MAKEDONYA (I) - OHRİD - MANASTIR
Yunanistan'a gitmek isterken yine olmadı ancak bu sefer epey yaklaştık ve bir Balkan ülkesine gitmek nasip oldu sonunda. Bizim yeşil pasaportumuz olmasına rağmen kızımın henüz buna sahip olmayışı ve dolayısıyla vize problemi olmayan bir ülkeyi ziyaret etmek zorunda kalmamız, Makedonya'yı seçmemizin tek nedeniydi. Hazır gitmişken birkaç ülke daha gezmek isabetli olurdu ama kızımızdan ayrılamayacağımız için Üsküp ve Ohrid'le sınırlı tuttuk programımızı.
Nüfusu 2 milyonu biraz geçen bu minicik ülke bana daha önce gördüğüm Avrupa ülkelerinden oldukça farklı geldi. 2018 yılının 20 Kasım günü kızım Adana'dan biz İzmir'den havayolu ile gelip İstanbul Sabiha Gökçen Hava Limanında buluştuk ve Pegasus Havayolları ile yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuğumuz başlamış oldu.
Üsküp Hava Limanına vardığımızda karşılaştığımız atmosfer hiç yabancı gelmedi bize. TAV tarafından Türkiye'nin birçok şehrinde, hatta bazı yabancı ülkelerde yapılıp işletilenlere benzer bir mimari yapı karşılıyor bizi. Programımız gereği önce Ohrid'e gitmemiz gerekiyor. Ne var ki bu kez kızım bize biz kızımıza güvendiğimiz için öyle detaylı bir planımız da yok hani. Bu sebeple hava alanında Ohrid'e nasıl gideriz, araba mı kiralasak, otobüs bulabilir miyiz? sorularına cevap arıyoruz. Makedonya'da raylı taşımacılık olmadığını öğrenmiş bizim kız nasılsa. Hava hafif yağmurlu. Önceden ayarlasak araç kiralama ücretlerinin daha uygun olacağını biliyoruz. Yine de bir kaç araç kiralama servisine fiyat soruyoruz. Havaalanından Ohrid'e otobüs kalktığını öğrenince araç kiralama fikrinden vazgeçiyoruz. Ne de iyi yaptığımızın henüz farkında değiliz elbette. Üç buçuk saatlik bir yolculuk sonunda dağları tepeleri aşarak güzel Ohrid şehrine varıyoruz.
Ohrid gölünün kıyısında konumlanmış bu güzel belde yazın çok turist çekiyor. Bir taksi tutup göl manzaralı butik otelimize gidip yerleşiyoruz. Otelin sahibesi -Sanırım ismi Marika'ydı- çok ilgili ve yardımsever bir insan. Havalar burada çoktan soğumaya başlamış. Marika Hanım klima kafi gelmez diye ilave bir elektrikli ısıtıcı getiriyor odamıza.
Akşam Ohrid Çarşısını geziyoruz. Şehre has turistik özelliklerden en önemlisi Ohrid incisi. Benekli alabalık pullarından elde ettikleri bir el sanatı bu. Yani bildiğimiz deniz kabuklarından çıkartılan incilerden farklıymış. Türlü takılar yapılıyor Ohrid incisinden, babadan oğula geçen bir zanaat. Kadınlarına söylemiyorlarmış nasıl yapıldığını, sırlarını paylaşmasınlar diye. Ohrid çarşısında çok sayıda Türkçe konuşan Türk asıllı insan var. İlginç olan diğer bir husus ucuzluk. Hiçbir şekilde bir Avrupa ülkesindeymiş hissi vermiyor insana. Ne alırsanız alın Türkiye'deki fiyatlardan daha pahalı değil. Çarşıda meşhur bir köfteci varmış. Onu buluyor ve bir Üsküp köftesi yiyelim diyoruz. Yemeğin yanında yöresel bir Makedon birası söylüyorum. Dürüst olmak gerekirse Türkiye'de yapılan köfteler daha lezzetli. Aklımıza bizim Taş Ev geliyor hemen. Gerçekten de bizim köftelerimiz çok daha güzeldi.
