KATEGORİLER

19 Haziran 2017 Pazartesi

BABALARA...

18/06/2017 Pazar, Tire 

Bugün Babalar Günü. Tarihçilerin araştırmalarına göre ilk olarak ABD'de kutlanmaya başlamış. Bugüne ilham veren Amerikan iç savaşı gazisi William Jackson Smart, eşi altıncı çocuğunu doğururken vefat edince geride kalan çocuklarına hem analık hem babalık yapıyor, onlara şefkatle bakıyor. Kızlarından biri, Sonora Smart Dodd, senede bir günün anneler gününe benzer şekilde kendisini ve kardeşlerini yetiştiren babası için kutlanması gerektiğini düşünüyor. İlk aklına gelen tarih babasının doğum günü olan 5 Haziran. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için bir yıldan fazla uğraşıyor, yazışmalar yapıyor, en sonunda istediğine kavuşuyor. İlk Babalar Günü hazırlıkların yetişememesi nedeniyle 19 Haziran 1910 tarihinde kutlanmış. ABD Başkanı tarafından  1966 yılında yayınlanan bir bildiride Babalar Gününün haziran ayının üçüncü pazar günleri kutlanmasına karar verilmiş. 1972 yılında ise bu özel gün resmi tatil ilan edilmiş. 

Zaman zaman düşünürüm; Annelik iç güdüsünden bahsedilirken babalar bir adım uzakta bırakılıyor. İstisnai durumlar dışında bunun bir haksızlık olduğundan şüphem yok. Çocukları için nasıl anneler canlarını feda etmekten kaçınmıyorsa babalar için de durum farklı değil bence. Babamı kaybedeli çok olmadı. O bakışlarındaki gurur, özlem, sıcaklık gözlerimin önüne geliyor. Babalar genellikle hislerini açığa vurmazlar. Ben ise bu konuda o kadar başarılı olduğumu söyleyemem. Sabah ilk olarak kızım arıyor. Arkasından oğlum. Onların sağlıklı, başarılı ve mutlu olduklarını duymak kadar güzel bir hediye olur mu? 

Hava kapalı, yağmur yağdı yağacak. Babamı hatırlatıyor bana. Ne çabuk geçiyor yıllar. Sağ sol olaylarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemdi. Henüz on sekiz yaşındayım. Arkadaşlarla Alsancak'taki pub'lardan birinde kocaman bardaklar içinde bilmem kaç tane fıçı bira içmiştim. Pamukkale Turizm'in üniversitelerin açılış döneminde Ankara'ya kaldırdığı sekiz on otobüsten biriyle başlayacak yolculuğuma daha iki saat kadar zamanım var. Otobüs terminaline vardığımda midem bulanıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Oradan oraya dolaşırken, bir büfeden ilk sigaramı alıyorum. Sigara içen biri değilim o zamanlarda. Bir sigara içersem midemin bulantısını alır belki. Şimdi düşünüyorum da, ne alaka? Bir de kibrit alıyorum yanında. Zor bela sigaramı yakıyorum. İlk nefeste aldığım dumanla birlikte daha fazla kötüye gidiyor durumum. Gözlerim yaşlanıyor dumandan. Tam o esnada karşımda tanıdık bir yüz beliriyor. Bana doğru yaklaşıyor, gülerek. Elimde sigara, karşımda babam, başım dönüyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ne yapacağımı bilemediğim gibi ne diyeceğimi de bilemiyorum. "Baba, sigara içmiyorum ben, biraz bira içtim, midem bulanıyor ondan." Eyvah, bir de bira içtiğimi kaçırdım ağzımdan. Ne aptalım ben. Sigarayı atıyorum elimden. Sarılıyor bana. "Gel, gel bir soda alalım sana, o iyi gelir." Babamdan hiç beklemediğim bir davranış bu. Beni uğurlamaya gelmiş. Karşılaştığı manzaraya bak. Yerin dibine batıyorum. Hiç kızmıyor. Kızsa daha iyi. Yakındaki bir büfeden aldığı soda şişesini dayıyorum ağzıma. O ise gülümsemeye devam ediyor. "Demek bira da içiyorsun?" diyor kızmadan. Otobüslere doluyor öğrenciler. Pencereden babama bakıyorum. Kim bilir neler geçiriyor aklından. "Benim oğlum büyümüş de bira içiyor." 

