KATEGORİLER

11 Mart 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 29

Ağaç Ev Sohbetlerinin iki konusu var bu hafta. İrem Can / Konumuz Kitap'ın önerdiği konuya ilişkin düşüncelerimi 28. Bölümde paylaşmıştım. Genç arkadaşımızdan Barış Doğan / Başyazıcı tarafından belirlenen haftanın diğer konusu ise şöyle:

Tiktok ve Youtube uygulamaları hakkında ne düşünüyorsun? Sence ülkenin çektiği sancılardan birileri mi? Yoksa eğlenceye ulaşmak için birer araç mı? 


Tiktok ile Youtube arasında büyük fark var. Benzer olan tek yönü her ikisinin de internet üzerinden yayın yapan video paylaşım kanalları olması. Tiktok hakkında detaylı bir bilgim yok, sosyal medyada tesadüfen önüme çıkan videoları dışında. Üye olunması mı gerekiyor, takip edilmesi mi haberim yok. Fakat bu kıt bilgimle dahi gözüme takılan bir kaç tanesi, bu mecranın bana göre olmadığını anlamama yetti. Aslında bu durum farklı bir konunun tartışılmasına da kapı aralıyor bir bakıma. Şöyle ki; biri çıkıp insan dilediğini seçmede özgürdür diyebilirken, diğeri topluma zarar verdiğinden hareketle bu fikre karşı bir tutum içine girebilir. İnanıyorum ki, bu tartışma daha geniş kapsamlı ve Tiktok'tan daha önemli. Evet, özgürlük olarak ele alındığında, isteyen istediği yayını, tv kanalını, sosyal medya ortamını izleyebilir, istediği müziği dinler ve istediği kitabı okur. Bu yüzden Tiktok'u eğlenceli bulup neşeli vakit geçiren hatta benim gibi pek çok insana saçma sapan gelen video paylaşımlarında bulunabilir. Ben istemiyorum diye bu tür yayınların ve eserlerin yasaklanması, yakılması asla kabul edilecek bir davranış şekli olamaz.

Diğer taraftan yukarıda belirttiğim üzere topluma, yani insanlara zarar verebilecek ya da fayda getirmeyecek işlere vakitlerini heba etmek yerine kendilerini geliştirecek başka konulara yönelmeleri için, sahip olduğum tecrübe ve bilgiler doğrultusunda önerilerde bulunmam hususunda sorumluluk taşıdığımı, bunun insani bir görev olduğunu düşünüyorum. Elbette bu sorumluluk ve görev tanımı sadece fikirleri açıklamak, tavsiyelerde bulunmakla sınırlı. Konuyu bu açıdan ele aldığımda; Tiktok'un  sınırlı bir zaman periyodu içinde mevcudiyetini devam ettirebileceğini düşünüyorum. Kanaatimce bu türden meşgaleler, gençleri kendilerine tutsak ederken onlara hiçbir fayda sağlamayıp kıymetli zamanlarını boşa harcamalarına neden olacaktır.

Youtubeun ise insanı geliştiren, müzik klipleriyle hoşça vakit geçirmesini sağlayan, bilgilendiren yönleriyle önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum. Bu uygulamayı kullanan biri olarak varlığından son derece hoşnutum. Aralarında bazı gereksiz ve zararlı yayınlar olabilir ancak bunları eleyerek aradıklarımızi, içlerinden işimize yarayacak olanları kolaylıkla seçme imkânımız var.

Youtube'u sadece eğlence aracı olarak görmüyorum. Belirttiğim gibi faydası zararından çok daha fazla. Tiktok eğlence aracı mı diye sorulursa, evet eğlence aracı olabilir dozunu kaçırmazsan derim. Ülkemizin çektiği bir sancı mı peki? Yok canım o kadar değil elbette. Belki beş on yıl içinde kendiliğinden ömrünü tamamlayıp yerini başka yeni uygulamalara bırakacak zaten. Ülkemizin muhatap olduğu sancılarının yanında Tiktok'un sancısı ihmal edilebilecek nispettedir. Bütün sancılar keşke Tiktok gibi olsa.

10 Mart 2020 Salı

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 5


İdarede işini gerçekten iyi bilen kadın bir daire başkanının haricinde bütün üst düzey kadrolar değişmiş, yeni gelenlerin makam odaları çiçek bahçesine dönmüştü. Okula yeni başlayan çocuklar gibi heyecan içinde koltuklarına oturmuşlar, ağızlarını açmadan sinsice gülümsüyorlar, tebrike gelen iş adamları, kurum çalışanları ve özel sektör temsilcilerini acemi gözlerle uzun uzun süzüyorlardı. Kapalı ağızlarının içinde sıkılmış dişlerini saklayan gülümseyişleri hiç de hayra alamet değildi, çıkacaktı kısa zamanda her şey su yüzüne, dökülecekti kucaktaki taşlar...

Rauf Bey, patrona yeni yönetimle bir tanışma toplantısı yapılmasının uygun olacağını söylemişti. İdareden yanıt gelir gelmez Orhan'ı da yanlarına alıp üçü birlikte Genel Müdürlüğün yolunu tuttular. Önce büyük bir masanın çevresinde kısa bir tur atan devletin yeni sahipleri, avlarının etrafında dönen aslan sürüsü gibi büyük bir hevesle oturdular yerlerine. Rauf Beyler de karşılarına geçtiler. Üç kişiye karşılık en az on kişiydiler. Sayıca üstünlük devlette olmasına rağmen bu tür zor anlarda Rauf Bey'in tek başına on kişiyi dize   getirdiğini bilen Orhan, bu adaletsizliği o kadar fazla önemsemedi. Onu esas rahatsız eden hepsinin sıkış tepiş masanın karşı tarafına dizilmeleriydi. Bir ara kendini mahkeme jürisinin önüne çıkarılmış mahkûmlara benzetti. Neyse ki tedirginliği fazla sürmedi. Tam bir kurtlar sofrasıydı bu. Başkan sinsice gülümseyerek "hoş geldiniz" dedi. Gergin bir gülümseme belirdi misafirlerin suratlarında. Mukavele Tatbikat Şube Müdürlüğüne atanan iri gövdeli, koca kafalı ve badem bıyıklı gençten biri kendisinden beklenmeyen bir kararlılıkla "Evet," dedi. "Ne yapabilirsiniz, anlatın. Devletin paraya ihtiyacı var" Salonun havası buz kesti birden. Misafirler birbirlerinin yüzüne baktılar şaşkın gözlerle. Böylesine bir karşılama beklemiyorlardı doğrusu. Evet, önlerine kırmızı halı çekecek değillerdi, hatta sert tartışmalar, taleplerinin karşılanmaması sürpriz sayılmazdı ama sarf ettikleri ilk cümleleri şok ediciydi. Banka soyan gangster misali "sökülün paraları" dercesine takındıkları tavır karşısında "En iyi savunma, hücumdur" sözünü hatırlatırcasına Rauf Bey ayaklandı. Sesini yükselterek "Nasıl karşılama bu? Biz size hayırlı olsun demeye, sorunlarımızı anlatmaya geldik, ne istiyorsunuz bizden anlayamadık." Başkan, bir yandan Rauf Bey'in hararetini yaptığı el hareketleriyle sakinleştirmeye çalışıyordu. "Sakin olun Rauf Bey, bağırarak bir şey çözemezsiniz." dedi.

