KATEGORİLER

13 Mayıs 2016 Cuma

ALAÇATILI

12/05/2016 Perşembe, İzmir-Tire

Kontrol için bugün hastaneye uğramamız gerektiğini söyleyen doktor belli bir saat vermemişti bize. Çok acele etmedik bu yüzden. Eve tekrar uğramanın anlamsızlığını düşünüp eşyalarımızı arabaya yükledik. Dün ameliyattan çıkıp eve döndüğümüzde ağrısı vardı biraz. Yemeğini yiyip ağrı kesici aldıktan sonra sıkıntısız geçti gece. Sabahleyin uyandığında biraz kanlanmış olsa da mutlu açtı gözlerini, numarası sıfırlanmış gibiydi. Oğlumun artık gözlüğe ihtiyacı olmayacak!


Hastanede değişik cihazlarla yapılan kontroller beklendiği üzere operasyonun başarıyla sonuçlandığını kanıtladı. Oradan çıkıp dönüş yoluna koyulduğumuzda alışılmışın dışında bir trafik yoğunluğu vardı. Şehir dışına çıkana kadar bayağı bir zaman kaybettik.

Karabağlar' dan geçerken yayla ile ilgili bazı işlerimizi hallettik. Tam o sırada mutfakçı telefon etti. Eğer bizim için de uygunsa Pazartesi günü montaja geleceklermiş. Beklediğimizi söyledik. Neredeyse on gündür dışarıda olmamızdan dolayı işler birikti. Yarın sabahtan itibaren yukarıda hareket yine başlayacak...

Dün okumaya yeni başladığım bir kitaptan bahsetmiştim size. "Alaçatılı" adlı romanın yazarını şimdiye kadar bilmeyişimin verdiği utanç onun Çeşmeli olduğunu öğrenmemden sonra ikiye katlandı.  Mehmet Culum'un  üç romanından ikincisi olan Alaçatılı, muazzam bir araştırma, olağanüstü kalem gücünün eseri. Senaryolaştırılıp beyaz perdeye aktarılacak bir roman. Culum, her ne kadar romanda adı geçen kişilerin hayal mahsulü olduğunu söylese de, ben bunu pek doğru bulmuyorum. Zira konu, mekan ve kahramanlar o kadar güzel anlatılmış ki okur kendisini bir hayal aleminin içinde buluyor. Kendine soruyor gerçek olan ben miyim yoksa romandakiler mi?  Roman kahramanlarından Ömer ve Hollandalı karısı Jane'i ele alalım mesela. Bu karakterler yazarın ve karısının ta kendisi. Bunu yazarın özgeçmişinde buluyorsunuz. Sadece isimler değişmiş: Mehmet olmuş Ömer, karısı Hollandalı Jeanne olmuş Hollandalı Jane. 1948 doğumlu yazar ilk romanı Azab Ağa'yı 2004 yılında yazmış. Büyük zevk alarak okumaya devam ediyorum.     

12 Mayıs 2016 Perşembe

MOR ÇİÇEKLİ EV

11/05/2016 Çarşamba, İzmir

Gece geç yatınca sabah uykusu tatlı geliyor. Fakat bugün erken kalkmamız lazım. Oğlumuzun doktorla randevusu var. Lazerle çizdirip gözlerini atacak gözlükleri. Randevuyu kızım ayarlamıştı iki ay kadar önce katarakt ameliyatı olduğum doktordan.

Hiç ihtimal vermiyordum operasyonun bugün olacağına. Muayene olduktan sonra engel bir durumun olmadığı anlaşılınca ameliyat zamanı konuşulmaya başlandı. Oğlumun üç hafta kadar izninin olduğunu öğrendikten sonra doktorun bize dönüp "Hemen bugün mü ameliyat olsun istiyorsunuz?" sorusunu yöneltmesi sürpriz oldu. Şaşkın bir vaziyette "Neden olmasın?" deyince saat 17.00'de hazır olmamızı istedi. 

