KATEGORİLER

17 Mayıs 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 143

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor.

Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi:

"İkili ilişkilerde genel olarak daha çok seven misin, sevilen mi? Hangisiyken daha mutlusun?"

"Sevgi" sözcüğünün benim için ne anlam ifade ettiğini çözmeye çalıyorum. Bu meseleyi sadece ikili ilişkiler bazında tartışacağımıza göre, sevgi, tarafların her birinden karşılık bekleyen ve onlara mutluluk veren hoş bir duygudur diyebilirim. Evet, ikili ilişkiler için sevgide karşılık beklenir görüşüne sahibim ama aslında sevginin tanımı çok daha geniş. Bu bakımdan bademli kazandibini çok sevmemin nedeni, onun da beni sevmesi değil diyecek olursam, karşılık bekleme konusunda yanıldığım düşünmezsiniz umarım.

Daha çok seven miyim, sevilen mi sorusu şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Ben, sevgi kavramını, bilerek, isteyerek tasarlanan bir davranış biçimi değil, insan ilişkilerine bağlı süregelen duygusal durumun tezahürü olarak görüyorum. Elbette burada sözünü ettiğim gerçek sevgi. Bir de bilerek, doğal olmayan bir şekilde plânlayıp tasarladıklarımız sahte ve çıkara dayalı sevgiler var ki, günümüzde bu tür aldatıcı sevgilere daha çok rastlıyoruz.

Genel olarak sevebileceğim insan güvenilir, içi dışı bir, fikren anlaşabileceğim, yardımsever, açık fikirli, dürüst olmalı. Aynı şekilde onun beni sevmesi için de aynı özelliklere haiz olmalıyım. Hiçbirimiz kusursuz değiliz, bazen hataya düşebiliriz. Buna göre sevgimiz derecelendirilir. Çok ya da az severiz ya da seviliriz. Bazen ilişkilerdeki bozulma bizleri nefrete kadar sürükleyebilir. Bu bakımdan kendimi teraziye koyduğumda sevdiğim kadar sevildiğimi görüyorum. Ne eksik, ne fazla. 

Sanırım bu mevzu karşımızdaki kişi ile aramızdaki yakınlığa da bağlı biraz. Çocukluğumdaki komşuluk ilişkilerini arıyorum. Eskiden bir komşumuz dara düştüğünde elimizden gelen yardımı esirgemezdik, şimdi apartman yaşantımızda karşı dairedekine selâm bile vermiyoruz. İşte sevgi temelinde beklenen karşılık bu tür ilişkilerde karşımıza çıkıyor. Önceleri bir komşumuz dara düştüğünde ona yardıma koşuyorduk ama başımıza bir iş geldiğinde onun da aynı şekilde bize yetişeceğinden emindik. Verdiğimiz selâmın alınacağından hiç kuşkumuz yoktu, günümüzde selâm verdiğimiz insanlar yüzümüze bön bön bakıyor. Dolayısıyla komşularınızı sevmeliyiz diye anlamını yitirmiş beylik bir lâf etmeye hacet yok artık. Sevdiklerimiz var, sevmediklerimiz var. Komşum benim için ne düşünüyorsa ben de onun için aynısını düşünürüm. 

Aile bağlarının sevgiyi kuvvetlendirdiğinden söz edebiliriz. Zira yaşanan az ya da çok bir birliktelik, acıyı, sevinci paylaşmış olma durumu mevcut. Ebeveynler çocuklarını sever, sevmek zorundadırlar. Çünkü onların dünyaya gelme sebebi onlardır. Bu ilişki, sevgiden de öte, aşka oldukça yakın bir durum, hatta diğer pek çok canlıda da gözlemlediğimiz bir dürtüdür. Çocukların ebeveynlerine olan sevgisi ise tamamen farklı. Onlar anne babaların karşılıksız sevgisini kullanmaya meyillidirler. İstedikleri karşılanmadığında ya da dediklerine karşı çıkıldığında genellikle sırtlarını döner, basıp gidebilirler. İstisnai durumlar olabilir elbette ama bunun gibi akraba ilişkilerinde de sevgi, karşılık bekleyen özelliğe sahiptir.

Karşı cinsle olan ikili ilişkilerde yukarıda belirttiğim güvenirlik, fikirsel uyum, iyi niyet, dürüstlük gibi özellikler sevgiyi derecelendirir. Burada Mrs. Kedi'nin sözünü ettiği gibi taraflar bazen birbirine tahammül etmek zorundadırlar. İlişkinin devamı için önemli olan tahammül sınırını aşmamaktır. Şartlar bazen taraflardan birine daha fazla yük getirebilir. Sözgelimi kadın, geçimini sağlama imkânından yoksun, eğitimsiz, kocasının eline muhtaç olabilir, böyle bir durumda kadın mecburen dayanmaya çalışır. Şartlar eşitlendiğinde iki taraf da sevgiyi hak edebilmek için üzerine düşeni yapmak zorundadır.

Sevilmek gurur verici. Demek ki, insanlar bana güven duyuyor, onlara yeri geldiğinde yardımcı olacağımı düşünüyorlar, iyi niyetimden kuşkuları yok, fikirlerimin onlar için bir kıymeti var, dürüst biri olduğumu biliyorlar. Diğer taraftan insanların beni ne kadar tanıdıklarını bilmiyorum, tanıyanların nasıl düşündüklerini de. Kavun değiliz ki dibimiz koklanıp iyi ya da kötü olduğumuza karar verilsin. Doğrusunu söylemek gerekirse ne kadar sevilip sevilmediğimi dert etmem aslında. Seven sever, sevmeyen kendi bilir. Kimi daha çok sevdiğimi soracak olursanız, bakın onu en iyi ben bilirim, ama genellikle başkalarına pek açık etmem. Sevdiklerim, kendilerini sevdiğimi söylememe gerek duymadan haklarında iyi şeyler düşündüğümü hissederler. Bunun yanı sıra sevenim mi yoksa sevdiklerim mi daha fazla, bunu tespit etmem zor. Sevdiklerimle bir arada olmayı isterim, bazen yalnız kalmayı da.

İnsan sevdikleriyle mi mutlu olur sadece? Mutlu olmanın tek yolu bu değil bence. İnsanın mutlu olabilmesi için o kadar çok şey var ki hayatta, ama ilk önce kendini sevmesi şart.