Ben sert baba olmayacağım. Çocuklarımla arkadaş olacağız. Dediğimi yapıyorum. Hiç bir zaman resmiyet olmuyor aramızda, bazıları yanlış bulsa da. Baba korkusu bilmesinler istiyorum. Saygı, sevgi doldursun yüreklerini. Neden korksunlar ki. Pırlanta gibi çocuklarım var, tam istediğim gibi. Onlarla her zaman gurur duyuyorum.

Fırından ekmek alıyoruz. Fırıncı dünyalar iyisi biri. Yeni bir çırak almışlar. Fırıncı fırının başında hareketsiz duruyor. Üzgün ve düşünceli bir hali var üzerinde. Meselenin iç yüzü anlaşılıyor az sonra. Müşterilerden biri bir tepsi biber dolması göndermiş fırına. Acemi çırak tepsiyi kapkara çıkarmış. Fırıncı üzgün. Teselli ediyorum, "İnsanız olur böyle şeyler." "Olmasa iyiydi."  diyor, dokunsan ağlayacak. Eşim, "Şuradan biraz dolmalık biber al, yenisini yapalım." diyor. Fırıncının yerine koyuyorum kendimi. Zor bir durum.

Venüs'ün keyfi yerinde. Su kovasının içine patilerini, kafasını sokup cıp cıp suyla oynuyor. Onun babası kim acaba? O da babasını özlüyor mu? Ya annesini? Onun annesi benim kızım. Geçen geldiğinde sarmaş dolaş olmalarını görmeliydiniz. Mutfakta dün topladığım vişneler reçel olma yolunda. Öğlen yemeğimiz köri soslu kremalı tavuk. Olamaz böyle bir lezzet. Keyifle yemeklerimizi yiyoruz, yağmur çiselerken. Venüs masamızın başında "Bana  da verin." dercesine sırasını bekliyor. Yemek sonrası Selma Hanım kahve ikram ediyor. Ramazan ve havanın etkisi ile önceki pazar günlerinin yoğunluğu yok. Telefonlar geliyor iftar yemeği rezervasyonları için. Fonda Beatles çalıyor. Selma Hanım "Bu parça çok hoşuma gitti, bir kağıda yazar mısınız adını?" diyor yanıma gelip. Ekip arkadaşlarım ayrı ayrı babalar günümü kutluyor, ben de Ertuğrul Şefin babalar gününü kutluyorum. 

Sohbet esnasında ramazandan sonra deniz ürünlerini menümüze dahil etmeyi öneriyor eşim. Ertuğrul Şef'in bu konuda harikalar yaratacağından eminim. Kiremitte alabalık da aklımın bir köşesinde duruyor. 

Facebook sayfaları babalar günü mesajlarıyla dolu. Herkes tanıdığı, tanımadığı, yaşayan ya da vefat eden babaların babalar gününü kutluyor. Baba deyince kiminin aklına Atatürk, kiminin aklına meşhur "Baba" filminin baş aktörü Marlon Brando geliyor. Bu aralar facebook çok zamanımı alıyor çok arzulamadığım halde. Bazı sayfalardan çok faydalanıyorum. Özellikle klasik müzik üzerine açılmış sayfalar, Fadiye Hanım'ın her postu sanat ve kültür kokan Tire sayfası, Leman Hanım'ın sayfası en beğendiklerim. Diğer taraftan karşıma bol miktarda çıkan, "Şu çocuğa bir geçmiş olsun demek yok mu?", "Bakalım kaç kişi amin diyecek?" "Oram ağrıdı, geçmiş olsun diyen yok mu?" türünden paylaşımlara birinci derece gıcık kapıyorum.

