KATEGORİLER

21 Mayıs 2017 Pazar

KÜÇÜCÜK HANIM

20/05/2017 Cumartesi, Tire

Ekip olarak ikiye bölünüyoruz. Eşim sabah erkenden işe başlaması gereken aşçı ve elemanlarla birlikte çıkıyor yaylaya. Ben ise diğer elemanı alıp birkaç parça alışverişten sonra peşi sıra gideceğim. Her zaman onu aldığım yere vardığımda kapıyı açıp sağ arka koltuğa kuruluyor zat-ı şahaneleri. Dikiz aynasından bakıyorum, sağ eli kapının üzerindeki tutacakta (!) Bendeniz küçük hanımın şoförü... Arabadan inip kapıyı açmalı mıydım yoksa? Kapıyı açtıktan sonra selam dursa mıydım? Hani burası küçük yerdir, laf olur, yanıma oturmaktan çekinir diye düşünüyor olsa anlayacağım. Bu konuyu daha önce konuştuğumuzda kimseye hesap vermek zorunda olmadığını anlatırken mangalda kül bırakmamıştı oysa. Şimdi nedir bu kabalığın sebebi? Cehalet mi yoksa edepsizlik mi?

Güne kötü başlamam bu yüzden. Bu saygı yoksunu insana bir merhabam bile fazla artık. Mecbur kalmadıkça konuşmuyorum. O ise soytarılık yaparak yediği haltı temizlemeye çalışıyor. Bir insana verebileceğim en büyük cezayı veriyorum kendisine. Yok sayıyorum. Kocaman bir hiçlik payesi veriyorum kendisine. Sonra utanıyorum. Kendimden utanıyorum. Kimlerle muhatap oluyorum? Çok mu lazımdı bu insanları hayatıma sokmak? Her şeye rağmen hala işimi seviyorum. Madem ki bu tür olayları yaşamak işimin bir parçası, gerekirse yaşarım. Beni bir bilemedin iki gün sıkar bu iş. Üçüncü gün kirli bir gömlek misali sıyırır atarım üzerimden. Ben yine ben, o ise kaybedenler kulübünün yeni üyesi.

Aramıza yeni katılan destek elamanlarıyla tanışıyorum. Her ikisi de iyi niyetli, çalışkan. Hava serin, güneş almayan yerler üşütüyor neredeyse. Dışarıda oturmak her baba yiğidin harcı değil. Nişanlı bir çiftin Taş Ev'de fotoğraf çekimleri yapılıyor. Bir hanımefendi geliyor yalnız başına. Tire şiş köftesinin tadına bakmak istiyor. Avluda kenar masalarından birine oturuyor. Fellah köfteye bayılıyor. Birasını yudumlarken eşime Doğuş Holding desteğiyle kadınların ekonomiye katılmasını amaçlayan bir sosyal sorumluluk projesinde yaptığı çalışmaları anlatıyor.  

Venüs ve Fifi'nin keyifleri yerinde. Fifi sakinliği ve hanımefendiliğiyle, Venüs yaramazlıklarıyla bütün misafirlerimizin ilgi ve beğenisini topluyor.

Gündüz saatlerinde sıra dışı bir sakinlik yaşıyoruz. Hatta bir ara fırsat bulup ceviz kıracak zamanımız bile oluyor. Sonra akşam rezervasyonları gelmeye başlıyor birbiri ardına. Gündüzün sakinliği akşamın koşturmasına bırakıyor yerini. Yine İstanbul'dan konuklarımız var. Onlar da tavsiye üzerine gelmişler. Tavsiye eden dostumuzu hatırlamıyorum. Sohbet bizi yakınlaştırıyor birbirimize. Beyefendilerden biri yine bizim ODTÜ'den. Bu ortak nokta sohbeti daha da ısıtıyor. Benim okula girdiğim yıl mezun olmuş. O çatışmalı dönemde uzun süren master çalışması dört yıl birlikte aynı kafeteryayı paylaşmamıza imkan tanımış. Belki de kırk yıl önce aynı yemek kuyruğunda sıra bekledik. Altı aylık, dokuz aylık boykotları birlikte yaşamışız bu saygıdeğer elektrik mühendisi misafirimizle. Yanındaki beyefendiden söz ediyor. O da bir kardiyoloji profesörüymüş. Tam 42 yıl önce Tire'den ayrılmış, bir süre GATA'da görev yaptıktan sonra şimdi İstanbul'daki özel muayenehanesinde çalışmaya devam ediyormuş. Yemekten sonra sıra tatlılara geliyor. Hanımefendiler yan masaya gelen tatlıyı pek bir gösterişli bulup aynısından sipariş vermeyi koymuşlar kafalarına. "Yan tarafa getirdiğiniz tatlının adı neydi?" Hiç düşünmeden cevap veriyorum. "Ceviz krokanlı, kestaneli dondurma" Son derece memnun ayrılıyor misafirlerimiz Taş Ev'den. Ben de onları ağırlamaktan büyük haz alıyorum.

