MAKEDONYA (II) ÜSKÜP
Ohrid'den yola çıkıp yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra Üsküp'e varıyoruz. Bu kez bir değişiklik yapıp otelde kalmak yerine bir daire kiraladık. Whatsapp üzerinden görevli ile yazışıp bizim için ayrılan dairenin anahtarlarının teslim etmesini istiyoruz. Görevli on dakika içinde gelip gerekli bilgileri veriyor. Her şey güzel görünüyor. Modern bir tasarıma sahip dairemizin içinde bir masa ve dört sandalyenin bulunduğu geniş bir mutfak, büyük ekran TV'nin yer aldığı bir oturma salonu ve ayrı bir oda mevcut. Üstelik internetin bulunması ve şehrin merkezine yakın konumda olması cabası.
Eşyalarımızı bıraktıktan sonra ilk şehir turumuz başlıyor. Makedonya'yı, ülkemizle mukayese edersek, gelişme düzeyi ve şehircilik bakımından bizim gerimizde olduğunu söyleyebiliriz. Alışveriş bize oldukça kolay geliyor. Para birimi olan dinarlarından bir sıfır atınca bizim TL eşdeğeri çıkıyor. Yani 100 dinar taksi ücretinin paramızdaki karşılığı 10 TL. Şehir içinde yakın yerlere aşağı yukarı bu fiyata taksi tutmak mümkün. Ancak bunu bilmediğinizi anladıklarında iki kat ücret istiyor uyanık şoförler.
Üsküp şehrinin ortasından geçen Vardar Nehrinin en güzel yerinde başlıyor turumuz. Burada tarihi bir taş köprü mevcut. 1451-1469 yılları arasında inşa edilen köprü Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak da biliniyor. Köprünün bir yakasında heykellerle süslü geniş Makedonya Meydanı yer alırken karşı yaka Eski Çarşı ya da Türk Çarşısı adıyla anılıyor. Tarihi cami ve medreseleri, bedesten ve ufak esnaf dükkanları adeta Osmanlı çağına götürüyor bizi. Tarihi doku fazlasıyla korunmuş. Uzun zamandır eşimin hasret kaldığı Türk çayı yapan birkaç kafesi bile var. İlk işimiz burada çay içmek oluyor elbette. Hava Ohrid'e kıyasla daha mutedil. Güneşi görmek mümkün değil, ara sıra yağmur yağıyor ama fazla şikayetçi değiliz. Burada meşhur bir börekçi varmış, şimdi onu aramakla meşgulüz. Küçük dükkanların arasında bulmamız kolay olmuyor. Yerel halkın deyişiyle yediğimiz burek'ler de çok tavsiyeye şayan değil kanaatimce. Tamam, fena sayılmaz ama öyle abartıldığı kadar da değil.
Hava kararmaya başlayınca dairemize dönüyoruz. Soğuk kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Merkezi sisteme göre ayarlanmış kaloriferler çalışmıyor. Daire sahibine mesaj çekiyoruz. Gelen cevap hayli ilginç. Dışarıda hava sıcaklığı sıfırın altına düşmedikçe kaloriferlerin çalışması yasakmış (!) Ohrid'te kaldığımız otelin sıcaklığını arıyoruz.
Ertesi sabah otelde dairemizde kahvaltımızı ettikten sonra bir gün öncesinden kızımın randevulaştığı rehber ile ücretsiz şehir turuna katılmak üzere buluşma noktasına gidiyoruz. Bilindiği üzere bu şekilde hizmet veren tur rehberlerinin bir ücret talebi olmuyor. Tura katılanlar gönüllerinden kopan bir meblağı bahşiş olarak veriyorlar kendilerine. Buluşacağımız meydanda sarı şemsiye olacakmış adamın elinde. Aksilik bu ya aynı yerde sarı şemsiyeli iki adam var. Kestane kebap satan bir satıcının yanındakine doğru yaklaşıyoruz. Adam gülümseyince aradığımız sarı şemsiyeli adamın aradığımız kişi olduğunu anlıyoruz. Kendini tanıtıyor. Türkoloji mezunu, çevirmen, yazar ve tur rehberiymiş. Güzel Türkçe konuşan bu kibar beyefendi ile sohbet ederken diğer turistler teker teker dökülüyor.
