varmış. Evlilik programlarında sıkça söylendiği gibi nedense bu arkadaştan elektrik alamıyorum. Geri dönüp onu şehre bırakırken eşimi alıyorum. Evden erken çıkmamın başka işe yaramadığı sonradan dank ediyor kafama. 

Akşam iftar konukları dışında rezervasyon yaptıran misafirlerimizi verandada ağırlayacağımızı söylüyoruz. Onlardan biri Kemalpaşa'dan arıyor. Tavsiye üzerine gelmek istediklerini söylerken iyi bir yer ayırmamızı rica ediyor. 

Mutfak ekibi hazırlıklara devam ederken salon grup düzenini alıyor. Manzara tarafında bıraktığım geniş koridor bir yandan servise kolaylık sağlarken diğer yandan rahat fotoğraf çekilmesine imkan sağlıyor. Bütün katlanır camları açınca yaylanın temiz havası içeri doluyor. 

Venüs önce suyla daha sonra toprakla oynaşmaya başlayınca yüzü gözü kap kara oluyor. Kızıma whatsapp'tan resmini gönderirken "Bak şu yaramaz kızının haline." notunu ekliyorum.

Destek elemanını alıp getirdikten sonra misafirler gelmeye başlıyor. Park yeri sorunundan bahsedilemez burada. O kadar araba ağaçların altında hem de yardım almadan yer bulduklarına bir kez daha şaşırıyorum.

Güzel bir iftar yemeği veriyoruz misafirlere. Aynı anda hem salondaki grup hem de verandadaki konuklarımız çorbalarından tatlılarına kadar kusursuz servis alıyorlar. Tecrübe kazandıkça karşılaşılan sorunlar ortadan kalkıyor. Grup misafirlerinde her şeye hazırlıklı olmak lazım. Her an sürpriz gelişmeler olabilir. Mesela bir hanımefendi "Çocukları ayrı mı oturtsak?" dediğinde "Eyvah, bütün düzen alt üst olacak" diye iç geçiriyorum. Neyse ki, fazla ısrarcı olmuyor.

Taş Ev'in en güzel yanlarından biri de fotoğraf çekenler için güzel bir mekan oluşturması. Defalarca fotoğraf çekiyor ve manzaraya arkalarını verip bizden fotoğraflarını çekmemizi istiyorlar. Bu gecenin küçük misafirleri de çok eğlenceli buluyor burayı. Merdivenlerden bir aşağı bir yukarı koştukları yetmezmiş gibi salonda bir o yana bir bu yana koşuyorlar. Döşemenin ahşap olması altta verandada oturan misafirleri rahatsız ediyor ama çocuklara laf dinletebilirsen dinlet. 

Yemek ne zaman başladı, ne zaman dondurmalı kestane tatlısıyla sona erdi anlamıyoruz. Öyle çabuk geçiyor ki zaman. Gecenin sürprizi yine konuklarımızdan. Bir arkadaşlarının doğum günü için getirmiş oldukları pastayla taçlandırıyorlar yemeği. Çaylar içildikten sonra yavaş yavaş ayrılmaya başlıyorlar. Her giden bizlerden ne kadar memnun kaldığını anlatıyor. Yemeği organize eden beyefendi oldukça kibar. "Bir kusurumuz olduysa affola." dememe karşılık "Her şey çok güzeldi, artık sık sık görüşeceğiz, bizim bir kusurumuz olduysa siz affedin." diyecek kadar da alçak gönüllü. Yemek ücretlerini kendi aralarında toplayıp tek elden ödemeleri bizim açımızdan karışıklığı önlüyor. Böyle kalabalık gruplarda olduğu gibi yine Fifi serbest, Venüs kulübesinin parmaklıklı penceresinden dışarı seyrediyor. 