13 Mayıs 2022 Cuma

ELVEDA SELANİK - LEON SCIAKY

Kitabın Adı: ELVEDA SELANİK

Yazar: LEON SCIAKY

Çeviren: Ünsal Eriş - Osman Çetin Deniztekin

Sayfa Sayısı: 264

Yayınevi: Varlık Yayınları 

Türü: Anı

Elveda Selanik, roman tadında büyüleyici bir anı kitabı. Yazar Leon Sciaky (1896-1954), kökeni 1492 yılında İspanya'dan sürülen Sefarad Yahudilerine dayanan, varlıklı, tüccar bir ailenin çocuğu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Selanik'te, farklı din ve millete mensup insan topluluklarının huzur içinde kendine yer edindiği bu güzel şehirde, mutlu bir yaşam sürüyor. İnsanların birbirini sevip saydığı, herkese yeten bu verimli topraklarda, kırsaldaki ziraat işleri, kentin canlı yaşamı ve ticari ilişkileri, evleri, sokakları, dükkanları muhteşem bir anlatımla tasvir edilirken, insanların geleneklerine bağlı kalarak, bir arada mutlu bir yaşam sürdüklerini görüyoruz. Avrupa'nın doğu kapısı olarak bilinen ve yeniliklere kucağını açmış bu özgür şehirde isteyen camiye isteyen kiliseye ya da havraya gidiyor, kendi okullarında eğitim görebiliyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüyle birlikte ortaya çıkan çalkantılı döneme de şahitlik eden Sciaky yaşamını değiştiren önemli olayları tarafsız bir gözle okuruna aktarıyor.   

"Makedonya denen cadı kazanı dinamitten daha patlayıcı idealler sessiz sedasız mayalanıyordu. Batı'daki insanlar daha telaffuz bile edemezken, Makedonya "hürriyet" kelimesini öğrenmişti."

Kitapta bu karışık dönem bildiklerimizden biraz daha farklı olarak, tarafsız ve yumuşak bir dille, sıkmadan anlatılırken, Bulgar, Sırp ve Hırvat komitacıların hürriyet davasında ülkeyi bir dönem katı istibdatla yöneten Osmanlı padişahına karşı Jön Türklerle yaptıkları işbirliğinden, Birinci ve İkinci Meşrutiyetten, Kızıl Sultan II. Abdülhamit'ten, Enver Paşa'dan, Hareket Ordusu'ndan bahsediliyor. O yıllarda Enver Paşa'nın gölgesinde kalan Mustafa Kemal Atatürk'ün adı geçmiyor. Ayrıca Batı'nın Osmanlı devletiyle ilişkileri, Çarlık Rusya'sının etkileri, Girit'in kaybedilmesi, Makedonya topraklarının paylaşımı sırasında yaşanan suikastlar, atılan bombalar, kanlı işgaller sebep ve sonuçlarıyla birlikte ele alınıyor. 

Selanik şehrinin olağan üstü yıllarında Yahudi bir ailenin gerçek yaşam öyküsü ana konuyu oluştururken kitabın içinde dönemin sosyal ve siyasal olayları ile yazarın kendi gözlem ve tespitlerini de bulmak mümkün. Yazar, genel olarak toplumun farklı kesimleriyle ev halkının gelişmelerden nasıl etkilendiğini edebi bir dille aktarıyor, dedesinin sık sık yaptığı köy ziyaretlerini, esnaf ve köylülerle saygı ve sevgiye dayalı ilişkisini ve kendi okul hayatını, ticari bakımdan gelişmekte olan şehirde babasının işinde yükselişini, annesini, kardeşlerini, yanlarında çalışan insanları, farklı din ve kökene sahip arkadaşlarını anlatıyor.

Selanik'in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesiyle birlikte o canım şehirden eser kalmamış her taraf yakılıp yıkılmıştır. Bulgar silahlı kuvvetleri şehrin kapısında pusuda beklerken her an bir çatışma olasılığı huzursuzluğu arttırmaktadır. Leon ve ailesi evlerini, işlerini, topraklarını geride bırakıp bir İtalyan gemisiyle Newyork'a doğru yola koyulurlar. Kitabın son bölümünde Leon'un Amerika'daki hayatı ve ölümüne kadar geçen ilginç yaşam öyküsü özetleniyor. 

"Uygarlık incecik bir kabuktan, insanın güvenmeye cesaret edemeyeceği kadar narin bir tabakadan başka bir şey değildi. Bu tabakanın altında ise hâlâ altın buzağılar önünde yerlere kapanan, kendi kendine oluşturduğu zincirlerin ağırlığı altında tökezleyen o ilkel insan vardı. Eski fetişlerine ve adetlerine korkakça sıkı sıkı tutunurken, bir yandan da bilimin yeni dilini kekeliyordu.

    Neyin peşindeydi insan? Uzayın sonsuzluğunda dönüp duran dünyanın o uçsuz bucaksız enginliğinde ne arıyordu? Toprak, zenginliğini herkese avuç avuç vermişti. Gezip tozacak yerler herkese yeter de artardı bile. 

    Duru gölün dibinde atıl yatan balçığı karıştıran bu nefretler, bu kardeş kavgaları niyeydi? Açgözlülük ve bencillik kötülükleri doğurmuş, cehalet de bunu görmezden gelmişti." 

Kitap ülkemizde yeterince bilinmiyor. 1946'da yazılmış olmasına rağmen ilk çevirisi Varlık Yayınları tarafından 2006 yılında yapılmış. Çeviriyi yapan iki kişinin adı geçiyor. 2014 yılında hayatını kaybeden Osman Çetin Deniztekin Varlık Yayınlarının sahibi. Muhtemelen başladığı çeviriyi rahatsızlığı sebebiyle Ünsal Eriş'e devretmiş. Çeviri tek kelimeyle mükemmel. O kadar mükemmel ki, eğer yazarı bir Türk olsaydı daha güzel yazamazdı kendi dilinde. Ben çok severek okudum, hem bilgilerimi tazeledim, yeni şeyler öğrendim hem de Selanik'in eski huzurlu yaşamını, güzel insan ilişkilerini, sosyal hayatını yakından tanımış oldum.

11 Mayıs 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 142

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor.
Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri bayram, tatil dinlemeden mesaiye devam ediyor. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone/Sade ve Derin belirledi:

"Tarihi eserlere, müzelere, tarihi sit alanlarına, antik kentlere, kalıntılara, buluntulara ilgi duyuyor musunuz?"