Hastaneden çıkıp Kıbrıs Şehitleri Caddesine doğru yürümeye başladık. Bir yerde oturup karnımızı doyurduktan sonra ara sokaklardan birine saptık. Cephesi mor çiçeklerle bezenmiş eski ve güzel bir Rum evi olan Must Gastropub'ın önünden geçerek Kordon'a doğru uzandık. Denizle arasında sadece faytonların dolaştığı bir caddenin bulunduğu sıra sıra dizilmiş balık lokantaları, birahaneler uzun zamandır yoklar. Dağlardan taşınan dolgularla denizi iyice uzaklaştırdılar lokantalardan. Bu bölge artık içinde "kahve" adı geçen ve serpme kahvaltı veren kafelerle dolmuş. Kahve Dünyası, Kahve Durağı, Kahve Molası... daha niceleri. Caz müziği çalan bir bara oturduk. Karşımızdaki tabelaya tam elli iki çeşit bira bulundurduklarını yazmışlar. Garson biralarımızı getirdi. Ancak henüz biralarınız masaya kavuşmadan tepsi kaydı elinden, biraların hepsi yerde... Utanıp özür dileyerek yenilerini almaya gitti. 

Randevu saatine kadar burada oyalandık. Daha sonra zamanı gelince kalkıp hastane yolunu tuttuk. Her şey yolunda gitti. İki saatten daha kısa bir süreyi hastanede geçirip evimize döndük. 3-4 saat gözler kapalı kalacakmış. Yarın sabah kontrol için uğrayıp oradan Tire'ye dönmeyi düşünüyoruz.

Güzel bir kitaba başladım. "Alaçatılı". Bizim buraları anlatıyor, Türklerle Rumların peş peşe gelen göçlerini, komşuluklarını, yoldaşlıklarını, aşklarını... O kadar sıcak bir dili var ki kitabın yazarı 1948 Çeşme doğumlu Mehmet Culum'un...     

11 Mayıs 2016 Çarşamba

KOKOREÇ KOKO KOKO

10/05/2016 Salı, İzmir

Dün gece döndüm İzmir'e. Oğlum gelecek ya, o bakımdan. İşler duruversin azıcık.
Sabah 8.30 da havaalanında olacak diye mesaj çekmiş. Başka bir bilgi yok elimizde. Hani bir aksilik çıksa havayolu şirketini bile bilmiyoruz. Gençler hep böyle şimdi, "Bir şey olmaz" diyorlar... Aslında ben de hep olumlu düşünürüm ama konu evlat olunca her şeyi düşünmek zorunda kalıyoruz. Neyse ki bir şey olmadı ve aslan parçamız tam zamanında geldi. Annesiyle birlikte karşıladık havaalanından. Annesi ilk defa çayını içmedi, kahvaltı etmedi oğluşu gelene kadar. Normal şartlarda tahammül etmesi mümkün değildi.

Birlikte kahvaltı ettik. Hasret giderdik, sohbet ettik. Sekiz ay dile kolay. Sonra gitti odasına, uyudu biraz, yol yorgunu malum. Annesi sabah serinliğinde üşürsün diyecek oldu, "Ben zaten üşüyecek yer arıyorum." diye cevap verdi. Umman'da çoktan sıcaklar başlamış, üşümeyi özlemiş!

O uyurken, blog dünyasına daldım. Yeni yazarlar keşfettim. Çok güzel yazanlar var aralarında. O yazı, bu yazar derken nereden geldiğimi, nereye gittiğimi unuttum. Okuyamadıklarım ise içimde ukde kaldı.

Akşama doğru kızım geldi. Çekirdek aile tamamlandı. İki kardeş birlikte sinemaya gittiler. "Sana göre değil bizim seyredeceğimiz film" dediler, beni almadılar yanlarına. Böyle işte hayat. Bir anda tersine döner. Hoş, ben de istekli değildim çok. Eşim evde rahatsız belinden. Ne olur ne olmaz, yalnız bırakılmaz.

Eskiden beri her İzmir'e gelişimde, en azından bir sefer, ya midye dolması yerdim ya da kokoreç. Bu aralar pirinçle arayı soğutturdu eşim bana. Ona ve kızıma göre bende şeker başlangıcı varmış. Yani şeker hastası olabilirmişim dikkat etmezsem yediğime, içtiğime. Ben inanmıyorum tabii bu dediklerine, hepsi tevatürden ibaret. Ama yine de kokoreç yemeyi tercih ediyorum midyenin yerine. Hem midye dolma yersem eğer, nerede duracağımı bilemeyebilirim, kendimi kaybeder çok fazla yiyebilirim. 

