KATEGORİLER

13 Şubat 2016 Cumartesi

12/02/2016 Cuma, Tire

Yine yaylada çalışma yok. Oysa, havanın fazla soğuk olmadığı bir gündü. Sadece sabah saatlerinde biraz yağmur vardı. Çamurda çalışma olmazmış diye, kablo kanalı kazacak ekip de gelmedi bugün. Bizim de kış uykusuna yatmamız mı gerekiyor yoksa? Yazın işi çok olur buraların desem, bir şey değil, beni kırk yıllık çiftçi zannedecekler. Ama o kadar da haksızlık etmeyim kendime, geçen yaz hakikaten çok çalışmıştım. Şimdiden yazı mı bekliyorum sanki? Yok kalsın böylesi de iyi. Kendime ayıracak zamanım çok oluyor bu sayede. Bol bol okuyor ve yazıyorum.

Sırf işi öğreneyim diye, ırgatlık yapmıştım bütün yaz. Beş kiloluk alışveriş torbasını taşımaktan aciz olan ben, elli kilo ağırlığındaki kestane çuvallarını vurduğumda sırtına, gıkım bile çıkmamıştı. Aşağı yayla, yukarı yayla arasında mekik dokumuş, ceviz toplamaktan iki büklüm olmuştum. Artık hiç kimse aldatamazdı beni. Kimseye de minnet etmem gayrı.

Mezun olduktan sonra ilk mesleki tecrübelerimi Kütahya Tunçbilek şantiyesinde kazanmıştım. Geniş bir alana yayılmış şantiyede sosyal site inşaatı yapıyorduk. Hiç unutmam, Ramazan ayına girmiştik ve ilk gün işçilerin tamamı oruçluydu. Sıcak hava ve güneşin altında sızlanmaya başlamıştı işçiler. Henüz yirmi beşinde genç bir mühendistim ekibin başında. Koca koca adamlar, "Abi, oruç bizi kötü yaptı." diyerek işi savsaklamaya başlamışlardı.  Hiç kafamda yokken, sırf onların yaşadıklarını yaşamak adına, ne yaptım biliyor musunuz? Bundan böyle, beni de uyandırın sahura, dedim kalfaya. Sahur vakti, şantiye yemekhanesinde tıka basa karnımızı doyurduktan sonra, bekledim ki işçiler yine dert yansın bana.  Sabahları sahur, akşamları iftar sofralarında beni görünce sızlanmalar kesilmişti artık. Bir şey demeye kalksalar onlara bir çift lafım olacaktı. "Ne söyleniyorsunuz daha, bakın ben de sizler gibi oruçluyum" diyecektim. Gün boyu tuttuğum oruç nedeniyle hiç sıkıntı çekmemiştim. Ne acıktığımı, ne de susadığımı hatırlıyorum. Zamana karşı yarış vardır şantiyelerde. Akşamın nasıl olduğunu anlayamazsınız. Mesai bittiğinde yine zengin bir iftar sofrasına kuruluyorduk. İşte böyle, eğer bunu yapmasaydım, haksızlık yaptığımı düşünecektim, beni aldatanlara.



Yayla işlerinden hiç anlamayan ben, geçen yaz tebdili kıyafet bütün işlere giriştim bu nedenle. Sadece yüksek ağaçlara tırmanıp ceviz, kestane silkmeyi kesmedi gözüm. Bu yaza taş evimiz tamamlanacak. Domates, biber, patlıcan ekip tavuk besleyeceğiz artık. Güzel bir köpeğimiz ve onun pembe panjurlu bir kulübesi de olacak. 


Öğlene doğru yine fizik tedaviye götürdüm eşimi. Ayrıca çektiği bel ağrısı için çektirme yapılmaya başlandı. İki parçalı bir sedyeye yatırılıp alt ve üst tarafı kuşaklarla bağlandıktan sonra cihaz ağır ağır parçaları birbirinden uzaklaştırdı. Yaklaşık bir çeyrek saat süren bu operasyon sırasında tıkır tıkır sesler çıkıyordu. Umarım faydasını görür bunların.

Yakup Usta ve Gani ustayı aradım. Onlarla yapılacakları bundan sonra yaylada yapılacakları konuştuk. Akşama doğru eski dostum Ali telefon ederek yarın şehir kulübünde Galatasaray maçını için yer ayırttığını bildirdi. Futbolla pek alakam olmasa da Galatasaray takımını tutmuş olmam, olayı biraz çekici hale getirecek. Maç seyretmek bahane aslında, önemli olan bir araya gelip sohbet etmek, tam otuz beş yıl sonra bulduğum arkadaşımla.
  

12 Şubat 2016 Cuma

Mahrem - Elif Şafak


Kitabın Adı: MAHREM
Yazar: Elif ŞAFAK (1971, Salzburg)

Sayfa Sayısı: 287
Yayınevi: Metis Yayınları, Doğan Kitap
Basım Yılı: I. Baskı. Ağustos 2000, İstanbul
Türü: Postmodern Roman

Kitap Hakkında: Öncelikle romanın türü ilgimi çekiyor. Geçmiş tarihin olaylarını konu alması sebebiyle, kitabın türünü "tarihi roman" olarak tanımlayanlar olsa da, ben bu görüşte değilim. Roman gerçeği anlatmaktan ziyade anlam çoğulluğunu hedeflemiştir. Seçtiği karakterlerde uç noktaları tercih eden yazar, kelime oyunlarıyla okuyucunun hayal dünyasına hitap ediyor. Bu özellikleri ile romanın türü "Postmodern Roman" sınıfına girmektedir. 2000 yılında Türkiye Yazarlar Birliğinin "En İyi Roman" ödülünü kazanan kitap, Elif Şafak'ın üçüncü romanıdır. İlk olarak Metis Yayınlarınca çıkarılan roman, Şubat 2010'da Doğan Kitap tarafından yeniden yayınlanmıştır.   

