KATEGORİLER

12 Mayıs 2016 Perşembe

MOR ÇİÇEKLİ EV

11/05/2016 Çarşamba, İzmir

Gece geç yatınca sabah uykusu tatlı geliyor. Fakat bugün erken kalkmamız lazım. Oğlumuzun doktorla randevusu var. Lazerle çizdirip gözlerini atacak gözlükleri. Randevuyu kızım ayarlamıştı iki ay kadar önce katarakt ameliyatı olduğum doktordan.

Hiç ihtimal vermiyordum operasyonun bugün olacağına. Muayene olduktan sonra engel bir durumun olmadığı anlaşılınca ameliyat zamanı konuşulmaya başlandı. Oğlumun üç hafta kadar izninin olduğunu öğrendikten sonra doktorun bize dönüp "Hemen bugün mü ameliyat olsun istiyorsunuz?" sorusunu yöneltmesi sürpriz oldu. Şaşkın bir vaziyette "Neden olmasın?" deyince saat 17.00'de hazır olmamızı istedi. 

Hastaneden çıkıp Kıbrıs Şehitleri Caddesine doğru yürümeye başladık. Bir yerde oturup karnımızı doyurduktan sonra ara sokaklardan birine saptık. Cephesi mor çiçeklerle bezenmiş eski ve güzel bir Rum evi olan Must Gastropub'ın önünden geçerek Kordon'a doğru uzandık. Denizle arasında sadece faytonların dolaştığı bir caddenin bulunduğu sıra sıra dizilmiş balık lokantaları, birahaneler uzun zamandır yoklar. Dağlardan taşınan dolgularla denizi iyice uzaklaştırdılar lokantalardan. Bu bölge artık içinde "kahve" adı geçen ve serpme kahvaltı veren kafelerle dolmuş. Kahve Dünyası, Kahve Durağı, Kahve Molası... daha niceleri. Caz müziği çalan bir bara oturduk. Karşımızdaki tabelaya tam elli iki çeşit bira bulundurduklarını yazmışlar. Garson biralarımızı getirdi. Ancak henüz biralarınız masaya kavuşmadan tepsi kaydı elinden, biraların hepsi yerde... Utanıp özür dileyerek yenilerini almaya gitti. 

Randevu saatine kadar burada oyalandık. Daha sonra zamanı gelince kalkıp hastane yolunu tuttuk. Her şey yolunda gitti. İki saatten daha kısa bir süreyi hastanede geçirip evimize döndük. 3-4 saat gözler kapalı kalacakmış. Yarın sabah kontrol için uğrayıp oradan Tire'ye dönmeyi düşünüyoruz.

Güzel bir kitaba başladım. "Alaçatılı". Bizim buraları anlatıyor, Türklerle Rumların peş peşe gelen göçlerini, komşuluklarını, yoldaşlıklarını, aşklarını... O kadar sıcak bir dili var ki kitabın yazarı 1948 Çeşme doğumlu Mehmet Culum'un...     

11 Mayıs 2016 Çarşamba

KOKOREÇ KOKO KOKO

10/05/2016 Salı, İzmir

Dün gece döndüm İzmir'e. Oğlum gelecek ya, o bakımdan. İşler duruversin azıcık.
Sabah 8.30 da havaalanında olacak diye mesaj çekmiş. Başka bir bilgi yok elimizde. Hani bir aksilik çıksa havayolu şirketini bile bilmiyoruz. Gençler hep böyle şimdi, "Bir şey olmaz" diyorlar... Aslında ben de hep olumlu düşünürüm ama konu evlat olunca her şeyi düşünmek zorunda kalıyoruz. Neyse ki bir şey olmadı ve aslan parçamız tam zamanında geldi. Annesiyle birlikte karşıladık havaalanından. Annesi ilk defa çayını içmedi, kahvaltı etmedi oğluşu gelene kadar. Normal şartlarda tahammül etmesi mümkün değildi.

Birlikte kahvaltı ettik. Hasret giderdik, sohbet ettik. Sekiz ay dile kolay. Sonra gitti odasına, uyudu biraz, yol yorgunu malum. Annesi sabah serinliğinde üşürsün diyecek oldu, "Ben zaten üşüyecek yer arıyorum." diye cevap verdi. Umman'da çoktan sıcaklar başlamış, üşümeyi özlemiş!

