KATEGORİLER

5 Kasım 2016 Cumartesi

PATLICAN MUSAKKA

04/11/2016 Cuma, Tire

Dün çektirdiğim diş beni yordu biraz. Her sefer kendime dert ederim. "Çekilen acaba ağrıyan dişim miydi?" Doktorum kendinden emin bir şekilde rahatlatmıştı beni oysa. "Artık ağrımayacak değil mi?" diye sormuştum. "Yok," demişti. "Ağrımayacak." Dudaklarım uyuşmuş, sağ yanım savaştan çıkmış gibi. Bir ağrı kesici alıp iki üç saat uzanıyorum. Hüseyin sabah erken geldiği için erken ayrılmak istiyor. Biraz daha kalmasını istiyoruz. Korkum Ödemişli misafirlerin gelmesi. Geldiklerinde geç vakte kadar oturuyorlar. Diğer zamanlar problem etmesem de dün gece kimsenin gelmesini istemiyorum. İstediğim oluyor. Önce Hüseyin'i ardından diğer elemanları erkenden gönderiyorum. Ben de bana göre erken sayılabilecek bir saatte, gece yarısı birde yatıyorum.

Sabah erken kalkmama gerek yok derken telefonum çalıyor. Telefona eşim cevap veriyor. Arayan bizim Hüseyin. Hastanedeymiş. Dün acile götürmüşler. "Belki de yatıracaklar beni bugün." demiş. Bugünü geçtim yarını, pazar gününü nasıl geçireceğiz. Bir yandan Hüseyin'i düşünüyorum. Daha önce kalp krizi geçirdiğini söylemişti. Ama her zaman bunu kullanıyor gibi gelmişti bana. Bu genç yaşında kalp krizi geçiren adamın elinden sigara düşmüyor. Her fırsatta alkol alıyor. Yine akşamdan içmiştir bir arkadaşıyla, nasıl olsa bahanesi hazır. Nasıl güvenirim ben bu insanlara?

Şehre inerken kafam kimleri arayacağım, kim bana eleman konusunda yardımcı olur sorularıyla meşgul. Hüseyin'i hastanede ziyaret etmeyi düşünüyorum önce. Uzun uzun çaldıktan sonra cevap veriyor telefonuma. Az önce köye dönmüş. Stresmiş nedeni rahatsızlığının. Doktor öyle demiş. Doktorun adını soruyorum. "Hazal Hanım" diyor. Yeni ilaçlar vermiş. "Şimdi nasılsın?" diye soruyorum. "İyiyim amca." diyor. Öylesine "Gelebilecek misin bugün?" diye soruyorum. "İstirahat etmem lazım." diyor. "Ya yarın?" diyerek merakımı gidermeye çalışıyorum. "Gelmeye çalışırım kendimi iyi hissedersem." diyor.

Daha önce görüştüğüm ve tam gün ya da hafta sonları çalışmak isteyen ve telefon rehberine kaydettiğim kişileri tarıyorum. Hiç birinden cevap yok. Kimi görsem merhaba dediğim, garson olarak çalışacak tanıdıkları olup olmadığını soruyorum. Bir de memlekette işsizlik var diyorlar. İnanmıyorum.

Aradıklarım arasında bir kişi geri dönüyor. Şeref. Bir yerde buluşuyoruz şehir içinde. Gençten birini hayal ederken ellinin üzerinde bir adam çıkıyor karşıma. Üniversitede çocuk okutuyor. Emekli ama çalışmaya ihtiyacı var. Şartlarda anlaşıyoruz. "Hadi gel seni götüreyim yukarı, bugün başlamış olursun." diyorum. Açılmadan önce eşiyle gelip çayımızı içmiş Taş Ev'de. Nereden nereye. Birlikte çıkıyoruz yaylaya. Yıllarca çay ocağı işletmiş. Bugün neyin nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Çok hevesli. Ancak doğru bildiği yanlışları düzeltmemiz gereken hususlar var.

En sevdiğim yemeklerden biri de patlıcanlı musakka. Aşkın Şef sözünü tutup bana patlıcan musakka yapıyor bugün. Hayatımda yediğim en güzel musakka bu. Sanatına şapka çıkartıyorum. Görünüşünden belli güzel olduğu. "Nasıl beğendin mi?" diye soruyor. Şımarmasın diye düşündüklerimi saklıyorum kendime. Sadece "Güzel olmuş." demekle yetiniyorum.

Akşama Taş Ev'e ilk kez gelen bir misafir. Eşinin doğum günü. Şık bir pasta hazırlatmış kalp şeklinde. Taş Ev mutlu günlere ev sahipliği etmeye devam ediyor.

3 Kasım 2016 Perşembe

MAĞDURE HANIM

03/11/2016 Perşembe, Tire

Dünkü sürpriz hareketliliğin üzerine sükunetin hakim olduğu bir gün. Sabahın erken saatinde çalan telefon sesi, oğlumun Ankara'dan döndüğünün habercisi. Arabasının anahtarı bende kaldığı için o da evde mahsur kalıyor.

Taş Ev'in önündeki avludan aşağıyı seyrediyorum. Yakınlarda bir yaprak hışırtısı, dikkat kesiliyorum. Küçük bir sincap önümdeki kestane ağacına tırmanıp hızla gözden kayboluyor. Yan tarafta "tak tak" sesleri. Ağaçkakanlar yine iş başında. Sararmış yaprakların arasında arka bahçeye doğru yürürken seslere kulak kesiliyorum. Ağaçların üzerinden pat, pat diye yere düşüyor bir şeyler. Gidip bakıyorum nedir bunlar diye. Hiç güzel silkmemişler şu cevizleri, yarısı ağaçta kalmış cevizlerin.

Bir grup organizasyonu için rezervasyon yapılmıştı önceden. Erken geliyor Hüseyin bu nedenle. O gelir gelmez alışveriş için şehre iniyorum. Yaylaya döndüğümde gelen giden yok daha. Şehirdeki evde kalan oğluma seslenmedim, biraz dinlensin diye. Her zamanki gibi arada bir çalan telefonlar bizimkilerin sonradan aklına gelen şeyler. Şunu da al gelirken, bunu da al nev'inden.

Salondaki masaları düzenliyoruz. Tabaklar yerleştiriliyor. Su sürahileri masalara konuluyor. Bir müddet sonra demir kapıdan içeri giren kalabalık bir grup Taş Ev'e doğru akmaya başlıyor. Daveti veren kişi elindeki bir tepsi baklavayı girişte mutfağa bırakıyor. Dışarıdan gelen tatlıya mecburen razı oluyoruz. Bazı adetleri birden yıkmak çok zor. Aslında gün denilen bu tür toplantılara evlerde yaptıkları börek, yaprak sarma ve bunun gibi bir sürü yiyecekle gelirler, gittikleri yerden sadece içeceklerini sipariş ederlermiş. Neyse ki gelenlerin hepsi seviyeli hanımlar. Bazı toplantılarda misafirler, patlamış mısır, ay çekirdeği de getirirlermiş yanlarında. Bunu bildiğimden baklavaya razı oluyoruz.