Mahrem, yazarın güçlü anlatımı ile bir masal kıvamında kaleme alınmıştır. Adeta zaman tüneli içinde gidip gelerek, üç yüz yıldan daha uzun bir zaman diliminde İstanbul'un Cihangir semtinden Fransa'ya, Pera'dan Sibirya çöllerine savuruyor okuyucuyu. Romanın kahramanları Pera'da saydam yüzlü Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi, Cihangir'de cüce Be-Ce iken, başkahraman, olayları birinci ağızdan aktaran Be-Ce'nin sevgilisi insan azmanı aşırı kilolu genç bir bayandır. Kitapta her şey aşırılık üzerine kurgulanmış. Yazar, her yaşamın bir mahrem tarafı, her canlının da kendine özgü bir bakış açısı olduğundan hareketle sıra dışı bakışlarla mahremiyet perdesini aralıyor. Romandan bahsederken Be-Ce'nin Cihangir'deki Hayalifener Apartmanında  kaleme aldığı "Nazar" sözlüğünü anmadan geçemeyiz. Sevgilisinin ona ilham kaynağı olduğu ilginç sözlüğünde Be-Ce, kelimelere kah tarihten örnekler veriyor kah   onlara farklı anlamlar yükleyip felsefi boyut kazandırıyor.

Bazen düşündüren, bazen eğlendiren romanın sayfalarını çevirirken karşınıza ne çıkacağını kestiremiyorsunuz. Be-Ce'nin sevgilisi şişman kız, kendisinin önlenemez yemek yeme serüvenini ve kilolarından duyduğu rahatsızlığı hiçbir komplekse girmeden o kadar güzel anlatmış ki.

Evet, özünde bir masal okuyorsunuz. Yazarın hayal gücünü bu kadar marifetli bir anlatımla ortaya koyması okuyucuyu şaşırtıyor ve kitabı okunası kılıyor.

      

SİYAH BEYAZ GRİ


İyi gözlem yaptığına inandığım bir dostum, "Sende hiç gri yok, ya siyahsın ya beyaz" deyip eleştirirdi beni. O ana kadar hiç düşünmemiştim böyle bir mizaca sahip olduğumu. Şöyle bir tartınca kendimi, arkadaşıma tamamen hak verdim. Evet, bende gri yok, hiç bir zaman o da olur, bu da olur diyenlerden olmadım. Hala aynı fikirdeyim.

Arkadaşım ise benim tam aksim. Tamamen gri bir insan. Siyahla beyazı  kişiliğinde öyle bir harmanlamış ki, seçme kimyager gelse ayrıştıramaz.

Fikir tartışmalarında su yüzüne çıkıyor bu özelliğim daha ziyade. Bunu bilen arkadaşım, bana orta bir yol bulmaya çalışırken, ben "Doğru mutlaktır, bir şey hem doğru, hem de yanlış olamaz" fikrinde ısrar ediyordum. Farklı kabullerimiz beni inatçı ve kavgacı, onu ise mutedil ve uyumlu kişilik özelliklerine büründürüyordu.

Mesleğimin ilk yıllarında haksız yere "İdare-i maslahatçı olma" eleştirisini almıştım patronumdan. İdare-i Maslahat; bir işi gerektiği gibi değil de, günün şartlarına göre yapılması demekmiş. Eline aldığın işin, uydur kaydır, gelişi güzel yapılması hali yani. Öyle biri ne oldum ne de olmak istedim. Aldığım eleştiri öyle işlemiş ki içime, aradan otuz yıl geçmesine rağmen hala unutamıyorum bunu .

Gri olmak, idare-i maslahatçı olmaktır. Ne şiş yansın ne de kebap rahatlığıdır. Eğer savunduklarınız sağlam bir temele dayanıyor, kendinize güveniyorsanız o zaman benim fikrim budur diyeceksiniz, göğsünüzü gere gere. Sizinle aynı yönde düşünmeyen biriyle karşı karşıya gelirseniz, hele o da sizin gibi grisi olmayan biri ise eğer, o zaman çatışma kaçınılmaz olacaktır ama bundan da korkmayacaksınız. Çatışma, sadece fikir düzeyinde kalırsa, o zaman tadına doyamayacaksınız tartışmanın. Taraflar arasında bir güven sorunu yoksa, bu tartışmalar uzlaşmayla sonuçlanacaktır. Birinin ya da birilerinin kazanması, diğeri ya da diğerlerinin kaybetmesi yani. Siyah, beyaz birbirinden kesin olarak ayrılmıştır artık. Grilik ise, berabere kalma durumudur bir bakıma.

Tartışma sonunda uzlaşma sağlanamıyorsa, o zaman bir güven bunalımı, ya da birbirini yanlış anlama söz konusudur. Belli eğitim ve kültür seviyesine erişmiş insanlar, böyle durumlarda işi fazla uzatmayıp "Tamam arkadaşım, düşüncelerine saygı duyuyorum, ama ne yazık ki bu konuda  senin gibi düşünmüyorum." der ve hem kendine hem de muhatabına ya da muhataplarına konuyu bir kez daha enine boyuna değerlendirebilecek ek süre vermiş olurlar.

Cinayet, uzlaşamama durumunun en uçtaki marazi bir sonucudur.



 

11 Şubat 2016 Perşembe

11/02/2016 Perşembe, Tire

Bütün gece yağmur yağdı. Dün gece geç yattığım için sabah geç kalktım. Oldum olası geceleri daha çok seviyorum. Bugün de yağmurlu olmasını bekliyordum. Gün boyunca kah atıştırdı, kah durdu. Yakup Ustaya telefon ettim. Dün çalışmışlar ama bugün hava muhalefetinden dolayı çalışamıyorlar. Gani Ustanın adamları  kablo kanalını aşağıdan yukarı doğru kazmaya başlamışlar. 

Kahvaltımızı yaptıktan sonra eşim, günü için yaptığı hazırlıkları bir an önce arabaya taşımamızı istiyordu.  Hazır yağmur durmuşken özenle yerleştiriyoruz pastaları, tatlıları. Trileçe çok nefis görünüyor. Nasıl yaptıysa, üzerindeki karamelin üzerinde adeta ebru sanatı uygulamış. Öğlene doğru tatlılarla birlikte eşim ve birkaç arkadaşını Toptepe Aile Gazinosuna bıraktım. Oradan yaylaya bir göz atayım dedim. Artık her yağmurda sonra mutfak servis kapısı su alıyor. Mutfak yine su içinde kalmış. Ana giriş kapısı ve yanındaki mutfak servis kapılarını yağmur sularından korumak için bir sundurma yapmak zorundayız. Bu işlere başlayabilmek için elektriğin bağlanmasını ve havaların biraz ısınmasını bekliyoruz.