Tarihi eserlere, müzelere, tarihi sit alanlarına, antik kentlere, kalıntılara, buluntulara ilgi duyduğumu söylersem yalan olur, bense yalanı hiç sevmem. Sevmek için bilmek gerekir. Bilinmezi sevmek bana göre değil. Şöyle bir düşündüğümde tarihi eserlerle ilk tanışmamın ilk okul yıllarıma dayandığını hatırladım. Bir okul gezisinde Efes antik şehrini gezmiş ve Meryem Ana Evi'ni ziyaret etmiştik. O günlerden aklımda kalan beyaz taşlı bir yolun kenarında düşey yivli sütunlar, yıkık dökük mermer kaideler ve lahit kalıntıları... Şapel haline dönüştürülen Meryem Ana evinin önündeki çeşmenin suyunu içip hacı olmuştuk. Bize rehberlik eden öğretmenlerimizin, Bülbül Dağı eteklerinde yer alan Meryem Ananın bir süre yaşadığı öne sürülen bu yerin, yaşamı boyunca o bölgede hiç bulunmamış Katolik bir rahibe olan Anne Catherine Emmerich'in (1774-1824) gördüğü rüya üzerine keşfedildiğinden bahsetmediklerini geçtim, geziye ilişkin en küçük bir bilgi vermediklerini hatırlıyorum. Beslenme çantalarımızı yanımıza alıp piknik havasında bir geziydi sanki. Günümüze birkaç taş parçasından başka bir şey kalmadığından olsa gerek dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Selçuk ilçesindeki Artemis Tapınağı'na da o ilk gezi programımızda yer verilmemişti.

Uzak geçmişimizi hatırlatan tarihi eserlere, müzelere, antik kentlere neden ilgi duymalıyız, ya da ilgi duymalı mıyız? Bu özel bir merak mı, bilgili, kültürlü olmanın bir koşulu mu? Bu soruları sordum kendime. Bazı arkadaşlarımız, yazarlar gezip gördükleri tarihi yerleri, antik kentleri detaylı bir şekilde fotoğraflarıyla birlikte paylaşıyor ve bizler de zevkle okuyoruz onları. Bu tür etkinlikler, konuya ilişkin güzel öyküler yazmanın, fotoğraf çekmenin, farklı yerler görüp sağlıklı yürüyüşler yapmanın, araştırıp farklı yerlerin tarihi ve mitolojik geçmişleriyle ilgili yeni şeyler öğrenmenin vesilesi olabilir elbette. Bütün bunları ayrı tutuyor ve yapanlara saygı duyuyorum. Yeri geldiğinde aynısını ben de yaparım. Ama mesele bu değil. Yazılı tarihin içine duygular, görüşler, bakış açısını yansıtan düşünceler karıştığı için bu konularda okuduklarımızın ne kadarının gerçek olduğunu kestirmek hayli zor. Peki tarihin somut belgeleri olarak kabul edebileceğimiz tarihi eserler, kalıntılar, buluntular hakkında bize anlatılanlar gerçek tarihi yansıtıyorlar mı? Bütün bunların ötesinde tarihin bize ne faydası var? Gerçekten sormak istiyorum, tarihten ders alıyor muyuz, yoksa tarih tekerrürden mi ibaret?  

Elbette, gezip gördüğüm tarihi yerler, eski çağlardan kalan eserler, Efes ve Meryem Ana evinden ibaret değil. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında bu tür yerleri, müzeleri gezilerimin olmazsa olmaz nedeni sayıp programıma dahil etmek zorunda hissettim kendimi. Roma'nın Colosseum'undan tutun, Bergama açık hava müzesine, Van Akdamar Adasındaki Ermeni Kilisesinden Çanakkale Şehitliği'ne kadar pek çok tarihi eserleri, müzeleri, camileri, türbeleri ziyaret ettim. Başım göğe erdi mi? Paris'te Louvre'un kapısından dönüp Mona Lisa'nın aslını görememiş olmam hayatımda ne değiştirdi, neyi eksik bıraktı?  

Biliyorum bu düşünce pek çoğunuza aykırı gelecektir. Çanakkale şehitliğinde ülkenin dört bir tarafından gelen çocuk yaştaki insanların bağımsızlık uğruna canlarını verdiği yerleri görmek, memleketlerini ve isimlerinin yazdığı levhaları okuyup saygıyla onları yâd etmek güzel. Ama bence daha da önemlisi onların canlarını verdiği bu topraklarda ülke kaynaklarının nasıl çarçur edildiğini, o günkü imkânsızlıklara rağmen emperyalist devletlerden kurtardığımız vatanın bugün aynı güçlere yıllar boyunca nasıl peşkeş çekildiğini düşünmek çok daha güzel. 

Yabancı devletlerin ülkemizden aşırmalarına göz yumduğumuz antik çağlardan kalma taş parçalarını yurt dışındaki müzelerde görebilmek için büyük paralar harcıyoruz. Yetişme tarzımız, aldığımız eğitim, ekonomik durumumuz tarihe, kültüre ve sanata yeterince önem vermemize engel. Ülkemiz tarih bakımından son derece zengin olmasına rağmen bunun değerini bilmiyoruz. Bergama açık hava müzesine bilet alıp içeri girdikten sonra elli metre bile gitmeden geri döndüğümüzü hatırlıyorum. O günlerde bakımsızlık, sararmış otların arasında sessizce yatan koca taş parçalarını görmeye gelen onca turiste çok şaşırmıştım. Zamanında bir kütüphane, bir tapınak ya da bir hamamın yapı taşları olan kalıntılar pek mahzun gelmişti gözüme. Böyle mi olmalı? Konuyla ilgili uzmanları bir araya getir, tarihsel kayıtlardan çıkar plânlarını ve aslına uygun bir şekilde yeniden restore et, bakımını, temizliğini yap, gerekirse birkaç temiz kafe ekle etrafına, yorulduğunda dinlenmek için, ki görenler hayran kalsın.

Yabancı ülkelerde durum farklı. Tarihi eserlerin sunumu, onlara verilen değer hayranlık verici, değerli sanatçıların eserlerinin sergilendiği müzeler pırıl pırıl. Bu ve benzeri tarihi yapılarda devamlı bir restorasyon, bakım var. Eserlerin zamana karşı zarar görmemesi için müzelerin içinde daimi olarak sabit bir ısı ve nem oranı korunuyor. Onlar için kültürel turizm önemli bir kazanç kapısı. Elde ettikleri kazancın bir bölümünü sahip oldukları bu kültürel mirasın gelecek nesillere aktarılması için bakım ve restorasyon çalışmalarına ayırıyorlar. Yani bizimkiler gibi bir kapısına köyden bir bekçi koyup saldım çayıra Mevla'm kayıra demiyorlar.  