O uyurken, blog dünyasına daldım. Yeni yazarlar keşfettim. Çok güzel yazanlar var aralarında. O yazı, bu yazar derken nereden geldiğimi, nereye gittiğimi unuttum. Okuyamadıklarım ise içimde ukde kaldı.

Akşama doğru kızım geldi. Çekirdek aile tamamlandı. İki kardeş birlikte sinemaya gittiler. "Sana göre değil bizim seyredeceğimiz film" dediler, beni almadılar yanlarına. Böyle işte hayat. Bir anda tersine döner. Hoş, ben de istekli değildim çok. Eşim evde rahatsız belinden. Ne olur ne olmaz, yalnız bırakılmaz.

Eskiden beri her İzmir'e gelişimde, en azından bir sefer, ya midye dolması yerdim ya da kokoreç. Bu aralar pirinçle arayı soğutturdu eşim bana. Ona ve kızıma göre bende şeker başlangıcı varmış. Yani şeker hastası olabilirmişim dikkat etmezsem yediğime, içtiğime. Ben inanmıyorum tabii bu dediklerine, hepsi tevatürden ibaret. Ama yine de kokoreç yemeyi tercih ediyorum midyenin yerine. Hem midye dolma yersem eğer, nerede duracağımı bilemeyebilirim, kendimi kaybeder çok fazla yiyebilirim. 

Çıktım evden dışarı, sadece kokoreç yemek için. Her yerden yenilmez böyle şeyler tabii. Sabit bir yerin olacak! Birkaç sefer yerinde görememiştim adamımı. Bu akşam da yerinde yok. Acaba ne oldu ki? Son günlerde bırakacağını söylüyordu bu işi. Hiç işime gelmedi bu düşüncesi. O kadar güzel yapıyor, hakkını veriyor ki! Baktım sağıma soluma, adamın ne kendisi ne de üç tekerlekli motoru var yerinde. 

Kafaya taktım ya, ben bu akşam kokorecimi yerim arkadaş. Eskiden sigaram bittiğinde gece yarısı, nöbetçi büfe arardım Ankara'da. Sigarayı bıraktım, kurtuldum ama aynı isteği şimdi kokoreç için duyuyorum. Ta Üçkuyular Meydanından aşağı kadar yürüdüm. Gözlerim caddenin iki yanında, sokak aralarında boşuna bir kokoreç arabası aradı. Derin derin kokladım havayı, ama hiç kokoreç kokusu yoktu havada. Naçar döndüm gerisin geriye.

Oturdum bilgisayarın başına. Viyana gezimizin resimlerini bloğumda yayımlamak için çalışmaya başladım. Çocuklar geldiler, uyudular ve ben hala buradayım... Blog yazmak kokoreç, midye dolması yemek gibi bir şey oldu benim için artık. Kötü bir şey mi bu?   

9 Mayıs 2016 Pazartesi

ÖRTÜ

09/05/2016 Pazartesi, Tire



Bu aralar uykuyu lüzumsuz görüp, çok az uyuyorum. Yazmak istiyorum. Yazarken hatalarım olsun. Hatalarım bana ders versin istiyorum. Yazmak için yaşamak lazım. Yaşamak derken sırça köşklerde bir elim yağda bir elim balda değil yaşamak maksadım.

Sabah kızçem bıraktı beni Gaziemir'e. İlk vasıtada yer olmadığı için yarım saat daha beklemem gerekecekti. Sabahın yolcuları fazla, servisin yeri azmış meğer. 8.00 otobüsünde şoförün arkasındaki ilk koltuğa yerleştim. Hemen doldu minibüs. Sonradan gelenler ayakta gitmeye razı. Şoför gelen yolcuları ne yer yok deyip geri gönderiyor ne de ileride trafik çevirmesinde ödeyeceği cezayı göze alıyor. Öyle yarım ağız yerimiz yok derken ayakta yolculuk etmek üzere binenlere sesini çıkartmıyor.

Orta yaşlı bir kadın sokuyor hantal gövdesini kapıdan içeri, üzerinde pardösü, başında hangi kültürün kalıntısı olduğunu hala çıkaramadığım bir bez örtü. Saçları görünmüyor, tek kılı bile... Şoföre soruyor "Oturam mı buraya?" Şoför sesini çıkarmıyor ama başıyla veriyor onayı. Yerleşiyor orta kapıda merdivenin yanına, plastik su şişelerinin konulduğu sandığın üzerine...