Grup misafirlerini uğurladıktan sonra verandada oturan misafirlerimizi de uğurluyoruz. Kemalpaşa'dan gelen iki genç çift fotoğraf çekmeye doyamıyor. Yukarıda masalar toplanırken terasa çıkıp fotoğraf çekmeye devam ediyorlar. Toplanıp yola çıkmamız geç vakitleri buluyor. Eve yaklaşırken eşime soruyorum. "Biz bugün ne yedik?" İyice bir düşündükten sonra aynı anda sorunun cevabını veriyoruz. "Hiç bir şey (!) " "Elemanlar?" "Onların da yediğini görmedim." diyor eşim. "Ya ayıp oldu insanlara." deyip üzülüyoruz. İşin gerçeği soluk alacak zamanımızın olmadığı. O yoğunlukta acıktığımız aklımıza gelmemiş bile.  

Eve girer girmez koltuğa atıp kendimi bilgisayarın karşısına geçiyorum. Facebook çok vaktimi alıyor. Ben öyle "Deprem oldu duydunuz mu?" "Hayırlı cumalar" "Başım ağrıdı, hastanedeyim." Yasin okudum, amin deyin." nevinden postlara aldırmam. Ancak takip ettiğim öyle güzel gruplar var ki onlara göz atmadan yapamıyorum. Günlüğümü yazmam lazım sıcağı sıcağına. Eşim çoktan uyudu. Saate bakıyorum. Dört olmuş, bu ramazan ilk davul sesini duyuyorum. TV kendi kendini seyrediyor. Sahur programları sona ermek üzere. Hocanın biri almış yine sazı eline. Kur'anda insanların sadece kıyamet gününü bilemeyeceklerinden bahsediyor. "Bakın, yağmur ne zaman yağacağını bilemezsiniz şeklinde bir ayet bulamazsınız Kur'anda. Yüz yıl önce insanoğlu yağmur tahmini yapamıyordu ama şimdi gelişen teknoloji sayesinde nereye ne zaman yağmur yağacağını bir hafta önceden bilebiliyor." Bilgisayarımı, televizyonu kapatıp yatıyorum. 

21 Haziran 2017 Çarşamba

İBADET

21/06/2017 Çarşamba, Tire 

Dün geceden başlayacağım. Nasıl söyleyeyim, bilenler bilir, ara sıra Amelie krizi tutar beni. Geçen gün bir video paylaşımına rastladım. İtalya'nın Trieste kentinde Slovak bir sokak sanatçısı Fransız müzisyen ve besteci Yann Tiersen'in “Comptine d'un Autre Eté: l'Après Midi” yani "Başka bir yaz tekerlemesi: Öğleden sonra" şarkısını kemanıyla icra ediyordu. Defalarca seyrettiğim "Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain" yani "Amélie'nin muhteşem kaderi" isimli filmin harika müziklerini yapan Yann Tiersen beni her zaman derinden etkilemiştir. Orada ailesiyle birlikte turist olarak bulunan Filistinli genç bir kız, koreograf ve dansçı Rima, babası Assad Baransi'nin ısrarı üzerine herkesin şaşkın bakışları altında nefis bir dans gösterisi sunuyor. Özellikle müziği beni inanılmaz ölçüde etkileyen bu gösteriyi facebook sayfamda paylaştım. Dün gece yine aklıma düştü, dönüp bir kez daha izledim. Arkasından youtube'tan bir sürü Amélie filminin orijinal müziklerini ve Yann Tiersen bestelerinin değişik müzik enstrümanlarıyla çalınan versiyonlarını dinledim. Dinledikçe coştum, çoştukça dinledim. Hepsini sırasıyla facebook sayfamda paylaştım. Ama "La valse d'Amélie" yani "Amélie'nin valsi" adlı parçanın akordiyonla icrası en güzeliydi. İnsanlar Tanrı'ya farklı şekilde ibadet ederek ulaşmaya çalışır. Benim yolum da bu işte. Bu müzikleri dinlerken adeta trans haline geçiyorum. Tanrı'nın sesi bu duyduğum. Ağlamak istiyorum nedensiz. Bu kadar etkilendiğim başka bir şey yok. 