Dönüşte zeytinliğin önünde yine aynı pikabı gördüm. Yanından geçerken ani bir kararla pikabın yanında park edip bahçeye girdim. Zeytin silkmek için daha önce getirdiğim sırığı, bir zeytin ağacına geliş güzel dayanmış olarak buldum. Geçen sefer ne kadar aramıştım oysa. Ama yine de bulamamıştım. Birileri zeytinleri toplamakla da kalmayıp, ağaçları da silkelemiş olmalı. Her gün zeytinliğe uğramadığımı bilen biri. Bu sene yok yılı olmasına rağmen bazı ağaçlar bunun farkında değil sanırım. Sadece birkaç ağacın altına zeytin taneleri dökülmüş. Bunları toplamak için işçi tutsan yevmiyesini kurtarmaz. Yerde bırakmaya da  gönlüm elvermiyor. Bugün ara sıra çileyen yağmurdan ziyade zeytin toplamak için bir istek yoktu içimde. Pikabın sahibini de göremedim. Muhtemelen komşu zeytinliklerden birine ait olmalı. 

Eve dönüp kitap bol bol okudum. Okuduğum kitabı akşam bitirip, yorumumu en geç yarın yapmayı düşündüm. Bazıları ayda on beş kitap falan okuyorlar. Onları kıskanıyorum.   








Dün kızımla birlikte İnciraltı sahilinden topladığımız deniz kabuklarından bahsetmiştim. Bugün resimlerini çektim onların. Kabukların diğer kanatları kızımda.

10/02/2016 Çarşamba, İzmir

Sabah erkenden yollara düştüm. Eşim, fizik tedavi seanslarına devam ettiği için yine beni yalnız bıraktı. Tedavi amaçlı gidiyorum İzmir'e bu aralar... Kızımın nöbet ertesine denk gelirse eğer, bütün günümüzü birlikte geçirip mutlu oluyoruz.

İlk olarak doğruca hastaneye gittim. Çok fazla bekletmeden damar yolumu açıp koluma ilaç verebilmek için intraket taktılar. Geceden beri bir şey yiyip, içmedim. İlaçlı tomografiden sonra bol bol su içmem gerekiyormuş.
Tünele benzer bir cihazın içinde sırt üstü yatarken, metalik sesin "Nefesini tut", "Şimdi nefes alabilirsiniz" talimatlarına harfiyen uydum diyemeyeceğim. Nefesimi tuttuktan sonra yeniden nefes alamadım tabi. "Şimdi nefes alın" sesini duyduğumda tam tersine içimde tuttuğum nefesi dışarı verdim. Raporum haftaya hazır olacakmış.


Tomografiden sonra uzman doktor tahlil sonuçlarıma bakıp beni muayene etti. Enfeksiyon varmış vücudumda, şimdilik iki kutu antibiyotik kullanmamı istedi. Rapor çıkana kadar bir değerlendirme yapamayacağını söyledi.


Hastaneden çıktık. Bornova'da çok methettiği bir Kafe'ye götürdü beni. Menü güzel ve fiyatlar gayet uygun. Kızımla derin bir sohbete daldık. Ben anlattım o dinledi. O anlattı ben dinledim.

Kahvaltıdan sonra ayrıldık. O eve, ben diş hekimine. Hatay'daki Ağız ve Diş Sağlığı Polikliniğine vardığımda saat ikiyi bulmuştu. Geçen hafta alt çeneme konulan implantlardan sonra dikişleri aldırmam gerekiyordu.  Bekletmeden dişçi koltuğuna aldı doktor. En ufak bir rahatsızlık hissetmeden bütün dikişler alındı ağzımdan. Ayın yirmi altısında hazır göz doktoruna gelmişken, sabahtan diş taşlarının temizlenmesi ve kontrol amaçlı geleceğim buraya yine. 

Doktor faslını tamamladıktan sonra, şarküteri sahibi, çocukluk arkadaşım Mustafa'ya telefon edip onun Fahrettin Altay Meydanındaki dükkanına takıldım. Sabahın güneşli havası yerini kara bulutlara bırakmaya başlamıştı. Kızımın evinde biraz dinlendikten sonra kafamızdaki programı hayata geçirmek üzere kolları sıvamıştık bile. E, ne olacak deli babanın deli kızı. İnciraltı'na doğru yola çıktığımızda yağmur çiselemeye başlamıştı. Sadece çiselese razıydık ama gökyüzündeki bulutlar, kuvvetli bir sağanağı işaret ediyordu.



Kent Park Ormanında aracımızı park edip bisikletlerimize bindik. Yağmur altında bisiklet kullanmak delilik mi? Bizden başka sadece iki kişi gördük bisiklete binen. Onlar da yağmur başlamadan yola çıkmış olmalılar. Var güçleriyle pedala asılıp bir an önce gidecekleri yere varmak telaşındaydılar. Biz aheste çevirirken pedalları, işin keyfini çıkarıyorduk. Bir ara durduk, deniz kenarından istiridye kabukları topladık. Deniz kabuklarının bir yarısını o aldı diğer yarısını ben.





Havanın kararması denizin rengini iyice griye bürümüş, kuvvetini arttıran rüzgar, hızımızı kesmeye başlamıştı. Gideceğimiz yolun sonuna doğru pamuk saçlı balıkçı ablamız göründü. Bisikletlerimizi yolun kenarına park ettikten sonra teknelerden birine kurulduk ve balıklarımızın pişmesini bekledik. Yine enfesti. Ablamız yirmi dört yıldır yapıyormuş bu işi. Fırtına öncesi denizin üzerinde ufak bir tekne, teknenin içinde kızım ve ben, balıklarımızı yedik afiyetle, denizin ve yağmurun kokusunu ciğerlerimize çekerek.

Şans eseri korktuğum yağmur boşalmadı. Hep çisil çisil yağdı. Montlarımız iyice ıslandı ama çok eğlendik.

10 Şubat 2016 Çarşamba

09/02/2016 Salı, Tire

Sabah fizik tedavi için hastaneye rutin ziyaretimizi yaptıktan sonra pazara gittik. Bugün burada büyük pazar kuruluyor. Güzel radika ve turp otu bulduk. Aldığımız şeyleri eve bırakıp yaylaya çıktım. Dün olduğu gibi bugün de hava güzel.  