Az sonra sıcak basıyor muhteremi. Aslında yok o kadar bunaltıcı bir sıcak. Ama giymiş ya pardösüyü, sarmış ya kafasına naylon boneyi... Hele bir de günü özelse bilmem, basıyor işte ateşler birden. Rahat da durmaz, ister ki herkes ona uysun. "Kardeş, şu camı açar mısın biraz?" 

Şoför anlam veremiyor kadının bu talebine. Sarı kısa kollu bir tişört giymiş. Motorun sıcaklığından bile rahatsız değilken dönüp arkasına, soruyor bizimkine. "Sıcak mı oldu?"
"He, sıcak oldu!"
Yaz gelmedi henüz, o kafalarınızla daha çok sıcaklanacaksınız...

İşte budur yaşamak. Tahammül etmek bazı şeylere... Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sinde...

Bana mı ne oluyor? İsteyen istediğini giyer mi? Birbirimize tahammül etmek zorunda mıyız? İşin doğrusu ben kabul edemiyorum bunları hala. Ağır geliyor bu görüntüler bana, bu iki yüzlülük, yalakalık... Kardeş, madem örttün kafanı niye giyersin daracık pantolonu kıçına. Kıldan tahrik olan sizin takım oranızdan tahrik olmayacak mı şimdi?

Ülkemiz insanının hangi görüntüsüne bakıp tanıyacak yabancı? Hangi imaj canlanacak kafalarında "Türk" ve "Türkiye" denilince... İşte budur benim rahatsızlığım. Yabancılar Anadolu kadınını kenarları oyalı yemenisiyle, yazmasıyla bilsin. Dünyaya entegre olmuş modern giyimleri olsun şehir kadınlarının. Ne çok yakışmıştı onlara Atatürk'ün yanında o çağdaş kıyafetler... Çıkaralım ulusal kimliğimizi, kültürel zenginliğimizi dini kaygılar kuyusundan... Sökelim içimizden Arap kültürünü, dönelim aslımıza...

Yaylaya çıktım bu duygularla. Su deposu, bahçenin kayrak taşı döşemeleri tamamlanmış. Yakup Usta, Kadir'le birlikte ağaç budamaya ve bahçenin tanzimine girişmişler. Haftalıklarını verdim. Ağaç testeresinin benzini bitmiş. Dönüp onu aldım şehirden. Erikler olmuş, kirazlar da öyle. Ama çoğunu kuşlar götürmüş.

Oğlum geliyor yurt dışından bu sabah. Aylardır görmedik onu. Çok özledik... Bir an önce kavuşmayı bekliyoruz birbirimize...
   

AYNI TAS AYNI HAMAM

08/05/2016 Pazar, İzmir

Bugünü dinlenmeye ayırdık. Annelerin gününü kutladık.

Memlekette değişen bir şey yok. Yanlış politikaların faturasını masum vatandaşlar canlarıyla ödüyor. Cenazeler kalkmaya devam ediyor. Diğer taraftan siyaset kazanı kaynıyor yine. Davutoğlu kenara çekildi. Meral Akşener meydanlara çıktı. Düşük profil başbakan arandığını duyan yüzlerce partili yalakalık yarışına girdi. Bakalım şimdi ne çoraplar örülecek milletin başına. Siyaset bu ülkenin en anlamsız işi bana göre. Kulakları çınlasın Aysun Kayacı geliyor aklıma siyaset deyince. O dağdaki çobanın oyu ile kendi oyunun eşit olmasından rahatsız olmuştu. Ben de aynı fikirdeyim ama önemli olan o değil. Çobanların verdiği oylar değil iktidarı belirleyen, iktidar maalesef o çobanların güttüğü koyunların vermiş olduğu  oylarla belirleniyor.   

Öğleden sonra Türkçe'ye "Gizli Dünya" olarak çevrilen ve dört dalda Oscar'a aday gösterilen 2016 yapımı "Room" adındaki gerilim filmini izledik kızımla birlikte. Film Emma Donoghue'un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.

Akşam Tire'ye dönecektim ama gecikince gidişim sabaha kaldı. Salı sabaha karşı yurt dışından oğlum gelecek. Çok özledik onu.