Ohrid denilen yer şehirden ziyade bir kasaba ya da köy irisi sanki. Ertesi gün gölün kenarında dolaşıyoruz, sokak aralarında tarihi binaları görüyoruz. Sahilden Ohrid kalesine doğru dik yokuşlarla çıkılıyor. Arnavut parke yollar butik oteller arasında labirent gibi dolanıyor. Mevsim itibarıyla geceler canlılığını yitirmiş görünüyor, oldukça sakin. Kaleye kadar çıkmayı gözümüz kesmiyor. Hem çıkıp da ne yapacağız, taş yığını işte. Ama yükseldikçe manzaranın tadına doyum olmuyor. Gölün karşı yakası Arnavutluk sınırı. Göl iki ülke arasında paylaşılıyor.
Kızım, hazır gelmişken Ohrid'e 29 km mesafedeki Sveti Naum Manastırına gidelim dese de gerek ulaşım gerekse mevsim şartlarından dolayı vazgeçiyoruz. Gece yorgun düşen eşim otelde kalmayı tercih ederken ben kızımla birlikte güzel bir akşam yemeği yeriz düşüncesiyle şehre dalıyoruz. Gündüzden keşfettiğimiz birkaç balık lokantası oldukça tenha görünüyor. Hayal kırıklığına uğramayalım diyerek vazgeçiyoruz. Birkaç barda gürültülü bir şekilde gençler eğleniyor sadece. Ohrid Gölü'nün ortasına doğru uzanan dar ve uzun platform üzerinde yürüyoruz kızımın ısrarıyla. Gece vakti bu çılgınlıklar kızımın vazgeçilmezlerinden. E, ben de ayak uydurmaya çalışıyorum. İskelenin ucunda genişleyen platform üzerinden Ohrid şehrinin ışıl ışıl parlayan manzara fotoğraflarını çekiyoruz. Yer yer sökülmüş ahşap iskelenin üzerinden kıyıya varınca derin bir nefes alıyorum.
Ertesi günü Makedonların Bitola dedikleri ama bizim Atatürk'ten dolayı Manastır olarak bildiğimiz şehre gidiyoruz. Sabahın oldukça erken bir saatinde ayarladığımız otobüsle bir saat on beş dakikalık yolculuktan sonra bizler için önemi büyük beldeye varıyoruz. Otobüsten iner inmez yağmur kar yağışına dönüyor. Bir taksiye atlayıp İngilizce bilmeyen şoförle önce Atatürk müzesinin yerini soruyor daha sonra pazarlık ediyoruz. Pazarlık her yer için geçerli olan bir şey olmalı. Kar şiddetini arttırıyor. Henüz kapısını açan bir yer yok kahvaltı edeceğimiz. Müze bu saatte hiç açık olur mu? Hemen yakınında bir kafeye sığınıyoruz. İçeride bir elektrik sobası var ama soğuk havaya çok fayda etmiyor. Bu hava koşulları beklemediğimiz bir durum. "Siz burada bekleyin ben gidip açılış saatini öğreneyim müzenin." diyorum bizimkilere. Yoğun kar yağışı altında yüz metre ilerideki eski Askeri Lise, şimdi müze olarak kullanılan tarihi binanın kapısına varıyorum. Kapıyı itince açılıyor. İçerideki odalardan birinde iki orta yaşlı adam oturmuş bir şeyler atıştırıyor. Selam veriyorum. Türkçe karşılık veriyor birisi. Ne zaman açılıyor müze diye soruyorum. Her zaman açık diye karşılık veriyor. Hemen dönüp eşimle kızımı alıyorum. Giriş ücretini ödüyorum, fiş falan verilmiyor. Biz bu saatte ve bu hava şartlarında müzenin açık olmasına seviniyoruz. Atatürk'ün Manastır Askeri İdadisi öğrencisiyken çıktığı merdivenlerden çıkarken heyecan kaplıyor içimizi. Bizden başka hiç kimse yok bu saatte tabii. Sanki müze sadece bize hizmet ediyor. Eski devlet adamları ve yüksek dereceli askerlerin hediyelerinin sergilendiği bölümün yanında Atatürk fotoğrafları ve bazı eşyalarının sergilendiği küçük bir koleksiyonu geziyoruz ama bir çerçeve içindeki mektup bizi ziyadesiyle etkiliyor. Manastırlı Eleni Karinte tanıyıp aşık olduğu Mustafa Kemal'e ömrünü adıyor. O duygu dolu mektuplardan biri bu burada sergilenen.