Eşim cihaza bağlı vaziyette yatarken, yazdığım son öyküyü okudum ona. Yazdım dersem yanlış olur. Neden derseniz, öykünün aslı, Amerikalı blogger Bob Nevens'e ait. Tam anlamıyla çeviri de sayılmaz aslında. Olayların akışında, öykü kahramanlarında önemli sayılabilecek bazı değişik, ekleme ve çıkarmalar yaptım. Bildiğim kadarıyla bu tarz eserleri ortaya koyan bir yazar henüz yok. Yazar ve çevirmen kişilikleri arasında sıkışan bu acemi çaylak yazarlara "hibrit yazar"  desek nasıl olur? İçerikte bir değişiklik yapılması öykü yazarlarının hiç hoşuna gitmez. Bu konuda karşılaşılması muhtemel en büyük problem, telif hakları olurdu muhtemelen. Diğer taraftan yazar ve hibrit yazarın ikisi de amatör olunca problem kalmıyor ortada tabi. Aslında amatör yazarların öyküleri, bir kısım değişikliklere muhtaç olabilir. Çünkü amatörce yazılmış bu öyküler iyileştirmelere, geliştirilmeye açık olmalıdır. Profesyonel yazarların eserlerinde değişiklik yapmak olanaksızdır. Amatör bir hibrit yazar, eğer kendine güveniyorsa, Elif Şafak'ın romanında küçük bir değişiklik yapsın bakalım?    

Eşimin huyları bana hiç benzemiyor. Her şeyden önce çabuk sıkılıyor. Hele okuttuğum yazı biraz uzunsa, onun görüşlerini almak daha da zorlaşıyor benim için. Onu tavlayabilmek için, şaka yollu "Bari emeğinin karşılığını vereyim." diyorum. Yok, onu da kabul etmiyor. Kendisi bu aralar tam üç kitap birden okuyor. Birinden sıkılınca bırakıp öbürüne geçiyor. Beni alıp tersine çevirin, işte o benim karım. Bu kadar benzemiyoruz birbirimize. Ama bir de okutabilirsem yazdıklarımı ona, keyfime diyecek yok. Gün geçtikçe daha güzel buluyor yazılarımı. Dün okuduğum öykü ona uzun geldi, sıkıldı yine, hastane yatağı demedi, yattığı yerde uyudu. Uyanınca, "Bir daha oku bakayım dedi." Bir daha okumaya başladım ama bu sefer de seans bitti. "Nasıl buldun bakalım?" diye sordum. Beğenmediğini hissettiren bir ifadeyle "İyi" dedi. "Neresini beğenmedin?" diye sordum. "Konusunu" dedi.

Başlangıçta niyetim, rastgele bulduğum amatör bir yazarın yazdığı öykünün çevirisini yapmaktı. Çeviriyi yaptım ama beğenmedim. Eşimin öyküyü dinlerken rahatsızlık duyduğunu söylediği bazı konularda ben de zorlanmıştım. Farklı kültürleri tanımak, onları tanıtmak iyi güzel de, bir kan uyuşmazlığı çıkıyor sonunda. Benzer şekilde, Amerikan filmlerinin Türkçe dublajlarında sık sık kulağımızı tırmalayan ifadelerle karşılaşıyorduk. "Hey dostum, bu akşam ne yapıyorsun bakalım?", "Sakin ol, adamım.", "Sorun istemiyorum, lanet olsun." gibi cümleler bize hep yabancı geldi ilk zamanlarda. İnsanoğlunun her şeye uyum sağlamadaki yeteneği, burada da kendini gösterdi. Artık bu repliklere de alıştık ama buna benzer konuşmaları bir yerli filmde rastlamak ihtimali de yoktu yani. Öykü içeriğindeki diyaloglar, yaşama biçimleri, alışkanlıkları dilimize çevirirken ortaya çıkan garip şey bas bas bağırıyor. Hayır bu ben değilim diye. Biraz da bu uyumsuzluğu kırmaya çalıştım ama tam olarak istediğimi yakalayamadım.

Öykünün orijinal adıyla başladı mücadelem. "Barselona ve Kalp Şeklinde Mühür" (Barcelona and Heart Shaped Seal). Yok artık. Böyle öykü adı mı olurmuş? Bazı yabancı filmlere verilen Türkçe adların orijinal adlarından farklı olduğunu biliyordum. Örneğin "All the King's Men" filminin Türkçe dublajında  (Kralın Tüm Adamları) filmin adına yakışmayınca, onun yerine "Saltanat Hırsı" adı uygun bulunmuş. Ben de öykünün Türkçe adını "SSS- Yirmi Dördüncü Randevu" olarak koydum.

Erkek kahramanım Murat oldu, ancak bir türlü onun ruhunu değiştiremedim.  Bunu hiçbir kimse de yapamazdı zaten. Yazdığı mektuplarda geçen ifadeleri ne kadar kültürümüze yaklaştırmaya çalışsam da, onlar çeviriyim diye haykırmaya devam ettiler. Hele öyküde geçenlerin bir benzerini ülkemizde değil yaşamak, aklından bile geçirmek, yurdum insanını ayağa kaldıracak düzeydeydi.

Yine de bu tür öykülerden rahatsız olmayan bir kesimin varlığı yadsınamaz.

Ortaya çıkan ne olursa olsun bu öykü denemesi benim için oldukça ilginç, bir o kadar da öğretici oldu.

9 Şubat 2016 Salı

SSS - YİRMİ DÖRDÜNCÜ RANDEVU


Portakal Çiçeği Sokağı üzerinde yükselen gökdelenlerden birinin döner kapısını iterek içeri girdi. Kapıda bekleyen güvenlik görevlisi onu nazikçe selamladı.

"Hoş geldiniz Bayan Kristie"

Sadece gülümsemekle yetindi. Asansörlere doğru yönelmişken görevli seslendi yine arkasından. 

"Bayan Kristie, size bir mektup var efendim." Danışma masasının arkasındaki kafes görünümlü ahşap kutucukların birinden aldığı beyaz zarfı uzattı.
"Teşekkür ederim." dedi genç kadın.
Kristie elindeki zarfı incelerken asansörün çağır düğmesine bastı. Arka yüzündeki kırmızı balmumundan eritilmiş mührü görünce heyecanlandı birden.  Her zamanki gibi bu sefer de yan yana dizilmiş üç büyük s harfinden oluşan bir damga basılmıştı kırmızı mührün üzerine.