DÖNÜŞÜM - FRANZ KAFKA


Kitabın Adı: DÖNÜŞÜM
Yazar: Franz KAFKA (1883, Prag)

Sayfa Sayısı: 118
Yayınevi: Avrupa Yakası Yayıncılık,  İlgi Yayınları
Basım Yılı: I. Baskı. 2015, İstanbul
Çeviri: Nida Asena Torun
Türü: Uzun Öykü

Kitap Hakkında: Yazar Franz KAFKA'nın en tanınmış eseri "Dönüşüm" ü kötü çeviri ve yazım hatalarına rağmen bir solukta okudum. Kitabı D&R dan aldığımız halde kalitesini düşüren onca hata içermesi bana başka bir şeyin önemini hatırlattı: Yayınevi. Maliyetleri aşağı çekebilmek için her yayıncının kaliteden ödün vereceğini sanmıyorum. Bundan böyle birden fazla yayıncısı olan kitaplarda yayınevi faktörüne daha fazla dikkat edeceğim.

Kitaba gelince; gerçek üstü ögelerin kullanıldığı öyküde önemli mesajlar veriliyor. Yüzeysel bakıldığında kitap, anlaşılması kolay bir masal gibi. Ancak bir diğer bir boyuttan bakıldığında toplum ve aile kurumunun acımasızlığı gözler önüne serilmiştir. Kitap yazarın aile hayatından izler taşımaktadır. 

Üçüncü tekil şahısla aktarılan öykü ele aldığı konuların yanı sıra yazım tekniği bakımından da akılda kalıcı yer eder. Burjuvazinin acımasız kurallarını, toplum içinde insan olabilmenin zorluklarını farklı bir pencereden ele alır. Yahudi ailenin bir çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, özgürlüğe duyulan özlemi ve bunun için ödenen bedeli kendine has üslubuyla okura aktarmaktadır.

Öykünün baş kahramanı Gregor kumaş pazarlamacısı olarak yorucu bir işte çalışırken ailesinin bütün sorumluluğunu tek başına üstlenmiştir. Kabuslar içinde geçen bir gecenin sabahına uyandığında hamam böceğine dönüştüğünü fark eder. Görünümü her ne kadar böceğe benzese de o, insan gibi düşünmeye devam etmektedir. Dönüşüm gerçekleştikten sonra başta ailesi olmak üzere iş hayatı ve diğer insanlarla olan ilişkileri gözler önüne serilir. Öyküde annesi, babası ve araları çok iyi olan kız kardeşinin dönüşümden sonra kendisinden bir beklentilerinin kalmadığı için Gregor'a sırtlarını döndükleri, onu ölüme terk ettikleri başarılı bir şekilde anlatılıyor. 

Dönüşümün kahramanı Gregor, gördüğü bütün haksızlık ve kötü davranışlara rağmen iyilik timsali, başkası hakkında olumsuz düşünceleri bulunmayan, ailesine düşkün, patronuna saygılı ve günün koşullarına göre ideal bir insan olarak sunuluyor. Dönüşüm yazarın gözünde baskılardan kaçış ve özgürlük bir bakımdan. Ancak özgürlüğün insanlar için iyi bir şey olmadığını öğreniyor. Özgürlüğün sadece hayvanlara mahsus olduğunu düşünen yazar bunun da bir bedeli olduğu düşüncesinde.

Kitabı zevkle okudum. Kafka'yı ve dönemin sosyal yaşantısını daha iyi anlamamı sağladı. Kullanılan dil ve sıra dışı anlatım şekli hoşuma gitti. Öyküde yer verilen bir başka figür evdeki hizmetçi. Yaşam mücadelesi verilen evde hizmetçi çalıştırmak bir çelişki gibi görünse de, aslında bu bir çelişki değil, ailesini rahat ettirebilmek için Gregor'un hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığının göstergesidir.

8 Mayıs 2016 Pazar

DÖNÜŞ

07/05/2016 Cumartesi, Salzburg-Viyana-İstanbul

Her güzelliğin başı olduğu gibi bir de sonu var. Yeni yerler görüp eğlendiğimiz, yeni şeyler öğrendiğimiz, kafamızı dinlendirdiğimiz bir gezinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Otelde eşyalarımızı toplarken burukluk çöküyor üzerime. Bu şehirden ayrılmak sevilen bir tatlının ağızda eriyen son parçasını yutmak gibi bir his uyandırıyor içimde...