Yağmurun bastırmasıyla hava kararıyor. Verandada oturan misafirlerimiz böylesine yoğun bir bitki örtüsüne az rastladıklarını söylüyorlar. Hanımefendi Datça, beyefendi Fethiyeli oysa. Yağmuru seyrederek huzurlu bir ortamda yemeklerinin tadını çıkarıyorlar. Sipariş ettikleri keşkeğin çok hoşlarına gittiğini söylüyorlar. Avukatlık yapıyorlarmış İzmir'de. Yeni bir yer keşfettikleri için çok seviniyorlar. Adaletin anlamını yitirdiği ülkemizde ne kadar zor bir meslek seçtiklerini konuşuyoruz. Bu güzel ortamı şefimizin hünerli ellerinden çıkan dondurmalı irmik helvası ve eşimin meşhur trileçe tatlısı ile taçlandırıyorlar. 

Akşam saatlerine yaklaşıyoruz. Genç bir çift ilk kez geldikleri Taş Ev'in salonunda oturmayı tercih ediyor. Bu manzara karşısında fonda Edith Piaf çalıyor. Uzun uzun oturacaklar gibi. Hiç aceleleri yok belli. Tadını çıkarıyorlar. Eee, Taş Ev keyif yeri değil mi? Henüz iftar saatine çok var. Efsane çorbamız eşim tarafından hazırlanıyor. Fırsat bulup toplayamadığımız kara kızların yumurtalarını topluyoruz birlikte. Venüs bizim peşimizi bırakmıyor. Domates, salatalık ve sebze artıklarını tavuklardan önce kapıyor önlerinden.

Akşam misafirlerimize ikram ettiğimiz özel çorbamız büyük takdir topluyor. Ramazan dolayısıyla önceki haftalardaki yoğunluk olmasa da salonun ön cephesindeki bütün masalar dolu. İftardan sonra çat kapı gelecek misafirlerimiz orta masalara oturmak zorunda kalacak.

Misafirlerimizi vakitlice uğurluyor, Venüs'e ilaçlarını verdikten sonra günü sonlandırıyoruz.

18 Haziran 2017 Pazar

DEPREM

17/06/2017 Cumartesi, Tire

Kızım o kadar tembihlediği halde Venüs'ün ilaçlarını buzdolabında unutunca apar topar geri dönüp onları almaya gidiyorum. Venüs bugün çok iyi. Önceden olduğu gibi hareketlenmesi sevindiriyor bizi. İlaçlarını içiriyoruz. Karşıyaka'dan gelen öğlen misafirlerimizi hiç rahatsız etmiyor, yanlarında sessizce uzanıyor. Misafirlerimizi uğurladıktan hemen sonra Google'dan beş yıldızlı bir yorum aldığımız bildiriliyor. Belli ki çok hoşnut kalmışlar.

Dün yukarı yaylada gördüğüm vişnelerde aklım kaldı. Yanıma iki plastik kova alıp patika yol boyunca tırmanıyorum. İki büyük beyaz kelebek kah sağımdan kah solumdan bana eşlik ediyor. Türlü orman çiçekleri arasından tepeye varıyorum. Bu yıl ot temizliği yaptırmadığım için ayakkabılarımın içi dikenle doluyor. Hemen karşımda dalları meyve dolu vişne ağaçları görünüyor. Gömleğimi çıkarıp alçak dallardan teker teker toplamaya başlıyorum. Hafiften esen rüzgar ve ağacın gölgesi işimi kolaylaştırıyor. Ağaçlarda çok meyve var, topla topla bitmiyor. Sıkıca tutunduğu dallardan vişne saplarını ayırmak parmak uçlarımı acıtıyor. Belki de daha pratik bir yöntemi vardır bunun. Aşağı yaylada bir miktar vişne toplamıştık ama bu kadar zorlanmamıştım. Kızılcık toplar gibi zaman alıyor. Kızılcık dokunulur dokunulamaz ele düşüyor ama vişne öyle değil, dalını kolay bırakmıyor. Ufacık meyveleri teker teker koparıyorum dalından. Çok emek isteyen işler bunlar.