Alışverişten sonra yaylaya varıyoruz eşimle. Ve bir sürpriz bekliyor beni. Selma Hanım büyük incelik gösterip Tire'yi konu alan bir kitap hediye ediyor. Uzun zamandır üzerine ölü toprağı serpilmiş kitap okuma alışkanlığımı yeniden hayata döndürmesi umuduyla kabul ediyorum. Babalar günü için düşünmüş sağ olsun. 

Bahçenin altındaki ağaçlarda şeftalilerin kızardığını fark ediyorum. Hemen yanındaki yayla elmaları da toplanacak hale gelmiş. Eşim yukarı yaylada kalan vişnelerin toplamamı istiyor ancak artık akşam olmak üzere. İlk fırsatta çıkıp toplayacağımı söylüyorum. Fırsat buldukça odasına çekilip Selma Hanım'ın bana hediye ettiği kitabı okuyor.  Hava güneşli, sıcaklık bunaltmıyor ama düne göre daha iyi. Rüzgar kesilince havuz başında sivrisinekler rahatsızlık veriyor. Buna bir çare bulmamız lazım. 

Bahçeyi hayvan dostlarımız eşeleyerek delik deşik ediyorlar. Venüs'ün keyfi yerinde. Boğazındaki şişlik tamamen kayboldu. Fifi ile birlikte boğuşmaktan yorgun düştükleri bir anı yakalıyorum.

Bugün Kadir gecesiymiş. Hicri takvime göre benim doğum günüm. Kadir gecesinde ne olmuş diye bir anket yapılsa doğru cevabı kaç kişi verir acaba? Kadir gecesinde Müslümanların kutsal kitabı Kur'anı Kerim indirilmeye başlanmış. Hadislere yani Hz. Muhammed'in sözlerine göre bu geceye öyle büyük bir değer atfedilmiş ki, her kim bu geceyi inanarak ibadetle geçirirse geçmişte işlemiş olduğu bütün günahları bağışlanacakmış. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Öyle kolay kolay bağışlanmayacak günahlar var çünkü. Bana göre, örneğin tecavüzcüleri, hak yiyenleri, katilleri, hırsızları ve çıkarı uğruna vatanı satanları af kapsamı dışında tutması gerekirdi yaratıcının. Eğer gerçekten bu hadis sahih sınıfında ise eski dostlarının deyişiyle Fettullah Hoca Efendi (!) ve RTE sabaha kadar dua edip kol kola cennete gidecekler. Olan yine bizim gibi garibanlara olacak ve cehennemi boylayacağız. Son günlerin moda sloganı ile sonlandırayım bu sohbeti. "Adalet istiyoruz." 

20 Haziran 2017 Salı

DOSTLARIMLA

19/06/2017 Pazartesi, Tire

Dün yurdumuzun tamamı sağanak yağışlı iken burada yağmur yok ama gün boyunca kapalı, sıkıcı bir hava vardı. Yaylaya çıkar çıkmaz gelen bir grup öğretmenle perşembe günü vereceğimiz iftar yemeğinin ayrıntılarını konuştuk.

Öyle bir hava ki canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Şefin sayesinde pencerelerden birine tel örgü taktık. Yemeğimizi yedikten sonra şarja koyduğum telefonun çaldı. Hemen koşup yetiştim. Birkaç kez "Alo" dedikten sonra karşı tarafın sesi duyuldu. "İyi akşamlar, orası Taş Ev mi?" Alışkın olduğum bu soruya her zamanki cevabım hazır. "Evet efendim, burası Taş Ev" İkinci soru daha da alışılmıştı. "İftar için rezervasyon yaptırmak istiyoruz, nasıl geleceğiz oraya?" Çok sağlıklı bir bağlantımız yok, ses gidip geliyor. Tarif vermek için nerede olduklarını öğrenmem gerekiyor. "Siz neredesiniz şu anda?" Verilecek cevabın şehrin içinde bir yer olacağından neredeyse eminim. "Samsun'dayız şu anda." cevabı beni şoke ediyor. "Efendim burası İzmir, Tire Taş Ev Restaurant, sanırım karayolu ile geliyorsunuz ama ne yazık ki iftara yetişmeniz biraz zor." Bu kez şaşırma sırası karşı tarafta. "Affedersiniz, orası Ünye Taş Ev değil mi? Numaranızı internetten aldık." Hayır efendim, maalesef yanlış numara almışsınız."