Tarihi, doğal güzellikleri, kültürü ile bir hafta boyunca yaşadığımız en güzel anları yerleştiriyoruz hafızamızın en mutena köşelerine. Bu zevk sarhoşluğu içinde beni kendime getiren otelden ayrılırken yaşadığımız Salzburg-Viyana biletlerini arama telaşıydı. Muhafaza edilmesi gereken önemli belgeleri daima ulaşılması güç yerlere koyar, lazım olduğu vakit bulmakta güçlük çekeriz. Eğer bir de zamana karşı yarışıyorsak, panik kaçınılmaz olur. Treni kaçırırsak, uçak da kaçacak... Acaba yeni bilet bulabilecek miyiz? Tam umutların tükendiği andı eşimin çantamdan çıkan biletleri gösterdiği an... Nasıl olduysa her şart altında sükunetini muhafaza etme becerisini gösteren ben bile fena halde paniklemiş iken her daim panik halindeki eşim son derece sakin bir şekilde davranmış ve sonuca ulaşmıştı.

Bu badireyi kazasız belasız atlattıktan sonra tren yolculuğumuz başladı. Gelirken ÖBB'nin  ücretsiz internet erişimi sağlayan Railjet treni ile ekspres kalitesinde bir yolculuk yapmış iken dönüşte aynı şirketin IC (InterCity) treni ile seyahatte internet bağlantısı yoktu ve yolumuz üstündeki birçok yerde iki dakikalık duruşlar oldu. Diğer taraftan koltuklar rahat pencereler daha ferahtı. Elimizde kitaplarımız olduğu halde yemyeşil doğa manzaralarını seyredebilmek için okumayı bıraktık. Yol boyunca akarsular, göller, köy ve ormanlar birbiri ardına gözümüzün önünde sıralandılar. Üç saat süren bu yolculukla ilgili rahatsızlık veren tek şey, her istasyona yaklaşma esnasında kötü sesli bir kadın tarafından yapılan bilgi amaçlı anonslardı. 

Biletimiz Viyana şehir garına kadar geçerli olduğundan kondüktöre fark ödeyip havalimanına kadar aktarmasız gittik. Viyana Havalimanı oldukça geniş bir alana yayıldığı için yoğunluk yaşanmıyor. Online check-in yaptırdığım için sıraya girmeden valizimizi verip bir kafede karnımızı doyurduk. 

Uçağımız zamanında kalktı. Anadolu Üniversitesi konservatuvar öğrencilerinden seksen kişilik bir grup dışında yolcuların çoğu işçi aileleri ve öğrencilerden oluşuyor. Oldukça az sayıda yabancı var uçakta. Benim solumda oturan orta yaşı geçmiş kadın, küçük dünyaları ben yarattım edasıyla çevresini süzüyor. Öğrencilerden birine laf atıp sohbet başlatması sayesinde kendi hayatını anlatma imkanı buluyor. Sohbeti kısa kesmemek için gençlerin ilgi alanından dem vuruyor önce. "Geçen geldiğimde Fazıl Say'ı dinlemiştim." Çocuklar "Ya öylemi? nerede?" falan diye ilgi gösterir gibi olunca, "Benim damadım Avusturyalı, eşimin kız kardeşi de  doktor otuz beş yıldır Viyana'da oturuyor. Ben yılda üç beş sefer mutlaka gelirim konser dinlemeye buraya..."

Teyzemi bırakıp kitabımı okumaya başlıyorum. Franz Kafka'nın "Dönüşüm" üne başlamıştım. Yolculuk esnasında uyumaz, okuyabilirsem bitecek gibi görünüyor. Kitabın kahramanı Gregor, bir sabah uyandığında hamam böceğine dönüşüyor. Gregor'un bu dönüşümden sonra yaşadıklarını ilgiyle okusam da arada uykuya yenik düşüyor ve gözlerim kapanıyor. Kısa bir süre geçtikten sonra yanımdaki kadına bakıyor onu Gregor olarak hayal ediyorum. Bu benim uykulu halimden sıyrılmama yetiyor. Kesintiler halindeki uyku ve okuma seanslarından sonra uçağın anonsu duyuluyor. "Sayın yolcularımız İstanbul Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı için alçalmaya başlıyoruz..." Birkaç sayfa kalmış geriye. Onu da İzmir uçağında okurum nasıl olsa.

Uçağın tekerlekleri piste değer değmez bir alkış kopuyor. İşçi ailelerinin geliştirdiği eşi benzeri olmayan bir kültür bu. Kanlarına işlemiş, nesiller boyunca. Dillerini unutsalar bile yere konduklarında alkışlamayı asla unutmayacaklar. 