Rezervasyon yaptırmak isteyen misafirlerimizle yaptığım telefon konuşmalarını saymazsam, hiç ara vermeden on kiloya yakın vişne topluyorum. Aşağıdan telefon ediyor, yemeğe çağırıyorlar. "Siz yemeğinizi yiyin, ben dönünce yerim." diyorum. Elimdeki kovalar dolunca geldiğim patika yolundan geri dönüyorum. O iki büyük beyaz kelebek yine bana eşlik ediyor.

Misafirlerimizin çoğu tavsiye üzerine gelenler. Yine ta Ödemiş'ten kalkıp gelmişler. Ertuğrul Şef bana topladığım vişnelerden nefis bir şerbet hazırlamış. Keyifle içiyorum. Misafirlerimizi ağırladıktan sonra ekip arkadaşları ile birlikte dönüyoruz. Selma Hanım telefon ediyor. Büyük deprem olmuş, herkes sokaklarda (!) Arabanın içinde hareket halinde olduğumuzdan dolayı hissetmiyoruz depremi. Önce kızımızı arıyoruz. O çadır kampında olduğu için en emniyetli yerde aslında. Oğlumuzu arıyoruz. Deprem onun olduğu yerde hissedilmemiş bu kez ama biz henüz evimize girmeden öğreniyor depremin merkezini. Karaburun açıklarındaymış. Deprem profesörlerine gün doğuyor. Ahkam kesmeye başlıyorlar medyada. Ege'de yedi büyüklüğünde deprem olacakmış yakın zamanda. Hepsi kuru sıkı sallıyor. Evet, bilimsel olarak fay hatları haritası çıkarılmış durumda. Nerede deprem potansiyeli var nerede yok belli. Ne var ki depremin ne zaman olacağına dair kimse bir şey söyleyemez. Bir tarih atıyorlar, Nasrettin Hoca'nın "Ya tutarsa" fıkrası gibi.

Özellikle İzmir çevresi için yıllar önce şarlatan olmayan, gerçek bilim adamlarının yaptığı açıklamayı akılcı buluyorum. Bu bölge bir çok fay hattına sahip hareketli bir bölge. Sık sık deprem olur bu nedenle. Güzel tarafı hafif ve orta şiddetteki depremlerin çoğunu hissetmeyiz ama çok işe yararlar. Üzerindeki gerilim azalır her fay kırılmasında. Bu sebeple büyük deprem riski azdır İzmir civarında. Olası en büyük deprem büyüklüğü belki 6 yı biraz geçebilecektir. Hafif hasara sebebiyet verir bu büyüklükte bir yer sarsıntı. Yine de çok sayıda küçük depremlerin olması ürkütücü değil rahatlatıcıdır.  

17 Haziran 2017 Cumartesi

GÜNÜMÜZ VENÜS

16/06/2017 Cuma, Tire

Yaylaya çıkarken servise uğrayıp bilgisayarımı alıyorum. Hava oldukça sıcak. Bahçeden içeri girdiğimizde gözlerim Venüs'ü arıyor. Bir köşeye uzanmış sessizce yatıyor. Bugünün en önemli işi Venüs'ü eski sağlığına kavuşturmak. Bütün ekibin, İzmir'deki kızımın tek tasası bu. Gıdısı iyice sarkmış, bakışları solgun. Fifi'ye bile dalaşmıyor. Doktor hanımı arıyorum, beklediğini söylüyor.