Aklıma eski garsonlarımızdan biri geliyor. "Siz burada egonuzu tatmin ediyorsunuz." demişti. Beni eleştirmek amacıyla söylenen bu söz aslında gerçeğin ta kendisi. Evet, ben burada egomu tatmin ediyorum. Yolsa siz hala bu işi para kazanmak için mi yaptığımı sanıyorsunuz?

BU QALA DAŞLI QALA

19/05/2017 Cuma, Tire

Ekibe yeni katılan şefi yanımıza alıp yaylaya çıkıyoruz. Bugün 19 Mayıs. Atamız tarafından gençliğe adanmış bir gün. Bir ulusun doğuşu. Kutlanmasına yasaklar getirilirken bugünün tatil ilan edilmesini garipsiyorum. Belki de bu yüzden yoğun bir gün olacağı beklentisinde değilim. Hafta içi günlerde kahvaltı talepleri artıyor. Bunu havaların ısınmasına mı bağlamalıyım? Eşim dün olduğu gibi bugün de genç bir çifti kıramayıp hafta içi bir günde kahvaltı veriyor.

Bugün küçük pazardan alacağım fazla bir şey olmayacağını düşünüyordum. Ne var ki şef mutfağa adapte olmaya çalışırken uzunca bir alışveriş listesi hazırlıyor. Elmas hanımı arıyorum, telefonu cevap vermiyor. Ozi, neden sonra açıyor telefonu. O da başka yere söz vermiş. Vakit kaybetmeden iniyorum şehre.

Çok fazla git gel yapmadan alışverişimi tamamlamak için işleri kafamda sıraya koyuyorum. Önce kasap daha sonra mandıra, oradan toptancı ve nihayet pazara uğrarsam en kısa zamanda en az yol kat etmiş olurum.  Telefonum çalıyor, arayan Elmas. "Bugün gelebilirim abi" diyor. Bunu duyunca rahatlıyorum. Birlikte yapıyoruz pazar alışverişini. Malzemeleri boşaltmak için evin yanına yanaşıyorum. Ağaçların altına park etmiş araçlar hareketli bir günün habercisi. Gelen misafirlerin bir kısmı yerli bir kısmı dışarıdan. Sıcak ilişkiler kuruluyor aramızda. Taş Ev'in önündeki ağaçtan sadece bir adet kiraz koparmak için izin istiyorlar. Gelen giden sorup sormadan alt dallardakini toplamış zaten. "Eğer boyunuz yeterse toplayabilirsiniz." diyorum. Misafirlerden en atletik yapılı olanı hiç zaman kaybetmeden tırmanmaya başlıyor ağaca. Bir anda en üstteki dallara ulaşıyor. Bir kap uzatıyoruz kopardıklarını koyması için.  

Hava bugün de serin. Verandada oturmaya niyetlenenler bir süre sonra yukarı, salona taşınıyorlar. Eşimin yeni servise sunduğu pembe sultan ve girit mezelerine talep çok fazla. Yeni şefimiz ilave mezeler hazırlıyor. Akşam saatlerinde yoğunluk artıyor. Öyle bir an geliyor ki, neredeyse havlu atacağız. Dışarıda doktorlardan bir grup rezervasyonsuz geldikleri için yer açılmasını bekliyor. Dört masanın siparişlerini alıp mutfaktaki tezgaha sıralıyorum. Şef malzemelerin yerlerini yeni yeni öğreniyor. İlk günü olması nedeniyle onun için zor bir gün. "Tire şiş köfte bitti." diyor, yedekte beklettiklerimi çıkarıyorum.

Sıklıkla beraber olduğumuz tanıdık bir dostumuz İstanbul'dan misafirlerini getirmiş. Gönüllerince yiyip, içiyorlar. Kahve ikram ettikten sonra kapıdan uğurluyoruz. Tam o sırada iki masa aynı anda hesap isteyince içeri girmek zorunda kalıyorum. Dışarıdan bir takım sesler yükseliyor. Merak edip bakıyorum. İşin aslı anlaşılıyor. Benzini biten arabaları çalışmıyor. Bu duruma çare aranırken aklıma ağaç motoru için bulundurduğum mavi benzin bidonu geliyor. Depodan mavi bidonla birlikte benzini aracın yakıt deposuna akıtmak için bir huni alıyorum. Misafirlerimizden genç olanı bidondaki sıvıdan şüpheleniyor. "Bunun benzin olduğuna emin misiniz? Başka ne olabilir ki?  "Evet, evet eminim." diyorum. Genç adam huzursuz. Depoya bir su bardağı kadar sıvıyı boşalttıktan sonra bidonu kokluyor. Kararlı bir şekilde, "Hayır bu benzin değil." diyor. Gözlerim bidonun üzerindeki yazıyla buluşur buluşmaz başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Depoya koşuyor ve aynı renkteki diğer bidonu alıyorum. Eyvah (!) benzin diye deterjan boşaltmışız depoya. Onlar ayrı, ben ayrı ustalara telefon ediyoruz. Her iki usta da bir bardaktan birşey olmaz diyor. Bidondaki benzinin tamamını boşaltıyoruz depoya. Araba çalışıyor. Bir oh çekiyoruz.