Gün boyunca klasik müzik çalınıyor. Hanımların umurunda değil çalanın ne olduğu. Onların gürültüsü müziği bastırıyor.

Rezervasyonlu gruplar çok yormuyor insanı. Lakin bu tür toplantılarda kişi başına adisyon tutulması şart. Zira kişilerin beyanına göre hesap alındığında açık verilebiliyor. Misafirler salona çıktığında Hüseyin teker teker siparişleri almaya başlıyor. Hemen hemen herkes yarım porsiyon ızgara söylüyor. Bazıları bunun üzerine salata, keşkek istiyorlar. Sıcaklar hazır olunca tabakları tepsiye dizip Hüseyin ile beraber çıkarıyoruz yukarı. Izgaralar dağıtıldıktan sonra bir kişi ortada kalıyor. Vay sen misin bu hanımefendiyi atlayan, başlıyor feveran etmeye. "Benim şekerim var, ben bekleyemem, nasıl yaparsınız bunu bana." Kadın haklı. Yanında keşkek söylemiş bir de. Keşkek geliyor önüne. Ben yanından ayrılmıyor, özür üstüne özür diliyorum. Hatun sakinleşecek gibi değil. "Tamam, keşkeğim geldi nasıl olsa köftemi iptal edin."

Mutfakta tartışıyoruz, niye atladık bu hatunu diye. Hüseyin yarım yarım sayarken porsiyonları bir yarımını atlamış Şefe söylerken. Yapacak bir şey yok. Atıyor ızgaraya bir yarım soğanlı köfte daha. Hüseyin şaşırıp bakıyor bana. "Amca kadın iptal etti ya, sen hala ızgaraya attırıyorsun köfteyi."
"Sen bana bırak bu işi Hüseyin. Bu hata bizim, telafi etmemiz lazım." diyor ve sabırsızlıkla köftenin pişmesini bekliyorum.

Köfte pişer pişmez alıp köfte mağduru hanımefendinin yanına gidiyorum. "Hanımefendi lütfen bunu kabul ediniz, sizden bunun ücretini de almayacağız, belki bizi affedersiniz o zaman." Yok istemem, dese de tabağı bırakıyorum önüne. Önündeki keşkek bittiğine göre bayağı kırılmış açlığı.

Baklava servisinden sonra çay, kahve siparişlerini alıyoruz. Daha sonra yan masada teker teker hesapları alıyorum. Küçükken bir arkadaşımızla bir yerde yemek yiyecek olsak hesabı ikiye böler, her birimiz yarısını öderdik. O zaman bu usulün adı Alman Usulüydü. Burada daha farklı bir ekol var. Herkes yediğini, içtiğini kendisi ödüyor. Sıra Mağdure  Hanım'a gelince ısrarla köfte parasını da ödemek istiyor. Kabul etmiyorum."O bizim hatamızın diyeti." diyorum.

Bir telefon geliyor. Ses yabancı. Bilgi almak istiyorum diyor, Taş Ev hakkında. "Neleriniz var?" "Fiyatlarınız nasıl?" gibi sorular soruyor. İçimden kızıyor ama söylemeden de edemiyorum. "Akşam için dört kişilik rezervasyon yaptırmak istiyorum." diyor kibarca." Saat kaç gibi gelirsiniz?" diye soruyorum. "Saat sekiz buçuk geç mi?" diye o da bana bir soru yöneltiyor. Şaşırıyorum. "İsterseniz daha erken de gelebilirsiniz." diyorum, ne diyeceğimi bilemeden. "Tamam." diyor. "İsminizi alabilir miyim?" diye soruyorum. Kendi ismini ve yanındaki arkadaşlarının ismini söylüyor. Aydın'daki barajda çalışırken DSİ'den yakın arkadaşlarımmış meğer. En yakın zamanda eşleri ile birlikte geleceklerini söyleyip bir güzel işletiyorlar beni.

Öğleden sonra dişim yine ağrımaya başlamış, en yakın eczaneden kuvvetli bir ağrı kesici almıştım. Konuklar gidince telefon ettim diş doktoruma. Beni beklediğini söyledi. Yanına gidip durumu anlattım. Köprümün altındaki dişlerden biri çürümüş. "Çekmem gerekiyor." dedi. Eski kocaman iğneler tarihe karışmış artık. Tabanca gibi tetiği olan bir aletle tık tık sesler çıkararak basıyor uyuşturucuyu ağrıyan dişimin etrafına. İlk tıklarda duyduğum acı sonraki tıklarda gittikçe azalıyor ve yok oluyor sonunda. Dış kolaylıkla geliyor eline. On beş gün sonra geldiğimde yeni köprü için ölçü alacağını söylüyor.

Oğlumu arıyorum bir tarafım uyuşmuş vaziyette. Bende kalan arabasının anahtarını veriyorum. Birlikte dönüyoruz yaylaya. Yolda anlatıyor, Ankara'da yaptığı görüşmeleri.

Bir şeyin farkındayım. Kitap okuyamıyorum bu aralar. Yazmaya nasıl fırsat buluyorsam okumaya da zaman ayırmalıyım. Kitaplar kadar önemli blog yazarlarının kaleme aldığı yazılar var. Pek çoğu meşhur olmuş pek çok yazardan daha iyi. İnternet problemi yaşadığım sıralarda okuduğum bir kitap vardı. İnci Aral'ın bir öykü kitabıydı yanılmıyorsam. Ondan bile bahsetmediğim bloğumun kitap köşesinde. Zaman her şeyi yapmaya yetmiyor kısacası.

Yaylada kış geliyorum diyor. Salonda devamlı şömine yanıyor. Aşkın Şef mezeleri tamamladı. Krokan için cevizler kırılırken bir yandan da bana yarın kasaptan alınacakları söylüyor. Cuma pazarından alınacak çok fazla bir şey yok yarına.

VIP KONUKLAR

02/11/2016 Çarşamba, Tire

Sabah çok fazla bir şey yoktu alacağım, mandıraya özel olarak yaptırdığım tereyağından başka.