İstanbul'a indikten sonra pasaport kontrolünden geçiyoruz. İzmir uçağımız önce yirmi dakika rötar yapıyor. Sonra otuz dakika pistte sıramızı bekliyoruz. İzmir'e vardığımızda saat 02.00 yi geçiyor. Kızım karşılıyor bizi. Tatlı bir yorgunluk içinde evin yolunu tutuyoruz.        

7 Mayıs 2016 Cumartesi

SALZBURG: AŞK KADAR TATLI, ÖPÜCÜK KADAR YUMUŞAK

06/05/2016 Cuma, Salzburg


Bugün şehri rahat bir şekilde gezebilecek kadar zamanımız olduğunu düşünüyorum. Hava o kadar güzel ki anlatamam. Güneş şehri pırıl pırıl aydınlatıyor. Bugün ideal bir hava sıcaklığı var, ne üşütüyor ne de terletiyor. Kahvaltıdan sonra biraz şehre karışalım deyip nehir kıyısından iç taraftaki sokaklara sapıyoruz. Türkler burayı da abluka altına almış. Tesettür giyiminden, altın ziynet eşyası satan kuyumcularına, döner kebapçılarından bildiğimiz kahvehanelere kadar ne ararsanız var. Yolda yürürken yanından Türkçe konuşan birine rastlamazsanız eğer sürpriz olur. Hemen hepsi kafaları kapalı işçi aileleri.

Çin malları bu memleketi bile sarmış. Hem sıradan hem de turistlere hediyelik eşya satan  yerlerde Çin malı ürünlerle karşılaşabilirsiniz. Fakat satılan eşyaların çoğu Alman menşeli. Bunu gayet doğal karşılamak lazım zira kuzeyde iki ülke arasını Salzburg'un ortasından geçen Salzach Nehri ayırıyor. Dilleri de aynı olunca neredeyse birbirlerinin içine girmişler. Almanların katı kuralları burada aynen uygulanıyor. Çok kişi İngilizce bilmesine rağmen levhalar, afişler ve duyuruların hemen hepsi sadece Almanca yazılmış. İnsan yazılanı anlamayınca kendinde eksiklik hissediyor. Yine de dillere olan aşinalığım sayesinde durumu kurtarıyorum. Adamlar işte böyle sahip çıkıyorlar dillerine...

Salzburg beni bir konuda çok şaşırttı ve insanlarını bana bu yüzden sevdirdi. Şehir sakinlerinin yapısal olarak soğuk ve ketum Almanlara benzediğini düşünüyordum. Ancak sokak ortasında önüme açtığım haritayı incelerken bir değil, iki değil tam üç kere yaşlıca teyze ve amcalar yanımıza kadar gelip "Sormak istediğiniz bir şey varsa yardımcı olayım" demeleri beni tam anlamıyla şoka uğrattı. Bu yakın ilgilerinden dolayı şehre verdiğim puanlara bir yıldız daha eklendi.


Gelelim turumuza... Dünkü genel keşif gezimizden sonra bugün detaylara gireceğiz. Önce şehir içinde tek katlı bir AVM ye giriyoruz. burası. Burada bizdeki "bir milyoncular" gibi, çamaşır ipinden el fenerine kadar ne ararsan var. Ülke geneline göre daha hesaplı olsa da fiyatlar Türkiye rayiçlerine göre yüksek. 

Mirabell bahçelerine doğru yürüyoruz. Niyetimiz önce nehrin sağ yakasını tamamlamak. Dün nehir kıyısını takip ederek otelimize dönerken arka cephesini gördüğümüz 1863-1867 tarihleri arasında yapılan Evangelist Kilisesinin bu kez önünden geçiyoruz. Sarayı dün görmüştük. Bu yüzden bahçeye girmeden parkın içinden ilerliyoruz. Burada bulunan ağaç ve çiçek türlerinden hiç görmediklerimiz var. Park çıkışında karşılaştığımız geniş alan Mozart Meydanı. Meydana bakan görkemli bina ise Hotel Bristol. Tam karşımızda iki kule ve bir kubbeden oluşan Holy Trinity Kilisesini görüyoruz. 1694-1702 yılları arasında inşa edilen kilise üçlü inanışı (teslis) yani baba, oğul ve kutsal ruhu temsil ediyor. Viyana'da olduğu gibi buradaki tarihi yapıların kapı üstlerinde latince yazılar var. Dar sokaklara açılan avlular ve meydanları kafeler işgal etmiş. Hava da güzel olunca boş masa bulmak hayli güç. Tatlısından tuzlusuna Avusturya mutfağı ağırlığını hissettiriyor ancak İtalyan lokantaları da azımsanmamalı. Burger sandviç satan fast food'çular yok değil ama çok fazla dikkat çektiklerini söylemek doğru olmaz.