Demek ki Taş Ev Restaurant diye yazınca ta Samsuna kadar gidiyormuş namımız (!) Gece eve dönünce nedensiz bir yorgunluk hissi içinde koltuğa yığılıyorum. Yarın Venüs'e ilaç vermek için yaylaya iki kez çıkmak zorundayım. Pazar alışverişi gözümde büyüyor. Hiç bu kadar uyuşuk olmamıştım. Yattıktan hemen sonra meydana gelen depremi duymuyorum bile.

20/06/2017 Salı, Tire

Erken çıkmam lazım. Venüs beni bekliyor. Pazar alışverişini yapıyorum. Bayram yaklaşırken fiyatlar biraz yükselmiş sanki. Yaylaya çıkarıyorum malzemeleri. Zarif Fifi ceviz ağacının dibinde sükunetle karşılıyor beni. Ön ayaklarını iyice ileri uzatarak gelişimden duyduğu memnuniyeti gösteriyor. Hemen Venüs'ün kulübesini açıyorum, deli gibi sıçrıyor üzerime sevincinden. Hayvanların dostluğunun ne kadar içten olduğunu kanıtlıyor adeta. Onlarda riyakarlık yok, sevgi ve sadakat var. Venüs ve Fifi birbirleriyle oynaşmaya başladıktan sonra onları bırakıp kümese doğru ilerliyorum. Kara kızların bazıları sabırsız. Önce kümesin üzerindeki çatıya, oradan ceviz ağacının dallarına ve daha sonra uçarak bahçeye iniyorlar. Çoğu kümes içinde gelmemi bekliyor. Beni görünce çığlık atarcasına gıdaklama sesleri yükseliyor. Dün geceden hazırlanan sebze artıklarını önlerine attıktan sonra ikisi çift sarılı yumurtaları topluyorum. Ayrılır ayrılmaz arkamdan peşim sıra gelip bahçeye yayılıyorlar. Elimi kolumu yıkadıktan sonra malzemeleri dolaplara yerleştiriyorum. Venüs ortalarda görünmüyor. Bu sefer tek başıma ilacını içirmem zor olacak. Aklıma kümes geliyor. Her zamanki manzarayla karşılaşıyorum. Venüs gitmiş, tavuklara attığım sebzeleri yiyor. Biraz sonra tavuklar da gelip Venüs'ün mamalarını götürüyor. Bu garip durum karşısında gülümserken eşime daha önce söylediğim,"Bizim Venüs yakında gıdaklamaya, kara kızlar da havlamaya başlayacaklar bu gidişle." lafı geliyor aklıma. 


Uzunca bir zamanımı geçiyorum hayvan dostlarımla. Keyfine varıyorum temiz havanın. Yeniden görüşmek üzere dostlarımla vedalaşıyorum.