Daha hele durun bakalım dercesine gözlerinden pırıltılar saçıyordu başkan. Şube Müdürü cevap verdi. "Aldıklarınızı, fazladan aldıklarınızı" Rauf Bey bu sözlere pabuç bırakacak biri değildi. "Neymiş o fazladan aldıklarımız? Yaptığımız her şey imzalı, onaylı. Biz buraya işin önünü açmak için önerilerimizi sunmaya, işin kesintiye uğramaması için ödenek çıkartmanızı rica etmeye geldik." dedi. Toplantı hiçbir konu tartışılmadan sona ermiş, ardında büyük bir hayâl kırıklığı ve endişe bırakmıştı. O günlerde bu tür yollara başvurmak adet haline gelmişti. Başbakan bile Japonya başbakanıyla bir araya geldiği esnada daha önceki yönetimle T.C adına imzalanan bir ticari sözleşmenin maddi koşullarını tartışmaya açmış, ilâve bir indirim talep etmişti. Japonlar da güzel bir ders vermiş, ellerindeki sözleşmenin bir nüshasını başbakanın önüne koymuşlar, imzanın olduğu sayfayı gözlerine sokarcasına uzatarak "Sayın prime minister, bu sizin devletinizin imzası değil mi?" diye sormuşlardı. Doğal olarak eli boş dönmüştü memleketine başbakan! Şimdi de Orhan benzer şekilde elindeki bakan olurlarını, genel müdürlük onaylarını İdarenin önüne atmayı geçirdi aklından.

Belli ki daha önce görev yapan bakanların gider ayak, yangından kaçırırcasına imzaladıkları keşif artışları yeni yönetimin dikkatini çekmişti. O furyada işlerinde büyük keşif artışı yapan bazı büyük firmalara dokunulmaması yine de tuhaf geliyordu Orhan'a. Onlardan birinin sahibi ile patronunun arası oldukça iyiydi. Fakat  kimse bulduğu çözüm yollarını bir türlü açıklamıyordu. Dönem hoca efendinin devriydi ve herkes cemaatten sözü geçen birini bulmanın peşine düşmüştü. İşlerini yoluna koyabilecek bir şeyhe, imama servetlerinin önemli bir kısmını feda etmeye hazırdı bütün şirketler. Sorun aranan doğru kişiyi bulmakta yatıyordu. Zira hergün şirketin kapısını aşındıran bir sürü aracı peydahlanmıştı. Patron bu konuda oldukça titiz davranıyor çürük tahtaya basmıyordu. Sonunda patronun dostu olduğu şirket sahibinin yanında çalışan muhasebecinin cemaatten olduğu ve bu yüzden şirkete dokunulmadığı çıktı ortaya. Ama onun da faydası olmamıştı Orhan'ın çalıştığı şirkete. Zira yüksek yerlerden karar verilmiş, kalem kırılmıştı. Yüzlerce şirket arasından seçtikleri ilk kurbandı onlar. Esas hedef ise onların keşif artış olurlarını imzalayan bakanlar...


Yeni gelen ekibin rüşvet kabul etmediği de dilden dile dolaşıyordu. İşte bu durum Rauf Beyi can evinden vurmuştu. En güçlü silahı alınmıştı elinden. Yine de pes etmedi.

İdarede evrak takip eden görevlilerin çoğu özel sektörün en kıymetli elemanlarıdır. Fatih de insan ilişkileri iyi, kendini sevdirmesini bilen akıllı biriydi. İdaredeki üst düzey çalışanların elektrik, su paralarını yatırır, eksik kırtasiye malzemelerini temin eder, ara sıra da istedikleri yerlerden onlara pide, kebap ya da pasta alır götürürdü. Üstelik prensiplerine aykırı olduğunu söyleyen birkaçının dışında diğerlerinin verecekleri parayı da kabul etmez, yaptığı harcamaların yazılı olduğu bir kâğıt parçasını Orhan'a imzalattıktan sonra şirketin muhasebe bölümüne götürüp parasını alırdı. Bu sayede kendine yer edip memurların dedikodularına katılıyor, onların en mahrem konularını öğreniyor, diğer şirketlerin hangi yeni fiyatları yaptığını biliyordu. Birine sarı zarf mı geldi, daha adam zarfını açmadan onun Anadolu'nun hangi köşesine tayini çıktığını bilirdi Fatih. Bir gün, Rauf Bey'in odasında Orhan'la birlikte otururken kapıyı tıklatıp içeri kafasını uzattı. Gülümsemesinden yeni bir haber getirdiğini anlamıştı Orhan. Rauf Bey'e fırsat bırakmadan "Gel, Fatih, hayırdır" dedi. Sessizce odaya girip arkasından örttü kapıyı. Merak içinde söyleyeceklerini bekleyen Orhan'a ďönüp "İsa Bey'in çocuğu olmuş" dedi.

Fatih'i bırakıp patronun odasına gittiler. Son zamanlarda bayram öncesi İdare elemanlarına altın dağıtma görevini Rauf Bey'den almıştı patron. Altınlardan bir kısmını kendi cebine attığından kuşkulanıyordu. Haksız da değildi hani. Ondan her şey beklenirdi. Fakat şimdiki durum diğerlerinden farklıydı. İsa Bey, cemaatten olmayan birinden altın almayı kabul edecek miydi? Nezaketen geri mi çevirecek, yoksa tepkisi daha mı büyük olacaktı. Orhan'a vermek istediler bu görevi, kabul etmedi. Rauf Bey ben veririm dedi. Ertesi sabah erkenden odasında yakaladılar İsa Bey'i. Orhan dışarıda kaldı, ķısa bir süre geri ďöndü Orhan'ın yanına.  Rauf Beyin yüzünde kendini ele verebilecek en ufak bir ifade sezilmiyordu. Orhan dayanamadı, sordu. "Ne oldu?" Rauf Bey kendinden emin bir şekilde "Ne olacak, memnuniyetle kabul etti" dedi. Orhan şaşırmış, Rauf Bey bir kez daha yanılmamıştı.