Önce iki Amerikalı, daha sonra bir Rus ve değişik ülkelerden dört beş kişi daha geliyor. Yunanistan ile aralarındaki Makedonya ismi krizinden ülkenin tarihine, 1963 yılında 70.000 kişinin ölümüne sebep olan ve pek çoğu tarihsel öneme haiz binlerce binayı dümdüz eden Üsküp depreminden Makedonyalıların heykele olan meraklarına kadar birçok konuda detaylı bilgi veriyor. Gezi programı yaklaşık dört saat sürüyormuş. Eşimin bu tempoya dayanması zor görünüyor. Gittiği yere kadar gider daha sonra bahşişimizi verir ayrılırız diyoruz.
Bugün yağış yok. İlk durağımız Gonca Boyacı'nın müzesi. Kim bu Gonca dediğinizi duyar gibiyim. Üsküp doğumlu Arnavut Katolik rahibe. Yani nam-ı diğer Rahibe Teresa. Papalık tarafından azizelik unvanı verilmiş hayırsever bir kadın. Özellikle Hindistan'da çok seviliyor ve o topraklarda uzun süre yaşayıp 87 yaşında ölmüş. Gördüğümüz müze Teresa'nın doğduğu evin anısına yapılan bir bina. Asıl doğduğu ev meşhur depremde yıkılmış. Üsküp Belediyesi yeniden imar edilen şehirde Rahibe Teresa'nın doğduğu evin sınırlarını sarı metal köşebentlerle işaretleyip anısına bir de plaket koymuş.
Depremde büyük bölümü hasar gören Tren İstasyonu da müzeye dönüştürülüp burada depremle ilgili resim ve eşyalar sergileniyor. Turun ilk bölümü sonunda verilen arada gruptan ayrılıyor ve bir kafede dinlenirken karnımızı doyuruyoruz. Biraz dinlendikten sonra enerjimiz geri geliyor ve yeniden Eski Çarşı'ya çekiyor ayaklarımız bizi. Çarşının sonundaki pazar yerinde her çeşit taze meyve ve sebze mevcut. Fiyatlar bizim semt pazarlarıyla hemen hemen aynı. Oradan ayrılıp tarihi camileri, sanat atölyelerini ve bir müzeyi geziyoruz. Müzede mumya heykeller oldukça canlı görünüyor. Göçler esnasında çekilen sıkıntılar konu ediliyor figürlerde.
Ohrid yolunda verilen bir molada yediğimiz pişiye benzer bir hamur işi vardı. İçi peynirli bu atıştırmalığı rulo şekline sokup servis ediyorlar. Karnımızın açlığı ne kadar etkili oldu bilmiyorum ama bayağı hoşumuza gitmişti. Üsküp'te ise ekmek arası börek satılan dükkanları görünce epey şaşırmıştık. Alışkın olmadığımız şeyler onlar için son derece doğal tabii. Eski Çarşıda yediğimiz tatlılar ise öyle abartıldığı kadar değil. Biz fazla bir özellik bulamadık.
Üsküp'te son günümüzü Matka Kanyonuna ayırmıştık. Oldukça seyrek sefer yapan belediye otobüsleri var bu güzergahın. Sabah yine erkenden çıkıyoruz yola. Otobüsün hareket ettiği durakları arıyoruz. Bilet almak için eski bir otobüsten bozma gişeye giriyoruz. Görevli bayan bilet kalmadığını söyleyince şaşırıyoruz. "E, nasıl bineceğiz otobüse?" deyip soruyoruz kendisine. "Şoföre bilet kalmamış der, binersiniz." diye cevap veriyor. Bizi hayrete gark eden ve bir saat sürecek ücretsiz yolculuğumuz böyle başlıyor.
Dar caddeli şehrin varoşları arasından geçip gürül gürül suların aktığı bir nehir kıyısına varıyoruz. Manzara çok etkileyici. Nehir yukarı doğru ilerliyoruz. Yolun üzerinde beton bir barajın içinden geçtikten sonra kafe restoran tarzında bir tesis çıkıyor karşımıza. Burada kanyondaki mağaraları gezdiren ufak tekneler demirlemiş. Sıcak birer salep içip dinleniyoruz. Mevsim itibarıyla fazla gelen giden yok buraya. Yol üzerindeki satıcıdan birer köz mısır alıyoruz. Vakit su gibi akıyor. Hava erkenden kararmaya başlayınca geri dönüyoruz. Otobüsün bizi bıraktığı yerde bir bar var. Bir sonraki otobüs ne zaman gelir diye soruyoruz. Belli olmaz belki de hiç gelmez cevabı karşısında bir kez daha şaşırıyoruz.