Evvelsi günün gecesi dayanılmaz bir diş ağrısı çekmiştim. Artık  inadımı kırıp hafiften ağrımaya başlayınca korkup ağrı kesici alıyorum. Geçen haftadan beri antibiyotik kullanmama rağmen bir düzelme olmadı. Doktorum "İlacın bitsin, diş ağrın geçince gel bakalım." demiş ve arkasından "Diş ağrın devam ederse de gelirsin." deyip gülümsemişti. Bugün öğleden sonra telefon edip gitmeyi düşündüm ama evdeki hesap çarşıya uymadı.

Dünkü tatilin ardından eşimle birlikte çıktık yaylaya. Hüseyin daha önceden telefon etmiş, biraz gecikebileceğini söylemişti. Motosikletinin lastiğini yaptıracakmış. Saat on bir buçuğa doğru OSB Müdürü'nün sekreteri aradı. Müdür Beyi bağlayacakmış. Telefonun ucunda Galip Bey'i buluyorum. Öğlen yemek servisimiz olup olmadığını sorduktan sonra önemli misafirlerinin olduğunu, onları öğlen yemeğine Taş Ev'e getirmek istediğini söylüyor. Saat kaçta geleceklerini öğrenmek istiyorum. Misafirlerin acelesi olduğunu en geç saat 12.30 da yemekte hazır bulunacaklarını dile getiriyor. Beklediğimizi söylüyorum.

Hemen Aşkın Şefi arıyorum. Telefondan gelen sinyal kapsama alanı dışında olduğunu söylüyor. Dün de aynısı olmuştu. Korktuğum başıma geliyor. Neden eşinin telefon numarasını kaydetmedim diye kızıyorum kendime. Dakikada bir sürekli arıyorum ama durum aynı. Hüseyin de daha gelmedi. Onu arıyorum. Çıkıyor telefona. "Hüseyin, hemen gel." durum böyle, böyle diyorum. Hüseyin "Beş dakika sonra oradayım amca." diyor. Aşkın Şeften hala haber yok. Saat on ikiye çeyrek var. Zamana karşı bir yarış bu. Bir kez daha arıyorum. Bu sefer telefon çalıyor ama açan yine yok. Peş peşe çaldırıyorum. Ne duyan, ne cevap veren var. Sinirden köpürüyorum. Meze dolabı bomboş. Hepsini diğer dolaplara kaldırmışız. Tatil gününün ertesi olduğu için vitrin dolapları temizlenmiş.

On ikiye doğru arıyor Aşkın Şef. "Telefonum arızalı." diyor. "Böyle bir mazereti kabul etmiyorum." diyorum. Bunu kendin için önemli bir ihtar kabul et. "Az kalsın Galip Beyi arayıp kendinize başka yer bulun diyecektim." diyorum. Böyle bir şey kesinlikle tekrarlanmamalı. Geldiğinde saat on ikiyi geçmiş. Misafirler geldi gelecek. İşte o andan itibaren mutfağa bir giriş yapıyor ki bunu anlatmam mümkün değil. Yarım saat içinde ondan fazla meze hazır, kömür ızgarası yakılmış...

Saat tam 12.30'u gösterirken üç araç giriyor bahçe kapısından. "Şimdi ayvayı yedik işte." diyorum içimden. Eşim niye vaktinde gelmez bu Aşkın diyerek söyleniyor. Konukların zamanı dar fakat bizim de zamana ihtiyacımız olduğu açık. Avludan aşağı bakıp sonbahar manzarasını seyrediyorlar. Size biraz bilgi vereyim deyip sazı elime alıyorum. Taş Ev'in tarihinden, Kaystros 'un ne anlama geldiğine kadar aklımda kalanları aktarıyorum. Gelenler arasında İzmir'in en büyük holdinglerinden birinin yönetim kurulu başkanı, yine en tanınmış markalardan birinin genel müdürü var. Salonda en güzel masayı ayırmışım konuklara. Taş Ev çok hoşlarına gidiyor. Sobayı yaksak mı diye düşünürken terasa çıkıyorlar hep birlikte. Teras güneş altında. "Burada oturabilir miyiz?" diye soruyorlar. Her yer pırıl pırıl ama terasta ne yer süpürülmüş ne de masalar silinmiş. Hüseyin'e "Hemen koş git, bir bez al, sil şu masaları." diyorum. Yerlerde fazla pislik yok ama ağaçlardan kuruyan yapraklar dökülmüş.

Masa donatılıyor yöresel mezelerle. Ayran istiyorlar. Galip Bey espriyi patlatıyor. Ama konuklarımızın kendi ürettikleri marka yoğurttan yapılmışsa eğer." diyor. Yönetim Kurulu Başkanı bir bayan. İzmir'in en ünlü sanayicilerinden birinin kızı. Çok hoşnut ayrılıyorlar. Kartımızı istiyor tekrar geleceklerini söylüyorlar. "Ben burayı neden çok seviyorum biliyor musun?" diyor Galip Bey ve devam ediyor. "Tuvaletleri her zaman ter temiz." Gelenlerin kültür seviyesinin etkisi büyük tuvaletlerin temiz kalmasında.  Bir de temiz bulunca insan ister istemez kirletemiyor.

Galip Bey'in misafirleri memnun bir şekilde ayrılınca rahat bir nefes alıyoruz. Aşkın, gösterdiği performansla kendini affettirmesini biliyor ama aldığı ihtar baki. Bu işler şakaya gelmez. Kimseye mahcup olmak istemiyorum.

Akşama bankacılar gelecek. Dün rezerve ettirmişti yerini müdür bey. Aşağı inip halden bir kasa domates ve bir kasa topan patlıcan alıyorum. Patlıcan, meze ve yemeklerinde en çok çeşidi yapılan bir sebze. Sabah fabrikadan henüz gelmeyen tereyağımı alıyorum mandıradan. Daha sonra kasaba uğrayıp ihtiyaçlarımı karşılıyorum. Eşimin fellah köftesi ile domates kurusu ve köz biberden yapıp üzerine tereyağında kavrulmuş ceviz dökülen meze en fazla talep edilenler. Bir de keşkeğin taliplisi çok. O da bizim yemek sihirbazının ürünü. Web sitesini hazırlayacak Ercan Bey aradı. Web-sitemiz yayındaymış. Varsa istediğin değişiklik yaparız diyor. 

