KATEGORİLER

18 Ekim 2016 Salı

PAZAR TELAŞI

16/10/2016 Pazar, Tire

Dün yazmaya fırsat bulamadım. Yoruluyoruz evet, dilimiz el vermese de söylemeye, bünyemiz açık veriyor. Gece güya yazacaktım. Uyku galip çıktı. Sabahın kör vaktinde daha kargalar kahvaltı bile etmeden çıkıp kestane toplayıcılarını alacaktım Hüseyin'le birlikte. Allah biliyor ya, ilaç gibi geldi bu uyku.

Pazar sabahına dönecek olursak anlatacağım çok şey var. O kadar çok şeyin arasında aklımda önemli yer tutanlara yer vereceğim sadece. Geçen pazar aşırı ilgiye mazhar olmuştuk. Sabahları serin oluyor. Rezervasyonlar geçen haftadaki kadar fazla değil. Ama burada rezervasyon olmaması işlerin durgun olacağı anlamına gelmiyor. Rezervasyonlu misafir diğer misafirlerin küçük bir yüzdesi hala. İşte o ender rezervasyonlardan biri. Israrla verandadaki köşe masayı istiyor. Israrla diyorum çünkü ben de aynı ısrarla "Sabah üşürsünüz, size yukarıda kapalı salonda yer ayıralım." diyorum. "Yok üşümeyiz." deyince "O zaman sıkı giyinmenizi naçizane önermek isterim." deyip noktayı koyuyorum. Ama ben yine de salondaki "Evdeki Yazar" köşesini ona ayırıyorum.

Açılış saatinden itibaren bahçe arabalarla dolmaya başlarken güneş de yavaş yavaş sabah serinliğini kırıyor. Üşümeyen misafirler ilk gelenler arasında. Dediklerini yapıyorlar ve verandada oturup kahvaltılarına başlıyorlar. Her geçen saat daha kalabalıklaşıyor. Bir fırsatını bulup aşağı alışverişe inmem lazım. Hiç olmazsa kahvaltı saati bitsin diye bekliyorum ama Aşkın Şef ilk alarm sinyallerini veriyor. Köfteler bitiyor acil kıyma almamız lazım, ekmek de azaldı...

Hemen fırlıyorum. Yolda telefonların ardı arkası kesilmiyor. Domates de azaldı, salatalık bitiyor. İstenenleri alıp dönüyorum. Bahçenin içi hınca hınç dolu. O ısıran sabah serinliği gitmiş, hava bahar havasına dönmüş.  Kahvaltı saati bitince kalabalık gruplara iki masa yetmemiş, üçüncü masaları eklemişler. Yukarı çıkıyorum, teras dahil her yer dolu. Hesap işleri oğlumda. Dün gece çalıştırdığımız Mehmet şaşkın vaziyette ortalarda dolaşıyor. Her şeye rağmen masalarda oturanlar hallerinden memnun.

Değişik kesimlerden geliyorlar Taş Ev'e. Büyük bir kısmı merak edip geliyor. Avludaki masalarda oturanlar yemeklerini bitirmiş, kahvelerini çaylarını yudumlarken yanlarında getirdikleri ay çekirdeklerini çitliyorlar. Hoşuma gitmiyor, sesimi çıkaramıyorum. "Nasıl efendim, beğendiniz mi yemekleri?"

"Hayır, beğenmedik." diyor içlerinden birisi. Devam ediyor, "Biz Tire'de eti çok pişmiş severiz, sizinkiler bize göre yeterince pişmemiş." Sezar'ın hakkı Sezar'a bizim Aşkın Şef ızgaranın hakkını veriyor. Eti fazla pişirince ne lezzet kalır ne tat. Ama misafire söylenmez böyle şeyler. "Haklısınız efendim, ben şefle konuşurum. Siz de bir sonraki sefere etleri iyi pişmiş tercih ettiğinizi söylersiniz."

Bu pazarın rekortmenleri ızgara köfte ve keşkek oldu. Sıcak şarap mı? Doğrusu onca telaşın arasında kimsenin aklına gelmedi bile. Ama o veya bu şekilde sıcak şarap olayını sevdirecek misafirlerine Taş Ev.    

17 Ekim 2016 Pazartesi

EN ÇOK BEĞENDİĞİM 15 KİTAP (SEVGİLİ BUZLU KALEM'İN MİMİ)

Sevgili Deep'ten Buzlu Kalem'e, ondan da bana güzel bir MİM renk katıyor blog dünyamıza...