Bu tür mektupları yılda iki kez alırdı. Ne eksik, ne fazla. Mektupların ne zaman ve nereye geleceği de belli olmazdı. Mesela geçen seferki mektup işyerinden ulaşmıştı kendisine. Tecrübelerine dayanarak, mektubu aldığı andan itibaren bir hafta boyunca kötülüklerden uzak ve kendini yeniden doğmuş gibi hissedeceğinden emindi. On iki yıllık birlikteliklerinde buna benzer tamı tamına yirmi üç mektup almıştı. Her seferinde “Seni Seviyorum, Seveceğim” sözcüklerinin baş harfleri ile kapanıyordu mektuplar. Onların her açılışında, SSS damgalı mühür çatlar, arkasından yoğun bir Giorgio Armani kokusu yayılırdı etrafa.

Sekizinci katta gelen asansörden çıktı dışarı. Kapıyı açıp dairesine girdi. Üzerindekileri çarçabuk çıkarıp salondaki rahat koltuğa attı kendini.


Heyecandan titreyen elleri zarfı açmak için sabırsızlanıyordu. SSS damgasının altından gelen parfüm kokusunu iyice içine çekerken adeta onun varlığını hissediyordu yanında. Kısa bir müddet sonra düz beyaz kâğıda yazılmış satırları okumaya başladı.
   
Kristie, aşkım benim.  
Ne kadar tatlısın, bunu sana anlatamam. Tanrım ne kadar şanslıyım. İnanması zor ama beraberliğimiz tam on iki yılını doldurdu. Önceki yirmi üç randevumuz muhteşemdi. Her geçen gün sana olan aşkım büyüyor. Kalbimde sana kocaman bir yer ayırdım. Sadece sana özel bir yer. Senden ayrı geçen her günüm beni sana daha çok bağlıyor. Her an seni düşünüyorum.
Sevgilim, önümüzdeki birkaç günü sadece aşkımıza adayacağız. Şimdi beni iyi dinlemeni istiyorum. Az sonra kapıya bir limuzin gelecek. Arka koltuğunda adına kesilmiş bir uçak bileti bulacaksın. Uçuş saatin bu akşam tam 20.30'da.

Pasaportunu yanına almayı unutma! Merak ettin değil mi? Yarın nerede buluşacağımızı aşağıda uçak biletini görünce öğreneceksin. İnan ki çok heyecanlıyım. Senin de aynı durumda olduğundan eminim.

Sürprizler bunlarla sınırlı değil. Danışmaya bir paket bıraktım. Onu aç, içindekileri beğeneceğini umuyorum. Paketten çıkanı üzerine giy. Ayrıca yolculuk için bir de küçük valiz hazırlattım,. Hayır, sakın endişelenme sevgilim. Eksik olanları gideceğimiz yerde birlikte tamamlarız. Senden tek isteğim yüzündeki o gülüşten başka bir şey değil.

İşyerindeki patronunla görüşüp senin için bir hafta izin kopardım. Eve gelen kadın da Lassy ile ilgilenecek. Kısacası yapman gereken tek şey kapıyı çekip aşağı inmen. Merak etme, ben akla gelebilecek her şeyi ayarladım.

Valiz, paket? Genç kadın, danışmaya bırakıldığı söylenen eşyaların kendisine verilmediğini  düşünüp paniklediği anda dairenin kapısı çalındı. Kapıya gelen aşağıdaki güvenlik görevlisinden başkası değildi.
-         Bayan Kristie, çok özür dileriz. Mektubun yanında size verilmek üzere bize teslim edilen bir paket ve bir de bu valiz vardı. Onları vermeyi unutmuşuz. diyerek, mahcup bir şekilde valizi kapının yanına bıraktı ve kendisine paketi uzattı. “Peki, teşekkür ederim.” dedi. Kristie, şaşkınlık içinde.

Valizi içeri alıp kapattı kapıyı. Paketi salona getirdi ve yırtarcasına açmaya başladı. İçinde harika bir siyah elbise vardı. Hemen üzerinde denemek istedi. Ayağa kalkarken ufak bir hediye paketi kayıp yere düştü. Ufak paketi açınca Victoria’s Secret yazan bir hediye kutusu gördü. Kutunun içinden çıkardığı siyah göz alıcı iç çamaşırlarını aldı eline. Gülümseyerek iç geçirdi. “O bu işi biliyor.” dedi. Koltuğa bıraktığı, son satırlarını okunmaya fırsat bulamadığı mektubu aldı eline.

Görüşmek üzere, SSS
Murat
“Geceyi birlikte yaşayalım…”- Rolling Stones


Hep yapardı bunu. Söylemekte zorlandığı şeyleri hep şarkı sözlerinin arkasına gizlerdi. Bu sözler, onun aklından geçenleri ele veriyordu.

Saate baktı, çok fazla vakti kalmamıştı. İyi ki Cumartesi bugün, diye geçirdi aklından. Bu yüzden erken çıkıp eve gelmişti. Hiçbir yere takılmaması ise tam bir tesadüftü.

İstanbul’da ünlü bir avukattı Murat. Aldığı davalardan hiç birini kaybetmemişti. Tuttuğunu koparan biriydi yani. Ne yapar yapar müvekkilini temize çıkarırdı bir şekilde. Hemen hemen hiç yolu düşmezdi Ankara’ya, düşse bile Kristie’nin bundan haberi olmazdı zaten. Sadece bir kez, onu iş yerinde ziyaret etmiş, aynı gün patronuyla tanışmıştı. Kısa süre içinde Kristie'nin patronu ile sıkı fıkı olması Kristie’yi şaşırtmıştı. Murat böyle biriydi işte. Başarısının altında yatan kısa süre içinde kurduğu sıcak ilişkilerdi. Dava konularında hiç seçici değildi. Elinde kuvvetli dayanaklar olduğu müddetçe, müvekkilinin gangster veya katil olmasının hiçbir önemi yoktu. Kristie hep şaşırmıştı bu yönüne ama yine de onun işine karışmayı aklından geçirmedi. Dün adam öldüren katil ya da banka soyan bir soyguncu onun yüzünden ortalıkta dolaşmaya devam edecekti.