Aşağıda alışveriş yaparken eşim arıyor. Serdar Bey geldi, gelsen iyi olur. Zaten alışverişim bitmek üzere. Ağzımdan düşürmediğim tuzsuz kabak çekirdeğimi alıp dönüyorum yaylaya. Serdar, benim askerlik arkadaşım. Yıllarca görüşmedik. Tire'ye yerleştikten sonra bir iki kez onun avukatlık bürosuna uğramıştım. Yeni yeni çevre edinmeye çalıştığım bu memlekette ondan daha fazla ilgi beklerdim. Yaklaşık bir yıl daha geçti. Geçen gün Taş Ev'de bir arkadaşını ağırladık. Sitemlerimi gönderdim ona. Kalkmış gelmiş o da bir doktor arkadaşıyla. "Ben sana geldim." deyince bütün buzlar eridi. Doktoru ilk anda tanıyamadım. Dışarıda son derece ciddi hatta hırçın olarak tanınan bu doktor meğerse ne kadar sohbeti hoş biriymiş. Kafalarımız uydu. Uzun uzun sohbet ettik. Serdar "Bundan böyle sık sık görüşeceğiz." deyip ayrıldı.

Taş Ev bugün Mercedes akınına uğradı. Büyük arabalar manevra ve park yeri arıyorlar tabii. Yine bir Mercedes giriyor kapıdan. Aynı anda üç Mercedes diziliyor yan yana. Bu gelen de bir inşaat müteahhidi. Yanında kadim arkadaşı Eskişehir'den bir fizik profesörü.

Güzel bir gün geçiriyoruz. Geç vakte kadar oturuyor misafirlerimiz. Aklımda her daim kalan ve beni mutlu eden bir cümle var ağızlardan dökülen. "Bu kadar mutlu olabileceğimiz başka bir yer yok, yine geleceğiz ilk fırsatta." Nazara falan inanmam ama kocaman bir nazar boncuğu mu taksak Taş Ev'in şöyle görünen bir yerine.

2 Kasım 2016 Çarşamba

SOMATA

01/11/2016 Salı, Tire

Tatilin tadını çıkardık saat dokuza kadar uyuyarak. Haftanın yorgunluğunu atmış olduk. Salı Pazarına çıkmam lazım. Bulabildiğin kadar kapya biber al diyor eşim. Park sorunu hayattan bezdiriyor. Eskiden kıyısında, kenarında yer bulabildiğim arka sokaklar tamamen dolmuş.

Sağ yanında birbiri ardına araçların dizildiği, dar ve uzunca bir sokağa giriyorum. Sokağın ucu pazara açılıyor. Yolun sonuna gelince zor bela arabayı sokacağım bir boşluk görüyorum. Evlerin önüne iki kocaman tuğla koymuşlar. Arabadan iniyor, tuğlaları alıp kaldırıma taşıyorum. Birkaç manevradan sonra park ediyorum. İkinci kattaki pencerelerden biri açılıyor. "Oraya bizim araba gelecekti."

Herkes kapısının önüne iki taş koyup parsellerse, zaten büyük problem olan park sorunu iyice içinden çıkılmaz hal alır. "Başka yer yok, pazardan bir şeyler alıp döneceğim." diyorum. "Ne zaman dönersiniz?" sorusuna "Yarım saate kadar." diyorum ama söylediğime ben de inanmıyorum.

Dünden sözleşmiştik Aşkın Şef'le. Telefon ediyorum. Kapsama alanı dışında. Bir daha arıyorum, aynı. Yarım saat sonra tekrar deniyorum. Çalıyor bu sefer ama cevap veren yok. Bu durumda ne kadar yeşillik gözüme iliştiyse topluyorum pazardan. Cibez, gelincik, ısırgan, turp otu, ıspanak, pazı, roka, maydanoz, marul, dereotu, semiz otu, hardal... Alışveriş bitiyor, Aşkın Şef arıyor. "Var mı başka istediğin?" diye soruyor, "Ben alışverişi bitirdim." diyorum. Küçük Girit kabağı istiyor sadece...

Eşimi evden alıp yaylaya çıkartıyoruz pazardan aldıklarımı, Taş Ev'in soğutucu dolaplarına yerleştiriyoruz. Bizi acıktığını anlatan havlamalarıyla karşılayan Zeytin'in karnını doyuruyoruz. Artık beni her gördüğünde sevincini belli edip üzerime atlamaya çalışıyor. Anlamadığım tek şey, yemek verince dönüp bana hırlaması. Yemeği götürüp veren ben olduğum halde önünden alacağımı sanıyor.

Dönüşte yine pazara uğruyor, Tire Müzesini ziyaret ediyoruz. Dostumuz Faruk Bey gezdiriyor bizi müzenin salon ve odalarında. Müze Müdürü Edip Bey'in makamına uğruyoruz. Edip Bey'in ikram ettiği yöreye has somatayı (badem sübyesi) ilk kez deniyorum. Acı bademden yapılan bir içecek olan somatanın salebe benzer tadı hoşuma gidiyor.

Oğlum biletini almış, Ankara yolcusu. Bir iş görüşmesi için çağrılmış. Akşam için pazardan balık almıştım. Sezon başlayalı beri balık yemek nasip olmamıştı daha. Balık aldığımız yerden paket içinde mısır unu veriyorlar, eşantiyon. İyi ki de veriyorlar. Taş Ev'e taşınalı beri taş olmayan evimizi iyice boşaltmışız. Un arıyorum evde bulamıyorum. Bana oldukça az görünen mısır unu balığın tamamına yetiyor. Nefis bir balık ziyafeti çekiyoruz akşam vakti.

Oğlumu uğurlamak üzere onu yazıhaneye bırakıyor ve eve dönüyorum. Yarın sabah erkenden yine yayla yolcusuyuz.

EŞREFPAŞA ....

İzmir, Eşrefpaşa. Doğduğum, çocukluğumun ve gençliğimin ilk yıllarını geçirdiğim semt. İstanbul'un Kasımpaşa'sı gibi İzmir'in Eşrefpaşa'sı da eski kabadayıları ile nam yapmış. "Nerede oturuyorsun?" sorusuna karşılık "Eşrefpaşa" cevabı verildiğinde yüzlerde manalı bir gülümseme eşliğinde "oooo" nidası yükselir her daim. Girit'ten Anadolu'ya göçen ninelerimizin, atalarımızın, onca badireyi atlattıktan sonra sığındıkları bir liman olmuş Eşrefpaşa. O zamanın insanları yardımsever, komşuluk ilişkileri gelişmiş, kabadayıları bile haktan adaletten ayrılmazlarmış.

Ben de yıllar önce Sultan II. Abdülhamit'in (1842-1918) Girit'ten gelen dullar için yaptırdığı "Dulhane" dedikleri bitişik nizam, arkasında ufak bir avlusu olan iki göz odalı evlerden birinde açmışım gözlerimi dünyaya.  Aşağıda adı geçen Behlül'ü, Muhtar Nejat Pakkanlar'ı ve hatta onun babasını, Kako durağını, Kız Ahmet'in kahvesini bilirim. İlkokula giderken yaz tatilinde Nejat Pakkanlar'ın Çankaya semtindeki büfesinde çalışmış ilk defa alnımın teriyle para kazanmıştım. Giritli dostumuz, Sn. Mustafa Bung'un Eşrefpaşa ile ilgili güzel bir derlemesini birkaç imla hatasını düzelterek aşağıda paylaşmak istedim. 