Hava iyice karardı artık; bir saat beklediğimiz halde ne gelen ne giden var. Bizimle birlikte gelen ufak turist grupları çoktan ayrılmış. Bu dağ başında ne yaparız şimdi? Arada fırsatçı taksiler gelip fahiş fiyatlar istiyorlar. Nehir kıyısında kendi halinde bekleyen ufak tefek bir genç kız görüyoruz. Bizim aksimize son derece rahat görünüyor. Kızım sonradan Japon olduğunu öğrendiğimiz genç kızla sohbete başlıyor. Ona "Bundan sonra otobüs gelmez, birlikte taksi tutalım bari" diyor. Kız pek gönüllü görünmüyor, belli ki hala otobüsün geleceğinden umutlu. Birbiri arkasına taksiler gelmeye devam ediyor. En sonunda onlardan birisiyle çetin bir pazarlık yapıyoruz. Kızı da yanımıza alalım diyoruz. Şoför kabul etmiyor, kız da 250 dinar verecek diyor. Çaresiz kız kabul ediyor ve dönüş yolculuğumuz başlıyor. Henüz iki kilometre bile gitmeden karşı yönden otobüsün geldiğini görüyoruz. Taksi şoförü isterseniz bırakayım sizi diyor. Bunun nezaket mi uyanıklık mı olduğunu kestiremiyoruz. Yolumuza devam edip şehre varıyoruz.
Hava iyice karardı artık; bir saat beklediğimiz halde ne gelen ne giden var. Bizimle birlikte gelen ufak turist grupları çoktan ayrılmış. Bu dağ başında ne yaparız şimdi? Arada fırsatçı taksiler gelip fahiş fiyatlar istiyorlar. Nehir kıyısında kendi halinde bekleyen ufak tefek bir genç kız görüyoruz. Bizim aksimize son derece rahat görünüyor. Kızım sonradan Japon olduğunu öğrendiğimiz genç kızla sohbete başlıyor. Ona "Bundan sonra otobüs gelmez, birlikte taksi tutalım bari" diyor. Kız pek gönüllü görünmüyor, belli ki hala otobüsün geleceğinden umutlu. Birbiri arkasına taksiler gelmeye devam ediyor. En sonunda onlardan birisiyle çetin bir pazarlık yapıyoruz. Kızı da yanımıza alalım diyoruz. Şoför kabul etmiyor, kız da 250 dinar verecek diyor. Çaresiz kız kabul ediyor ve dönüş yolculuğumuz başlıyor. Henüz iki kilometre bile gitmeden karşı yönden otobüsün geldiğini görüyoruz. Taksi şoförü isterseniz bırakayım sizi diyor. Bunun nezaket mi uyanıklık mı olduğunu kestiremiyoruz. Yolumuza devam edip şehre varıyoruz.
Son gecemizde balkan müziği eşliğinde güzel bir yemek yiyebileceğimiz yer arıyoruz. Skopsi Merak isimli canlı müzik yapılan yerel bir restaurant tercihimiz. Fiyatlar Makedonya standartlarının en az iki katı ama Türkiye'deki muadillerine göre daha ucuz. Orkestranın yakınında bir masaya oturtulduğumuzda kendimizi şanslı addediyoruz. Şık giyimli hanımefendi ve beyefendilerin bulunduğu geniş bir salonda birkaç müzisyen enstrümanlarını akort etmeye çalışıyor. Program tam başlayacak derken bizim müzisyenler buharlaşıp yerine Ümit Besen kıvamında köşedeki orgun başına geçmiş bir adam peydahlanıyor. Makedonca şarkılar söylemeye başlıyor. Biz buna da razı olmuşken bir de ne görelim. Adam resmen play-back yapıyor. Müzik setinden çalınan parçalara sadece dudaklarını uyduruyor acemice. Bu olayla gecemize son noktayı koyuyoruz.
Son olarak kızımın Ohrid Gölünün ortasından çektiği ve Ohrid gece manzarasını arkamıza alan fotoğrafı paylaşırken Handan Hanıma verdiğim sözü tutmuş oluyorum.