İki genç çift geliyor bu kez. Ellerindeki temalı kocaman bir yaş günü pastasını mutfağa bırakıyorlar. Şeker hamurundan özenle yapılmış bir mikrofon süslüyor pastayı. O Ses Türkiye adındaki yarışmaya katılmış yeni yaşa giren genç adam. Özel eğlencelerde pop müzik üzerine sahne alan bu gencin adı Celal Geçgin diyor çocuklar. Yemekler yeniyor, içkiler içiliyor. Eğlence tam gaz devam ederken pastayı yukarı istiyorlar. Süslü pastanın mumları, maytapları yakılıp yukarı çıkarılırken ışıklar söndürülüyor. O esnada fon müziği olarak TV yarışmasına katıldığı parçayı çalmamız güzel bir sürpriz oluyor gençlere.

Dönüş yolunda Ayşe Hanım çarşamba gününe kadar yerine birisini bulmamızı istiyor. Şehrin içinde yeni açılacak bir yerde daha paralı, daha az yorucu  güzel bir iş bulmuş. Hem onun adına hem de kendi adıma seviniyorum. 

19 Mayıs 2017 Cuma

SENİNKİNDEN

18/05/2017 Perşembe, Tire

Dün aşçımız olmadan yaşadığımız deneyim bizi fazla zorlamadı. Bugünü de atlatabilirsek eğer, her şey yoluna girecek. Sabah eşimle birlikte yolumuz üzerinden elemanı alıyoruz. Dün ızgarayı kolayca yakmam kendime güvenimi arttırmıştı ama bugün aynı başarıyı gösterebilecek miyim?

Hava yağmurlu. Bu bir dezavantaj. Dış mekan temizliği daha az zaman alıyor. Salonun masa ve sandalyeleri ağır. Sürüklemek bağlantılarının gevşemesine sebep oluyor. Her ne kadar özen göstermiş olsam da elemanlar temizlik esnasında çekip sürüklüyor ahşap masaları. Bu yüzden en kısa zamanda vidalarının sıkılması, elden geçirilmesi gerekiyor. Dışarıdaki masalar daha dayanıklı. Onları rahatlıkla sürükleyebiliyorum. Bu yüzden dış mekanlarda yerlerin temizlenmesi daha az zaman alıyor.

Dün misafirlerimizi veranda ve avluda ağırladığımız için salonda yapılacak çok fazla işin olmaması bir şans. İlk olarak ızgaranın başına geçip ateşi hazırlamaya koyuluyorum. Ateşin üzerini iyi örtmediğimden olsa gerek bir gün önceden kalan korlar ilave ettiğim kömürleri tutuşturmuyor. Düne nazaran daha çok vaktimi alıyor bu iş. Ayşe Hanım temizlik işlerini tamamlıyor. Eşim ve ben aynı dileği tutuyoruz içimizden. Çok gelen olmasın bugün, rezil olmayalım. Yarın yeni aşçımız geldiğinde gelsinler... Perşembe günleri alkol satışı diğer günlere nazaran daha düşük oluyor. Bu nedenle daha sakin geçirmeyi umuyoruz bu son günümüzü.

Henüz ızgaranın kömürü kor haline gelmeden iki araba dolusu insan geliyor. Çisil çisil yağan yağmur havayı temizlemiş. Veranda biraz serin olmakla birlikte keyifli. Misafirlerimiz verandayı doldururken her gelene birer şal veriyoruz. Kahvaltı siparişi veriyorlar. Eşimle birbirimize bakıyoruz. Ben prensiplerimden ödün vermekten yana değilim. "Kahvaltı servisimiz hafta sonları." Eşim ızgarayla uğraşacağına kendisine daha kolay gelen kahvaltı hazırlama işini tercih ediyor. Hazırlığımız olmamasına rağmen bir istisna yapıp kahvaltı vermeyi kabul ediyoruz.

Veranda misafirleri bir müddet sonra üşüyüp salona taşınıyor. Hava kapalı, aralıklı olarak yağmur yağıyor. Beklentimizin aksine her geçen saat yoğunluğumuz artıyor. Tavsiye üzerine ilk kez gelen konuklarla sıcak dostluklar kuruyoruz. Burası bir restoran değil, sanki evimizde misafir ağırlıyoruz. Ekip huzurlu, birbirimizin açığını tamamlıyoruz. Tireli olup bir sahil beldesine yerleşmeye karar vermiş yüksek mimar mühendis bir beyefendi ailesiyle birlikte teşrif ediyor. Bu unvanı veren tek okulun İTÜ olduğunu biliyorum.