Eski külhanbeylerine babacanlık, Eşref Paşa'nın yardımseverliğinden miras. Üçüncü kuşak esnafın sokaklardaki tezgahlarının müdavimi kadınları, gözü pek erkekleri ile hala tarihini yaşıyor burası..
Paşalar, dinine düşkün Müslüman Türkler, mübadelede gelen Giritliler, Kırım Tatarları, yardımsever babacanlar, yumurta topukların üstündeki külhanbeyleri, "eli maşalılar", kuşaktan kuşağa aktarılan ekmek teknesine sahip çıkan esnaf bu semtle kader birliği etmişçesine birbirine bağlandı. Yaklaşık 150 yılda, mütevazı görüntülerine karşın küçük taş binalarıyla gösterişli camileri, dulhaneleri, kibrit kutusu gibi evleri, sokaklara açılan dükkan tezgahları, artık her köşe başında anlatılan külhanbeyi hikayeleri, gözü pek gençleri ile 20 mahalleye yayıldı bu kültür. Semt, kentin merkezine bile indi, adını taşıyan caddeyle; kendisi de bir merkez oldu...

Önce Sultan adını sıralayan dört mahalle vardı burada. Sonra Sultanlar yerlerini "paşa"lı ve "tepe"li adlara terk etti.

Suriye Vilayeti vali muavinliğinden emekli olduktan sonra İzmir'e yerleşerek Vilayet İdare Meclisi'ne üye olan; Ekim 1895'de, vekaleten İzmir Belediye Meclisi'ne reis olarak atanan Hacı Eşref Paşa adlandırdı semtin kimliğini. Eşref Paşa, Mart 1896 seçimlerinde birinci sıradan belediye meclisine girdi ve sağlığı nedeniyle başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldığı Mart 1907'ye kadar vilayet yönetimi ile son derece uyumlu çalıştı. Şehir yollarının genişletilmesine ve yeni caddelerin açılmasına yönelik çalışmalarıyla ün kazandı. İşte o yollardan biri, İzmir'in en uzun caddelerinden biriydi. İkiçeşmelik'ten başlayarak, Yağhanelere kadar uzanan Eşrefpaşa Caddesi, semtin tam ortasından geçti. Caddeye, paşanın adaşı cami de eşlik edince, semtin kimlik kartı tamamlanmış oldu..
Atilla Mahallesi Muhtarı Necdet Pakkanlar'ın söylediğine göre, Eşref Paşa'dan başka üç Paşa'sı vardı semtin. Birinin adı Salih Paşa Camii ile yaşarken, Hıfzı Paşa'dan tek hatıra olan konak yıkılıp yakılmış; Osman Kibar İlköğretim Okuluna dönüşmüş. Semtin insanları ise, paşalarının ününün aratmayacak denli zengin bir miras bıraktı bugüne. Eşrefpaşa Caddesinin İkiçeşmelik yokuşu bitiminden sola dönünce, ya da Varyantın sonunda yukarı devam edince semtin kapısından girmiş oluyorsunuz. Sağınızda Eşrefpaşa Nikah Salonu, solunuzda Kadifekale yolu ve trafik keşmekeşinin içinde bile soluklanabildiğiniz bir esnaf mekanı, tarihi Nikah Salonunun hemen yanındaki Merkez Kıraathanesi. 1960'tan sonra yol genişletme çalışmasından etkilendi ama yaklaşık 70 yıldır faaliyette. Kahvenin son 30 yılında var olan Nazım Günay, mekanın dördüncü sahibi. Günay, "Olgun insanlar, kafasını dinlemek isteyenler gelir. Burası Eşrefpaşa 'nın en eski kahvesi olduğu için, eski kuşaktan ayakta kalanlar gelir" diyor. Günay, eski kuşağı "mahalle kabadayıları" ile tanımlıyor ve bugünkü kuşağa ulaşamadıklarını söylüyor.

Eşrefpaşa 'nın insanlarına sıfat olan külhanbeyleri, yumurta topuklu, sivri uçlu ya da çekme potinli imajlarını, Behlül'de tamamlardı. Behlül Bey, 1923'te kurduğu ayakkabı imalathanesi ve dükkanında, İtalyan modasını uygulamış. Çünkü mübadele öncesi ve sonrasında Yunanistan'dan gelen ustalar, beraberlerinde İtalyan mafyasında hakim olan ayakkabı modasını da taşımış. Dükkanı babası Cafer Güldallar'dan devralan Mustafa Güldallar, mekanın ününün, Cumhuriyet kutlamalarına bile ulaştığını anlatıyor:

"Atatürk Cumhuriyeti ilan ettiğinde, dedem esnaflığa başlamış. Karşıyaka'daki kutlamalara giderken, kendi yaptığı rugan çizmeleri giymiş. Bekçi çok beğenmiş ve dedeme kime yaptırdığını sormuş. Dedem kendisinin yaptığını söyleyince bekçi almak istemiş. Dedem; şimdi veremem, yarın dükkana gel sana başka çizme yapalım demiş. Dükkana döndüğünde bekçiyi kendisini beklerken bulmuş ve çizmeleri o gece vermiş".

Güldallar, ayakkabı modasının "o devrin insanları "nın giyimine verdiği önemi yansıttığını söylüyor: "Bu modanın tarihçesi İtalya'ya dayanıyor. Giritli, Yunan ustalar getirmiş. Mesela Selanikli Hafız Usta, Atatürk'e çizme yapmıştı. Tepecik'te dükkan işletti uzun yıllar. Eşrefpaşalıların ayrıcalığı vardı.  Giyime meraklı oluşlarından, o devrin insanına yakışır şekilde sivri burun, yumurta topuk ayakkabılar yada yanları lastikli çekme potinler giyerlerdi."

Eşrefpaşa 'nın yardımseverliğinin insanlara yansıdığı görüşünde Güldallar: "Merttiler, dürüstlüğe çok önem verirlerdi. Gariban babasıydılar, ezileni koruyan bir tarafları vardı. Örneğin kasap Bingazi, o dönemin ileri gelenlerindendi, yoksulu korurdu. Paşanın kendisi de iyiliği seven insanmış; Eşrefpaşa'nın bu özelliği belki oradan gelir. Külhanbeylerini taklit eden bir zümre de vardı. Nam için birbirleriyle kavga ederlerdi. Onlar hergele takımıydı. Bugüne de onlar kaldı. "O nedenle meyhanelerdeki, kahvelerdeki yuvarlak saç masaların üstünde bıçak izleri varmış.10 yaşında babasının yanında öğrendiğinden beri bu dükkanda Güldallar. Kadın ve erkek olmak üzere iki ayrı Behlül dükkanını işletiyor. Eskiden ayakkabının tamamı elde yapılırken, en iyi usta günde bir çift, bir tek ayakkabı çıkarırmış. Makineleşince günde 16 çift çıkıyormuş. Kısmen de olsa burada üretim sürüyor, bir kısmı da fason olarak dışarıdan alınıyor. Güldallar, Behlül geleneğini, yetiştirdiği kayınbiraderleriyle yaşatmayı hedefliyor.