"Çok seneler geçti, her gün senden haber bekliyorum hala. Ne zaman mektubum eline geçerse beni hatırla. Orada gözyaşlarımı görebilirsin. Yıllar geçiyor, olanlardan haber alıyorum, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Bunları okurken, sen başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt at."...
... "Benim seni sevdiğim kadar sen de o kadını seviyorsan, ona hiçbir şey söyleme, onun da senin kadar mutlu olmasını dilerim. Fakat balkondaki o kızı hatırlıyorsan eğer ve başka birini sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum."
Müzenin diğer bölümlerinde Osmanlı ve Türklerin mezaliminden bahseden resimler ve yazılar, tarihi el sanatları yer alıyor. Buradan ayrılıp karnımızı doyuracak bir yer arıyoruz. Manastır'ın en güzel otellerinden biri. Milenyum Oteli bizim için biçilmiş kaftan. Otelin sahibi yanında bir arkadaşıyla lobide sohbet ediyor. Türkçe konuştuğumuzu görünce nereden geldiğimizi soruyor. Yakın alaka gösteriyor. Bu ülkede Türk çayı bulmak biraz zor. Muhterem, garsonlara talimat veriyor. Çaya benzer sarı bir su geliyor cam bardakta. Kusura bakmayın diyor bize çocuklar bilememiş biraz çayı açık yapmışlar. Teşekkür ediyoruz. Menüde menemen var. İşte bu belki de Makedonya'da yediğimiz en güzel yemek. Gerçekten harika yapmışlar. Zeytin kültürü burada da yok. Söğüş domates ve salatalığın yanına göstermelik birkaç adet koymuşlar sadece. Yine de kahvaltı muhteşem sayılır.
Manastır faslını tamamladıktan sonra erken sayılabilecek bir saatte Ohrid'e dönüş yolculuğuna başlıyoruz. Ne de iyi yapıyoruz. Yol boyunca sulu kar önce tipiye dönüyor. Tırmandıkça beyaz örtü kalınlaşıyor. Yollar artık iyiden iyiye kar tutmuş. Eşim paniklerken bana uyku basmış yanında uyukluyorum. Otobüs bir anda durunca gözlerimi açıyorum. Her halde daha fazla gidemeyecek zincir takmak için durdu diyorum eşime. Yok diyor otobüs kaydı şarampole çıkamıyor diye cevap veriyor. Kızım her zamanki rahatlığı ile bana gülücükler atıyor. Ne güzel bir macera değil mi? diye takılıyor. Arkamızdan bir otomobil solumuzdan rampa yukarı şimşek gibi geçiyor. Her halde durmaya kalkarsa bir daha yerinden oynayamaz diye düşünüyor olmalı diye geçiriyorum aklımdan. Tam o sırada yanlamasına kaymaya başlıyor, uçurumdan aşağı uçtu uçacak. Eşim bu görüntülerden sonra iyice panikliyor. Burada sürücüler hava şartlarına karşı iyice ustalaşmış olmalı. Araç tam yoldan çıkmak üzereyken bir slalom çekerek hızla yoluna devam ediyor. Birkaç dakika geçmeden bu sefer karşı yönden bir başka otomobil üzerimize kayarak yaklaşmaya başlıyor. Bizim otobüse vurdu vuracak. Son anda burnunu düzeltip yanımızdan geçiyor. On dakika bekledikten sonra otobüsümüz zincir bile takmadan ağır ağır yoluna devam ediyor. Dönüş yolumuz bu kez üç saati buluyor tabii. "İyi ki." diyoruz "İyi ki araç falan kiralamamışız."
Ertesi gün sabah Üsküp yolculuğumuz başlıyor. Bunu da diğer yazımıza bırakayım, geç oldu.