Aradan tam bir ay geçmişti ki bu kez Fatih çok daha önemli bir haberle gelmişti yanlarına. İsa Bey'in Antalya'da tutuklandığını söylüyordu. Bu sefer şansı yaver gitmemiş, yakayı ele vermişti demek. Orhan'ın içine bir ferahlık çöktü. Hem lâyığını bulduğu için, hem de toplantı sırasında fütursuzca, elinde hiçbir kanıt olmaksızın getirdiği suçlamaları nedeniyle ona olan kininden dolayı. Artık bu türden zorlamaların olmayacağını, her şeyin eskisi gibi devam edeceğini düşünmeye başlamıştı. Yanılıyordu. Her şey yeni başlıyordu oysa.

Yeni gelenler içinde sevimli gördükleri tek kişi genel müdür yardımcılığına getirilen Galip Bey'di. Üstlendiği göreve göre oldukça genç biriydi. Sessizdi, yüzünde diğerlerinden farklı sıcak bir gülümseme insanı rahatlatıyordu. Hiç soru sormaz, hiçbir işi çözmez fakat problem de çıkarmazdı. Birisi ondan karar vermesini, işin önünü açmak için gayret göstermesini ya da yardımda bulunmasını istediğinde, "Arkadaşlar incelesin, herhangi bir sıkıntı yoksa  getirin imzalayım" derdi. Bu kadar munis yaratılışta olmasına karşın sesi yüksekten çıkan bütün ekip arkadaşları olağanüstü bir saygı gösterirlerdi Galip Bey'e. Farklıydı diğerlerinden. Meselâ aralarında sigara kullanan tek kişi oydu. Kanunen yasaklanmasına rağmen odasında sigara tüttürmeye devam ediyordu çekinmeden. Orhan, eğer sırtın kuvvetliyse yasağın önemli olmadığına bir kez daha kanaat getirmişti onun bu halini görünce. Rauf Bey'le yaptıkları her ziyaret sırasında Orhan da sigarasını yakar, Rauf Bey'i dumana boğarlardı. Rauf Bey, hiç şikâyetçi olmazdı bu durumdan. Galip Bey'le Orhan'ın belki de tek ortak yanı onu da mutlu ederdi. Hatta sonraki ziyaretlerinde Orhan'a takılır, "Hadi tüttürün Galip Bey'le birer sigara" diyerek ortamı gevşettiğini düşünürdü. Orhan Fatih'ten bu işin sırrını öğrenmekte gecikmedi. Fatih Beyin sırtını kuvvetlendiren babasının hakim olmasıymış meğer. Ama öyle sıradan bir hakim değil. Başbakanı yattığı cezaevinden çıkarıp hürriyetine kavuşturan hakim!

Bir sabah şirketteki odasına girdiğinde masaya bırakılmış bir gazete dikkatini çekti Orhan'ın. Üstelik hiç okumadığı bir gazete! Yeni Şafak gazetesi yaptıkları bir baraj inşaatına atıfta bulunarak büyük puntolarla manşetten vermişti haberi. "Büyük Vurgun" 

9 Mart 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 28

Ağaç Ev Sohbetlerinin 28. Haftasına giriyoruz. Bu haftanın konusunu İrem Can önermiş. Bu kez bir ilk gerçekleşiyor, Ağaç Ev Sohbetleri İrem Can'ın yanı sıra bu hafta tartışacağımız ikinci konuyu Barış Doğan belirleyecek.  Konu bu hafta da oldukça hassas. Kim bilir belki de yazımın başına (+ 18) uyarısı koymam hassas bünyelerin menfaatine olabilirdi. Ancak sözlerimle kimseyi üzmek ya da saygısızlık etmek niyeti taşımadığımı, amacımın sadece kendi doğrularımı ortaya dökmek olduğunu özellikle belirtmek isterim. Aksi takdirde yazan ben olmayacaktım. İşte bu hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin ilk konusu:

8 Mart Dünya Kadınlar Günü sende neyi çağrıştırıyor?

Ülkemizdeki "kadın" anlayışı nedir?

Konu başlığının fonundaki siyah bant sizde neyi çağrıştırıyorsa bende de aynısını çağrıştırıyor. Evet dostlar, "Kadınlar Günü" adı altında AVM'lerin özel indirimler uygulayıp tüketimi pompaladıkları günlerinden biri olan 8 Mart, bir kutlama günü değil tam aksine bir matem günüdür. 1857 yılının 8 Mart günü ABD'nin Newyork kentindeki bir tekstil fabrikasında zor şartlar altında 13-14 saat çalıştırılan binlerce kadın işçiden 120'sinin, kapatıldığı barakada yanarak öldürülmesinin yıl dönümüdür kutlanan! 1921 yılından itibaren Sovyetler Birliği'nde "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak adlandırılan bu özel günde, çalışan kadınların sorunları değişik platformlarda dile getirilmiş olmakla birlikte sosyalizmin yayılmasından endişe eden batılı pek çok ülkede 8 Mart, 1960 yılına dek yasaklanmış. Bu tarihten sonra ABD'de başlayan gösterilerle "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmaya başlayan 8 Mart günü, BM Genel Kurulunca tanınmış ve daha sonra bütün batı ülkelerine yayılmıştır.

Sadece bugüne mahsus olmak üzere erkeklerin kadınlara çiçek vermelerini, onlara övgüler düzmelerini anlamsız buluyorum. "Çalışan kadınlar" yerine "emekçi kadınlar" denilmesini daha uygun görüyorum. Kadına toplum tarafından yüklenen vazifeler nedeniyle çalışmayan kadının mevcudiyetine inanmıyorum. Kadın başka işlerde çalışmasa dahi ev işlerini, çocukların bakımını üstlenmekte en azından. Diğer taraftan dışarıda çalışan kadınların çoğu verdikleri emeğin karşılığı olmayan düşük ücretlerle, sosyal güvencesi olmaksızın fabrikalarda, tarlalarda çalışıp sömürülmektedir. Kadınların çoğu ülke yönetimde söz sahibi olamadıkları gibi evlerinde de aynı durum geçerli. Söylenecek, anlatılacak çok şey var, var olmasına da bütün bunları sayıp dökmek kadınların durumunu düzeltmiyor ne yazık ki. Sorunların çözülmesi için toplumun egemen güçlerinin buna önce niyet etmesi, halkın eğitilmesi, en önemlisi kadının erkekten ne eksik ne de fazlası olduğunun kabul edilmesi ile birlikte ataerkil aile yapısının değişmesi için gerekli adımların atılması şart. Bunları bırakıp kadınların bugüne özel çiçek ya da hediye beklemesine anlam veremiyor, bunu bencilce bir davranış olarak görüyor, öfkeleniyorum. Erkeğin kadından üstün olmadığını önce kadınların anlaması ve kabul etmesi gerekir. Kadınların ekonomik özgürlüğe kavuşması, yaşamak için erkeğe asla mahkum olmaması atılacak adımların başında geliyor. Kadın cinayetlerine, kadına şiddet uygulanması konusuna girmeyeceğim. Çünkü yaşanan insanlık dışı bu olayların hepsi birer sonuç. Nedenlerini ortadan kaldırmadan hiçbir yasal tedbir bunları ortadan kaldırmaz. İşte 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün bende çağrıştırdıkları... En zoruma giden, insanların bu anlamlı günü şenlik ve kutlama havasına sokmaları ve kadının da bir insan olduğunu kabul etme/ettirme hususunda yetersiz kalmamız.