Her kesimden göçenlerin, kendi bölgesi var semtte. Bir zamanlar her mahallenin külhanbeylerinin ayrı olması gibi.

"Varyant'a yakın bölgede Tatarlar, caddenin ortasındaki camiye gelmeden önce sola dönünce başlayan Atilla Mahallesi'nde Giritliler ve doğu kökenliler yoğun" diyor muhtar Nejat Pakkanlar. Semtin en eski yapıları; camileri, tek tük kalan dulhaneleri ve küçük küçük evleri. Horasanlı Cami'nin 50 yıllık imamı Mümin Temizsütlü, "Camiyi Erzurum'un Horasan'ından gelen camcı Hacı Ali Bey yaptırmış" diyor. Arabistan'dan gelen İmam Hasan Bey ise kendisi ve eşi adına iki cami yaptırmış. Eşi adına yaptırdığı, Atilla Mahallesi'nin merkezindeki Küçük İhsaniye Cami'nin üstünde 1857 tarihi var. "Arap" adıyla da anılan Büyük İhsaniye ise, Eşrefpaşa Caddesi genişletilirken yapılan kamulaştırmanın ardından, yolun tam ortasında kalarak, semtin simge mekanlarından biri haline gelmiş. 2. Abdülhamit'in savaşta dul kalan kadınlar için Yapıcıoğlu tepelerinde yaptırdığı dulhanelerin bir kısmı da buraya ulaşıyor. Pakkanlar,"30-40 kadar dulhane vardı" derken, birinin de elektrik trafosu olduğunu gösteriyor. Küçük İhsaniye'nin karşısındaki "furun" da camiyle yaşıt, belki ondan daha yaşlı Bahadır Dalgıç fırını "Dalgıçlar" adıyla işletiyor ama geçmişten kalıma adını da "Osmanlı Kara Furun Ekmeği" tabelasıyla koruyor.

Semtte Selanik göçmenleri de çok. Onlardan biri, caddedeki Selanikli Baltalılar Kasap. İsmail Baltalıların dedesi, 92 yıl önce Balkan harbi zamanında Selanik'ten gelmiş. Dükkanı, oğlu Rıfat Kamil Baltalılar ile işletiyor. Üç kuşaktır süren gelenek, dükkânın 39 yıllık fotoğrafları ile duvarlarda yaşıyor. İsmail Baltalılar, dükkanını üstünde evinde yaşamış uzun yıllar. Bir süre önce Denizmen'e taşınmışlar. "Eski komşular yok. Eskiden birinci sınıf meskendi burası, dördüncü oldu. Akşam olunca hırsızlık, yollarda yatanlar, sarhoşlar..." diyor ama haftada,10 günde bir tüm ailenin eski evde buluştuğunu da ekliyor. Ve aile hala, Eşrefpaşa seçmeni.

Bir dönem İzmir ticaretinin merkeziymiş Eşrefpaşa. Sebze hali 1950'ye kadar buradaymış, aynı dönemde kerestecilerin yer aldığı sokak da halen Keresteciler Sokağı olarak anılıyor. "İzmir'in neresinden taksiye binerseniz binin, şoföre, Kız Ahmet'in kahvesine ya da Kako'ya götür, deyince getirirdi" diye anlatılıyor buranın ünü. Şimdi de o ticaret geleneğini, sokaklara yayılan dükkan tezgahlarıyla yaşatıyor. Cadde üstünde, sokak aralarındaki dükkanlarda ne varsa, kapı önlerinde o var. Hatta bir sokak baştan başa, her gün açık pazaryeri gibi; 60 yıl kadar önce İngiliz Bahçesi'ni geçerek denize akan bir derenin üstündeki, merdivenli Dere Sokağı. Gündüzleri sokakların hakimi ise, elinde pazar çantasıyla dolaşan kızlar, kadınlar. Gece ise sokaklar herkesi tedirgin ediyor; "Hırsızlık ve kavga çok oluyor" diyorlar.

1960'larda tek tük apartmanların görüldüğü semt, 1970'ten sonra genişliyor, 1980'den sonra ise imar dokuz kata çıkarılıyor. En fazla üçer katlı binaların yerinde apartmanlar yükselmeye başlıyor. 60'ların Atilla Mahallesi'nde bulunan tek apartman, gençlerin dikkatini çekiyor; birbirinden güzel üç kızı sokağa çıktı mı "Apartman geliyor "diyorlar. 1958-60'ta Yeşilçam'ın yıldızı Eşrefpaşa'da, Şenocak, Lozan ve sevgi sinemalarında parlıyor. Kimi film izliyor Eşrefpaşalıların, kimi de sinemadan dağılanları.