Günümüzde teknoloji sayesinde artık her türlü bilgiye ulaşmak kolay. Gezip göremediğimiz yerler hakkındaki bilgilere, fotoğraflarına rahatlıkla ulaşabilmemiz mümkün. Bunun dışında eğer bir tarihi eseri, antik bir kenti yerinde görmek, bir müzeyi ziyaret edeceksem önceden orada göreceklerime ilişkin detaylı bir ön araştırma yapmayı, gerekli bilgilerle donanmayı, ancak ondan sonra bu ziyaretime anlam kazandırabileceğimi düşünüyorum. Rehberler ne güne duruyor, diyebilirsiniz. Turla yaptığımız gezilerde rehber tarafından verilen bilgilerin kısa sürede unutulduğunu fark ettim. Bu tür tarihi ve kültürel gezilerde ön hazırlık yaptıktan sonra gezeceğimiz yerleri ziyaret ederken çektiğimiz fotoğrafların yanı sıra bilgilerimiz tazeyken onları yazıya dökmek en güzeli. Muhteşem tabloların sergilendiği resim galerilerini gezdim. Özellikle Rönesans dönemine ait sanat şaheserlerini görme imkânım oldu ve pek çoğuna hayran kaldım. Ama yine de kabul etmeliyim ki, antik kalıntıların sergilendiği, pislikten, bakımsızlıktan ötürü insanın içini sızlatan açık hava müzeleri, türbeler, mezarlar, kalıntılar, taş parçaları hiç ilgimi çekmiyor.   

7 Mayıs 2022 Cumartesi

KİTAP HIRSIZI - MARKUS ZUSAK

Kitabın Adı: KİTAP HIRSIZI 

Yazar: Markus ZUSAK

Çeviren: Selim Yeniçeri

Sayfa Sayısı: 574

Yayınevi: Martı Yayınları 

Türü: Roman

Avustralyalı 1975 doğumlu genç bir yazar Markus Zusak'ın romanını okumaya başladığım o ilk anı hatırlıyorum. 2005 yılında yazılan, dünyada onlarca  dile çevrilmiş ve birçok ülkede haftalarca "bestseller" olmuş, ödüller kazanmış, Oscar'a aday filmi çekilmiş bir kitaptan bahsediyorum. Kitabın kapağında kitabın ve filmin başkahramanı Liesel Meminger sıkı sıkıya kucakladığı kitabıyla yanmakta olan Himmel Sokağında dikilmiş, masum bir yüz ifadesiyle hüzün saçıyor. Sonra adetim olduğu üzere kitabın arkasına önüne bir göz attım. "Merak uyandıran ve vicdanlara seslenen bir hikâye." demiş The Washington Post. Olabilir, bestseller olmasının da önemi yok benim için. Pazarlama tekniğini kullanarak haksız ün kazanmış pek çok kitap var. Kalın bir kitap, oyuna gelmemek için şöyle bir sayfalarını karıştırmak istedim. Yok bu benim seveceğim bir kitap değil. Kişisel gelişim kitaplarındakine benzer birkaç sayfada bir kalın harflerle yazılmış ara başlıklar, basit sayılabilecek karikatür gibi çizimler. Elime aldığım bu kitap çocuklar için yazılmış olmalı. Neyse aldım bir kere elime. Okumaya başladım. Önsözün anlatıcısına kulak verdim. Kim bu anlatıcı? Yazarın kendisi mi, kahramanlardan biri ya da bir yakını, dostu? 

"Kendimi düzgün bir şekilde tanıtabilirim ama aslında buna gerek yok. Beni çok çeşitli değişkenlere bağlı olarak yakında çok iyi tanıyacaksınız zaten. Zamanın bir yerinde, olabildiğince samimi bir şekilde yanınızda duracağımı söylemem yeterli. Ruhunuz kollarımda olacak. Omzuma bir renk konacak. Sizi nazikçe uzaklara götüreceğim." 

Doğal olarak merakımı yenemiyorum. Hangi hadsiz bana bunları söyleyebilir, bu ne cüret! Eşime soruyorum, "Okudun mu bu kitabı? Ben bir şeye benzetemedim, ne dediği anlaşılmıyor." Eşimin cevabı olumsuz, başladım ama hoşuma gitmedi, bıraktım diyor. O zaman kim aldı bu kitabı? Oğlumuz almış olmalı. Çocuk ne görse alıyor zaten. Her zamanki sıralamayı bozup kitap hakkında yorumları okuyorum. Hayret bir şey, yorumların hepsi kitabı yere göğe sığdıramıyor. Yok, ben bu kitabı okuyacağım. Zaten başladığım kitabı her şartta bitirmeye şartlamışım kendimi...

Birinci kısım, sayfa 23. Himmel Sokağı'na Varış. Kelimeler kanatlanıyor ve beni usulca sarmaya başlıyor. "Ocak 1939'du. Dokuz yaşındaydı; yakında on olacaktı." Hitler Almanya'sında insanlık tarihinin en acı yılları... Olayların akışı, kullanılan üslûp, karakter tahlilleri, kelimelere yüklenen lirik anlatım, kısa sürede kitabın formatından duyduğum rahatsızlığı unutturup beklemediğim bir merak, hüzün ve haz duygusu bırakıyor içimde. Nazilerin İkinci Dünya savaşında yaptığı soykırıma dair birçok film izledim, bir sürü kitap okudum. Bu kitap konu itibarıyla bildiğim ya da tahmin ettiklerimin ötesinde edebi açıdan da çok etkileyici. 

Liesel Meminger, komünist bir ailenin kızı. Hitler'in kara listesinde yaşam hakkı tanınmayan, başta Yahudiler olmak üzere zenciler ve kendilerinden olmayan diğerleri gibi yerlerinden sürülen, yok edilmeye çalışılan ailelerden biri. Babasının ne olduğu meçhul. Annesiyle birlikte, karlı bir günde yaptıkları tren yolculuğu sırasında beş altı yaşlarındaki hasta kardeşini ölüme uğurluyor. İlk istasyonda kardeşinin mezarı başında kazıcılardan birinin düşürdüğü kitabı eğilip yanına alıyor. Kitap hırsızının ilk vukuatı olmayacak bu. Genç kızı önce annesi terk ediyor ve sosyal bir kurum tarafından Hubermann ailesine teslim ediliyor. Bundan sonraki dört yılda savaşın yıkıcı etkisiyle zor yıllar geçiren Liesel, hayatına giren kişilerden çoğunu kaybediyor. Romanda geçen bütün karakterleri, yerleri, olayları, duyguları gözünüzün önünde canlandırıyorsunuz. Yazar bunu başarırken hiçbir aşırılığa ve duygu sömürüsüne kaçmıyor. Bununla birlikte kullandığı ifade tarzı yürekleri sızlatıyor. 