Ülkemizde halkımızın kadına bakış açısı (genel olarak) son derece sevimsiz geliyor bana. Kendisinin erkeklerden farklı olmadığının bilincine varmış ve ona göre davranan kadınlar ile kadını insan olarak gören ve buna uygun muamele eden erkekler ülke nüfusunun muhtemelen yüzde onunu ancak doldurur. Bu kesim toplumun yüz akı. Geriye kalan ve nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan iki cinsin birbirlerine bakış açısı ise oldukça karanlık bir tablo çizmekte ne yazık ki.

Ülkemizin bahtı kara kadınları, kendilerini erkeğin karşısında nasıl görmekte? Ezik, çaresiz, kaderine razı, değersiz... Sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok ülkesinde az ya da çok kadınların kendilerine bakış açısı bu! Nedenlerini soracak olursanız, fiziki olarak güçsüzlüğünün dışında iki temel nedenden bahsedeceğim. Bunlardan ilki ekonomik bağımsızlığa sahip olmayışları. Yaşamak için erkeklere muhtaç bu kadınlar. İnanıyorum ki, ikinci önemli neden ilkinden aşağı kalmıyor. Evet, dinin etkisini göz ardı etmiyorum. Bütün dinlerin, kadının  daha fazla aşağılanmasına sebep olduğunu düşünüyorum. Kutsal kitabın, tartışmaya mahal bırakmayan ayetlerinde, erkekleri muhatap alan ifade tarzı, kadınların erkeklere itaat etmesini emretmesi, aksi takdirde erkeklerin eşlerini dövmeye kadar varan cezai müeyyideleri uygulama hakkına sahip olması, kadınlara ekilecek bir tarla gözüyle bakması kadının ezilmesine, çaresizliğine ve değersizleştirilmesine gerekçe oluşturmakta. Bu yüzden "kocamdır, sever de döver de" anlayışı yerleşmiş, kaderine razı olmuştur pek çok kadın.

Ülkemizin bahtı kara erkekleri, kendilerini kadının karşısında nasıl görmekte peki? Güçlü, sözünü dinleten, şanslı ve değerli...  Bunun nedeni, kadının sahip olmadıklarını düşündükleri şeylere sahip olmaları. Her şeyden önce fiziki olarak daha güçlüler kadınlara göre. Bu durum kaba kuvvet uygulamalarına imkan tanıyor. Diğer taraftan çalışmak zorunda hissediyorlar kendilerini, çünkü toplum bu görevi erkeklere vermiş. Bu sayede evde hakimiyet onların elinde oluyor. Sahip oldukları en büyük koz bu. Kitap okuma alışkanlıkları olmasa bile dindar toplumumuzda hocalar, şeyhler memleketin en ücra köylerindeki camilerde anlatıyorlar kutsal kitabın yazdıklarını. Duyduklarını sorgulamadan inanıyorlar. İnandıkları şey kendi açılarından olumsuz bir durum gibi gözükmüyor gözlerine. Son derece hoşlarına gidiyor bu durum. Hiç şikayetleri yok, şanslılar! Aslında tam olarak durum öyle değil. Bazılarının vicdanı kaldırmıyor kadına şiddeti. Fakat sağına soluna baktığında, görüyor ki diğer hemcinsleri, kadının rolünü biçmiş. Yine kutsal kitapta tohumları ekilen "kısas" tan toplumun zihnine yerleşen "kan davası" nın kurbanı oluyor bazı erkekler... Anası eline silahı verip, "git" diyor, "git de, namusunu temizle". Gidiyor, bir dedikodu yüzünden çok sevdiği karısını öldürüyor köy meydanında. Eşine biraz değer vermeye kalksa "kılıbık" denilip alay ediliyor. 

Görüldüğü üzere ülkemizde "kadın" anlayışı, kadına bakış açısı böyle maalesef. Üstelik bu anlayışın yıkılması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, kadın cinayetlerinin sona ermesi ve kadına şiddet uygulamasından dönülmesi oldukça zor kanaatimce. Son zamanlarda ekonomik özgürlüğüne kavuşan ve eğitim görmüş kadınların sayısı artmış olsa da dinin etkisi ve ataerkil toplum yapımız yüzünden kadına hak ettiği değeri vermekten oldukça uzağız. Görünen o ki ne yaparsak yapalım, konuya ne kadar duyarlı olursak olalım, ülkemiz ve dünyadaki "kadın" anlayışında iyileşme olabilmesi için epey zamana ihtiyaç var.                                  

7 Mart 2020 Cumartesi

ÇOK ZOR, SENİ ANLIYORUM DEMEK



Düşündüm, taşındım, sonunda buldum galiba böyle uzun uzun yazmamızın, okumamızın ve konuşmamızın sebebini. Anlatmaya, anlamaya  çalışırken birbirimizi, hatta kendimizi, çoğunlukla neden aciz kaldığımızı... Ne yazık ki empati falan da çözmüyor meselelerimizi hakkıyla... Evet, mesele şu: Sözcüklere farklı anlamlar yüklüyoruz, nedeni bu! Sözlükler yetmiyor sözcükleri anlamaya. Bu yüzden doğruyu ve yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt edemiyoruz, Her şey karışıyor birbirine. Sonunda kime göre doğru, kime göre yanlış, neye göre iyi neye göre kötü diye soruyoruz işin içinden çıkamayınca. Oysa sözcükler aynı anlama sahip olsalardı herkes için, daha çok severdik birbirimizi, daha az can yakardık. Kandıramazdı kimse kimseyi, doğrular hep doğru, yanlışlar hep yanlış olurdu. İyilerle kötüler gün ışığına kolayca çıkar, vicdanımızın sesini dinlerdik sadece. Hadi o zaman kulak vermeye çalışalım bakalım vicdanımızın sesine.

VicdanKişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlâk değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç.

Ahlâk: Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre

Arapça "hulk" yani huy, Yunanca "ethos", Latince "mos" kelimelerinden türeyen "ahlâk" kavramı İngilizce "ethics" veya "morality" sözcükleriyle ifade edilmekte. Bu "etik" ve "moral" sözcükleri İngiliz lisanında birbirinden farklı anlam taşıyorlar. "Etik" çevrenin dayattığı uygulamalar, gelenek, görenek, toplumun değer yargıları ve kültürün yanı sıra dini inançlardan kaynaklanan kurallar bütünüyken "moral" kendi bireysel doğru ve yanlışlarımıza göre tanımladığımız bir kavram.


  • Ülkemizin yer aldığı coğrafyada ahlâk anlayışı çoğunlukla etik tanımına göre değerlendirilmekte. Bu kapsamda etik, bireylerin,

- İyi ve kötünün ayırt edilmesinde,
- Doğru ve yanlışın belirlenmesinde dikkate aldığı temel kriterlerdir.

Ahlâk kuralları diğer bir deyişle belirli bir kişi, grup ya da toplum için geçerli değer yargıları subjektiftir, yani kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir.

Yeri gelmişken Nietzsche'nin ahlâk kavramı üzerine söylediklerine bakalım:

"İyi ahlâk sahibi olmak törelere itaat etmekten başka bir şey değildir, töreler ne olursa olsun bu ilke değişmez, bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlâk yoktur.
Sadece gelenek olduğu için bir inanca bağlanmak... Bu elbette namussuz olmak, korkak olmak, tembel olmak demektir!
- Öyleyse iyi ahlâklı olmanın ön koşulu, namussuzluk, korkaklık ve tembellik olmuyor mu?"

Demem o ki, esasen bireysel muhasebe olması gereken vicdan, tanımına giren ahlâk yüzünden, kendi doğru ve yanlışlarımızı bulmakla sınırlı kalmamış, toplumun doğruluğu ve haklılığı tartışılır değer yargıları benliğimize kazınmıştır. Bu durumda Nietszche'nin çıkarımı doğrultusunda "Birine "vicdansız" deniyorsa o kişi namuslu, cesur ve çalışkandır" sonucuna da varabiliriz.

Görüldüğü gibi çevre ve toplumun etkisiyle gelişen vicdanımız bize bırakılmamış! Bu yüzden bireylerin aynı anlamı kavrayacağı sözcüklerden oluşan ortak bir dile ihtiyaç var. Bunun yolu ise ahlâksızlıktan geçiyor. Kimse ahlaksızlığı kendisine yakıştırma cesaretini gösteremeyeceği için çatışmalar devam edecek, sevgiye uzak nefrete yakın olacağız. Sokrates'in yaklaşık 2.500 yıl önce söylediği "İnsanlık, dini doktrinden tamamen müstakil bir ahlâk sistemi kurmaya muvaffak olmadı" sözü halâ geçerli çünkü.

Yazımın başında belirttiğim gibi sorunu buldum fakat sözcüklere yüklenen anlamlar arasında resmen boğuldum. Üç gündür hem İngilizce hem de Türkçe kaynaklardan yararlanarak yazımı sonlandırmaya bir çözüm bulmaya çalışıyorum fakat her öğrendiğim öncekini çürütüyor. Vicdan, ahlak, etik ve moral kavramları üzerinde inanılmaz bir anlam kargaşası var.

Örneğin bir kaynakta ahlak; kültürün, dinin, coğrafyanın etkisinde topluma ve bireye mümkün olduğunca fazla fayda vermek amacıyla kişilerin davranışlarını düzenleyen hayat kuralları ve kişi karakterini değerlendiren bir olgu olarak tanımlanırken, etik; toplumun tamamının veya genelinin ulaşabileceği en yüksek mutluluk seviyesine ulaşması için geliştirilen toplumsal davranış kuralları diye tanımlanmaktadır. Aralarındaki temel fark ise şöyle açıklanmakta. Etik, değerlerini, kurallarını ve gelişmişliğini akıldan alırken ahlak, değerlerini, kurallarını ve gelişmişliğini içinde bulunulan toplumun bağlı olduğu dinin kutsal öğretileri ve kültüründen aldığı ifade edilmektedir. Son olarak etiğin kuralları beşer aklına bağlı olduğu için değişken, ahlak kuralları ise dini öğretilere bağlı olduğu için sabit olduğundan bahsedilmekte. Bir de buna örnek veriliyor: Avrupa'da iki yüz yıl öncesine kadar köle ticareti etik açıdan bir problem sayılmazken günümüzde ayıplanmakta deniliyor. Zina, bin dört yüz yıl önce ahlaka aykırı olduğu gibi günümüzde de ahlaksızlık olarak kabul edildiğine işaret ediliyor. Oysa İslam dini köleliği bin dört yüz yıl önce problem haline getirmez iken bugün köleliğin dinen de pek savunulamadığını görüyoruz. Demek ki ahlak da değişime ayak uyduruyormuş!

Sadece konu ettiğim sözcükler değil, neredeyse soyut kavramların hepsi için bireysel tanımlar ve kamusal farklı algılar üretmişiz, üretmeye devam ediyoruz. Aşk, sevgi, ruh, akıl, ayıp, başarı, gönül, zaman, dostluk, güzellik vs. gibi binlerce sözcüğün kişilere ve toplumlara göre değişen milyonlarca farklı yorumu çıkıyor karşımıza. Bu yüzden iletişimde ve birbirimizi anlamak hususunda çok zor işimiz.      

6 Mart 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 4,5 (*)

Kaplan Diary (Kaystros Tyrha) "gerçek bir yaşam"dan uyarladığı Çöl Çiçeği'nin Hikâyesi'ni bir bölümcük yazmama izin verdi, teşekkür ediyorum. Başka bir yazanın kaleminden çıkan ara bölüm olduğu için ben de bu öyküye "4,5" dedim. Umarım hoşunuza gider. Bu arada şaşırdım, hiç bu şarkıyla başlamamış kendisi! Halbuki bu hikâyenin bendeki müziği tam bu! Sting ve tabii asıl: Cheb Mami..! 