Bugünü evde dinlenmeye ayırdım. Eşim ev işleriyle meşgul. Akşama doğru yaylaya birlikte çıkmayı teklif ediyorum. İşinin olduğunu söyleyince yalnız çıkıyorum. Gün batmak üzere. Yaylaya doğru tırmanırken güzel bir manzara yakalıyorum. Güneş bulutların arasında, gecenin karanlığına teslim olmak üzere. Arabayla durulacak yer değil ama bu poz da kaçmaz. Yolda trafik olmadığını görünce bir kare çekiyorum. Az sonra bahçe kapısının önündeyim. Tavuklar benden ümit kesip kümese girmişler. Önce yanlarına gidip onlara yem vermem isabetli olacak. Geldiğimi görür görmez hepsi kümeslerinden çıkıp üzerime doğru koşuyorlar. Kümese girip kovadan avuç avuç yem atıyorum önlerine. Acıktıkları belli. Kümesin üzerindeki metal çatıdan sesler geliyor. Üç beş tanesi diğerlerinin yemlere üşüştüğünü görüp ardı arkasına yere uçuyorlar. Sürü psikolojisi bunlar için de aynen geçerli. Follukta geç yumurtlamış tembel bir tavuğun yumurtasını almaya kalkınca hain gözlerle bana bakıyor. Dikkat etmesen gagalayacak. Onlar karınlarını doyuradursunlar, ben kümesin kapısını kapatıp Taş Ev'e doğru yürüyorum. Köy fırınının yanı başında Fifi sevinçten kuyruğunu öyle bir sallıyor ki, bu "kuyruk sallamak" tanımından da öte. Kuyruğuyla birlikte kalçası, hatta vücudunun arka yarısını sağa sola komik bir şekilde sallıyor. Venüs ortalarda görünmüyor ama Fifi ona göz kulak olmuştur. "Venüs, gel kızım, koş, koş, koş." Kızımdan öğrendiğim sözcük bu "Koş, koş, koş." "Gel" dediğimde gelmiyor hala, hele ağzında bir şeyle meşgul oluyorsa eğer. Kısa bir süre sonra çıkıyor ortaya. Beni karşısında görünce sevincini görmelisiniz. Bugün su kovasına patilerini sokup "Cıp, cıp" yaptıktan sonra toprakta yuvarlanmamış olacak ki, tüyleri tertemiz görünüyor. Adeta yaramaz bir çocuk o. Beni bırakıp Fifi'nin ensesini, kulaklarını, bacaklarını ısırmaya çalışıyor. Isırmak değil amacı. Fifi, "Yine çattık belaya." dercesine sabırla Venüs'ün ataklarını savuşturmaya çalışıyor. Ondan kaçması çözüm değil, gidip yakalıyor onu. Alt alta üst üste boğuşuyorlar. Çoğu zaman bu şakalaşmalarını seyrediyor, gülümsüyorum. Fifi her zaman savunmada ancak bazen Venüs'ün keskin dişleri canını yakınca haddini bildiriyor onun. Venüs yaptığının farkında değil. Hemen önüne yatıp tırsıyor, Fifi havlama, hırlamalarıyla ona dişlerini gösterirken. Birbirlerinin can dostları onlar. Her ikisini de seviyorum. Venüs'ün yaramazlıklarını çocukluğuna veriyorum. Fifi ise bambaşka. Sanki saray terbiyesi almış, asalet akıyor her halinden. Diğer taraftan çok iyi bir koruyucu. Kim olursa olsun kötü amaçlı birini gördüğü anda cüssesine bakmadan canavarlaştığını bizzat gözlerimle gördüm.

Köpeklerimizden bahsederken lafım uzadıkça uzuyor. Aklıma Jack London'un şimdi ismini hatırlayamadığım bir romanı geliyor. Hapishanede geçen hayatını anlatırken, hücresinde gün boyu takip ettiği bir sineği konu alıyor. Yazar odada uçuşan alelade bir kara sineği en az üç dört sayfa boyunca anlatıyor. Sineğin yağını çıkarıyor adeta. O romanını okurken "Helal olsun adama, sinekten bile konu çıkarabiliyor." diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum.