Hans Hubermann; Kitap Hırsızı'nın üvey babası, son derece şefkatli, yumuşak ve sevecen biri. Birinci Dünya Savaşında şans eseri hayatta kalmasını sağlayan ve onun yerine ölüme koşan arkadaşı bir Yahudi. Ona olan borcunu yaşamını riske ederek ödemeye çalışıyor. Karısı Rosa ise tuhaf bir tip. İri yarı, asık suratlı, itici ama nasıl oluyorsa yumuşacık bir kalbi var. Rudy Steiner, komşunun oğlu, Kitap Hırsızı'nın sırdaşı, en iyi dostu. Max Venderburg; Hans Huberman'ın hayatını borçlu olduğu adamın oğlu, Nazi Almayası topraklarında olmaması gereken bir kişi, bir Yahudi. İlsa Hermann; Belediye Başkanının karısı, zulmün kol gezdiği yerde iyi kalpli bir melek. Ve mesaisinin çoğunu salgın hastalıklarda, katliamlarda ve savaşlarda geçiren bir melek daha, ölüm meleği...

Kitabı ilginç kılan bir özellik de zaman zaman Azrail'in anlatıcı rolünü üstlenmesi. İnsanların mezalimi karşısında o bile imana geliyor. Öyle büyük acılar, öyle büyük işkencelere maruz kalınıyor ki ölüm artık bir kurtuluş, mutlu son. Azrail insanların ruhlarını kucaklayıp göğe yükseliyor, onları huzura erdiriyor. Kitabın ilk sayfalarındaki anlatıcının sırrı çözülüyor.

"Hitler'in yönetiminde geçen onca yılda kimsenin Führer'e benim kadar sadakatle hizmet etmediğini söylesem yalan olmaz sanırım. Bir insan benimki gibi bir kalbe sahip değildir. İnsan kalbi bir çizgiyken benim kalbim daire biçimindedir ve doğru zamanda doğru yerde olmak konusunda kusursuz bir yeteneğim vardır. Bunun sonucu olarak, insanları hep en iyi ve en kötü durumlarda bulurum. Hem güzelliklerini, hem çirkinliklerini görürüm ve ikisinin nasıl aynı yaratıkta olabildiğini merak ederdim. Ancak onlarda da benim kıskandığım bir şey var. İnsanlar ölecek kadar akıllıdırlar."

Kitabı çok beğendiğimi söylemeliyim. Okunması gereken bir kitap. Duygu sömürüsü yapmıyor, kullanılan üslûp etkileyici. Kitabın sonunda gözyaşlarımı saklamak için ıssız bir köşe aradım. Bir yandan büyük bir ferahlık ve mutluluk veren bir rahatlama. Kelimelerin gücü. Bir kurgu bu kadar gerçek anlatılabilir mi? Yazar Zusak bunu başarmış. Çeviri de güzeldi, o duygusal ortamı, mekân ve karakterlerin ruh hallerini olduğu gibi yansıtmayı başarmış. 

Kitabı bitirdikten sonra filmini izledim. Fena değildi ama kitabın verdiği tadı alamadım. Son zamanlarda okuduğum ve gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim güzel kitaplardan biri oldu Kitap Hırsızı.                       

4 Mayıs 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 141

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri bayram, tatil dinlemeden mesaiye devam ediyor. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone/Sade ve Derin belirledi:

"Geçmişe SMS atsan ne yazardın?"

Şimdi bu mesajları ikiye ayıralım. Eğer mesaj attığım kişi hali hazırda yaşamına devam ediyorsa başka, dünyadan terk-i diyar ettiyse başka türlü olurdu yazacaklarım. Söz gelimi pek kıymetli büyüğümüz saygı değer cumhurbaşkanımıza yazmayı düşündüğüm mesajlar büyük olasılıkla başıma büyük dert açabilir. Takdir edersiniz ki, zat-ı şahanelerine yazmak istediğim mesajları öğrenmeniz için bir süre daha beklemeniz can ve mal güvenliğim bakımından hayati öneme haiz.

Sevgili Deep şakacı üslûbuyla epey gerilere gitmiş ve Büyük İskender'e attığı mesajda ileride insanların onu, üzerine kızgın tereyağı döküp yiyeceklerinden bahsetmiş. Cep telefonunun bundan elli yıl önce icat edildiği, SMS'nin ise en fazla otuz yıllık bir geçmişi olduğu düşünüldüğünde sevgili Deep ile M.Ö 3. YY da yaşayan ve yaşamı boyunca yenilgi yüzü görmeyen Büyük İskender arasında böyle bir mesajlaşma bana pek olası gelmiyor. Bununla birlikte gelecek neler getirir bilinmez. Varsayalım, zaman yolculuğu başladı ve işgüzar bir vatandaş elindeki cep telefonuyla birlikte geçmişe, Büyük İskender'in yanına ışınladı kendini. Bugün yaşamımızın bir parçası haline gelen cihazı ona hediye etti. İskender, bir anda karşısında beliren garip giysili adama ve onun kendisine doğru uzattığı nesneye şaşkın gözlerle bakıp yabancıya şöyle seslenecektir muhtemelen. "Ey yabancı, söyle bana ne işe yarar bu meret?" Adamın İskender'e dönüp "Saygıdeğer III. Aleksandros Hazretleri, cep telefonu derler bunun adına, aslında haberleşmek için icat edildi ama artık pek çok amaca hizmet ediyor. Hatta bir tuşuna basarak huzurunuza gelmemi sağlayan da bu alet. Bundan tam 2340 yıl önce Deep size bir SMS atmış, okumamı ister misiniz?" demesi olasılık dahilindedir. "Oku bakalım, öyleyse" diye cevap verecektir İskender, merak içinde. Mesajı duyunca omuzları çökecek, benzi sararacak, kalbinin atışları hızlanacak ve adamla aralarında şöyle bir diyalog geçecektir.

- Niye kızgın tereyağı döküyorlar, biz, kalenin tepesinden kızgın zeytinyağı boca ederdik düşmanlarımızın üzerine.

- Efendim, üstüne biraz yoğurt ve hemen arkasından coss diye kızgın tereyağı dökülürse daha lezzetli oluyor.

- Üzerime yoğurt dökecekler bir de ha! Yoğurtlu İskender??? Rezalete bak sen...

- Sadece İskender demeniz yeterli efendim, yoğurt standart.

- Herkes mi yiyecek beni?

- Deep'in zamanında parası olan yiyebiliyordu ama artık ucuzladı, hapını kullanıyoruz.

- Neden ben?

- Şanınız, şöhretinizden dolayı efendim. 

- Şanı, şöhreti batsın, kendimi yedirmemek için ne yapmam lâzım onu söyle bana sen.

- Efendim, Makedonya neyinize yetmiyor, bir sürü toprak fethedeceksiniz, sınırlarınızı Balkanlardan ta Hindistan'a genişleterek koca imparatorluk kuracaksınız, her şeyin bir bedeli var.