Denize Bakan Ev (Mrs. DBE)'den,


Kış kurak geçmişti. Çöl Çiçeği rüzgârlara, kum fırtınalarına rağmen kuma bağlı kalmıştı kalmasına ama kış boyunca umutla beklediği halde tek bir damla yağmayan yağmurların yokluğunda da iyice güçsüzleşmişti. Cılızlaşmış kökleriyle, derinlerde saklandığını, yeterince inanır ve sabırla beklerse bir gün mutlaka ulaşacağını sandığı o ilk can suyuna bir türlü ulaşamamaktan da yorgundu. Gün boyunca griden sarıya dönüp duran gökyüzüne bakar, mevsimin dönmesini, önce leyleklerin sonra da sıra sıra deniz kırlangıçlarının, sığırcıkların, turnaların ve yelkovan kuşlarının çölü yeniden aşarak yeniden Kuzey'e göçmesini beklerdi. Mart ile birlikte, gökyüzü önce açık, sonra günden güne koyu bir maviye dönmeye başlar, kuş kümeleri gökleri şenlendirirdi. Tüm bunları yıllar içinde, yanında akarken bir yandan da kulağına hikâyeler fısıldayan can suyundan öğrenmişti, Çöl Çiçeği. Ve şimdi çok korkuyordu, tüm kuşların da can suyu gibi göçüp gittiğinden ve bir daha dönmeyeceğinden korkuyordu. Sanki kuşlar geri gelirse, can suyunun da geri döneceğine dair bir işaret alacağına inanıyordu içten içe ama kimselere söyleyemiyordu..

Bir gün, kuma gömülü, kumu sıkı sıkı tutan köklerine ılık ılık bir şeylerin dokunduğunu hissetti Çöl Çiçeği. Kıpırdayamadı. Nefes bile almadı. Olabilir miydi bu? Bu tatlı koku, bu serinlik, bu sanki tüm evrenden ona doğru akan yaşam sevinci? Çöl Çiçeği'nin ufacık kalbi, hiç çarpmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Sanki köklerine dokunan o serinliği ötelemek ister gibi, hiç kıpırdamadan duruyordu. Sanki köklerini biraz kıpırdatsa, biraz uzatmaya, ne olduğunu anlamaya kalksa... Bir düşten uyanacaktı. Hayır, kıpırdayamazdı. Dönmüş olabilir miydi can suyu?

Can suyu köklerine dokunuyordu; serindi kumlar, yumuşak gevşeklik yerini serin ve güçlü bir kuşatılmışlık hissine bırakıyordu. Bu hissi biliyordu. Bu hisse doğmuştu zaten, bu histen başkasını aramamıştı bunca zaman.. Dönmüştü işte. Kuşlardan bile önce. Baharlardan bile önce.. Köklerini gevşetip kana kana içmek aklından bile geçmedi. Usulca, korkuyla, ancak dokunabildiği kadarını emdi kumlardan. Suyun kaynağına ulaşmak aklına bile gelmediği gibi, çekindi de. Ya kökleri suyun akışına zarar verirse, ya önüne istemeden bir set çekerse? Hayır hayır bu sefer yapmayacaktı aynı hatayı. Suyun kuralıyla oynayacaktı bu sefer. O ne derse öyle olacaktı. İster gelsin köklerini usulca okşasın, ister yanından aksın gitsin, onu kurumaya bıraksın. Onsuz olmuyordu, ölecekse de bu sefer onun yüzünden ölmeye kararlıydı. Tamamen teslim olmuştu suyun kaderine, akışındaki asiliğe. Kabullenmişti.

Yalancı baharlar gibi.. Geldi geçti su. Yanından dolaştı, şakalaşır gibi köklerine hafifçe dokundu. "Çok güller gördüm geçtiğim yollarda" diye fısıldadı kulağına, "sen sadece biriydin" bile dedi. Öldürmeyecek kadar verdi kendinden ama tek bir damla fazlasını değil. Kendini bir lütuf olarak gören su, oynadı Çöl Gülü'nün zarif ve cılız kökleriyle, biraz umut verdi ve sonra... Aktı, gitti....

Çöl Gülü kendine geldiğinde, anlayamadı ilk başta ne olduğunu. Canlanmıştı, yüzüne renk gelmişti, kökleri güçlenmiş, kuma yapışmıştı. Sanki önündeki kızgın yaza hazırlamıştı su onu. "Daha bitmedi sana biçtiğim hikâye" demişti sanki. "Daha zamanı var, daha öğreneceklerin var, daha yaşayacakların var.... Bir dahaki görüşmemize dek, seni hayatta tutacak gücü verdim işte, daha ne bekliyorsun? Daha can katacağım çok çiçek var, geçeceğim vadiler, ulaşacağım denizler var, seninle uğraşamam küçük kız" demişti sanki. Abi'lenmişti, dayı'lanmıştı.

Çöl Çiçeği ilkin "o da benden vaz geçemiyor da ondan.." diye düşünüp umutlandı. "Bana dönmesinin nedeni, özlemesi!" dedi. Masmavi gökyüzüne bakıp gülümsedi. Fakat zaman geçtikçe, içinde durduramadığı bir ses "benimle oynuyor.. Tok bir kedinin kilerde bulduğu cılız bir fareyle oynaması gibi oynuyor" diye fısıldamaya başladı. Öfkeyle, "ne öldürüyor, ne yaşatıyor!" dedi. "Önüme sadaka atar gibi, damla damla su akıtıyor köklerime, "haydi mutlu ol, gülümse de, benden bilmesinler mutsuzluğunu" diyor. O beni sevmiyor, sadece vicdanını temizlemeye çalışıyor!". Kalbi yine çarpmaya başladı ama bu sefer aşkla değil, başka bir duyguydu bu, bilmediği, yabancısı olduğu bir duygu... Acıtan, kanatan ama sevgi kadar güçlü bir duyguydu..

Ve sonra......

:) Bakalım ne yapacak bizim çöl çiçeği, değişimin gücünü içinde bulabilecek mi? Yoksa yerinde kalmaya ve göklerden medet ummaya devam mı edecek? Bakalım Kaystros nasıl çizecek hikayenin kaderini? Heyecanla bekliyoruz..