Her ikisi de birbirinden meziyetli ve kalemi kuvvetli dostlar. Kitap okuma maceram ne yazık ki çok geç, evlendikten sonra başladı. O da Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni iken şimdi benimle birlikte emekli olup Taş Ev'in keyfini çıkaran sevgili eşim sayesinde.

Okumaya çalışıp bir türlü ilerleme kaydedemediğim bir kitap vardı. Sesler Zinciri... Daha sonra bir solukta okumuştum onu.

Büyük zevkle okuduğum kitaplardan biriydi Gazap Üzümleri.

Oğlumun doğumunu beklerken elimden düşürmediğim kitap Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları.


Bakalım başka neler var. İşte ilk on beşim.

1. Gazap Üzümleri -  John Steinbeck
2. Sesler Zinciri - Andre Brink
3. Durgun Akardı Don - Mihail Şolohov
4. Ölü Ozanlar Derneği - Nancy H. Kleinbaum
5. Buz Kapanı - Alexandra Bracken
6. Ana - Maksim Gorki
7. Atlı Karınca - Jelena Bacic Alimpic
8. Angela'nın Külleri - Frank Mc Court
9. Yorgun Mayıs Kısrakları - Yılmaz Karakoyunlu
10. Ustam ve Ben - Elif Şafak
11. Patasana - Ahmet Ümit
12. Serenad - Zülfü Livaneli
13. Kinyas ve Kayra - Hakan Günday
14. Satranç - Stefan Zweig
15. Martin Eden - Jack London

Bu liste uzar gider. Sevgili Buzlu Kalem müsaade ederse, Yaşar Kemal'in Yer Demir Gök Bakır'ını da listemize ekleyelim.

Eğer daha önce mimlenmediler ve eğer kabul ederlerse ben de aşağıdaki arkadaşları mimleyim.

- Evde Yazan Kişi
- Siyah Kuğu
- Ayna Hikayesi
- Şafak'ın Dünyası
ve arzu eden tüm dostlar...

16 Ekim 2016 Pazar

TORİÇELLİ

15/10/2016 Cumartesi, Tire

Her geçen gün tecrübe kazanıyoruz. Sevindirici bir haber de halkımızın her geçen gün daha fazla rezervasyona yönelmesi. Hareketli bir gün. Sabaha serpme kahvaltı ile başladık. İzmir'den, Söke'den, Kuşadası'ndan gelen saygın konuklarımız var kahvaltıda. Hüseyin erkenden geldi. Sabaha kadar bahçenin tozunu attıran Zeytin'le birlikte gidiyoruz demir kapıyı açmaya.

Hafta sonları köylüler çıkar Kaplan Köy Meydanına. Ot, zeytinyağı, zeytinyağı, ellerinde ne varsa artık, önündeki ufak tezgahlarda satmaya çalışıyorlar. İçlerinde Hüseyin'in annesi ve akrabaları da var. Dışarıdan kim Kaplan'a geliyor, hepsini bizim mekana yönlendiriyor... Soğuyan hava nedeniyle dışarıda oturmanın mümkün olacağını hiç düşünmezdim bugün. Ancak bazı misafirler yine de dışarıda oturmayı tercih ediyor. Manzara tarafı dolunca yaratıcılıklarını kullanan bazı misafirlerimizi  kış güneşini alan terasa masa çıkarmamızı istediler. Hemen taleplerini yerine getirdik. Güzel isimli güzel çocuklar uğur getirdiler bize. Üç beş yaşlarında kıza, adını sordum. "Şimal" dedi. Ya ağabeyinin? "Onunki "Kuzey" Bir başka güzel kızın adı ise "Masal"

Kaystros Taş Ev Restaurant 'ta yarın sıcak şarap servisine başlıyoruz..

Kahvaltı servisi bittikten sonra ağırlıklı olarak Tire'den gelmeye başladı konuklarımız. Bir anda doldu salon. Hüseyin Trileçe Tatlısına dili dönmüyordu. Sonunda Toriçelli dedi çıktı işin içinden. Şimdi Toriçelli satınca bizimki sevinçten havalara uçuyor...  

15 Ekim 2016 Cumartesi

SICAK ŞARAP & KESTANE

14/10/2016 Cuma, Tire

Mevsim itibarıyla havalar soğumaya başladı. İşlerdeki hareketlenmeden dolayı mubayaanın yapılmadığı gün yok artık. Hüseyin kapıya geldiğinde alışveriş için şehre inmeye hazırlanıyordum. Küçük pazar kuruluyor bugün. Elimdeki listeye göre alacaklarımı alıyorum.