Onu mümkün olduğu kadar sarmadan götürüyorum muayenehaneye. Fatoş Hanım çok seviyor hayvanları. O kadar sevmese yapamaz zaten işini. "Gece bir böcek sokmuş olabilir." diyor. Üç çeşit iğne yapıyor. Sonuncu iğnenin biraz canını yakacağını söylüyor. Muayene tablasında halsiz bir şekilde oturuyor Venüs. Biraz ateşi de yükselmiş. Onun bu haline üzülüyor, gözümün önüne o yerinde duramayan haşarı zamanları geliyor. "İyileşeceksin kızım, bir şeyciğin kalmayacak. Doktor teyzen seni iyileştirecek." Son iğneyi yedikten sonra kesik kesik sesler çıkararak canının yandığını belli ediyor. Doktor Hanıma patisini uzatıp teşekkür ettikten sonra ayrılıyoruz. Bugün ilaçların etkisiyle biraz halsiz olabilirmiş.

Yaylaya dönüyoruz. Bugün gözümüz Venüs'ten başkasını görmüyor. Kısa bir süre sonra iğneler etkisini göstermeye başlıyor. Bu iyi haber. Yemekten sonra birden kızımızı karşımızda görüyoruz. Venüs'ü merak etmiş, haber vermeden çıkmış gelmiş. Venüs birden karşısında annesini görünce çıldırıyor sevinçten. Her geçen saat kendini toparlamaya başlıyor. Hatta ufaktan ufaktan Fifi ile dalaşmaya bile başlıyor. Kızımın hazırladığı mamayı iştahla yemesi beni şaşırtıyor.

Öğleden sonra kuru kestane ağaçlarına fiyat verecek bir oduncu geliyor. Aşağı, orta ve yukarı yayladaki kuru ağaçları gösteriyorum. Yukarı yaylanın biçilmemiş otları arasından güçlükle ilerliyoruz. Yukarı yayladaki üç vişne ağacı üzerinde epey meyve görünüyor. Henüz nerede hangi meyvemiz var bilmiyoruz. Geçen sene çok erik veren iki ağaç bu sene meyve vermemiş. Armutlar da henüz çok ufak. Arkamızdan bir hışırtı duyuyoruz. O da ne? Venüs peşimize takılmış geliyor. Hemen arkasında onu hiç yalnız bırakmayan ablası Fifi gözüküyor.

Oduncunun eşi bahçede bizim dönüşümüzü bekliyor. Venüs ile Fifi kah önümüzden giderek kah arkamızdan gelerek bize eşlik ediyorlar. Bahçeye döndüğümüzde kiraz ağacının altında dinleniyoruz. Oduncu götürü ya da ton başına bir fiyat teklif ediyor. Verdiği fiyatın az olduğunu söylüyoruz. Bir miktar daha arttırıyor ama hala yeterli değil. Aslına bakarsanız kışın bizim de ihtiyacımız olacak oduna. Bu bakımdan o kadar da istekli değilim zaten. Eğer uygun görürsek bayram sonrası kesim işine başlayacağını söylüyor.

İftar misafirleri için masalar kuruluyor. Efsane çorbamız eşliğinde menümüzü oluşturan her şey hazır. Misafirlerimizden birinin kızı Fifi'yi çok seviyor. Venüs hızla kendini toparlıyor. Yarından itibaren beş gün süreyle içeceği ilacını alınca eski haline döneceğini umuyoruz.

16 Haziran 2017 Cuma

SÜRPRİZ KONUKLAR

15/06/2017 Perşembe, Tire

Emektar bilgisayarımı servise bıraktım gelirken. Klavyesi değişecekmiş. İdare ettiği kadar edecek artık. Bilgisayarın, internetin öncesini ve sonrasını bilen şanslı bir kuşağız aslında. Üniversitenin ilk yıllarını hatırlıyorum. Bilgisayar sözcüğünün henüz kullanılmadığı zamanları. Computer'di adı eskiden. Elektronik hesap makinelerinin istatistik hesaplarını, türev ve integral fonksiyonlarını yapmaya başlaması teknolojideki göz alıcı gelişmelerin ilk adımlarıydı. Hızla gelişen hesap makinelerine de computer diyorduk o zamanlar. Profesör Dr. Aydın Köksal'ın isim babalığını yaptığı "Bilgisayar" terimi TDK'ya 1981 yılında girmişti. Bunun yanısıra bellek, bilişim gibi bir sürü teknik kelime zaman içinde benimsendi. İnternet sözcüğüne Türkçe karşılık bulacak ve onu topluma kabul ettirecek biri ne yazık ki çıkmadı sonradan. Şimdiki nesle şaka gelir ama o devrin bilgisayarları 180 metrekarelik salonlara sığdırılamıyordu.