(*) Çöl Çiçeği hayatının baharında, içinde fırtınalar kopan, ne istediğini bilen, içi dışı bir, duygusal bir karakter. Yaşadıklarını, duygularını, ümitlerini, hayâl kırıklıklarını içtenlikle anlatıyor bana. Ben de ona hoşuna giden öyküleri okuyorum blog sayfalarından. Hemen her sabah DBE yazmış mı bugün diye soruyor heyecan içinde. Evet, yazmış deyince gözleri başka ışıldıyor. Kahvelerimizi yapıyorum, oku bana hemen diyor. Sen güzel okuyorsun diyor, sen okuyunca ben daha çok duygulanıyorum. Her satır onu sırtlayıp başka bir aleme götürüyor sanki. Gözleri doluyor. Sevgili DBE hoş bir sürpriz yaptı. Çöl Çiçeği'nin bir sonraki bölümünü yazmak istediğini söyledi. Bu bir onurdu benim için. Çöl Çiçeği de heyecanlandı, sevindi bu habere. Hadi bak dedi maillerine, belki yollamıştır. Yok, henüz yazmamış deyince astı suratını. Beş dakika geçti. Hadi bak yine dedi. Baktım, gülümsememden anladı. Oku, hadi okusana dedi sabırsızla. DBE bir not yazmıştı yazısının başına, benim için. Çöl Çiçeğini üzecekse yazdıklarım, sil, at görmesin diye. Buna fırsatım olmadan yanımda bitti. Okumaktan başka şansım yoktu. Yazının her satırında kendini aradı. Buldu da. Yine bir hüzün kapladı içini. Can suyu köklerine değmiş, içini ferahlatmıştı, doğru. Ama yeter miydi bu kadarı hayata dönmeye, çiçek vermeye? DBE suya güven olmaz diyordu. Hem hayat verir, hem can alır. Bir anda gel gitlerin içinde kayboldu. Kedi uzaktan el salladı. Biliyorum dedi, bu gel gitler en zoru. Ben dedim ki, bekle, sabırlı ol, o su sana dönecek. Yeter ki onsuz yapamayacağını hissettirme! 28 Nisan 2020, bak bu tarih çok önemli!

4 Mart 2020 Çarşamba

ÇÖL ÇİÇEĞİ 4


Şaşırtıyor beni Çöl Çiçeği, çok şaşırtıyor. Tam kurumaya yüz tuttu, iflâh olmaz  artık derken, çiçekleniyor birden. Bütün bildiklerim, söylediklerim boşa çıkıyor. Anlayamıyor, çare üretemiyorum. 

Alışmak sevmekten daha zor geliyor, diyor. Bir şarkı sözü o diyorum. Şarkılar, şiirler diyor, hepsi bir yaşanmışın hikâyesi. Düşünüyorum, evet haklı gibi. Sevmek kadar kolay bir şey yok gerçekten. Nefret de öyle! Bir anda sevebiliyor insan, insanı. Kanlar çabuk ısınıyor birbirine. Ya da bir kibritin alevi yetiyor bazen, sevginin nefrete dönüşmesi için. Alışmak öyle değil, zaman istiyor. Zamanla alışıyor insan, kolay vazgeçemiyor. 

O, çölün kızıl kumlarında hayat bulmuş nadide bir çiçekti bir zamanlar. Alışmıştı o sıcak kumlara, fırtınalara. Suyunu bulmak için köklerini indirmişti derinlere. Çölün suyu bu, durmaz yerinde. Uzattıkça Çöl Çiçeği köklerini derinlere, su kaçıyordu ondan. Tâkatsız kalmıştı, benden bu kadar demişti. Suyum olmadan tutunamam ki hayata. Çölün yavan suyu terkedince onu küstü bizimki hayata. Göz yaşlarıyla beslendi bir süre. Sonra bir gün, hiç beklemediği bir anda haylaz bir fırtınanın esiri olmuş, savrulmuştu uzak diyarlara. 

Bu değişiklik başta iyi gelmişti Çöl Çiçeğine. Çölün yavan suyunun esiri olmaktansa binbir türlü berrak pınar sularından beslenmek ruhunu okşamıştı. O sularda can bulurken kendine güveni gelmişti. Arada bir maziyi hatırlasa da memnun görünüyordu hayatından. Gerçekten memnun muydu, yoksa kendini mi avutuyordu?

Etrafındaki rengârenk çiçeğe, börtü böceğe çölün yavan suyunu anlatıyordu durmaksızın. Türlü oyunlarla ayağına gelip ona tatlı sularını vermeye can atan derelere yüz çeviriyordu. O alıştığı fırtınaları, kızgın kumları, bir damlası için kendini parçaladığı çölün yavan suyunu, kendini ait hissettiği, alıştığı yeri özlüyordu. Ne zaman ki bir ters rüzgâr esse yaprakları kanatlanıyor, rüzgârın sırtına binip geldiği çorak topraklara geri dönmek istiyordu.

Kuşlara soruyordu yavan suyun halini, Çöl Çiçeği. Kuşlar da az fettan değildi hani. Ser verip sır vermiyorlardı. Söylemiyorlardı çölün yavan suyunun geri döndüğünü. O da pişmandı belli ki. Hiçbir çiçek tutmazdı Çöl Çiçeğinin yerini. Birlikteyken olmamıştı. Ayrıyken hiç olmuyordu. Hasret  içlerinde kor bir ateş olmuş, yakıyordu bedenlerini.

Çölün suyu uzatamazdı kollarını yetersizliğinden mi gururundan mı bilinmez. Çöl Çiçeği alıştığı çöle vurgun, suyuna razı fakat bir o kadar mağrur. Değişmem, değişemem diyordu, buyum işte ben. Bir yağmur damlası düşüyor Çöl Çiçeğinin yeşillenmiş yaprağına. Neşe kaplıyor içini. Bu o diyor, can suyum, hayat pınarım, yavan olsa da vaz geçemediğim. Bütün dereler, pınarlar sizin olsun, ben çölümü özledim.

3 Mart 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 27

Ağaç Ev Sohbetlerinin 27. Hafta konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Konuya ilişkin samimi fikirlerini ortaya koyan ilk yazıyı da şurada yazmış. Sorular güzel...

1) Kimsin sen? Kendini ne kadar tanıyorsun?


2) Sahi, nasıl tanırız kendimizi? Nasıl buluruz hayattan ne istediğimizi?


3) Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz acaba?


Ben kim miyim? Hani kavgada karşılıklı horozlanır ya iki insan. Sen kimsin? Kim oluyorsun sen? Karşısındakine üstünlük sağlamak için devam eder, haddini bil, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Elbette Mrs. Kedi'nin böyle bir niyeti yok, eminim ki bunu aklından geçirecek son insandır. Sadece soruyu okuyunca benim aklıma ilk gelen bu oldu,  ciddi konulara girmeden önce gülümsemek istedim. Şimdi biraz ciddileşip konumuza dönelim.

Kimim ben? diye beni bana sorduğumda zihnimde beliren ilk cevap, bir garip Adem oğlu oluyor. Adem'i peygamber olarak düşünmedim. Aklınız takılmasın, insanoğlu diyelim daha iyi. Kendime hakaret ettiğimi düşünmezseniz, evet, düşünebilen ve konuşabilen, hatta yazabilen bir... Şey, çok affedersiniz! evet, düşünüp konuşan hatta yazan bir hayvanım. Kulakları çınlasın hiçbir memeli, memesiz hayvanda yoktur bu özelliklerim. Bu bakımdan özellikle ayırırım kendimi bu niteliklere sahip olmayanlardan.