Bahçede park eden araç sayısı artıyor. Venüs gelenleri rahat bırakmıyor. Gelen misafirlerden birinin beş yaşlarındaki çocuğu çöküp Fifi'yle İngilizce konuşuyor. "Come here boy". Fifi'nin bir hanımefendi olduğunu söylüyorum. Türkçe konuşmakta zorlanıyor. Ta Chicago kentinden Taş Ev'in methini duyup gelmişler. Ne güzel...

Öğlen saatlerinde Gani Usta'nın büyük oğlu geliyor. Artık ormana dönen otları biçmeye başlıyor. Birkaç saat içinde bahçenin havası değişiyor.

Bugün fonda Frank Sinatra çalıyorum. Aslında devamlı aynı müziği çalmak değil niyetim. Ancak müzik değiştirmeye zaman bulamıyorum. Misafirler çaldığımız müzikten hoşlandıklarını söylüyorlar.    

Sağlam müdavimlerimizden biri geliyor eşiyle. Serin havaya aldırmadan verandada oturmayı tercih ediyor. Keyifleri yerinde. Gelen gidenler hız kesmiyor. Açıldığımızdan bu yana en yoğun perşembe gününü yaşıyoruz. Her gelen memnuniyetini ifade ederek ayrılıyor.

Sabahtan beri ağzımıza doğru dürüst bir şey koymadık. Yeni aşçı göreve başlayana kadar personelin karnını doyurma işini ben üstleniyorum. Küçücük doğradığım küp patatesleri wok tavada biraz zeytinyağı ile birlikte çeviriyor, sırasıyla doğranmış biber, küp doğranmış domates ilave ediyorum. Domatesler ölmeye başlar başlamaz sucuk dilimlerini kattıktan sonra içine bizim kara tavukların yumurtalarını kırıyorum. İlk yumurtalar ne de küçük oluyormuş. En az on yumurta kırdıktan sonra gözüm doyuyor. Dışarıda, kiraz ağacının altındaki masaya açıyorum servisi. Gel gelelim yemeye fırsatımız olmuyor. Yukarıdaki masanın temizlenmesi lazım. Ayşe Hanım, "Ya biri gelip o masaya oturmak isterse?" diyor, yukarı koşuyor. Eşimle ben oturuyoruz masanın başına. Verandada oturan beyefendi kokuya dayanamıyor. Çatalını kaptığı gibi tabaklara servis ettiğim patenti bana ait sucuklu menemenden bir lokma alıyor. Yanındaki hanımefendi ayıplıyor onu. "Ne yapıyorsun sen?" Samimiyet hoşuma gidiyor. "Bir sonraki sefere bana bundan yap." diyor, "Seninkinden dediğimde hatırlarsın." Gülüyorum.

Hemen arkasından bankacılar geliyor. Onlar da verandada oturmayı tercih ediyor. Siparişleri benim hazırladığım sucuklu menemen. Rastgele hazırladığım personel yemeği menüye girecek gibi. Adı da belli şimdiden "Seninkinden." İzmir'de yapılan karışık tost isimlerine benziyor. Kaşarlı sucuklu yengen, Rus salatası olursa enişten... "Bana oradan bir yengen, bir de enişten ver."  Ne kadar garipsemiştim. Şimdi de bana gelip "seninkinden" siparişi verirlerse yandık.  

Misafirler cennette yaşadığımızı söylüyor. Çoğunun aklında Taş Ev'in bir benzerine sahip olmak var. Emekli olunca aynı işi yapmayı hayal edenler de az değil. Evin önündeki kiraz ağacının yetişilebilecek dallarında meyve kalmadı. Üst dallara uzanıp koparılan tek bir kiraz misafirlere sunulan bir şölene dönüşüyor. Aşkın Şef kendi tavuklarını aldıktan sonra geride kalanların tamamı bize ait. Bunlarla uğraşmak ayrı bir iş. Doymak bilmiyorlar. Mutfaktan çıkan sebze ve ekmek artıkları onların. Kadir askerden döndükten sonra tavukların bakımını ona bırakacağım.

18 Mayıs 2017 Perşembe

DEĞİŞİYORUM

17/05/2017 Çarşamba, Tire

Yeni bir dönem başlıyor bizim için. Kapılarımızı bugün yeniden açıyoruz konuklara. Yeni bir şef katılacak aileye cuma günü. İki gün eşimle birlikte idare edeceğiz. Sabah Ayşe Hanım'ı aramamı istiyor eşim. İyi ki aramışım. Bugün mekanı açacağımızdan haberi yok. Eşim "Ona bugün açacağımızı söylemedik ki." diyor. Öyle bile olsa bir telefon açıp "Arkadaş ne zaman iş başı yapıyoruz?" demez mi insan?