Hemen ilacını hazırlıyorum, hava iyice kararmadan. Önce aldanıp bana doğru birkaç adım atıp duruyor. Şişeyi gösteriyorum, uzaklaşıyor. Tadı pek hoşuna gitmemiş olmalı. Bu sefer uğraşacağım gibi. Sanki elimde bir şey varmış gibi çağırıyorum. Bizim obur yemek olunca yelkenleri suya indiriyor. Hemen yakalayıp altıma alıyorum. Şırıngaya koyduğum antibiyotiği ağzına akıtıyorum. Neyse ki fazla uğraştırmıyor sağ olsun. Hava iyice karardı. Güzel bir mama kabı almıştı kızım ona. Bakıyorum mama kabı yerde. Ben yokken onunla oynamış ki kenarları kırılmış. İçini mama doldurup taş fırının yanına koyuyorum. Hemen gelip yemeye başlıyor. Sabırla karnını doyurmasını bekliyorum. Gitmeden önce onu kulübesine kapatmam lazım. Yemeğini yedikten sonra Fifi'yle oyuna başlıyorlar yeniden. Çağırıyorum, gelmiyor. Elime aldığım bir ağaç dalını gösterip kandırıyorum. Kulübesine doğru yaklaşıyoruz. Kapatılacağını anlayınca yatıyor yere. Kaldırmaya çalışıyorum. Mübarek henüz beş aylık ama on altı kiloyu geçti. Zor bela yerden kaldırıyor, yakaladığım gibi kulübesine sokuyorum.  

Arabayı kapının dışında bıraktığım için bahçe yolunda ilerliyorum. Demir kapıyı kapatırken arkamdan bir hırıltı sesi geliyor. Ne bu arkamdaki diye dönüp baktığımda Fifi ile göz göze geliyoruz. Yavrum beni uğurlamaya gelmiş. Elimi uzatıp verdiği patisini tutuyorum. "İyi akşamlar güzel kızım, yarın görüşmek üzere."

19 Haziran 2017 Pazartesi

BABALARA...

18/06/2017 Pazar, Tire 

Bugün Babalar Günü. Tarihçilerin araştırmalarına göre ilk olarak ABD'de kutlanmaya başlamış. Bugüne ilham veren Amerikan iç savaşı gazisi William Jackson Smart, eşi altıncı çocuğunu doğururken vefat edince geride kalan çocuklarına hem analık hem babalık yapıyor, onlara şefkatle bakıyor. Kızlarından biri, Sonora Smart Dodd, senede bir günün anneler gününe benzer şekilde kendisini ve kardeşlerini yetiştiren babası için kutlanması gerektiğini düşünüyor. İlk aklına gelen tarih babasının doğum günü olan 5 Haziran. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için bir yıldan fazla uğraşıyor, yazışmalar yapıyor, en sonunda istediğine kavuşuyor. İlk Babalar Günü hazırlıkların yetişememesi nedeniyle 19 Haziran 1910 tarihinde kutlanmış. ABD Başkanı tarafından  1966 yılında yayınlanan bir bildiride Babalar Gününün haziran ayının üçüncü pazar günleri kutlanmasına karar verilmiş. 1972 yılında ise bu özel gün resmi tatil ilan edilmiş. 

Zaman zaman düşünürüm; Annelik iç güdüsünden bahsedilirken babalar bir adım uzakta bırakılıyor. İstisnai durumlar dışında bunun bir haksızlık olduğundan şüphem yok. Çocukları için nasıl anneler canlarını feda etmekten kaçınmıyorsa babalar için de durum farklı değil bence. Babamı kaybedeli çok olmadı. O bakışlarındaki gurur, özlem, sıcaklık gözlerimin önüne geliyor. Babalar genellikle hislerini açığa vurmazlar. Ben ise bu konuda o kadar başarılı olduğumu söyleyemem. Sabah ilk olarak kızım arıyor. Arkasından oğlum. Onların sağlıklı, başarılı ve mutlu olduklarını duymak kadar güzel bir hediye olur mu? 