- Tamam yabancı, mesele anlaşıldı. Cümle doğu seferleri iptal. Yedirmeyeceğim kendimi. Ben aslında yeneceğime inanıyordum, meğer yıllarca yenilecekmişim! Sen şu telefonu bana ver de Deep'i arayıp bir teşekkür edeyim. Yıllarca yenilmekten kurtardı beni. 

- İşte o imkânsız. Ama ben onun yanına ışınlanıp teşekkürünüzü iletirim. Haydi şimdi bana müsaade.

Böylece kartlar yeniden dağılır ve yeni bir tarih yazılır. Gördüğünüz gibi olmaz diye bir şey yok. Peki geçmişe ait SMS atabilseydim ben kimleri seçerdim ve onlara ne söylemek isterdim?

Elbette ilk aklıma gelen isim Mustafa Kemal Atatürk olurdu. Önce iki kelimelik kısacık bir mesaj. "ACELE GEL" Eline geçtiğinden emin olsam, mesajlarımın ardı arkası kesilmezdi. 

Çocukluğuma bir mesaj gönderme imkânım olsaydı, bugün itibarıyla ona pek akıl vermezdim sanırım. "Her şeye rağmen, şanslı bir yaşamın olacak!" diye yazardım.

Hitler'e mesajım gayet net. "Akıllı ol!" 

15 Temmuz kurbanlarına atacağım SMS şöyle olurdu. "Vebalinizi taşıyanlar hâlâ iktidardalar!"

Muhterem Fethullah Gülen Hoca Efendi'nin gençliğine "Gittiğin yol, yol değil, ileride ülkemiz üzerinde oynanacak oyunun iki numaralı aktörü olacaksın. Saf insanlar senin kaybettiğini zannedecekler."

Amelie'ye "O mercimek çuvalına senin yaptığın gibi parmaklarımı daldırmak isterdim."

1 Mayıs 2022 Pazar

MAKALOA HASIRI ÜZERİNDE - JACK LONDON


Kitabın Adı: Makaloa Hasırı Üzerinde 

Yazar: Jack LONDON

Çeviren: Mehmet Moralı

Sayfa Sayısı: 208

Yayınevi: Alfa Yayınları 

Türü: Öykü

Jack London (1876-1916), en sevdiğim yazarlardan biri. Yazarın Polinezya adalar topluluğuna bağlı Hawaii adasındaki yaşamı konu eden, Alfa Yayınları Pasifik Öyküleri serisinin dördüncü ve son kitabı. Kitap yedi öyküden oluşuyor. Doğrusunu söylemek gerekirse daha önce okuduğum Jack London romanlarından aldığım zevki bu kitapta bulamadım. Öyküde anlatılan olayların geçtiği yerlere, kültür, adet, gelenek ve göreneklere dair sözcüklerin yerel dilde sıkça kullanımından ötürü özellikle ilk üç öyküyü sıkıcı buldum. Çevirmen, yabancısı olduğumuz kelimelerden bir kısmının anlamını bazen dipnot, bazen parantez içinde vermiş olsa da, her seferinde bu ne anlama geliyordu deyip geriye dönmek hiç hoş değildi. Biraz abartacak olursam, "takaisine bakarken tokaisini alıp tukaiye bıraktı" cümlesinin ne kadar sinir bozucu olduğu hususunda size bir fikir vermiş olabilirim. Öykülerde kullanılan Hawaii dilindeki sözcükler için kitabın arkasına bir sözlük eklenmesi muhtemelen işi biraz daha kolaylaştırabilirdi.

Jack London, bu öykü kitabında, 20. yüzyılın başlarında, Hawaii'nin yerli halkıyla oraya sonradan göçen farklı ırklara mensup insanların yaşantılarını anlatıyor. Doğanın, denizin ve mercan adalarının, toplumun kadına bakışının, sosyal sınıf farklılıklarının, aşkın, hareketli yaşamların, yöresel kültür ve inançların ve yazarın her zamanki emekten yana tavrının gözler önüne serildiği öykülerden en çok beğendiğim ve etkilendiğim "Ah Kim'in Gözyaşları" oldu. Bu duygusal öyküde yazar, Hawaii'ye göçmüş Çinli bir gencin sevdiği kadın ve annesi arasında çaresiz kalması konusu işleniyor.

Kara kuru yaşlı adam başıyla onayladı ve piposunu doldurmaya koyuldu.

"Mutfaktaki kow-kow iyiydi," diye toparladı, dudaklarını yalayan İliiopoi, "Poi tek parmaktı, domuz şişmandı, somon karnı kokmuyordu, balık çok taze ve boldu ama opihi'ler (minik, kayalara yapışan kabuklular) tuzlanmış ve bu yüzden de sertleşmişti. Opihi'ler hiçbir zaman tuzlanmamalı. Sık sık sana söylüyorum, Kanaka Oolea, opihi'ler hiçbir zaman tuzlanmamalı. İyi kow-kow'la doluyum. Karnım ağırlığını hissediyor. Ama kalbim bu yüzden hafiflemiş değil, çünkü benim kendi evimde kow-kow yok, orada dördüncü oğlunuzun ikinci karısının teyzesi olan karım, bebek kızım, karımın yaşlı anası, karımın yaşlı anasının sakat olan beslemesi, babaları kötü bir ödem yüzünden öldüğü için üç çocuğuyla bizde yaşayan karımın kız kardeşi..."  

Öykülerde kullanılan yerel dilden dolayı kitabın dilimize çevrilmesinin ve konuların kolaylıkla anlaşılır hale getirilmesinin zorluğunu kabul ediyorum, bu bakımdan çeviriyi yapan Mehmet Moralı'nın emeğine saygısızlık etmek istemem ancak en sevdiğim yazarın okuduğum bu kitabında yer alan birkaç öyküsü dışında, beklentilerimin karşılanmamasında çevirinin payı olduğunu düşünüyorum. Her şeye rağmen, günümüzde Pasifik okyanusunda, turistler için gözde bir cennet köşesi haline gelen Hawaii adasının bir asır önceki yaşantısı hakkında yeni şeyler öğrenmek benim için güzel bir deneyimdi.         

26 Nisan 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 140

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kayıp Fısıltı belirledi:

"Hayatınızda karşılaştığınız en garip şey(ler) ne?"