Gelir gelmez Venüs'ü serbest bırakıyorum. O da yavaş yavaş yayla hayatına alışıyor artık. Hemen koşup Fifi'nin ensesine yapışıyor.

Bu iki günlük geçiş döneminde yoğun bir gün yaşamak istemiyoruz. Gündüz gelen misafirler bizi yormuyor. İlk kez ızgarayı yakıyorum. Bu işi de becermiş olmanın haklı gururunu yaşıyorum.

Artık aileden saydığımız dostlarımız iki araba dolusu misafirleriyle birlikte geliyor, manzaraya karşılarına alıp verandada oturuyorlar. Annem rahat durmamış kardeşlerime haber verip kendisini eve götürmelerini istemiş. "Yarım saat sonra gelip alacaklar beni." diyor. Ne zaman canı isterse yanımızda kalabileceğini söylüyorum. Erkek kardeşim kız kardeşimle birlikte geliyorlar. Avluda bir şeyler atıştırırken sohbet ediyoruz. Erkek kardeşimin "Değişiyorum" sloganı yazdığı kitabın adı olmuş. İmzalayıp hediye ediyor. İkinci kitabını hazırlıyor olması sevindirici.  

Yağmur havası var. Sıcaklık önemli ölçüde düşmüş. Verandada oturan misafirlerimiz üzerlerine şal istiyorlar. Gelen misafirlerimizden bazılarıyla sohbet ederken ortak dostlarımız çıkıyor. Taş Ev'i çok beğeniyorlar. Akşam mesai saati sonunda kimsenin kalmaması erken dönüş hazırlıklarına başlamamıza imkan veriyor. Uzun zamandır bu saatlerde kapatmak mümkün olmuyordu. Gelenler Taş Ev'i benim projelendirdiğimi sanıyor. Ben bu yapının mimarının Rumlar olduğunu söyleyince şaşırıyorlar. Benim yaptığım sadece olanı tamir etmek.

Akşam diğer günlere göre daha erken dönüyoruz evlerimize. Biriken günlüklerimi gözden geçirmeme imkan sağlıyor bu durum.

YİNE YENİ YENİDEN

16/05/2017 Salı, Tire

Dün Taş Ev yastaydı. Tabelaların üzerinde "Cenazemizden Dolayı Kapalıyız" yazısı iliştirilmiş. Hayat devam ediyor. Bugün büyük pazar kuruluyor. Açıldığımızdan bu yana alınacak listesini aşçıdan alırdım. İlk kez eşimle birlikte karar veriyoruz alınacaklara. Yeni şef cuma günü başlayacak çalışmaya. Pazar alışverişi için araba şart. Ali Ustadan henüz haber yok. Öğlene doğru arıyorum. Yarım saate kadar arabamı teslim edeceğini söylüyor. Bugün yapacak çok iş var. Zamandan kazanmak için taksi tutuyorum sanayiye gitmek için. Üç tane plastik boru değiştirilmiş. Eski boruları gösteriyor Ali Usta, güvenimi kazanmak için. Arabayı alıyor, pazarın kurulduğu bölgeye doğru yola çıkıyorum. Pazarın ortasındaki alışveriş merkezinin kapalı otoparkı tıklım tıklım dolu. Sadece bir yer gözüme ilişiyor. Kolon ile park etmiş başka bir aracın arasından zor bela giriyor, arabayı park ediyorum.

Pazarda doğru dürüst ot kalmamış. Bol bol kabak çiçeği alıyorum. Bir yerde sadece sirken otu buluyorum. Domates geçen haftalara göre ucuzlamış. Mantarın fiyat artışı sıcakların artışına bağlanıyor. Soğuk hava depolarının maliyetini bindirmişler. Reçel yapmak için çileğin biraz daha ucuzlaması lazım. Defalarca gidip gelip arabanın arkasını malzeme ile dolduruyorum.

Pazar dönüşü eve uğrayıp yemeğimizi yedikten sonra hep beraber yaylaya çıkıyoruz. Eşimle birlikte yeni mezeler hazırlıyoruz. Anneme de kabak çiçeği dolmalarını sarmak düşüyor. Ona bir şey yaptırmak değil niyetimiz ama bir şey yapmadan durmak bizim genlerimizde yok.

Annemin tansiyonu normal seviyelerde seyrediyor. Yayla havası yaramış olmalı. Ama onun aklı kendi evinde. "Şimdi eve gelenler olur, daha fazla uzak kalamam." diyor. "Anne iyi de, sana iyi gelmez bu, bak tansiyonun yükselir yine."