Ekibimizle birlikte güzel bir gün geçiriyoruz. Yemek saatlerimiz neşeli sohbetlerimizle doluyor. Misafir gelince el birliği ile onlara en güzel hizmeti veriyoruz. Venüs dışında canımızı sıkacak bir durum yok. O eski haşarılığını özlüyoruz. Diş değiştirme vakti mi geldi yoksa başka bir rahatsızlığı mı var bilemiyoruz. Bir düzelme olmaz ise onu doktor teyzesine götürmeyi düşünüyorum. Yoksa büyüdü de aklı başına mı geldi? Fifi ile bile uğraşmıyor artık.

Akşamın ilerleyen saatlerinde ekibimizle birlikte bir şeyler atıştırıyoruz. Ramazanda  kimse gelmez bu vakitte dediğimiz saatler...  "Hadi artık yavaş yavaş toparlanalım." demeyi geçirirken aklımdan, iki araba giriyor bahçe kapısından içeri. Geldikleri yerden emin olmayan bir ürkeklikle, "Restaurant?" Hemen buyur ediyor, onlara yol gösteriyorum. Hepsi de yabancı görünüyor. Sorum üzerine Fransız olduklarını söylüyorlar. Kısa süre içinde geldikleri yerin beklediklerinden ala olduğunu anlayıp rahatlıyorlar. Başlangıçlardan oluşan bir ordövr tabağı hazırlamayı öneriyorum. Böylelikle bütün lezzetlerimizin tadına bakmış olacaklar. Salonun şehri en güzel gören masalarından birini gösteriyorum. Katlanır camları açınca ellerindeki fotoğraf makineleriyle şehrin ışıl ışıl gece manzarasını çekerken dudaklarından "Magnificent" yani "Muhteşem"sözcükleri dökülüyor. Servis başlar başlamaz her gelen tabağı silip süpürüyorlar. Kaystros Karışık Izgara sipariş ediyorlar ana yemek olarak. Ustamızın hünerli ellerinden çıkan nefis tabaklar karşısında büyüleniyorlar. Rekor sürede tabaklar boşalıyor. Şefimiz onlara süslü bir meyve tabağı hazırlıyor. 

Misafirlerimiz yemeklerini yerken Taş Ev'in kısa tarihinden bahsediyorum. Onlar da iş için burada bulunduklarını, Japon bir firma ile paketleme konusunda çalıştıklarını söylüyorlar. Adını daha önce duymadığım bir firma bu. Konuklarımızı uğurlarken hepsi birer kartvizitimizi istiyor, servisten çok memnun kaldıklarını ve yemeklerin çok leziz olduğunu, iki hafta daha burada işlerinin olduğunu ve tekrar geleceklerini söylüyorlar. Sürpriz konuklarımızın güzel duygularla ayrılması bizleri mutlu ediyor.

15 Haziran 2017 Perşembe

YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ

14/06/2017 Çarşamba, Tire

Evdeki bilgisayarım beni yarı yolda bıraktı. Yaylaya çıkarken tamire bırakıyorum. Yüksek bedelli bir tamir veya parça değişimi derlerse yenisini almayı düşünüyorum. Hava sıcak ve bunaltıcı. Özellikle bu havalarda yaylanın serinliğini özlüyorum. Hemen yukarıdaki bilgisayarımın başına geçiyor, Leman Hanım'ı yazmaya başlıyorum. 