Sokaklar, eskisiyle yeninin karması haline gelmiş; beton blokların yanında iki katlı cumbalı yada tek katlı bahçeli evler olmasa, Eşrefpaşa, Eşrefpaşa olmayacak sanki. Caddenin sağ yanındaki sokaklar büyük oranda apartmanlara teslim olmuş. Parmakla sayılan eski, nohut oda bakla sofa evlerden birkaçı, İzmir'in en dar sokağı 233 Sokak'a toplanmış. Ezici apartman üstünlüğüne karşın güç almak ister gibi sokulmuşlar birbirlerine; öyle ki 233 Sokak'tan ancak bir kişi geçebiliyor. Ama burası da yıkılacak yakında. Caddenin sol yanındaki sokaklarda küçük, temiz badanalı, özenilmiş evler çok. Çöp dolu sokaklar ise onlara hiç uymuyor. Yarım yüzyıllık ömrünü burada geçiren İkbal Aksoy'da şikayetçi bakımsızlıktan. "Işıkları, kaldırımları yaptılar ama sokaklar bakımsız ve pis. Eşrefpaşa, İzmir'in en unutulmuş yeri. Halbuki çok güzel" diyor. Eski evine de sahip çıkıyor: "Evimiz, eski Eşrefpaşa evlerinden. Milyarlar verseler değişmem. Yeğenim mimar. Evin planlarını çıkardı. Üniversitede planları var. "Eski evlerle dolu sokaklar, Kadifekaleye giden Kako yokuşuna dek sıralanıyor Sakin bir 60'lı,ve 70'li yıllar muhiti gibi burası, tabii caddeden araba geçmezse. Yine de aşağıdaki Eşrefpaşa Caddesi'nin trafik yoğunluğunu yaşayan kimyası ulaşmıyor buraya. Bu bölgede sayısı artmaya başlayan apartmanlar, sokakları, semtin eski insanlarının hüzünlendiriyor. 1928'te Kako Mustafa'nın açtığı Kako Bakkal bile artık bir apartmanın altındaysa, Çin Seddi gibi betonlaşmanın egemen olması uzak değil gibi görünüyor. Ancak mekanın, babasından kaldığı şekliyle korunamayışı, ağır gelmiş Ali Çetin Çoban'a. Diğer hissedarlarında etkisiyle geçen yıl yıktırıp yerine apartman yaptırdıkları eski dükkanın fotoğraflarını gösterirken, gözünden inci taneleri dökülüyor. Semtin Çimentepe sınırındaki bakkalın Kako'su da hüzünlü bir öykü: "Babam yemiş mağazasında çalışıyormuş. Kako Mustafa adında bir arkadaşı varmış. Genç yaşta ölmüş. Kako Mustafa seninle yaşasın ,demişler, onun lakabını almış."

Çolpan Tınaztepe Mahallesi'nin 30 yıllık muhtarı aynı zamanda. Mahallesinin en önemli sorunu olarak yoksulluğu gösteriyor Çolpan," çok fakir var, asgari ücretle geçiniyorlar" diyerek.
Çolpan en çok da geçmişin havasını ve namuslu insanlarını arıyor. 20 mahallesinde yaklaşık 25 bin nüfusu barındıran Eşrefpaşa'da zaten herkes eskiyi arıyor. Bir bakışta denizin görülebildiği, güneşin beton bloklara takılmadan doğrudan temas ettiği toprakları. "Şimdi güneş görmüyor, hava almıyor burası, gençler kaçıyor" diyorlar. Peki herkes ebeyse, bu oyunda ebenin peşine düştüğü oyuncular kim oluyor?

31 Ekim 2016 Pazartesi

YAPRAK DENİZİ

31/10/2016 Pazartesi, Tire


Dün gecenin uykusu iyi geliyor. Dinlendiğimi hissediyorum. Hemen çıkıp alışverişlerimizi yapalım ki Hüseyin kapıda beklemesin. Soğuk bir hava. Bulutlu. İnsanın içini daraltan. İnsanların neşe kaynağı güneş olmalı. Güneş gidince yüzler de asılıyor. Dün gece yazamadığım günlüğü yazdım yaylada. Ara sıra böyle gecikmeler oluyor elde olmayan.  

Zeytin ortalarda dolaşıyor. Ağaçların yaprakları konfeti gibi dökülüyor yerlere. Sarının bin bir tonunu görmek mümkün. Bazı yapraklar kırmızıya dönmüş. Eşim üşüyor, odasına kapanmış. Gelen giden yok erken saatlerde. Bunu fırsat bilip dip temel temizlik yapılıyor.

Akşamın ilk rezervasyonu tanınmış bir markanın yönetici asistanından geliyor. Geçen hafta merak edip keşfe gelmiş, sadece çay içmişti de "Bu kadar güzel bir yer açılmış, nasıl benim haberim olmaz." diye kendini yiyip bitirmişti. Sıcak bir konuşma geçiyor aramızda. Bana "... Bey' ciğim" diye hitap ediyor. Bu samimiyet hoşuma gidiyor. "En güzel masayı size ayırıyorum." diyorum. "Harikasınız" diye cevap veriyor. Dünkü yoğunlukta müzikle ilgilenecek zaman kalmamıştı. Hatta bazı misafirlerimiz hatırlatmıştı bize "Müziğiniz yok galiba".  diyerek. Bu yüzden sakinliği kalabalıktan daha çok seviyorum. Misafirlerimizin pek çoğu terası, verandayı kapatmayı ya da geniş arazide ek tesisler yapmayı öneriyor. Bana göre on masa fazla bile. Klasik müzik çalacağım akşam dostlara. Şömine sobanın ateşi ısıtacak içlerini. Tire'ye tepeden bakacaklar kuş bakışı.

Aşkın Şef harikalar yaratıyor. En sevmediğiniz yemeği söyleyin ona. O sihirli elleriyle beş dakikada en sevdiğiniz yemek haline getirsin. Bu gidişle formumu korumak daha güç olacak. Öğlen yemeklerini kaldıralı çok olmuştu ama bu öğlen yumurtalı ot kavurma yaptı bana. Hayatımda yediğim en lezzetli ot kavurmaydı. Adam resmen yemek cambazı.

Akşam saatleri... Şömine sobamız çıtır çıtır yanıyor. Salonumuz sıcacık.

Telefon geliyor. Köşe masalardan birini rezerve etmek istiyor daha önce gelen misafirlerden biri. "İkisi de rezerve edilmiş maalesef. Size manzaraya hakim cepheden bir masa verelim." diyorum. "Konuşayım, size sonra dönerim." diyor, dönmüyor. Köşe masaların hikmetini anlamakta zorlanıyorum.

Akşam saatleri tam istediğim gibi. Misafirlerimiz nezih. Her masayla rahat rahat ilgileniyoruz. Sabah arayıp en güzel masayı ayırdığım (Evde Yazar'ın masası) hanımefendi iki bayan arkadaşıyla tam vaktinde geliyor. Kırmızı şarap sipariş ediyorlar. Bir saat sonra Polonyalı iş arkadaşları katılıyor masaya. Yabancılarla muhabbeti özlemişim. Öyle güzel olurdu ki onlarla yapılan sofra muhabbetleri. Kaplan yokuşunu çıkarken taksiyle döne döne dar yollardan feleğini şaşırmış adamcağız karanlıkta. "Ama," diyor, Ama gelip de şu manzarayı gördüğümde yolu unuttum tamamen. Şarap güzel, yemekler güzel, yanımdaki hanımlar güzel..." Masayı şen şakrak bırakıyorum.

Hangi masaya uğrasak tanıdık birileri çıkıyor. Şömine soba nefis bir mobilyası oldu salonumuzun. Salonu tek parça kapatan ve tamamen ahşap çatı her zaman ilgi topluyor. Soruyorlar kimin yaptığını. Tire'de var mı bunu yapan usta? Var elbette. Bazen işler yolunda gidiyor, doktor ayağına geliyor. Her şey harika... 

İNSANLAR, İNSANCIKLAR...