Akşamın karanlığına kadar çalışıyoruz hep birlikte. Komşulardan dostlardan telefonlar geliyor, baş sağlığı için. Akşama bizzat baş sağlığına gelmek isteyenler var. Aceleyle kapıları kapatıp şehre dönüyoruz. Saat dokuz buçuktan sonra misafirlerimiz geliyor. Aslında biz gelmeden önce gelmişler kapıya. Güzel ve sıcak bir buluşma oluyor dostlarla.
  

YAYLAYA DÖNÜŞ

15/05/2017 Pazartesi, Tire

Bugün kapalıyız. Dün dönerken yanıma aldığım annemle birlikte yapıyoruz kahvaltımızı. Eşimin evde yapacak işleri olduğundan yaylaya onsuz çıkıyoruz. Yukarıda yapacak fazla bir şey de yok aslında. Venüs ve Fifi'ye bakacağız, onlara yemek su vereceğiz sadece. Annem ilk kez görecek Taş Ev'i.  

Hava oldukça sıcak olmasına rağmen yaylada tatlı bir esinti var. Fifi karşılıyor bizi. Venüs'ü serbest bırakıyorum. Hoplaya zıplaya koşturmaya başlıyor. Yaramaz bir çocuk adeta. Suyunu dökmüş yine. İlk iş olarak suyunu koyuyorum. Dakikalarca ağzını şapırdata şapırdata içiyor.

Anneme Taş Ev'i gezdiriyorum. Çok beğeniyor. Ben işlerimi bitirene kadar avludaki masalardan birinde oturuyor. Kümesteki tavuklara biraz ekmek atıyorum. Elimde ekmeği görür görmez bağrışmaları artıyor. Sularını tazeliyorum.

Sosyal medya üzerinden mesaj gönderen ve telefonla bizzat arayan dostlara cevap vermekle meşgul oluyorum. Dün mesaj gönderenlere cevap veremezdim. Onların tümüne genel bir teşekkür mesajı yazıyorum.

Dün arayanlardan biri de aşçılık için müracaat ettiğini söylemişti. Durumu anlatıp yarın kendisine döneceğimi söylemiştim. Aradığı saati aklımda tutmuştum. Hemen randevulaşıp görüşüyoruz. Gözümüz tutuyor kendisini. Birlikte çalışmak için anlaşıyoruz.

Öğleden sonra şehirde biraz işim var. Arabadan ıslık sesi gibi bir ses geliyor gaz verirken. Her zaman fırsat bulamam diye Ali Ustaya gösteriyorum. "Radyatörde delik olabilir." diyor. "Sökmeden bir şey diyemem." Uzun bir yürüyüşten sonra eve geliyorum. Eve taziye için gelen misafirlere görünüp odama çekiliyorum. Akşam üzeri usta arıyor. İzmir'den parça sipariş etmiş. Arabayı yarından önce teslim edemeyecekmiş.

TV'de 24 kişinin hayatını kaybettiği trafik kazasının haberleri veriliyor. Anneler Gününü kutlamak için çıkmışlar yola. Dün mezarlıktaki imamı hatırlıyorum. "Su satan çocuklara yüz vermeyin." diyordu. Mezarı sulamak, çömlekleri suyla doldurmak adetlerimizden biri. Nedense komik geliyor bana. Suyun ne faydası var ölüye. Susuzluktan kırılan insanlara lazım su. İmam boynuna bir ses cihazı takmış, mezarlığın başında dualar okuyor. Kimse anlamıyor dediklerini. Çok mu lazım anlamını bilmediğin Arapça sözcükleri duymak. Ölüye faydası olur mu ki?

Sabah okunan salanın bir faydası var sadece. Cenaze merasimine bir davet oluyor bu çağrı. Hayat devam ediyor. Yarın büyük pazar. Günlükleri tamamlamam lazım. Taziye mesajlarının ardı arkası kesilmiyor... 

ARTIK BABAM YOK

14/05/2017 Pazar, İzmir

Yoğun bir günü karşılayacağımız için hemen yatmak zorundaydık. Zira dünkü telefonların çoğu bugünkü rezervasyon taleplerine aitti. Diğer taraftan günlük yazılarım biriktikçe huzursuzluğum artıyor. Koltukta sızıp kalmışım yine. Kızımın sesine uyanıyorum. Her zamanki gibi yatağıma yatmamı isteyeceğini düşünüyorum. Aniden kalkarsam tansiyonumun düşeceğini iyi biliyor. "Baba sakin ol, iyi misin?" Olağan üstü bir durum var sesinde. "Dur, hemen kalkma." "Ne oluyor?" "Haber geldi hastaneden şimdi, dedemin kalbi durmuş (!)"