Tarihi ve dar sokak aralarından dükkanlara baka baka yürüyoruz. Pasaj içlerinde hediyelik eşya satan butik dükkanlar var. Bu şehirde doğan Mozart en önemli figür. Ne tür hediyelik eşya alırsanız alın mutlaka üzerinde ünlü bestecinin ya çocukluk ya da erişkin resmini göreceksiniz. Bazı meydanlarda yerden fıskiyelerle su fışkırıyor. Fıskiyelerdeki su bazen kesiliyor, bazen azalıyor ve bu şekilde güzel bir ahenk oluşuyor. Pastane, lokanta ve dükkanların genelinde sadece Mozart'ın eserleri çalınıyor. Dükkan isimleri duvardan dışarı doğru uzatılmış ferforje demir konsollardan sarkan levhalar üzerine yazılmış.  Doğrusunu söylemek gerekirse bu da hoş bir görüntü oluşturuyor.

Salzburg'un kendine has bir tatlısı var. Salzburger Nockerl! Yumurta sarısı, un, şeker, vanilya ve sütün birlikte yoğrulduğu ince hamurdan yapılan bu tatlı fırından çıktıktan sonra üzerine pudra şekeri ilavesiyle sıcak olarak sunuluyor. Tatlının üzerindeki üç çıkıntı Salzburg'un üç tepesini, beyaz pudra şekeri ise tepelere düşen karı temsil ediyor. On yedinci yüzyıldan bu yana yapılan bu tatlının güzelliğini tarif etmek için Fred Raymond'un "Season in Salzburg" adlı operetinde geçen "aşk kadar tatlı, öpücük kadar yumuşak" sözleri kullanılıyormuş.

Önümüze restore edilmek için iskele kurulmuş bir kilise çıkıyor. Aziz Sebastian Kilisesi. 1505-1512 yılları arasında inşa edilen kilisenin arkasında bir mezarlık bulunuyor. Bahçe içinde süslü kemer ve sütunlar, mermer heykeller görülmeye değer. Birçok ünlü ile birlikte Mozart'ın babası Leopold ile onun baba tarafından akrabaları burada yatıyor. Aziz Sebastian mezarlığının içinde Salzburg Piskopos Prensi Wolf Dietrich Raitenau'nun (1559-1617) bir de anıt mezarı bulunuyor.

Linz sokağı boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. Bu sokak son derece hareketli ve oldukça uzun. Hediyelik eşya ve mutfak ve pastacılık malzemeleri satan dükkanları geziyoruz.  

Yolun sonuna doğru sol tarafa dönen merdivenli bir sokak var. Yan duvarda çarmıha gerilmiş yara bere içindeki İsa heykelinin altında bir isim okuyoruz. "Joseph Mohr" (1792-1848) Hristiyan dünyasındaki Noel kutlamaları sırasında söylenen "Silent Night" adlı şarkının sözlerini yazan papazın adıymış bu. Doğduğu eve bu merdivenlerden çıkılıyor. Salzburg yöresinin neredeyse milli marşı olmuş ve dünyada ün kazanmış "Silent Night", alınan karar gereği Noel haftası haricinde radyoda çalınmıyormuş. Saat ikiye yaklaştı ve eşimin ayak ağrıları da yoğunlaştı. Salzach Nehrinin sağ sahilini bitiriyor ve sağ yakaya geçmek üzere meşhur kilitli köprüye doğru ilerliyoruz.

Bir an önce oturacak bir yer bulmalıyız. Karşı tarafa geçerken köprünün her iki tarafına bakıp güzel resimler çekiyoruz. Öyle güzel bir yeşil ki Salzach, bu renge bir isim koymalı. "Salzach Yeşili" ona çok yakışır mesela. 