Çıktım evden dışarı, sadece kokoreç yemek için. Her yerden yenilmez böyle şeyler tabii. Sabit bir yerin olacak! Birkaç sefer yerinde görememiştim adamımı. Bu akşam da yerinde yok. Acaba ne oldu ki? Son günlerde bırakacağını söylüyordu bu işi. Hiç işime gelmedi bu düşüncesi. O kadar güzel yapıyor, hakkını veriyor ki! Baktım sağıma soluma, adamın ne kendisi ne de üç tekerlekli motoru var yerinde. 

Kafaya taktım ya, ben bu akşam kokorecimi yerim arkadaş. Eskiden sigaram bittiğinde gece yarısı, nöbetçi büfe arardım Ankara'da. Sigarayı bıraktım, kurtuldum ama aynı isteği şimdi kokoreç için duyuyorum. Ta Üçkuyular Meydanından aşağı kadar yürüdüm. Gözlerim caddenin iki yanında, sokak aralarında boşuna bir kokoreç arabası aradı. Derin derin kokladım havayı, ama hiç kokoreç kokusu yoktu havada. Naçar döndüm gerisin geriye.

Oturdum bilgisayarın başına. Viyana gezimizin resimlerini bloğumda yayımlamak için çalışmaya başladım. Çocuklar geldiler, uyudular ve ben hala buradayım... Blog yazmak kokoreç, midye dolması yemek gibi bir şey oldu benim için artık. Kötü bir şey mi bu?   

9 Mayıs 2016 Pazartesi

ÖRTÜ

09/05/2016 Pazartesi, Tire



Bu aralar uykuyu lüzumsuz görüp, çok az uyuyorum. Yazmak istiyorum. Yazarken hatalarım olsun. Hatalarım bana ders versin istiyorum. Yazmak için yaşamak lazım. Yaşamak derken sırça köşklerde bir elim yağda bir elim balda değil yaşamak maksadım.

Sabah kızçem bıraktı beni Gaziemir'e. İlk vasıtada yer olmadığı için yarım saat daha beklemem gerekecekti. Sabahın yolcuları fazla, servisin yeri azmış meğer. 8.00 otobüsünde şoförün arkasındaki ilk koltuğa yerleştim. Hemen doldu minibüs. Sonradan gelenler ayakta gitmeye razı. Şoför gelen yolcuları ne yer yok deyip geri gönderiyor ne de ileride trafik çevirmesinde ödeyeceği cezayı göze alıyor. Öyle yarım ağız yerimiz yok derken ayakta yolculuk etmek üzere binenlere sesini çıkartmıyor.

Orta yaşlı bir kadın sokuyor hantal gövdesini kapıdan içeri, üzerinde pardösü, başında hangi kültürün kalıntısı olduğunu hala çıkaramadığım bir bez örtü. Saçları görünmüyor, tek kılı bile... Şoföre soruyor "Oturam mı buraya?" Şoför sesini çıkarmıyor ama başıyla veriyor onayı. Yerleşiyor orta kapıda merdivenin yanına, plastik su şişelerinin konulduğu sandığın üzerine...

Az sonra sıcak basıyor muhteremi. Aslında yok o kadar bunaltıcı bir sıcak. Ama giymiş ya pardösüyü, sarmış ya kafasına naylon boneyi... Hele bir de günü özelse bilmem, basıyor işte ateşler birden. Rahat da durmaz, ister ki herkes ona uysun. "Kardeş, şu camı açar mısın biraz?" 

Şoför anlam veremiyor kadının bu talebine. Sarı kısa kollu bir tişört giymiş. Motorun sıcaklığından bile rahatsız değilken dönüp arkasına, soruyor bizimkine. "Sıcak mı oldu?"
"He, sıcak oldu!"
Yaz gelmedi henüz, o kafalarınızla daha çok sıcaklanacaksınız...

İşte budur yaşamak. Tahammül etmek bazı şeylere... Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sinde...