Hava kapalı, yağmur yağdı yağacak. Babamı hatırlatıyor bana. Ne çabuk geçiyor yıllar. Sağ sol olaylarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemdi. Henüz on sekiz yaşındayım. Arkadaşlarla Alsancak'taki pub'lardan birinde kocaman bardaklar içinde bilmem kaç tane fıçı bira içmiştim. Pamukkale Turizm'in üniversitelerin açılış döneminde Ankara'ya kaldırdığı sekiz on otobüsten biriyle başlayacak yolculuğuma daha iki saat kadar zamanım var. Otobüs terminaline vardığımda midem bulanıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Oradan oraya dolaşırken, bir büfeden ilk sigaramı alıyorum. Sigara içen biri değilim o zamanlarda. Bir sigara içersem midemin bulantısını alır belki. Şimdi düşünüyorum da, ne alaka? Bir de kibrit alıyorum yanında. Zor bela sigaramı yakıyorum. İlk nefeste aldığım dumanla birlikte daha fazla kötüye gidiyor durumum. Gözlerim yaşlanıyor dumandan. Tam o esnada karşımda tanıdık bir yüz beliriyor. Bana doğru yaklaşıyor, gülerek. Elimde sigara, karşımda babam, başım dönüyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ne yapacağımı bilemediğim gibi ne diyeceğimi de bilemiyorum. "Baba, sigara içmiyorum ben, biraz bira içtim, midem bulanıyor ondan." Eyvah, bir de bira içtiğimi kaçırdım ağzımdan. Ne aptalım ben. Sigarayı atıyorum elimden. Sarılıyor bana. "Gel, gel bir soda alalım sana, o iyi gelir." Babamdan hiç beklemediğim bir davranış bu. Beni uğurlamaya gelmiş. Karşılaştığı manzaraya bak. Yerin dibine batıyorum. Hiç kızmıyor. Kızsa daha iyi. Yakındaki bir büfeden aldığı soda şişesini dayıyorum ağzıma. O ise gülümsemeye devam ediyor. "Demek bira da içiyorsun?" diyor kızmadan. Otobüslere doluyor öğrenciler. Pencereden babama bakıyorum. Kim bilir neler geçiriyor aklından. "Benim oğlum büyümüş de bira içiyor." 

Ben sert baba olmayacağım. Çocuklarımla arkadaş olacağız. Dediğimi yapıyorum. Hiç bir zaman resmiyet olmuyor aramızda, bazıları yanlış bulsa da. Baba korkusu bilmesinler istiyorum. Saygı, sevgi doldursun yüreklerini. Neden korksunlar ki. Pırlanta gibi çocuklarım var, tam istediğim gibi. Onlarla her zaman gurur duyuyorum.

Fırından ekmek alıyoruz. Fırıncı dünyalar iyisi biri. Yeni bir çırak almışlar. Fırıncı fırının başında hareketsiz duruyor. Üzgün ve düşünceli bir hali var üzerinde. Meselenin iç yüzü anlaşılıyor az sonra. Müşterilerden biri bir tepsi biber dolması göndermiş fırına. Acemi çırak tepsiyi kapkara çıkarmış. Fırıncı üzgün. Teselli ediyorum, "İnsanız olur böyle şeyler." "Olmasa iyiydi."  diyor, dokunsan ağlayacak. Eşim, "Şuradan biraz dolmalık biber al, yenisini yapalım." diyor. Fırıncının yerine koyuyorum kendimi. Zor bir durum.

Venüs'ün keyfi yerinde. Su kovasının içine patilerini, kafasını sokup cıp cıp suyla oynuyor. Onun babası kim acaba? O da babasını özlüyor mu? Ya annesini? Onun annesi benim kızım. Geçen geldiğinde sarmaş dolaş olmalarını görmeliydiniz. Mutfakta dün topladığım vişneler reçel olma yolunda. Öğlen yemeğimiz köri soslu kremalı tavuk. Olamaz böyle bir lezzet. Keyifle yemeklerimizi yiyoruz, yağmur çiselerken. Venüs masamızın başında "Bana  da verin." dercesine sırasını bekliyor. Yemek sonrası Selma Hanım kahve ikram ediyor. Ramazan ve havanın etkisi ile önceki pazar günlerinin yoğunluğu yok. Telefonlar geliyor iftar yemeği rezervasyonları için. Fonda Beatles çalıyor. Selma Hanım "Bu parça çok hoşuma gitti, bir kağıda yazar mısınız adını?" diyor yanıma gelip. Ekip arkadaşlarım ayrı ayrı babalar günümü kutluyor, ben de Ertuğrul Şefin babalar gününü kutluyorum. 