İddia ediyorum, dünyanın en garip ülkesinde yaşıyoruz. Hergün karşılaştığımız, gâvur memleketlerinde yaşayan insanların, gözleriyle görseler dahi asla inanamayacakları garip haberler, bize son derece sıradan geliyor. Az önce izlediğim haber videosu, onlardan sadece biri. Konuşmacı, onca iç karartıcı haberi verdikten sonra yayını eğlenceli bir haberle tamamlamak arzusuyla sürüsünü otlatırken cep telefonundan canlı yayın yapan bir çobandan bahsetmeye başlamıştı. Canlı yayını devam ederken bizim çoban yorgunluktan uyuyakalıyor. Sürüdeki koyunlardan biri durumu fark edince, çobanın yanına usulca yanaşıyor, kameranın karşısına geçip geviş getirmeye başlıyor. Bu ilginç olayı ekrana taşıyan haber sunucusu, geviş getiren koyunu büyük bir heyecanla canlı olarak izleyenlerin sayısının anında 12.000'ü geçtiğini söylüyor! Haberi veren arkadaş, ibretlik olay karşısında bir yandan gülerken diğer yandan kendini sorguluyor ve aklından geçenleri tüm samimiyetiyle izleyicileriyle paylaşıyor. Programın kapanış cümlesi şöyle oluyor: Bu ülkede iyi bir haber programcısı, canlı yayında 1.000 izleyici toplayabilmek için göbeğini çatlatırken bu koyundan öğreneceğimiz çok şey var!

SESSİZ ÇIĞLIKLAR

Ülkenin gariplikleri herkesin malûmu, ben şimdi size şimdiye kadar kimseyle paylaşmadığım kendi garipliklerimden bahsedeyim. Hatırladığım ilk olay çocukluk yıllarıma ait. Tam olarak kaç yaşındaydım, hatırlamıyorum ama sanırım henüz okula başlamamıştım.  İki odalı evimizin biri annemle babama aitti, diğerini ise çok maksatlı kullanırdık. Gündüzleri misafir ve oturma odası, geceleri yatakhane görevini gören üç sedirden müteşekkil odamızda anneannem ve üç kardeşlerimle birlikte yatardık. Küçüklere yer yatağı yapılırdı. Benim yattığım yer, sevgili dedemin ölümünden sonra bana kalan anneannemin başucundaki sedirdi. O zamanlar, gecenin bir yarısında uyanırdım. Gözlerimi açar etrafıma bakınır, fakat karanlıkta bir şey göremezdim. Korktuğumdan olsa gerek, sesimden cesaret almak için bir şeyler söylemeye çalışırdım. Önce kısa kısa heceler, sonra kelimeler... Ancak sesim çıkmazdı hiç. Sesimi duyamazdım. Odadan gelen horlama seslerini duyduğuma göre kulaklarım işitiyordu, ama ne kadar çabalasam kendi sesim çıkmazdı. İyice panikleyip avazım çıktığı kadar bağırmaya başlardım. Yok, hiçbir ses yok. Gırtlağımı yırtıyorum ama fısıltı dahi çıkmıyor ağzımdan. Yorganın içine girer sabahı beklerdim çaresiz. Sabah olunca sesim geri gelirdi. Ertesi akşam adeta saati kurmuşçasına uyanır, üzerimden yorganı sıyırır, yattığım yerde doğrulur ve sesimin çıkıp çıkmadığını tecrübe ederdim. Ne yapsam nafile! Benim ses, geceleri çalışmıyor. İşin ilginç yanı nedense bu durumu ne anneme ne anneanneme söylüyordum. Belki bana rüya görmüş olmalısın, hayırlar olur inşallah deyip geçerler diye düşünmüşümdür. Ama kesinlikle yaşadıklarım rüya değildi. Bundan adım gibi eminim. Yavaş yavaş alışmaya ve korkumu yenmeye başlamıştım. Geceleri yine uyanıyor, artık sesimin çıkmayacağından son derece emin bir şekilde bas bas bağırıyor, çığlıklar atıyor, sesimi duymayınca yorganı başımdan aşağı çekip düşüncelere dalıyor ve bir süre sonra uyuyordum. Bu ne kadar sürdü tam olarak bilmiyorum ama uzun bir süre devam etmişti, belki bir ay belki daha fazla. Daha sonra geceleri uyanmaz oldum. Bu anlattığım, yıllarca aklımın bir köşesinde gizli kalmış bir olaydı.

KÂBUS

Şimdi anlatacağım olay, öncekinin bir benzeri ama çok daha sonra ortaya çıktı. Üniversitede son dönemimde iki dersim kalmış, bir yandan da tanınmış bir proje firmasında profesyonel hayata atılmıştım. İki işi aynı anda yapamayan biri olarak hem okul hem iş hayatını sürdürmekte zorlanıyordum. İşe epey adapte olmuştum ama o iki ders bana hayli külfetli geliyordu. Sınavlar için istediğim zamanı vermek konusunda amirlerim fazlasıyla cömertti. Üstelik güzel bir maaşım vardı ve işimi seviyordum. Nasıl olduğunu anlamadan sömestre bitmiş sınavlarımı vermiş ve mezun olmuştum. Fakat her gece gördüğüm bir rüya beni perişan etmeye başlamış, gündüzleri dahi rüyanın etkisiyle huzurum kaçmıştı. Güya ben o iki dersten çakmışım da yanlışlıkla bana diplomayı vermişler! Bir gün bu işin kokusu çıkacak ve diplomamı elimden alacaklar diye korkuyorum. Her gece gördüğüm bu rüya bir süre sonra şekil değiştirdi. Bu kez lisedeyim ve yine bir iki dersten kalmışım. İdare bunu fark etmemiş, üniversite sınavını kazanmışım. Geceleri kâbus çöküyor üzerime, birileri bunu ortaya çıkaracak ve benim üniversite hayalim yalan olacak! İnsan her gece aynı rüyayı görebilir ve bu yüzden huzursuz eder mi kendini? Nedenini bilemediğim ve kimseyle paylaşmadığım garip olaylardan biri de buydu. Belki de etkisinden kurtulamadığım bu kötü rüyalardan dolayı yetişkinliğimden beri çok ender rüya görürüm.