Rathans Meydanını geçtikten sonra Getreidegasse (Tahılgeçidi) sokağında Die Teekanne (Demlik) adlı kafeye atıyoruz kendimizi. Aslında niyetimiz dondurma yemek ve biraz dinlenmek ancak sorduğumuzda dondurmanın olmadığını öğreniyoruz. Güzel pasta ve keklerin yanı sıra kahve çeşitleri bulunuyormuş. Eşim burada sachertorte denerken ben kendime melange kahve söyledim. İşin garibi burada yediği "sacher"i Viyana'da yediğimiz "original sachetorte"den daha güzel buldu eşim. Bazıları malını daha güzel boyamasını biliyor işte. Benim içtiğim kahve de hiç fena değildi yani.

Biraz dinlendikten sonra oradan çıkıp Herbert Von Karajan Meydanına doğru yürüyoruz. Meydanda ilk önce Atlı Havuz'u görüyoruz. Onun yanında Oyuncak Müzesi ve Aziz Blaise's Kilisesi var. Sokak aralarından Mönchsberg Asansörünün önüne geliyoruz. Asansörle çıkılan tepede, Seyir Terası, Modern Sanatlar Müzesi ve güzel bir kafe bulunuyor. Gidiş dönüş biletimizi alıp asansöre biniyoruz. Hızlı asansör onca yüksekliği kısa zamanda katederek bizi yukarı taşıyor. Tepeden Salzburg manzarası bir başka güzel. Şehrin buradaki manzarasına aşık olmamak mümkün değil!

Seyir platformundan sonra nehrin solundan aşağıya doğru bir orman yolu iniyor. Aralara seyir için piknik masaları ve sıralar yerleştirilmiş. Buradan iniş zevkli olurmuş ama daha görecek yerlerimiz olduğu için zaman kaybetmek doğru olmayacak. Eşim dinlenirken iki yüz metre kadar yürüyorum. Biraz daha ilerde beş yıldızlı otel ve bira içilebilecek bir kafe olduğu yazıyor tabelalarda. İlk seyir platformunda yer alan levhanın üzerinde 1669 yılında meydana gelen bir heyelandan bahsediliyor. 220 kişinin can verdiği bu felakette 13 ev ve bir kilise Salzach nehrine sürüklenmiş. O tarihten bu yana dik yamaçlar düzenli olarak dağcılar tarafından kontrol edilerek serbest kayalar kontrollü şekilde düşürülüyormuş. 

Mönchsberg Tepesinde manzara resmi çekmeye doyamıyoruz. Burada diğer bir atraksiyon ise İtalyan sanatçı Mario Merz'e ait. Ünlü matematikçi Leonardo da Pisa'nın (Fibonacci) buluşu olan bir matematik serisinden yola çıkarak yaptığı eser Merz'e 2003 yılında ödül kazandırmış. Adını "The Iglo" koyduğu bu çalışmada sanatçı 12 eğri çelik borunun üzerine flüoresan lambalar kullanmış.

Asansörle aşağı indikten sonra eski şehir merkezine doğru ilerlerken faytonlar dolaşıyor etrafımızda. Tarihi Üniversite Kütüphanesinin ve Festival Salonlarının önünden geçiyoruz. Reinhardt Meydanına geldiğimizde restore edilen Franziskaner Kilisesini geçip Dom Meydanına geliyoruz. Burada karşımıza çıkan Salzburg'un en görkemli yapıtı olan Dom Katedrali günümüze son noktayı koyuyor. Avrupanın en güzel ve en büyük katedrallerinden biri olan Dom'un güzelliğini anlatmaya kelimeler kafi gelmez. İçeride özel kıyafetler içindeki müzisyenler nefesli çalgılarla yapının müthiş akustiğinden faydalanarak gösteri yapıyorlar. 

Salzburg'ta son gördüğümüz yer Altın Küre ve Aziz Michael's Kilisesi. Altın Küre Mozart çikolatalarını temsil ediyormuş. Kürenin üzerinde ayakta bir insan figürü var. 

Mönchsberg Tepesinde beni beklerken eşim açlığına yenik düşerek bisküvi ile karnını doyurunca akşam canı yemek istemedi. Ama ben allem ettim kallem ettim dönüş yolumuzu Mozart'ın doğduğu evin önünden geçecek şekilde ayarladım. Hazır oradan geçerken hemen yanındaki Nordsee'ye girdik. Buz gibi Viyana birasının yanında bir tabak "Mussel" salatası yedim. Böyle bir sos olamaz! Bayıldım.

Bugün belki de gezinin en güzel günüydü bizim için. Güzel havanın etkisi büyüktü büyük olmasına ama yine de Salzburg her mevsimde güzel olması muhtemel bir şehir...