Bugün ve yarın için rekor sayıda rezervasyon alıyoruz. Rezervasyonu olmayan orta masalara kalıyor.

Dünkü gibi bugün de esas hareketlenme akşama doğru başlıyor. Ben aşağıda alışveriş yaparken motosikletli bir genç gelip bir numaralı masayı rezerve ettirmiş akşama doğum günü kutlaması için. Telefon falan da almamışlar dalgınlıkla. Böylece en iyi masa gelmeyen misafirlerini bekledi gece boyunca.

Akşam olunca elemanlar dağıldı. Henüz hesabın istenmediği tek masa var yukarıda. Oğlum güzel bir çalışma yapmış Taş Ev Restaurant için: Maliyet kontrolü. Bir ay sonra en fazla satılan meze hangisi, en çok satılan ızgara hangisi bileceğiz. Mesela Fellah Köftesi... Hemen hemen her masanın sipariş verdiği ve çok beğenilen bir meze.

Gecenin ilerleyen saatlerinde kızım geliyor İzmir'den .Yine toplandı bizim çekirdek aile. Yaşasın:)

Yakın bir tarihte sıcak şarap ve kestane kebap menümüze dahil olacak.

14 Ekim 2016 Cuma

BENİM MESKENİM DAĞLARDIR DAĞLAR

13/10/2016 Perşembe, Tire

Uyumaya ihtiyacımız olmasa ne güzel olurdu. Buna itiraz edecek yoktur sanırım. Kahvede oyun oynayan daha fazla oynayacak, öğrenci daha çok çalışacak... Dükkanlar en az çift vardiya çalışacak, işsizlik sorunu büyük ölçüde çözülmüş olacak... Daha fazla kitap okuyacak bazıları, daha fazla yazacak diğerleri. Sıkılan da olacak içlerinde, bu fırsatı değerlendiren de. Uyku geliyor işte, sinsice çöküyor gözkapaklarımın üzerine.

Sabah eşimin sesine uyandım. "Saatten haberin var mı?" diyordu. Saate baktım. Kestaneciler güya saat sekiz buçukta geleceklerdi. Telefonuma göz gezdirdim. Arayan kimse yok. Büyük çöp torbasını el arabasına yükledim. Tekerleğin havası sönünce el arabasını taşımak Hüseyin için daha zor oluyordu. "Haklı çocuk." dedi eşim. Ben götürmeyi denedim. İki sefer yapınca çöpler atılmış oldu. İkinci seferde beyaz bir pikabın içinde yollarını gözlediğim kestaneciler belirdi kapıda. İçeri girmediler önce. Yok efendim taneler azmış da, kuruyan ağaçlar kesilecekmiş de. Yani "Ortaklıktan vazgeçtik, yevmiye usulü çalışalım." Cumartesi günü başlayıp bir sonraki cumartesi gününe bitireceklerini söylüyorlar. O zamana kadar bütün kestane dökülür gider. "O vakit başkalarını da bulur, bir an önce silkeletip, toplatırız."

Erken saatlerde telefonum çalıyor. Düzgün cümlelerle akşam için rezervasyon yaptırmak istediğini söylüyor genç bir kadın sesi. Dışarıda oturmak istediklerini söylüyor. İlk kez geleceklermiş. Üşürsünüz diyorum. Üşümeyeceklerini söylüyor. Yine de ceketlerinizi alın yanınıza diyorum.

Eşim Yaşar'ı sıkıştırıyor. O da ekibi ile birlikte pazar günü gelmeye söz veriyor. Hüseyin'in aradığı Çukurköylü İbrahim de pazar günü başlayabilirim demiş.

Fonda ilk kez Fransızca parçalar çalıyor. Misafirlerden birinin ilgisini çekiyor. "Sizin seçiminiz mi?" diye soruyor. "Evet, oğlumun" diyorum. Sonra öğreniyorum ki adamcağız kırk dört yıldır Paris'te yaşıyor. Memleket topraklarına gelmiş ama Fransızca peşini bırakmamış.