30/10/2016 Pazar, Tire
Pazar günleri bizim kabul günümüz. Sabah kalkar kalkmaz telefonuma baktım, arayan var mı diye. Arayan yoktu ama biri mesaj göndermiş. Bahar'dan geliyor. Hani dün havamızı değiştiren, birbirimizden pek bir memnun kaldığımız yüksekokul öğrencisi. Gece saat iki buçukta çekilen mesaj aynen şöyle "Acil İzmir'e gitmem gerekiyor, bilginiz olsun."

Kız kardeşi ile birlikte geleceklerdi sözde. Var mı böyle şey? Bu insanlar hayatta nasıl başarılı olacaklar? Ben şimdi bir daha nasıl güvenirim bu insanlara? Sabah dokuz oluyor, telefon ediyorum, "Yerine birini bulsaydın bari" demek için. Telefon çalıyor, açan yok. Geçen gün aradıktan hemen sonra kalp krizi geçiren arkadaşı arıyorum. O da açmıyor telefonu. Bu pazar da servis bakımından sıkıntı çekeceğiz.

Dün dört kişilik bir doktor aile gelmişti kahvaltıya. Kısa bir süre sonra rezervasyonlu bir aileyi de hemen yanındaki masaya aldık. İlk gelenler ısıtıcı istiyorlar. Şömine sobayı yakmasını istiyorum Hüseyin'den. İkinci gelen aile, "Çok açız, çok acıktık." diyerek aklımızı çeliyor. Bu arada kızım Ankara'da katıldığı kongreden mesaj gönderiyor. Gelenler facebook 'ta yer bildiriminde bulununca onların  hastaneden tanıdığı mesai arkadaşları olduğunu ve alaka göstermemizi istiyor. İkinci aile, ilk gelenlerin aksine güler yüzlü. Daha önce her iki aileyi de görmediğimizden ikinci ailenin kızımın güzel ağırlayın dedikleri olduğunu düşünüyoruz. Yine yanlışlıkla ilk servis ikinci gelenlere yapılıyor. İlk gelenler doğal olarak bozuluyorlar bu işe. Biz farkına vardığımızda iş işten çoktan geçmiş. Muhtemelen iki aile birbirini tanıyor ve birbirlerinden pek hoşlanmıyor. Bu durum da tuz biber ekiyor üstüne. Ben ayrı, eşim ayrı defalarca özür diliyoruz. Beyefendi biraz insafa gelip hafifçe gülümsese de. Eşi hanımefendi bu olayı öyle bir gurur yapıyor ki, gözlerinden ateş fışkırıyor. Biz özür diledikçe daha fazla asıyor suratını.

Akşam Kaystros Taş Ev Restaurant'ın sayfasına bakıyorum. Kadıncağız yememiş içmemiş, gece yarısından sonra oturmuş bizim facebook sayfasına beş üzerinden üç yıldız vermiş. O ana kadar yirmi sekiz kişi beş üzerinden beş yıldız verirken ortalama yıldız puanımız beş yıldız üzerinden beşti. Ancak bir kişinin üç yıldız vermesi büyüyü bozuyor ve ortalama ilk kez 4,9 a düşüyor. Eminim hanımefendi biraz olsun rahatlamıştır bu eylemiyle...

Bu gelişmenin üzerine garson kızların gelmemesi günün zor geçeceği konusunda endişelerimizi daha da arttırıyor. Hava serin. Sabah kahvaltısına geçen haftalara göre daha geç saatte geliyor misafirlerimiz. İleri saat uygulamasından vazgeçilmesi bunun nedeni olabilir mi diye tartışıyoruz. Gerçekten bir saat sonrasında sökün ediyor insanlar. Favori mekan yine teras. Üşüyenler için içeride şömine soba yanıyor. Kahvaltı sonrası yemek servisi başlıyor. Bir ara telefonum art arda çalıyor. Çoğu yola çıkmış, on dakikaya ya da yarım saat sonra gelecek olanlar. Bu haftanın genel karakteri içki satışının geçen haftalara göre azalmış olması. Ancak yine de mezelere rağbet büyük. Izgaralar da çok beğeniliyor. Servis sıkıntılı. Dışarıdan bir kişi buluyoruz son anda ama o da ancak boş tabak ve bardakları taşıyor. Servis sıkıntısını ilgimizle kapatmaya çalışıyoruz. Bugün gelenler doktorların tam aksine o kadar hoşgörülüler ki anlatamam. Ödemiş'ten tavsiye üzerine gelen kalabalık bir grup. Usulünce serviste yaşadığımız problemleri aktarıyor. "Bir bira söyledik 45 dakika sonra geldi." diyor. Olgunlukla karşılıyorlar bu durumu ama biz yerin dibine batıyoruz mahcubiyetimizden ve onların gösterdiği toleranstan. Devam ediyorlar. "Izgaralar yediğimiz en leziz olanları. Mezeler, harika, hele kabak çiçeği dolması, hayatımda yediğim en güzel kabak çiçeği dolması." diyor içlerinden biri.  

Sabah kahvaltısına kızlarını getiren dünyalar iyisi bir bey, öğlene iş arkadaşlarıyla geliyor yemeğe. Ağzından çıkan her kelime bize ilerisi için hem ümit hem de moral veriyor.

Öneriler geliyor. Mesela yayık tabaklara biraz zeytinyağı ve kekik, bir ucuna yöresel çamur peyniri koyun diyor. Bunu ikram olarak verirseniz hem yemekleri beklerken açlıkları diner insanların hem de güzel bir jest olur. "Güzel bir fikir, değerlendireceğiz." diyorum. Bir başkası veranda için UFO cinsi elektrikli ısıtıcılar konmasını istiyor. Hem içkisini içecek hem de sigarasını tüttürecek insanlar için.  Şarap için eski kaşar isteyenler oluyor.

İçki içen az olunca pazar olmasına rağmen servis de erken bitiyor. Elemanların maaş ödemelerini yapıyorum. Tip box açılıyor. İçinde biriken bahşişler özenle sayılıyor ve elemanlara dağıtılıyor. Oğlum, ben de garsonluk yaptım ben de payımı isterim diyor şakasına.

Kapıyı, pencereyi kapatıp düşüyoruz yola. Bu gece Tire'de taş olmayan evimizde kalacağız. Bilgisayarımı alıyorum yanıma, günlüğümü yazıp blogları okurum diye. Uyku teslim alıyor hemen. İyi bir uyku çekiyorum sabah dokuz buçuğa kadar. Sabah yedi buçukta içmem gereken antibiyotik zamanı geçeli iki saat olmuş. Akşamları da geciktiriyorum nasıl olsa. Aç karnına içiyorum bir tane.