Sohbet esnasında ramazandan sonra deniz ürünlerini menümüze dahil etmeyi öneriyor eşim. Ertuğrul Şef'in bu konuda harikalar yaratacağından eminim. Kiremitte alabalık da aklımın bir köşesinde duruyor. 

Facebook sayfaları babalar günü mesajlarıyla dolu. Herkes tanıdığı, tanımadığı, yaşayan ya da vefat eden babaların babalar gününü kutluyor. Baba deyince kiminin aklına Atatürk, kiminin aklına meşhur "Baba" filminin baş aktörü Marlon Brando geliyor. Bu aralar facebook çok zamanımı alıyor çok arzulamadığım halde. Bazı sayfalardan çok faydalanıyorum. Özellikle klasik müzik üzerine açılmış sayfalar, Fadiye Hanım'ın her postu sanat ve kültür kokan Tire sayfası, Leman Hanım'ın sayfası en beğendiklerim. Diğer taraftan karşıma bol miktarda çıkan, "Şu çocuğa bir geçmiş olsun demek yok mu?", "Bakalım kaç kişi amin diyecek?" "Oram ağrıdı, geçmiş olsun diyen yok mu?" türünden paylaşımlara birinci derece gıcık kapıyorum.

Yağmurun bastırmasıyla hava kararıyor. Verandada oturan misafirlerimiz böylesine yoğun bir bitki örtüsüne az rastladıklarını söylüyorlar. Hanımefendi Datça, beyefendi Fethiyeli oysa. Yağmuru seyrederek huzurlu bir ortamda yemeklerinin tadını çıkarıyorlar. Sipariş ettikleri keşkeğin çok hoşlarına gittiğini söylüyorlar. Avukatlık yapıyorlarmış İzmir'de. Yeni bir yer keşfettikleri için çok seviniyorlar. Adaletin anlamını yitirdiği ülkemizde ne kadar zor bir meslek seçtiklerini konuşuyoruz. Bu güzel ortamı şefimizin hünerli ellerinden çıkan dondurmalı irmik helvası ve eşimin meşhur trileçe tatlısı ile taçlandırıyorlar. 

Akşam saatlerine yaklaşıyoruz. Genç bir çift ilk kez geldikleri Taş Ev'in salonunda oturmayı tercih ediyor. Bu manzara karşısında fonda Edith Piaf çalıyor. Uzun uzun oturacaklar gibi. Hiç aceleleri yok belli. Tadını çıkarıyorlar. Eee, Taş Ev keyif yeri değil mi? Henüz iftar saatine çok var. Efsane çorbamız eşim tarafından hazırlanıyor. Fırsat bulup toplayamadığımız kara kızların yumurtalarını topluyoruz birlikte. Venüs bizim peşimizi bırakmıyor. Domates, salatalık ve sebze artıklarını tavuklardan önce kapıyor önlerinden.

Akşam misafirlerimize ikram ettiğimiz özel çorbamız büyük takdir topluyor. Ramazan dolayısıyla önceki haftalardaki yoğunluk olmasa da salonun ön cephesindeki bütün masalar dolu. İftardan sonra çat kapı gelecek misafirlerimiz orta masalara oturmak zorunda kalacak.

Misafirlerimizi vakitlice uğurluyor, Venüs'e ilaçlarını verdikten sonra günü sonlandırıyoruz.