Akşama doğru pek hareket olmuyor. Ceviz ağaçlarının altı meyve dolu. Doğru dürüst silkmemiş, toplamamışlar. Bir ara Zeytin'i serbest bırakıyoruz, Hüseyin ile oynuyor. Akşam saatlerinde hareket başlıyor. Bir biri arkasına masalar dolmaya başlıyoruz. Sabah rezervasyon yaptıran kişiler verandada bir numaralı masaya oturuyorlar. Genç insanlar. İçlerinden biri inanılmaz özelliklere sahip. "Ben Kaplan kayalıklarından çöp toplarım." diyor. "İşim bu, zevk alıyorum bu işten. Millet yiyip atıyor, her taraf kırık cam şişeleriyle dolu. Ben onları teker teker toplayıp atıyorum. Herkes deli diyor bana ama ben bu işten büyük haz duyuyorum. Benim meskenim dağlar." diyor. "Çadır kurup dağlarda yatarım. Benim yaşadığım yerler buraları, yani Kaplan kayalıkları. Bir ihtiyacın olursa buralardayım."

Salonumuz doluyor yine. Yüzlerde gülümseme. Gelen misafirlerin tamamı hoşnut ayrılıyorlar bugün. Önemli olan da bu zaten.

13 Ekim 2016 Perşembe

"SÖZ"

12/10/2016 Çarşamba, Tire

Sabaha kadar uyudum, uyandım ama biriken günlüklerimi tamamladım. Gün ışıyınca bir iki saat uyku yetti. Eşimle birlikte çıkıyoruz artık evden. Önce kasaba uğrayıp etimizi, kıymamızı alıyoruz. Pirzola yok diyorlar yine. Kızacak oluyorum. "Abi" diyor, "Sen anlamıyorsun bu işlerden. İstersen sana hemen pirzola verelim. Verelim ama hayvan yaşını geçmiş, memnun kalmazsın. Her Kurban Bayramından sonra yaşanır bu olay. Haftası dolan kuzular yeni kesime alınacak. Yarın veya yarından sonra alalım siparişi."

Haftaya yine bizim için büyük bir organizasyon var. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin vereceği kahvaltıya ev sahipliği edecek Taş Ev. Aşağı yukarı yüz kişilik bir katılım bekleniyor. Dua edelim de yağmur yağmasın. Aksi takdirde onca sayıda insanı kapalı bir yerde ağırlamanın imkanı yok burada. Bir hafta sonraki cumartesi günü ve ondan iki hafta sonra İzmir'den gruplar gelecek. 

Yaylaya varıp kapıya doğru yanaşıyoruz. Demir kapının kilidini açıyorum. Marko ortalıklarda görünmüyor. Ama Zeytin beni görünce havlamaya başlıyor. Az sonra Hüseyin geliyor. ancak Marko'yu bulamadığını söylüyor, Kısa bir süre sonra Hüseyin'in telefonu çalıyor. Akıllı bir Kangal köpeği olan Marko, Kaplan Köyündeki eski yerine dönüyor.

Dün berbere gidememiştim. Çıkmak için Şef ve eşinin gelmesini bekliyorum. Geç kalmaya kalıyorlar. Telefon ediyorum, kapsama alanında değil ya da şarjı bitmiş görünüyor. Bundan böyle her Çarşamba elemanlarla toplantı yapacağımı, gidişatı değerlendireceğimizi ve aksayan kısımları masaya yatıracağımızı söylüyorum. İşe geç kalmasının doğru bir davranış olmadığını, birbirimize güvenin önemini hatırlatıyorum.

Dündarlı Köyünden Yaşar da açmıyor telefonlarımı. Yayla komşularımızdan Bilal, Kiraz'dan işçi topladığını söylemişti geçen yıl. Onu arıyorum, çalıyor ama cevap veren yok. Dün akşam beni arayan bir kişi kestane toplama işini üzerine alabileceğini bugün için saat on ikide görüşmek için geleceklerini söylemişti. Güvenilmez bu insanlara. Telefon ediyorum. İşleri bitmemiş. Şehirde buluşmaya karar veriyoruz.

Bir saat kadar sonra bir kahve önünde bir araya geliyoruz. Birer çay içerken kestaneler için yevmiye değil de yarıcı düşündüğümüzü söylüyorum. Prensipte anlaşıyoruz. Yarın sabah gelir, yeri gördükten sonra cumartesi gününe başlarız diyorlar. İçimde bir ses bu işin olmayacağını söylüyor. Eşim Hüseyin'in telefonundan Yaşar'ı arıyor.