Saat 02.00. Daha bir saat olmuş eve geleli. Ne yapacağız? Taş Ev'i açmazsak olmaz. Bir ay önce yapmış programlarını insanlar. Bugün Anneler Günü. Eşim ve kızım "İdare ederiz biz, sen git." diyorlar. "Sadece rezervasyon yaptıran misafirleri kabul edelim." diyorum. Anahtarları bırakıp yola çıkıyorum. Anneme haber verilmiş. Onu daha fazla düşünüyorum. Babamın durumuna sanki hazırım. "Sıcakken yara acımaz." derler, belki ondan bu hissizliğim?

Yol bomboş, kafamın içi gibi. Son günlerde aklıma düşen görüntü geliyor gözümün ününe. Koyu yeşil bisiklet. Kurbağalı dere. Sobaya dokunmayalım diye etrafında döndürülen ahşap korkuluk... Henüz okula başlamamışım. Babam koyu yeşil bisikletine binip işine gidiyor. Arkasından bakakalıyorum. Gözlerim doluyor. İçim daralıyor. Hastanenin morguna doğru yaklaşıyorum.

Neredeyse son altmış yılına şahitlik ettiğim bir hayat. Bir sürü anı, iyi günlerden fazla kötü günler. Hızla geçen zaman. Bir ömür. Erkek kardeşim arıyor. Saat sekize kadar işlem yapılmıyormuş. Annemi kız kardeşim almış, Ayrancılar' daki evine getirmek üzere yola çıkmışlar. İlk toplantı yerimiz Ayrancılar. Az sonra buluşuyoruz. Kendimi tutmam lazım. Annemin tansiyonu yükseliyor, sıkılmaması gerek. Ama nasıl olacak bu?

Cenazeyi kaldırmak için neyi nasıl yapmak lazım, hiçbir fikrim yok. İlk durak hastane. Oradan birilerine sora sora öğreniriz. Dolan gözlerimin yaşını içime akıtıyorum. Yapmam gereken son görev var daha. Bir yol gösteren var mı etrafımda? Aklıma çocukluk arkadaşım geliyor. Sabah sabah uykudan uyandırıyorum. Hani "Mutlaka haber ver bana." demiştin ya. İşte sana haber veriyorum. "Yapmam gereken bir şey var mı?" diye o da bana soruyor. Bütün mesele bu zaten. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyecek biri lazım acilen. "Yok, sağ ol." diyorum.

Kardeşimin kafası benden iyi çalışıyor. "Mezarlıklara gidelim, yerini ayırtalım." diyor. Hava aydınlanmadan çıkıyoruz yola. Bütün mezarlıklar dolmuş. Ya bir yakınının üstüne gömüleceksin ya da şehrin uzak bir köşesine. Paşaköprüsü mezarlığına giriyoruz. Yönetim binasının kapıları asma kilitlerle kapatılmış. Çevrede dolaşanlara soruyoruz. Saat ona doğru açılır diyorlar. Ne kadar rahat bu insanlar?

Sala verdirmek için camiye gidip görüşmeye karar veriyoruz. İki caminin imamıyla görüşüyoruz. Karşılıklı görüşme değil bunlar. Camiler kapalı. İlk caminin avlusunda zorlukla okunabilecek mesafede imamın cep telefonu yazılı. İmamı arıyoruz. "Merhumun ismini bir kağıda yazıp posta kutusuna atın, saat on bire doğru okurum." diyor. Ama öğlen namazına yetişmezse, yanlış anons edilmiş olacak (!) "O zaman beni ararsınız." diyor. Benzer şekilde diğer cami imamı ile telefonda görüşüyor, sala okumasını istiyoruz. Demek artık böyle oluyormuş bu işler.

Morgdaki sorumlunun mesaisinin başlamasına yakın bir zaman. Hastaneye gidiyoruz. Hayatımda ikinci kez morga giriyorum. Daha önce şantiyede kırk metreden beton zemine çakılan bir işçimin cesedini görmüştüm Karadeniz'in Ereğli'sinde.

Bu kez babamı görmek istemiyorum. Ne faydası olacak ki bundan sonra. Kapalı kapılardan birinin üzerinde "imam" yazıyor. Kapıyı vuruyoruz, kimse cevap vermiyor. Bir sedye getiriyor biri erkek biri bayan iki görevli. Beyaz kefen bezine sarılı kişi morga alınacak misafirlerden sonuncusu. Görevliler morgun anahtarlarını taşıyan imamı bekliyorlar. Bir yere telefon ediyorlar. Az sonra imam çıkıyor ortaya. Yüzlerce kez aynı işi yapmanın rahatlığı var üzerinde. Demir kapıyı açıyor. Hep birlikte soğuk hava dolaplarının içindeki bir tepsiye beyaz kefene sarılmış cesedi indiriyorlar. Kapıyı kapattıktan sonra kendine tahsis edilen odaya alıyor bizi. "İlk iş olarak mezarlıkta yer bulun yoksa gusülhaneye dahi gönderemeyiz." diyor. Mezarlıklar Müdürlüğünde henüz mesai başlamamış olmalı. Hastaneye yakın bir binada defin işleri müdürlüğünü buluyorum. Buradaki işlemlerin takibi için kardeşimi bırakıyor, mezarlıklara dönüyorum. Dedemin üzerine babamı gömmek için annemin rızası gerekliymiş. Mezarlık Müdürlüğünün imamı bir kağıt hazırlayıp veriyor elime. Ayrıca ölüm raporunu alıp getirmeliymişim. Ayrancılara dönüp annemin kimliği ile birlikte içi doldurup imzalanacak belgeyi alıyorum. Zamana karşı yarış başlıyor. Telefonum durmadan çalıyor bir taraftan. Taziye telefonu değil bunlar. Kimse durumdan haberdar değil ki. Telefonlar yeni rezervasyon talepleri. Teker teker hepsine durumu izah edip özür dileyerek talepleri geri çeviriyorum.