MUCİZE KURTULUŞ

İnsanın başına türlü kazalar gelebilir, bazen kıl payı canını kurtarabilir. Bunda olağanüstü bir durum yok. Ancak başımdan geçen öyle kurtuluşlar var ki, bunları normal karşılamak bana pek pek olası gelmiyor. Liseye giderken yaz tatilinde çalıştığım büfenin önünde üzerime hızla gelen Arçelik triportör'ün (üç tekerlekli motorlu yük aracı) önünden kaçışım (araç bana çarpmamak için az kalsın devriliyordu), dağcılığa heves edip tek başına çıktığım Karakaya dağlarında uçurumun kenarından aşağı sarkıp göremediğim ama var olmasını ümit ettiğim daracık bir çıkıntıya kendimi bıraktığım (o çıkıntı olmasaydı bu yazı yazılmazdı), arabamla Ankara Alaçam sokağından aşağı doğru hızla inerken (ilkokula bırakmak üzere yanıma aldığım kızım olduğu halde, bunu yapmam affedilmeyecek bir gençlik hatası) yan sokaktan gelen aracı son anda fark edip hız kesmeden yılan gibi önünden kıvrılıp yoluma devam ettiğim, yine Ankara'da Kocatepe Camisi önündeki meydandan hızla geçerken dikkatsiz bir kadın sürücünün sırasını bekleyen bir sürü araç kalabalığı arasından fırlayıp aniden üzerime geldiğini fark ettiğim anda gaz pedalını kökleyip önünden kıl payı geçmem (bu kez hata bende değil ama kızım yine yanımda), bugünleri görebilmek adına evrenin bana epey şans verdiğini düşündürür ve onun bu bonkörlüğünü neye borçlu olduğumu her zaman merak ederim. Ve son olarak Ankara'dan eşyalarımızı toplamak, İzmir'e kesin dönüş yapmak üzere yola çıktığımız gün... Manisa il hudutları içinde son sürat yol alıyoruz, yanımda sadece eşim var. Yol çifter şeritten duble, hızımız saatte en az 180 km. Epey önümüzde eski bir Renault, sağ şeritten sola doğru kayıyor hafiften. Sinyal falan yok, uyuyor olmalı. Aramızdaki mesafe gittikçe daralıyor. Sola dönülecek bir kavşak, sapak falan da görünmüyor, yol refüjle ikiye ayrılmış. Korna çalıyor, selektör yapıyorum uyansın diye. Siz siz olun Manisalı sürücülerden uzak durun. Bense uzak durma şansımı kaybetmişim çoktan. Renault orta şeridi geçip refüje yaklaşmaya devam ediyor. Artık fren yapıp durma ihtimalim de yok, kesin bindireceğim. Tek şansım hiç tereddüt etmeden hızımı daha da arttırıp arabayla refüj arasından sıvışmak. Fakat bu artık hiç olası değil, filmin sonu göründü. Evet, refüjle arabanın arasında gittikçe daralan o iki metrelik aradan belki saatte 200 km hızla geçtim rüzgâr gibi, hem de en ufak bir sıyrık almadan. Bunu başarmam mümkün değildi, sanki görünmez bir el bizi alıp iğne deliğinden geçirmişti. Dönüp aynadan baktım arkama. Renault refüjün kenarında bıraktığım gibi duruyor, sürücüsü korkudan dilini yutmuş olmalı. Meğerse refüj bordürleri sökülmüş oradan kendilerine bir yol açmışlar. Ne ben, ne eşim, ne de Renault'takiler bu anı unutabilir. Ben ki, sakin bir insanım, ilk akaryakıt istasyonunda durup su içtim. Kararım kesindi, bir daha bu arabaya binmeyecektim. Ankara'ya vardığımda ilk işim, kullanmadığım izinlerin karşılığı bana teklif edilen arabayı şirkete iade etmek oldu. 

FALCI

Doğa üstü güçlere, fala, büyüye inanmam. Ama benim bu inancımı kökünden sarsan bir iki olaydan bahsetmezsem olmaz. Bunlardan biri Kdz. Ereğli'de başıma gelmişti. Bilirsiniz hanımlar falcıya meraklıdır. Eşime de arkadaşlarından biri oradaki falcılardan birini önermiş, ne söylerse çıkıyor, bildiğin gibi değil demiş. Kayınvalidem ile beraber varıp yanına gitmişler. Kayınvalidem boşanmanın eşiğinde. Falcı kadın demiş ki, üç güne kalmaz kocanı kaybedeceksin. Yok, bu imkânsız demiş, turp gibidir, hayatta bir şey olmaz ona. Eşime anlatmış olayı. Ben işimde gücümdeyim, onların bu falcı muhabbetinden haberim yok tabii. Kayınpeder o zaman 59 yaşında, herhangi bir rahatsızlığı yok. Aynı günün akşamı televizyonda maç izlemiş, annesinin yaptığı kahveyi içmiş, ertesi gün arkadaşlarıyla birlikte çıkacakları yaylada alem yapacaklar. Yanlarında götürecek eşya ve yiyecekleri kontrol ettikten sonra yatağına gitmiş. Ertesi gün şantiyeye bir telefon geliyor. Arayan taşeronlardan biri. Başın sağ olsun diyor, kayınpederin vefat etmiş. Ya nasıl olur, nereden aldın haberi? Hem karıştırmayasın, bu babam olmasın, bypass ameliyatı geçirmişti. Yok, yok kayınpederin diye ısrar ediyor. O zamanlar cep telefonu yok ki hemen teyit edesin. Neyse, sabit bir telefon bırakmışlar. Arıyorum, Seha Amca kötü haberi veriyor, aman eşine söyleme hemen diye sıkı sıkı tembih ediyor. Hemen hazırlanıp şehre dönüyor ve eşimi evde buluyorum. Hadi hazırlan, babanı hastaneye kaldırmışlar, gidiyoruz diyorum. Eşim aynen "Ah ne falcıymışsın sen! Üç gün dedi, ikinci gün aldım haberi!" diyerek feryadı basıyor. Ne kadar ikna etmeye çalışsam da yol boyunca onu kandırdığımın farkında. Böyle bir olay işte. Tesadüf diyorum ama garip bir durum, tesadüf olma ihtimalini bile aşan bir tesadüf. 

ANNE EVDE MİSİN?

Bir gün sonra kayınpederin evindeyiz. Evde matem havası, kalabalık... Babaanne için dayanılmaz bir acı, evlâdını kaybetmiş. Akşam üzeri beklemediğimiz ölüm karşısında şaşkına dönmüş bir vaziyette taziyeye gelenleri kabul ediyoruz. Büyük üzüntü içinde herkes. Beklenen bir ölüm değil bu. Derken aşağıdan bir ses! "Anne Evde misin?" İkinci kattayız, merdivenden aşağıda bir dış kapı var. Babaanne, eşim ve ben şaşırmış bir vaziyette birbirimizin yüzüne bakıyoruz, kim bu diyerek. Hemen kalkıp merdivenlerden aşağı koşuyor, kapıyı açıyorum, kimse yok görünürde. Alt katta kapının önünde dikilen tüpçüye soruyorum: Biri mi seslendi? Adam yok anlamında sağa sola sallıyor başını. Yukarı dönüyorum. Birbirimize soruyoruz. Sen de duydun mu? Herkes birbirini teyit ediyor. Evet, duydum diyoruz birbirimize. Aynı şeyi söylüyoruz, "Anne evde misin?" dedi. Garip ama gerçek! Alacakaranlık kuşağı...