Yaşar telefonu açtığında onun ısrarı sonuç veriyor, cumartesi günü kestane işine başlayacaklar. Bana dün söylediği aynı fiyattan toplarız lafı havada kalıyor. Köşeye sıkıştığımızı düşünerek yüksek yevmiyeler istiyor.  Akşama Hüseyin'den Çukurköylü İbrahim'i aramasını rica ediyorum. O da bizimle çalışabileceğini, yarın yeğeniyle konuşacağını söylüyor. Böylelikle üç kişiyle konuşmuş oluyoruz. Biri olmazsa öbürü olur artık. Belki de baştan böyle yapmalıydım. Hiç kimsenin birbirinden haberi yok. Erken başlayan kazanır. Diğerleri havasını alır.

Bugün bir söz daha verilmişti bana. Coca Cola bayii mutlaka siparişlerimi getirecekti. O da telefonlarıma cevap vermedi. Bayii el değiştirdiği için işler biraz laçkalaşıyor haliyle. Ama en önemlisi insanların verdiği sözleri bu denli hafife almaları. Korkunç bir şey bu.

Yaylaya döndüğümde güzel insanlar misafirimiz oluyor. Tire'li bir çift 1998 yılından beri Paris'te yaşayan oğulları ve gelinleri ile birlikte geliyorlar. Taş Ev'i merak etmiş, gelmişler. Oldukça uzun boylu bir beyefendi bu. Boyunu soruyorum, 2,05 diyor. Roma'yı konuşuyoruz, darbeyi konuşuyoruz, memleketi konuşuyoruz. Fikirlerimiz uyuşuyor. Memleket hasreti çekiyormuş hala. İzmir'in denizini özlüyormuş Fransa'da. 

Baba tam bir zanaatkar. Ahşap işlerinden iyi anlıyor. Taş Ev'in herkesin hayran kaldığı çatısını o da beğeniyor. Terasa açılan kapıda bana çatlakları gösteriyor. "Birleşim yerlerinden su alır doğramayı mahveder." diyor. Hakikaten bu kapı şıvgın alıyor. Terası kapatıp kapatmamak arasında kararsız kaldığımız için kapıya sundurma yaptırmadık henüz. Sundurma ne kadar koruyacak o da ayrı bir konu... 

Sabah erkenden bir rezervasyon yapılmıştı. Hanımefendinin doğum gününü kutlamak isteyen bir beymiş arayan. Beyefendi tam bir centilmen. Çiçekler sunuluyor, pastalar kesiliyor, hediyeler veriliyor. Mekan tam istediğim havaya bürünüyor.

Derken iki beyefendi geliyor. Aşkın Şef önceden tanıyor gelenleri. "Eğer memnun kalırlarsa buradan ayrılmazlar." diyor. Diğer misafirlerimle olduğu gibi onlarla da ilgileniyorum. Cam kenarındaki masalar dolu ya da rezerve. Bir masa var sadece cam kenarında ama az önce bahsettiğim Fransa'da yaşayan aile ve onların büyüklerinin oturduğu masanın hemen yanında. Adam cam kenarındaki son masayı gösterince irkiliyor. "Orada aile var rahatsız etmeyelim." Fesuphanallah çekiyorum içimden. Ya kardeş, sen onları rahatsız edecek bir şeyler yapmayı mı düşünüyorsun? Ha, oturup efendi efendi yemeğini yiyip içkini içeceksen diğer masaları rahatsız etmeden bu işi başarabileceksen niye rahatsız olsun aile? Gösterdiğim masaya oturup siparişlerini veriyorlar. Yemeklerini çabucak yiyip hesabı ödemek üzere aşağı iniyorlar. İçeriye Aşkın Şefe sesleniyor içlerinden birisi. "Burada balık olacak mı? Hani getirsek balığı yapar mısın?" Aşkın benden terbiyeli. "Izgara küçük o yüzden burada balık yapamıyoruz." diyor.

Tam göndermeyi düşünürken elemanları bankacı arkadaş arıyor. Kıbrıs'tan misafiri gelmiş. Ondan önce gelebilirseniz servis veririz diyorum. Tam ona beş kala alıyoruz servisi. Sıcaklar servis ediliyor hemen. Yukarıda iki masa demlenirken ekibi gönderiyorum.
                                                                                                                                                              

12 Ekim 2016 Çarşamba

KAYSTROS NEHİRLERİN TANRISI

KAYSTROS NEHİRLERİN TANRISI
Değerli dostum Ergün Bey, Kaystros Taş Ev Restaurant' ın açılış haberini Haber Tire gazetesi facebook sayfasına koyarak bir jest yapmış. Çok sayıda takipçisi olan Haber Tire facebook sayfasında yayınlanan bu habere bazı yorumlar yapılmış.
Bu yorumlara orada cevap vermenin doğru olmayacağını düşündüm.