Bir defile sırasında podyumda görmüştü Kristie’yi tam on iki yıl önce. Görür görmez vurulmuştu güzelliğine. Programdan hemen sonra elinde bir demet gülle girmişti kulise. Hiç beklemediği bir anda kara yağız yakışıklı delikanlıyı görünce karşısında, onun da dizlerinin bağı çözülmüştü.  O günün akşamı boğazın ünlü lokantalarının birinde denize karşı romantik bir yemek sırasında koydu kurallarını Murat. Birbirlerini özledikçe çoğaltacaklardı aşklarının ateşini. Sadece yılda iki kez görüşeceklerdi birbirleriyle. Görüşmedikleri zaman diliminde, ne bir telefon ne de bir mektup bastıracaktı hasretlerini. Ayrılık günlerde yaptıklarının hiç bir önemi olmayacaktı. Ayrı geçen zamanlarında birbirlerine anlatmayacaklardı ne yaptıklarını, nereye gittiklerini, ne yiyip içtiklerini. Ne kıskançlık yer bulacaktı aralarında ne de sen ben çekişmesi. Katıksız bir aşk olacaktı bu, eskidikçe kıymetlenen bir şarap gibi.

Kristie, ailesini Amerika’da bırakıp bir arkadaşı vasıtasıyla Türkiye'ye gelmişti. Ankara'ya yerleştikten sonra eğitim aldığı moda üzerinde çalışmaya başlamıştı. Ünlü giyim firmalarının aranan modelleri arasında geçer oldu adı kısa zamanda.

İlginç buldu genç adamın düşüncesini. O da fazlasıyla etkilenmişti ondan. Başka yolu yoktu bu ilişkinin. Ya bir daha hiç görüşmeyecekler, ya da sadece yılda iki kez. Böyle başladı aşk serüvenleri. Altı yıl önce podyumlardan inmişti Kristie. Genç modelleri eğitmekti artık onun işi. Sık sık İstanbul’a düşse de yolu, Murat’ı aramak düşmüyordu aklına. Çünkü kesindi kuralları Murat’ın. Kuralı bozmak, bir daha asla görmemek demekti birbirlerini.

Ilık bir duş alıp aynanın karşısına geçti. Aradan on yıldan fazla bir zaman geçmişti Murat'ı tanıyalı.  Aradan geçen onca zaman yine de çok şey almamıştı görünüşünden. Güzel kadındı. Uzun uzun seyretti çıplak vücudunu. Üzerine bornozunu geçirip salondaki koltuğun üzerinde bıraktığı siyah iç çamaşırlarını aldı. Tekrar banyoya doğru yürüdü ve aynanın karşısına geçti. Murat’ın gönderdiği dantel iç çamaşırlar süt beyaz teniyle muhteşem bir uyum sergiliyordu. Ellerini göğüslerinde dolaştırdı, kalçalarını okşarken Murat’ı düşündü. “En çok neremi beğeniyorsun?” diye sorduğunda, “kalçalarını” demişti. Aynaya yan durup kalçalarına bir kez daha bakarak gülümsedi.

Dönüp salondan siyah elbisesini aldı. Kim bilir ne kadar para ödemişti bu elbiseye? Elbiseyi üzerine geçirdi. Daha da güzel görünüyordu şimdi. A deta bütünleşmişti bu elbiseyle. Giyen kim olursa olsun, hiç birine bu kadar yakışmayacağını geçirdi aklından. Saate baktı, zamanın ne de çabuk geçtiğine şaşırdı.

Zil sesini işittiğinde makyajını yapmak üzere masaya yeni oturmuştu. Binanın dahili telefonuydu. Ahizenin ucundaki ses kendisinin kapıda beklendiğini söylüyordu. Çabuk hareketlerle saçlarını toplayıp makyajını yaptı. Çantasına koymak üzere dolabın çekmecesinden  aldığı pasaportunun geçerlik süresine baktı. Daha iki yıllık süresi olduğunu görünce rahatladı. Murat’ın gönderdiği valizi açmaya gerek duymadığı gibi buna zamanı da yoktu zaten. Sarı saçları, mavi gözleri ve beyaz teni dışında her şey siyahtı bugün. Eline aldığı çanta, valiz hepsi siyahtı, aynı elbisesi, iç çamaşırları gibi. Daireden çıkıp kapıyı kilitledi. Asansörün düğmesine bastı ve beklemeye koyuldu.
Asansör aşağı indiğinde kapı açılır açılmaz kır saçlı şoför,
“Merhaba, siz Kristie Fressly olmalısınız.” dedi.
“Eee, Evet benim.” diyerek cevapladı.
 “Sizi havaalanına götürmeye geldim. Yanınıza alacağınız başka bir şey var mıydı?”
“Hayır, hayır, sadece bu küçük valiz.” dedi.
Şoför valizi alarak genç kadına yol gösterdi. Kapıdan çıkarken görevliler hep birlikte saygıyla onu selamladılar. Ön taraftaki havuzun yanında, parlak siyah renkli muhteşem bir limuzin, kapısını açmış misafirini bekliyordu. Şoför, elindeki valizi yerleştirmeden genç kadını buyur etti. İçerisinin bu kadar geniş olduğunu tahmin edemezdi. Rahat koltuğa yerleşirken elbisesinde en ufak bir kırışıklık olmayacaktı. Önündeki alçak masanın üzerinde tropikal meyve tabağı, yan tarafında bir sürü içki şişesi ve kadehler sıralanmıştı. Koltuğun üzerinden ağzı açık bırakılmış uzun zarfı alıp içindeki uçak biletini ve biniş kartlarını çıkardı. Merakla incelediği biletin rotası İstanbul üzerinden Barselona’yı gösteriyordu. Modellik yaparken pek çok ülke gezmiş ancak yolu İspanya’ya hiç düşmemişti. Yeni bir ülke göreceği için çok sevindi buna.