Diğer özelliklerimin çok fazla değeri yok. Ne eksiğim ne de tam. Kimseye zarar vermemeye çalışan fakat bunu tam olarak başaramayan, kendi halinde bir insan. Devamlı sorgulayan, körü körüne hiçbir şeye inanmayan, hiç kimsenin uydusu olmayan biri. Zaman bolluğunda zamana hasret, bilgiye susamış, öğrendikçe cahilliğinden utanan nevi şahsına münhasır bir zat işte. 

Evet, ben kendimi tanıyorum deyip kestirmeden bir cevabın altında ezilmemek için yine zor olanı seçip işi biraz yokuşa süreyim. İlk soru en zor olanı. Kendimi tanıdığım taraflarım var, tanıdığımı sandığım ve hiç tanımadığım taraflarım var. Fakat bunları ne kadar diye soracak olursanız ve ben de oranlamaya kalksam cevabım daha da zorlaşır, hatta imkânsız bir hâl alır.

Kendimizi tanıdığımız konuları zikretmek kolay. Bunlar yakın çevremizdeki insanlar tarafından da bilinen hususlardır ekseriya. Somutlaştırmaya çalışalım: Türk'üm, doğruyum, çalışkanım. Fiziksel özelliklerimiz, cinsel tercihlerimiz, hoşlandığımız müzikler, sevdiğimiz yemekler vs. Geçelim;

Kendimizi tanıdığımızı sandığımız hususlar şaşırtır bizi. Bu şaşırmanın sonucu olarak üzülürüz ya da seviniriz. Öyle ki bazen canımıza mal olur verdiğimiz kararlar. Ben yaparım zannetmiştim diyecek zamanı bile bulamayabiliriz. Şöyle ki; Öğrenciliğimizde bazen sınav öncesi ne kadar hazırlanırsak hazırlanalım, kendimizi güçsüz ve yetersiz hissederiz. Hatta sınavdan sonra aynı karamsarlığımız devam eder. Fakat sonuçlar açıklanıp aldığımız notu öğrenince kulaklarımıza inanamayız. Vay be, deriz şaşırıp kendimize, ben neymişim. Oysa zihnimiz alacağını almıştır ama biz bunun farkına varamamışız. Bazen de tam tersi olur. Tamam deriz, bu iş bitti. Konuların hepsini sular seller gibi yuttum deriz. Sınavdan çıkıp sağa sola caka satarız bir de, hepsini yaptım soruların diyerek. Sonucu öğrenince yıkılırız bazen. Ne olduğunu anlayamayız.  Şoka gireriz, nasıl oldu bu iş diye. Aslında öğrendiğimizi, bildiğimizi sanmışız, tanımamışız kendimizi. En vahimi de nedir biliyor musunuz? Güvenmek kendine, gereğinden fazla, gücünü bilmeden, kendini tanımadan. Örneğin dağcısınız, gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Rahatlıkla aşabileceğinizi düşündüğünüz bir yar çıktı karşınıza. Arkadaşlarınız, yapma etme gel şuradan gidelim dese de onlara aldırmadınız. Ne ki bu, benim için çocuk oyuncağı dediniz, kaslarınıza, atletik vücudunuza ve tecrübelerinize güvendiniz. Kendinize öyle güvendiniz, işi öyle küçümsediniz ki, belki de sizi kurtaracak emniyet teçhizatınızı kullanmaya bile gerek duymadınız. Sonuç, uçurumun dibi. Oysa siz yarı kolaylıkla aşabileceğinizi düşünmüştünüz. Yanıldınız. Bir daha deneme şansınız yok. Kendinizi tanıyorsunuz sandınız, ne yazık ki tanımamışsınız.

Hayatın akışı içerisinde kendimi tanıyıp yanılmadığım ya da tanıdığımı sandığım bir çok olayla karşılaşmışımdır ben de diğer insanlar gibi. Neyse ki bu zorlu parkurda kalıcı bir hasar almadan yoluma devam ediyorum. Ya kendimi tanıyamadığım durumlar? İşte en berbatı budur. Ruhum ve aklım bedenimi terk eder. Nereye gider, bilmiyorum. Fakat boşluğu dolduran şeytan olur. Ben artık ben değilimdir. Bambaşka biri. Sinirimle beslenirim, her türlü fenalığı bekleyin o zaman benden, her türlü ahlaksızlığı da. Bir nevi cinnet hali. Düşünüyorum, kendimden bir örnek vereyim diyorum bu halime. Evet, belki başkaları da var ama tek bir örnek geliyor aklıma:

Yıllar öncesi Irak'tayız. Fırat 2 yaşlarında. Irmak ise üç ya da dört aylık henüz. Fırat geceleri ayrılmıyor yanımızdan. Odanda uyuyacaksın diyorum. "Hayıl" diyor. Yatacaksın diyorum, "hayıl" diyor. "Döverim bak!" diyorum. O hayılına devam ediyor. Korkutmak için poposuna birkaç kez vuruyorum. Değişen bir şey yok. İnatlaşma büyüyor. Ufacık çocuk, bana meydan okuyor. Sindiremiyorum içime. Resmen savaşıyoruz. Ben galip geleceğim, yeneceğim seni diyorum içimden. Elim daha sert kalkıyor, o pembiş bacakları kıpkırmızı oluyor ellerimin izinden. O hem ağlıyor hem de "hayıl" demeye devam ediyor. Öldüreceğim çocuğu, en ufak bir geri adım yok. Yok, bu çocuk değil, karşımdaki bir canavar. Teslim oluyorum sonunda. Ertesi gün sakinleşiyorum. Ne yaptım ben diye soruyorum kendime. Bu ben miyim? Otuz yıl geçti aradan en az, o gün bugündür hiçbir konuda inatlaşmıyorum artık onunla.

Nasıl mı tanırız kendimizi? Ne zaman ki yaşamın amacını idrak edeceğiz, işte o zaman tam olarak kendimizi tanıma imkanımız olur. O zaman hayat bizden ne ister biz hayattan ne bekleriz çıkar ortaya. Bunu anlayana kadar savruluruz bir taraftan bir tarafa. Kah ağlarız, kah güleriz. Kah üzülür, kah seviniriz. Anlamını bilmeden "hayat işte" der, çıkarız işin içinden.

Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz? Kendimizi tanıdığımız kadar "ben" olabiliriz dersem cevabım eksik kalır. İlla ki çevre ve mahalle baskısı vardır elbet gerçekten benliğimizi yaşamak için.