Bir kısım zevat "Kaystros" adına takmış (!) "Vay ne demeye "Kaystros" adını kullanırlar. Burası Yunan adaları mı? Türkçe isim bulamamışlar mı? Milli birliğimizi bozuyorlar." diyerek veryansın ediyorlar. "Kaystros" topraklarında yaşayıp bundan haberi olmayanlar, milli birliğimizi lokanta isimleriyle korumaya çalışanlar sadece siz anlayasınız diye restaurant' ımızın adına "Taş Ev" i ekledik. Size "Restaurant" sözcüğü de dokunuyorsa o zaman "Taş Ev Lokantası"  da diyebilirsiniz.

Neden Kaystros?
Restaurant fikri oluşmaya başladığında yoğun turist akımına uğrayan Efes ve Selçuk bölgelerinden Tire'ye günü birlik bir destinasyon sağlamaktı hedefim. Özellikle Girit'ten gelen dedeler ve nineler sayesinde özellikle ot yemekleriyle tanınan yöresel mutfak kültürümüzün yabancı misafirlerimiz için ilgi çekeceğini düşündüm. Yabancı misafirlerimiz için Taş Ev ilginç gelmese de mitolojiye meraklı olan bu insanlar "Kaystros" u çok daha iyi anlayacaklardı.

Mitoloji ile ilgilenmeyenlere bu konuda eleştiri hakkı olmamalıdır. Onlar daha iyisini yapıp adını "Menderes Aşevi" koyabilirler. Kimse karışmaz onlara. Niye Lokanta değil derseniz eğer, size şunu söylemek isterim. Lokanta dilimize İtalyancadan, restoran ise Fransızcadan geçmiş. Dünyaca tanınan uluslar arası bir kelime olmuş restaurant. Hatta İtalyanlar bile lokanta sözcüğünü bırakıp bunun yerine "Ristorante" demeye başlamışlar. Yok siz Arap kültürüne yakın hissediyorsanız kendinizi, o zaman "Mataam Menderes" de diyebilirsiniz. Bunu yaparsanız milli birliğimiz acayip korunur. Benden söylemesi.

Diğer bir husus. Benim ailem Girit'ten göçmüş Anadolu'ya. Eşim Selanik Karaferiya'dan. Bir sürü hatıralar bırakmış oralarda atalarımız. Restoranımızın adını Hanya ya da Karaferiya koysaydık ne olurdu? Bu isimlere itiraz edenlerle aynı değil bakış açımız. Bizim kültürümüz bu topraklardan ya da suyun öte yakasından gelir. Oraları da bizimdi zamanında. Rumca konuşup Türkçe bilmeyenler vardı aralarında. Ama hepsi kendilerini her zaman Türk bildiler. Anadolu'ya göç türlü güçlükler içinde oldu. Bu topraklarda dışlandılar. Bazılarının hazımsızlıklar o zamanın kalıntıları.

Evet, Kaystros bir zamanlar K.Menderes'in adıydı. Akan aynı nehir. Siz Küççük Menderes deyin, ben Kaystros. Ha, bir de şunu hatırlatayım. Bozdağlardan doğup Tire'ye can veren Küçük Menderes'in adını Türkçe mi sandınız? Vah ki ne vah (!) O da halis muhlis Yunanca. "Meandros", yani suların dirsek yaptığı yer anlamında. Ankara'da "Meandros" adında bir lokanta vardı. İlk uzoyu orada içtim. Milli birliğim kayboluverdi. Aşağıda birkaç küçük bilgi daha vereyim. Belki faydası olur.

Efes Kentinin kuruluşu:
Kaystros (Küçük Menderes) Nehri’nin ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verirler. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirlerken çalıların arasından çıkan bir yabandomuzu, balığı kaparak kaçar. İşte kehanet gerçekleşmiştir. Burada bir kent kurmaya karar verirler…”


Tire kent coğrafyası antik dönemdeki ismiyle Kaystros Havzası (Küçük Menderes) üzerinde konuşlanmıştır. Bereketli alüvyonlu araziler bu kenti büyük bir tarımsal depo niteliğine dönüştürmüştü. İlkçağlarda Ephesos gibi büyük bir metropol kentin art alanında yer almış olmasından dolayı, Ephesos kentinin tarımsal ihtiyaçlarını karşıladığı düşünülmektedir.