Bana mı ne oluyor? İsteyen istediğini giyer mi? Birbirimize tahammül etmek zorunda mıyız? İşin doğrusu ben kabul edemiyorum bunları hala. Ağır geliyor bu görüntüler bana, bu iki yüzlülük, yalakalık... Kardeş, madem örttün kafanı niye giyersin daracık pantolonu kıçına. Kıldan tahrik olan sizin takım oranızdan tahrik olmayacak mı şimdi?

Ülkemiz insanının hangi görüntüsüne bakıp tanıyacak yabancı? Hangi imaj canlanacak kafalarında "Türk" ve "Türkiye" denilince... İşte budur benim rahatsızlığım. Yabancılar Anadolu kadınını kenarları oyalı yemenisiyle, yazmasıyla bilsin. Dünyaya entegre olmuş modern giyimleri olsun şehir kadınlarının. Ne çok yakışmıştı onlara Atatürk'ün yanında o çağdaş kıyafetler... Çıkaralım ulusal kimliğimizi, kültürel zenginliğimizi dini kaygılar kuyusundan... Sökelim içimizden Arap kültürünü, dönelim aslımıza...

Yaylaya çıktım bu duygularla. Su deposu, bahçenin kayrak taşı döşemeleri tamamlanmış. Yakup Usta, Kadir'le birlikte ağaç budamaya ve bahçenin tanzimine girişmişler. Haftalıklarını verdim. Ağaç testeresinin benzini bitmiş. Dönüp onu aldım şehirden. Erikler olmuş, kirazlar da öyle. Ama çoğunu kuşlar götürmüş.

Oğlum geliyor yurt dışından bu sabah. Aylardır görmedik onu. Çok özledik... Bir an önce kavuşmayı bekliyoruz birbirimize...
   

AYNI TAS AYNI HAMAM

08/05/2016 Pazar, İzmir

Bugünü dinlenmeye ayırdık. Annelerin gününü kutladık.

Memlekette değişen bir şey yok. Yanlış politikaların faturasını masum vatandaşlar canlarıyla ödüyor. Cenazeler kalkmaya devam ediyor. Diğer taraftan siyaset kazanı kaynıyor yine. Davutoğlu kenara çekildi. Meral Akşener meydanlara çıktı. Düşük profil başbakan arandığını duyan yüzlerce partili yalakalık yarışına girdi. Bakalım şimdi ne çoraplar örülecek milletin başına. Siyaset bu ülkenin en anlamsız işi bana göre. Kulakları çınlasın Aysun Kayacı geliyor aklıma siyaset deyince. O dağdaki çobanın oyu ile kendi oyunun eşit olmasından rahatsız olmuştu. Ben de aynı fikirdeyim ama önemli olan o değil. Çobanların verdiği oylar değil iktidarı belirleyen, iktidar maalesef o çobanların güttüğü koyunların vermiş olduğu  oylarla belirleniyor.   

Öğleden sonra Türkçe'ye "Gizli Dünya" olarak çevrilen ve dört dalda Oscar'a aday gösterilen 2016 yapımı "Room" adındaki gerilim filmini izledik kızımla birlikte. Film Emma Donoghue'un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.

Akşam Tire'ye dönecektim ama gecikince gidişim sabaha kaldı. Salı sabaha karşı yurt dışından oğlum gelecek. Çok özledik onu.

DÖNÜŞÜM - FRANZ KAFKA


Kitabın Adı: DÖNÜŞÜM
Yazar: Franz KAFKA (1883, Prag)

Sayfa Sayısı: 118
Yayınevi: Avrupa Yakası Yayıncılık,  İlgi Yayınları
Basım Yılı: I. Baskı. 2015, İstanbul
Çeviri: Nida Asena Torun
Türü: Uzun Öykü

Kitap Hakkında: Yazar Franz KAFKA'nın en tanınmış eseri "Dönüşüm" ü kötü çeviri ve yazım hatalarına rağmen bir solukta okudum. Kitabı D&R dan aldığımız halde kalitesini düşüren onca hata içermesi bana başka bir şeyin önemini hatırlattı: Yayınevi. Maliyetleri aşağı çekebilmek için her yayıncının kaliteden ödün vereceğini sanmıyorum. Bundan böyle birden fazla yayıncısı olan kitaplarda yayınevi faktörüne daha fazla dikkat edeceğim.