Otomobil havaalanı istikametinde adeta bir gelin gibi süzülerek yol alıyordu. Karartılmış camlardan içerisi görünmüyordu fakat dışarıdan görenler, aracın içindeki kişinin çok önemli biri olduğuna bahse girerlerdi. Kristie, kulağına gelen hafif müzik eşliğinde kadehlere uzandı. Onlardan birinin içindeki zarf dikkatini çekti. Zarfı eline alır almaz arkasındaki kırmızı renkli balmumu mührü ve üzerinde SSS damgasını gördü.  Kimin gönderdiği belliydi. Zarfın üzerindeki notu okudu. “SEVGİLİ KRISTIE, BU ZARFI HAVAALANINDA AÇMANI İSTİYORUM”                 



Zarfı koltuğa bırakıp ufak bir Grey Goose şişesini aldı eline. Bu votkanın kekremsi tada sahip kızılcık suyu ile güzel bir ikili oluşturacağını biliyordu. İnce uzun cam bardağına yarıya kadar votka boşaltıp üzerine meyve suyu ekledi. Buz kovasından birkaç ufak buz küpü ilave etmeyi ihmal etmedi. Özenle hazırladığı içkisinden bir yudum aldı. Tadı çok hoşuna gitmişti ama aklı hala zarftaydı. Havaalanı fazla uzak sayılmazdı, ne var ki daha fazla dayanamadı. Kırmızı renkte parlak ojeli tırnaklarıyla SSS damgalı mührü kazımaya başladı. Zarfın içinden çıkan mektubu okumaya başladı:




“Kristie canım, merhaba,
Seni bir an önce görebilmek için sabırsızlanıyorum. Ayrı kaldığımız süre bana artık sonsuz gibi geliyor. Parmaklarım o güzel sarı saçlarının arasında gezinmeye can atıyor. Dudaklarım boynuna küçük öpücükler kondurmanın hayalini kuruyor. Kar beyazı kollarını ve güzel sırtını okşamak, bütün vücuduna losyonlar sürüp masaj yapmak istiyorum. Seni çok özledim. İspanya’da görüşmek üzere,
Seni seven ve her daim sevecek olan Murat, SSS
“Seni düşününce suyum şarap oluyor…” – Tim Mc Graw


Kristie fonda çalan müziğe dikkat kesildi birden. Evet, oydu. Tim Mc Graw’un “I know how to love you” parçasının içinde geçiyordu bu sözler. “Seni düşününce suyum şarap oluyor.” Bardağından büyükçe bir yudum daha aldı. Her ayrıntıyı düşünmüştü Murat. Gördüğü, dokunduğu, duyduğu her şeyin bir anlamı olmalıydı. Oturduğu koltuğun karşısında kırmızı bir gül gördü. Aklına ilk buluşmalarından birisi geldi.

Yalnız kaldığında Amerikan televizyon kanallarında sadece Salı geceleri gösterilen bir reality şov programını izlemeyi seviyordu. Bachelorette adındaki program, bir sürü erkeğin genç bir kadını elde etmek için yarıştığı bir televizyon şovuydu. Erkeklerin hepsi bu kızla çıkmak için birbirleriyle kıyasıya yarışır. Genç kızın gül vermediği erkekler teker teker elenirdi. Sezon sonunda geride sadece bir erkek kalır ve genç kız ona meşhur soruyu yöneltir, “Bu gülü kabul eder misin?” Sıkıcı bulmasına rağmen denk geldiğinde diziyi seyretmekten kendini alamıyordu Murat.  Bunu bilen Kristie, çok sevdiği Apothic kırmızı şarabından içirirdi birkaç kadeh. Bu sayede şov programı tahammül edilebilir bir hale geliyordu Murat için. TV izlerken yanına sokulmasından mutlu oluyordu ayrıca.

Eski buluşmalarını düşündükçe keyifleniyor, keyiflendikçe Fransız votkasının kızılcık suyu ile oluşturduğu mükemmelliği yudumluyordu. Gözlerini kapatıp başını öne eğdi. Birkaç saat sonra Murat’la geçirecekleri doyumsuz anları düşünüp kıkırdamaya başladığı sırada pencereye sert bir cisimle vuruldu. Sıçrayarak irkildi. Aracın durmuş olduğunu fark etti. Yanındaki düğmeleri denedikten sonra doğru düğmeyi buldu ve pencerenin camı aşağı doğru inmeye başladı. Cam tamamen indiğinde limuzinin şoförüyle burun buruna geldi. Kır saçlı şoför alaycı bir dille,
“Hanımefendi oturduğunuz yerde istediğiniz kadar kalabilirsiniz ama korkarım uçağınız az sonra kalkacak.” diye hatırlattı.
“Tamam, peki.” dedi ve bardağındaki içkiden son bir yudum daha aldı, üstünü toparlayarak arabadan dışarı çıktı. Şoföre sıcak bir şekilde gülümseyerek,
“Teşekkür ederim.” dedi ve bir yirmilik uzattı.  Parayı alan şoför, ona küçük valizini uzattı.     
“Ben teşekkür ederim bayan, size iyi yolculuklar dilerim.”
Arkasını dönüp uzaklaşırken “Sağ ol” dedi kimsenin duyamayacağı bir sesle.
Elindeki valizi teslim etmek üzere kontuara doğru yürüdü. Pasaportu ile elektronik biniş kartlarını uzattı tezgâhın arkasındaki görevli bayana.
 “Teşekkürler, seyahatiniz Barselona’ya, business class değil mi efendim?” diye sordu görevli.
“Business class?  Evet,  elbette.” Şaşkınlığını gizlemeye çalıştı ama beceremedi. Modellik günlerinden beri uzak mesafelere business uçmamıştı. Havayolu yetkilisi kâğıtları uzatırken ona,
“Buyurun biletleriniz ve bagaj fişiniz. Bu iç hat, bu da İstanbul-Barselona biletiniz. Her ikisi de pencere tarafı” dedi.
Görevliye teşekkür ederken, bantın üzerinde ilerleyen Prada valizini izledi.
Uçağa biniş kapısına doğru ilerledi.
İstanbul’da inip oradan dış hatlar terminaline yöneldi. Geçen her saniye onu daha çok heyecanlandırıyordu. Pasaport kontrolünden sonra Türk Hava Yollarının Barselona seferini yapan uçağına binmek üzereydi. Limuzinde içtiği votka biraz çakırkeyif yapmıştı onu. Uçağın en önündeki yerini aldı. Koltuklar oldukça genişti. Uçak yavaş yavaş pistte hareket etmeye başladığında, kısık sesle çalan hoş enstrümantal müzik kapatılarak yerini uçuş emniyeti ile ilgili klasik anonslara bırakmıştı. Tıka basa dolmuştu uçak. Her şey tıkırında gitmiş, şimdiye kadar hiçbir aksilik çıkmamıştı. Birkaç saat sonra kendini sevdiğinin kollarına atacak, yeniden yeni bir hayata başlayacaktı. Her sefer böyle oluyor, tazeleniyordu.    