Öğlen namazına yetişebilmek için her zaman havalimanı kavşağında yer tutan radar kontrolünü bilmeme rağmen hızımı olabildiğince arttırıyorum. Mezarlık imamını buluyor, belgeleri veriyorum. İşin önemli bir aşaması hallolmuş oluyor. Hemen hastaneye geri dönüp kardeşimle buluşuyorum. Bu taraftaki işlerde ilerleme yok. Mezarlıktan arıyorlar, merhumu defnedilecek yeri hazır diye. Haber geldikten sonra babamı gusülhaneye getirip cenaze işlemlerine başlıyorlar.

Artık beklemekten başka bir şey yok yapacak. Oğlum arıyor. "Başın sağ olsun." Sesim düğümleniyor, konuşamıyorum. Yaşadığım durumu zihnimden uzaklaştırmak, düşünceleri karga kovalar gibi başımdan atmak bir kaçış yolu. Duygusal olarak zayıf bir anımda üniversite arkadaşlarımdan biri arıyor. Yine kelimeler boğazımda düğümleniyor. Cenaze aracı hazırlanıyor. Öğlen namazına yetiştireceğimiz kesin artık. Camiye gidiyorum. Uzun yıllar görmediğim insanları görüyorum cami avlusunda. Musalla taşının üzerinde babam yatıyor. Bazen büyük bir metanetle direniyorum. Öğle namazını kılıyor cemaat. Elli yıldır görmediğim eski komşular, gençliğini hatırladığım yaşlı dedeler baş sağlığı diliyor çevremde. Aynı mahallenin çocuklarının saçları ağarmış, her biri koca koca ihtiyar adamlar olmuşlar. Çocukluğumda sık görüştüğümüz bir aile dostumuzun yetmiş beş yaşlarındaki oğlu ile sohbet ediyoruz. Annesi Zehra Teyzenin yıllar önce öldüğünü biliyorum. Cenaze namazı kılındıktan sonra mezarlığa gitmek üzere arabama alıyorum. "Ali Abi, Zehra Teyze kaç yılında ölmüştü?" Dönüp bana garip garip bakıyor. Bakışları şaşkın. Garip geliyor sorum ona. "Zehra Teyzen ölmedi ki, yaşıyor. " Ne?... "Daha sabah görüştük. " Yazık diyorum içimden, ona da gelmiş gelenler.

Mezarlık kalabalık. Bugün Anneler Günü. Ben annemin Anneler Günü'nü kutlayamadım. Nasıl kutlarım ki. Acısıyla, tatlısıyla ortak geçen bir altmış yıl. Sıkılmaması lazım, ağlamaması lazım. Sağlığı açısından çok önemli bunlar. Ama elde mi?

Babamıza karşı son görevimizi yerine getiriyoruz. Düşünüyorum, garip geliyor. Cenaze arabası adet olduğu üzere kapımızın önünden geçiyor. Son kez selamlıyor komşuları, vedalaşıyor babam onlarla. Sessizce... Annemi kız kardeşimin evine kaçırdığımız için evden ne ağlama ne de çığlık sesi duyuluyor. Ağlasa o ağlardı sadece. Bir de kız kardeşim. Benimle aynı acıları yüreğinde bastıran erkek kardeşim. Onlar ağlarken ben tutabilir miydim kendimi? Akıtmayı başarabilir miydim gözyaşlarımı içime? Sessizce... Evimizin karşısında virane iki katlı bir ev. Yanındaki ev bir enkaz yığını. Çocukluğumun en lüks evlerinden biriydi bir zamanlar, altı bakkal. Bakkal Teyzenin evi. Ayakta bir o kalmış. Yeşile boyalıydı o ev, ben çocukken. Koyu yeşil boyalı bisiklet. Babamın bisikleti... Zaman ne çabuk geçiyor? Bir varmış, bir yokmuş. Artık babam yok...