Kitaba gelince; gerçek üstü ögelerin kullanıldığı öyküde önemli mesajlar veriliyor. Yüzeysel bakıldığında kitap, anlaşılması kolay bir masal gibi. Ancak bir diğer bir boyuttan bakıldığında toplum ve aile kurumunun acımasızlığı gözler önüne serilmiştir. Kitap yazarın aile hayatından izler taşımaktadır. 

Üçüncü tekil şahısla aktarılan öykü ele aldığı konuların yanı sıra yazım tekniği bakımından da akılda kalıcı yer eder. Burjuvazinin acımasız kurallarını, toplum içinde insan olabilmenin zorluklarını farklı bir pencereden ele alır. Yahudi ailenin bir çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, özgürlüğe duyulan özlemi ve bunun için ödenen bedeli kendine has üslubuyla okura aktarmaktadır.

Öykünün baş kahramanı Gregor kumaş pazarlamacısı olarak yorucu bir işte çalışırken ailesinin bütün sorumluluğunu tek başına üstlenmiştir. Kabuslar içinde geçen bir gecenin sabahına uyandığında hamam böceğine dönüştüğünü fark eder. Görünümü her ne kadar böceğe benzese de o, insan gibi düşünmeye devam etmektedir. Dönüşüm gerçekleştikten sonra başta ailesi olmak üzere iş hayatı ve diğer insanlarla olan ilişkileri gözler önüne serilir. Öyküde annesi, babası ve araları çok iyi olan kız kardeşinin dönüşümden sonra kendisinden bir beklentilerinin kalmadığı için Gregor'a sırtlarını döndükleri, onu ölüme terk ettikleri başarılı bir şekilde anlatılıyor. 

Dönüşümün kahramanı Gregor, gördüğü bütün haksızlık ve kötü davranışlara rağmen iyilik timsali, başkası hakkında olumsuz düşünceleri bulunmayan, ailesine düşkün, patronuna saygılı ve günün koşullarına göre ideal bir insan olarak sunuluyor. Dönüşüm yazarın gözünde baskılardan kaçış ve özgürlük bir bakımdan. Ancak özgürlüğün insanlar için iyi bir şey olmadığını öğreniyor. Özgürlüğün sadece hayvanlara mahsus olduğunu düşünen yazar bunun da bir bedeli olduğu düşüncesinde.

Kitabı zevkle okudum. Kafka'yı ve dönemin sosyal yaşantısını daha iyi anlamamı sağladı. Kullanılan dil ve sıra dışı anlatım şekli hoşuma gitti. Öyküde yer verilen bir başka figür evdeki hizmetçi. Yaşam mücadelesi verilen evde hizmetçi çalıştırmak bir çelişki gibi görünse de, aslında bu bir çelişki değil, ailesini rahat ettirebilmek için Gregor'un hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığının göstergesidir.

8 Mayıs 2016 Pazar

DÖNÜŞ

07/05/2016 Cumartesi, Salzburg-Viyana-İstanbul

Her güzelliğin başı olduğu gibi bir de sonu var. Yeni yerler görüp eğlendiğimiz, yeni şeyler öğrendiğimiz, kafamızı dinlendirdiğimiz bir gezinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Otelde eşyalarımızı toplarken burukluk çöküyor üzerime. Bu şehirden ayrılmak sevilen bir tatlının ağızda eriyen son parçasını yutmak gibi bir his uyandırıyor içimde...

Tarihi, doğal güzellikleri, kültürü ile bir hafta boyunca yaşadığımız en güzel anları yerleştiriyoruz hafızamızın en mutena köşelerine. Bu zevk sarhoşluğu içinde beni kendime getiren otelden ayrılırken yaşadığımız Salzburg-Viyana biletlerini arama telaşıydı. Muhafaza edilmesi gereken önemli belgeleri daima ulaşılması güç yerlere koyar, lazım olduğu vakit bulmakta güçlük çekeriz. Eğer bir de zamana karşı yarışıyorsak, panik kaçınılmaz olur. Treni kaçırırsak, uçak da kaçacak... Acaba yeni bilet bulabilecek miyiz? Tam umutların tükendiği andı eşimin çantamdan çıkan biletleri gösterdiği an... Nasıl olduysa her şart altında sükunetini muhafaza etme becerisini gösteren ben bile fena halde paniklemiş iken her daim panik halindeki eşim son derece sakin bir şekilde davranmış ve sonuca ulaşmıştı.