Bu kez yine Murat’la yalnız başına olacağını umuyordu. Güzel bir uçuş sonrası Barselona El Prat havalimanına indiklerinde gözleri Murat’ı aradı. Havalimanı çıkışında valizini alarak dışarı çıktı. Defalarca aradı onu ama telefonları cevapsız kaldı. Murat’ın yapacağı bir şey değildi bu. Meraklanmaya başladı. Acaba başına bir şey mi geldi? Tedirginliği artıyor, kendini çaresiz hissediyordu. Aklına çantasına koyduğu SSS damgalı iki zarf geldi. İlk zarfın içinde sadece mektup vardı. Uçak biletlerinin bulunduğu ikinci zarfta ise kalacakları otelin adı ile adresinin yazılı olduğu bir kart buldu. El Palace Hotel. Kartın üzerindeki telefon numarasını çevirdi. Telefona çıkan otel görevlisi ne kendi adına ne de Murat adına bir rezervasyon yaptırıldığını söyledi. Moralini bozmamaya çalıştı. Belki de Murat’ın çevirdiği oyunlarından biriydi bu. Hava alanı çıkış kapısında bir taksi tutup şoföre gitmek istediği otelin adresini verdi.

Otelin önünde büyük bir kapı vardı. Daha önce bu otele çok misafir getiren şoför genç kadına valizini uzatırken diğerleri gibi ona da hatırlatmak gereği duydu. “Kapının yanındaki anahtarı kullanarak kapıyı açabilirsiniz.” dedi ayrılmadan önce. Başka bir şey demeden ayrıldı yanından. Etrafına baktı, hiç kimse yoktu. Çaresiz birkaç adım attı ve söylenen yerdeki anahtarı alarak kilidini çevirdi kapının.  Ağır kapı, kilidin dönmesiyle açılmaya başladı birden. Açılan kapıdan girdi içeri. Her iki tarafında mermerden yüksek sütunların yer aldığı bir yoldan ilerlemeye başladı. Karşısındaki otel, bütün azametiyle gözler önüne serilmişti.  Üst katlardaki bir balkonda, üzerinde ince bir gömlek olduğu halde, Murat el sallıyordu ona. Birden sevinçten havalara uçtu. Koşarak içeri girdi. Otelin girişi muazzam görünüyordu. Murat aşağı indiğinde birbirlerini hasretle kucakladılar. Kristie, yine de yaşadıklarına inanamıyordu. Birlikte yukarı, Murat’ın az önce göründüğü balkona çıktılar el ele.
“Selam yabancı” dedi Kristie, alt dudağını hafifçe ısırarak. “Bulduğum bir anahtar beni buraya getirdi. Kaybolmadım değil mi?” Onunla flört etmeyi değişik oyunlar oynamayı seviyordu.
 “Hayır. Kaybolmadınız.  Tam yerine geldiniz.” dedi genç adam, elinde iki şarap kadehini doldururken. “Benimle biraz şarap içmeye ne dersin?”

Görünmez bir kuvvetle birbirlerine doğru çekildiklerini hissettiler. İncitmemek için birbirlerine dokunmaktan çekindiler. Gözlerini bir an bile ayırmadan birbirlerinin etrafında dönmeye başladılar. Dönerken genç kadının kulağına fısıldadı Murat, ”Bu elbise seni olağanüstü gösteriyor.”

İçkisinden bir yudum alan kadın, “Asıl iç çamaşırlarımın beni nasıl gösterdiğine bakmalısın.”
“Evet, bakacağım” dedi adam elindeki kadehi bırakırken.  Kadının arkasına geçip onun kalçalarını okşamaya başladı. Elleri yukarı doğru kayarken göğüslerinin etrafında dolaşmaya başladı. Nihayet boynuna doğru yönelen parmakları sırtındaki fermuarı buldu. Fermuarın açıldığı yerden elini sokup çıplak sırtına, oradan midesine doğru kaydı. Yavaşça dantelli külotuna uzandı eli, arzulandığını hissederek. Üzerindeki siyah elbisesi kayarak düştü yere kadının. Yeni siyah iç çamaşırları gözler önüne serildi. Adam kendini geri çekerek biraz uzaktan seyretti bu güzelliği.

“Çok güzelsin Kristie. Barselona’ya hoş geldin.”
Kadın ona doğru yürüdü ve üzerindeki kuşağı çözdü. Parmaklarını ensesi ve omuzlarında gezdirerek robdöşambrını döşemenin üzerine düşürdü. Büyülenmişlerdi sanki. Dünya umurlarında değildi. Görünmeyen tropikal bitkiler halvet hallerini meraklı gözlerden saklıyordu adeta. Barselona’daki özel balkonda sadece onlardı var olan.

“Affedersiniz Hanımefendi! Hanımefendi! Hostes kadını iyiden iyiye sarsıyordu artık.
 “Hanımefendi!” Sonunda göz kapakları ağır ağır açıldı.
“Evet, evet. Özür dilerim.” diyerek bir şeyler geveledi, genç kadın.
“Sorun değil. Alçalmaya başladık, koltuğunuzu dik konuma getirmenizi isteyecektim.” dedi hostes, nazikçe.
“Tabi. Teşekkür ederim.” Gördüğü rüya duygusal olarak sarsmıştı onu. O şimdi Muratla buluşmayı çok daha fazla istiyordu.
Yanında oturan yaşlı kadın merakla sordu. “Güzel bir rüya mıydı?”
“Evet, çok güzeldi. Sorduğunuz için teşekkürler.” dedi. Bir taşkınlık yapmadığını ümit ederek sessiz ama muzipçe gülümsedi.

Not: Yukarıdaki öykünün konusu ağırlıklı olarak "Short Stories of Daily Life" isimli blogda bulunan "Barcelona and Heart Shaped Seal" adlı kısa hikayeden alınmıştır. Yer isimleri, kişiler ve olaylar zaman zaman orijinal metinden ayrılmıştır.