Kapıdan üç genç giriyor. Taş Ev'i merak etmişler, öğretmen arkadaşlarıyla bir iftar yemeği organizasyonu için konuşmaya gelmişler. Veranda yıkanıp temizlendiği için onları üst salona alıyorum. İftar menümüz hakkında bilgi veriyorum kendilerine. İftar yemeği bir açıdan dönem sonu yemeği olacak öğretmenlere. Mekanı beğeniyorlar. Önümüzdeki pazartesi günü için salonu tamamen rezerve ediyorlar.

Gündüz misafirleri verandada oturmayı tercih ederken özellikle çocuklu akşam misafirleri üşüyeceklerini düşünüp salonda oturmayı tercih ediyor bu aralar. Gündüz esen tatlı rüzgar akşam saatlerinde hızını kesiyor.

İlerleyen saatlerde dört kişi geliyor. Onlar da Taş Ev'in methini duymuşlar. Bir iftar yemeği vermek istediklerini söylüyorlar. Kirazın altındaki masada oturuyoruz. İçlerinde en genç olanı şirket sahibi. İnşaat işleriyle uğraştıklarını, halen bir kamu binasının müteahhitliğini yaptıklarını söylüyorlar. Esas mesleğim itibarıyla pek çok ortak konumuz oluyor. Tahmin ettiğim üzere en büyük problemleri bu bölgede kalifiye işçi bulmanın zorluğu. İşçileri dışarıdan getirdiklerini anlatıyorlar. İftar yemeğinin gününü belirledikten sonra arayacaklarını söyleyip ayrılıyorlar. 


Akşamın rezerve misafirleri ellerinde özenle yaptırmış oldukları bir pasta ile geliyor. Evliliklerinin ikinci yıldönümlerini kutlamak için onlar da Taş Ev'i seçmişler. İlk kez geldiklerini ve bir arkadaşlarının facebook paylaşımından Taş Ev'i öğrendiklerini söylüyorlar. Kalabalık olmadığı zamanlar şefimiz tabakları bir sanatçı edasında süslüyor. Hele özel günlerde harikalar yaratıyor. 

Pasta servisinden sonra son misafirlerimizi uğurluyoruz. Yeni ekibimizle işler rayına iyice oturdu. Ekibin değiştirilmesi bir işletme için çok arzu edilen bir durum olmasa da misafirlerimizin hepsinin memnun ayrılması işlerin yolunda gittiğini gösteriyor. 