Bu badireyi kazasız belasız atlattıktan sonra tren yolculuğumuz başladı. Gelirken ÖBB'nin  ücretsiz internet erişimi sağlayan Railjet treni ile ekspres kalitesinde bir yolculuk yapmış iken dönüşte aynı şirketin IC (InterCity) treni ile seyahatte internet bağlantısı yoktu ve yolumuz üstündeki birçok yerde iki dakikalık duruşlar oldu. Diğer taraftan koltuklar rahat pencereler daha ferahtı. Elimizde kitaplarımız olduğu halde yemyeşil doğa manzaralarını seyredebilmek için okumayı bıraktık. Yol boyunca akarsular, göller, köy ve ormanlar birbiri ardına gözümüzün önünde sıralandılar. Üç saat süren bu yolculukla ilgili rahatsızlık veren tek şey, her istasyona yaklaşma esnasında kötü sesli bir kadın tarafından yapılan bilgi amaçlı anonslardı. 

Biletimiz Viyana şehir garına kadar geçerli olduğundan kondüktöre fark ödeyip havalimanına kadar aktarmasız gittik. Viyana Havalimanı oldukça geniş bir alana yayıldığı için yoğunluk yaşanmıyor. Online check-in yaptırdığım için sıraya girmeden valizimizi verip bir kafede karnımızı doyurduk. 

Uçağımız zamanında kalktı. Anadolu Üniversitesi konservatuvar öğrencilerinden seksen kişilik bir grup dışında yolcuların çoğu işçi aileleri ve öğrencilerden oluşuyor. Oldukça az sayıda yabancı var uçakta. Benim solumda oturan orta yaşı geçmiş kadın, küçük dünyaları ben yarattım edasıyla çevresini süzüyor. Öğrencilerden birine laf atıp sohbet başlatması sayesinde kendi hayatını anlatma imkanı buluyor. Sohbeti kısa kesmemek için gençlerin ilgi alanından dem vuruyor önce. "Geçen geldiğimde Fazıl Say'ı dinlemiştim." Çocuklar "Ya öylemi? nerede?" falan diye ilgi gösterir gibi olunca, "Benim damadım Avusturyalı, eşimin kız kardeşi de  doktor otuz beş yıldır Viyana'da oturuyor. Ben yılda üç beş sefer mutlaka gelirim konser dinlemeye buraya..."

Teyzemi bırakıp kitabımı okumaya başlıyorum. Franz Kafka'nın "Dönüşüm" üne başlamıştım. Yolculuk esnasında uyumaz, okuyabilirsem bitecek gibi görünüyor. Kitabın kahramanı Gregor, bir sabah uyandığında hamam böceğine dönüşüyor. Gregor'un bu dönüşümden sonra yaşadıklarını ilgiyle okusam da arada uykuya yenik düşüyor ve gözlerim kapanıyor. Kısa bir süre geçtikten sonra yanımdaki kadına bakıyor onu Gregor olarak hayal ediyorum. Bu benim uykulu halimden sıyrılmama yetiyor. Kesintiler halindeki uyku ve okuma seanslarından sonra uçağın anonsu duyuluyor. "Sayın yolcularımız İstanbul Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı için alçalmaya başlıyoruz..." Birkaç sayfa kalmış geriye. Onu da İzmir uçağında okurum nasıl olsa.

Uçağın tekerlekleri piste değer değmez bir alkış kopuyor. İşçi ailelerinin geliştirdiği eşi benzeri olmayan bir kültür bu. Kanlarına işlemiş, nesiller boyunca. Dillerini unutsalar bile yere konduklarında alkışlamayı asla unutmayacaklar. 

İstanbul'a indikten sonra pasaport kontrolünden geçiyoruz. İzmir uçağımız önce yirmi dakika rötar yapıyor. Sonra otuz dakika pistte sıramızı bekliyoruz. İzmir'e vardığımızda saat 02.00 yi geçiyor. Kızım karşılıyor bizi. Tatlı bir yorgunluk içinde evin yolunu tutuyoruz.