Evde bilgisayarım olmadığı için günlüğümü yarın yazacağım. Eve varınca eşimin erken uyumasını fırsat bilip uzun zamandır izleyemediğim TV haber programlarından birini açıyorum. Kılıçdaroğlu ile yapılan bir sohbet çıkıyor karşıma. Politika ve politikacıları sevmiyorum ama bu kez konuşulanlar dikkatimi çekiyor. Şu "Kontrollü darbe" meselesi tartışılıyor. CHP başkanı kontrollü darbe sözünün arkasında duruyor ancak darbeyi ikiye ayırıyor. Birincisine diyecek bir şey olmadığını söylüyor. Birinci dediği Fetö'nün tanklarla, makineli tüfeklerle insanları katlettiği gece olanlar. İkinci darbenin planlayıcısının Erdoğan ve AKP olduğunu söylüyor. En ince ayrıntısına kadar planlanan darbeyi baştan beri bildikleri halde sonuçlarından çıkar sağlamak için göz yumduklarını anlatıyor. İşte bu yüzden darbe komisyonunun Hakan Fidan'ın ve Genel Kurmay Başkanının ifadesini almadığını, Fetö örgütünün orduya, yargıya, iş camiasına, milli eğitime ve akla gelen her kuruma nüfuz ettiği halde siyasete girmediği gibi saçma sapan bir sonuç çıkardıklarını ifade ediyor. Bunları söylerken araştırma komisyonuna verilen ifade tutanaklarını delil gösteriyor. Şimdiye kadar en cesur konuşmalarından birini yapıyor ama bana göre siyaseten söyleyemedikleri yığınla şey var. Ben darbeyi ikiye ayırmayanlardanım. Sözde darbenin tamamen RTE ve ekip arkadaşları tarafından planlandığını ve uygulamaya geçirildiğine inanıyorum. Ne var bu darbe tiyatrosunun içinde kandırılanlar var hem de general seviyesinde. Bir de kurbanlar... Tankın namlusuna elini sokup darbeyi önleyeceğini sanan zavallılar. Fetö ve RTE ekibi bana göre birlikte tezgahladılar bu oyunu. Ben buna inanıyorum bunu söyleyeceğim. İsteyen istediğine inansın. Genel Kurmay Başkanının, Cumhurbaşkanının yaverleri fetö örgütünden olacak, bunlar RTE ye karşı darbe yapmaya niyetlenecekler ama başarısız olacaklar öyle mi? Eğer niyet darbe ise çekersin silahı en yakınındaki rakiplerini vurursun, ne sokağa dökülür millet ne de selalar okunur camilerden bak o zaman. Darbeyi boğaz köprüsünü iki tankla kapatarak yaptıklarına inandırmak istiyorlar aklı kıt insanları. Ha bir de şu var. Havada uçuşan jetler meclisi bombalıyor ama Ak Saray'a dokunmuyor. Hani hedef RTE ve hükümetti? Yüzlerce insan telef oluyor, yaralanıyor, birileri kendini kurtarsın diye kurban ediliyor. Bakıyorsunuz içinde bir tane siyasetçi yok. Yahu bu darbe hükümete mi yoksa halka karşı mı yapıldı?

Reklam arası veriyor TV. Bir kamu spotu. İHH adına "Fitre yaz şu numaraya gönder." şerit halinde akan yazıda. Gözlerime inanamıyorum. Teknolojinin imkanlarından yararlanıyor müslüman kardeşlerimiz. Bilmiyorlar bu fitre ile müslüman kardeşlerinin birbirlerini öldürdükleri silahların paralarını ödediklerini. Hiçbir şey şaşırtmıyor bu ülkede artık beni.

Enis Berberoğlu tutuklanması ile ilgili söyledikleri de dibine kadar doğru Kılıçdaroğlu'nun. Sen milletten habersiz TIR larca silahı teröristlere götür. Suç üstü yakalanınca savcıyı, gazeteciyi, yönetmeni içeri at. Ne kadar yerinde bir tespit. "Suçlular dışarıda suçu ortaya çıkaranlar içeride." Batmışsın sen güzel ülkem... Şimdi elinde taşıyacağı "Adalet" pankartı ile yaklaşık beş yüz km yürüyecekmiş. Faydası olur mu? Adalet geri gelir mi sizce? Yürümekle yollar aşınmaz demişti babaları bir zamanlar...     


14 Haziran 2017 Çarşamba

LEMAN HANIM

13/06/2017 Salı, Tire

Bu hafta ışık hızıyla geçti. Sanki Akyaka'dan yeni dönmüş gibiyim. Sadece ben değil eşim de benimle aynı duygular içinde. Geçen haftanın salı gününden bugüne ışınlanmışız adeta. Arada geçen günler hiç yaşanmamış gibi. Oysa Uğur Böceklerini ağırladığımız bir cuma gecemiz vardı unutamayacağımız. Bazen oluyor işte, zamanın daha hızlı aktığı hissine kapılıyor insan. 

Gece öksürük nöbetlerim iyice azaldı. En büyük hayalim olan tatil günlerimde öğlene kadar yatakta aylaklık yapma şansını evlendiğim günden bu yana nadiren yakalıyorum. Eşim çok erken kalkmış, kahvaltıyı hazırlamış, beni mutfağa çağırıyor. Erken kalkmamın faydaları da yok değil. En önemlisi pazar alışverişi için arabama daha kolay park yeri buluyorum. Bunun yanı sıra işlerimi bitirip yaylaya, Venüs'ün yanına daha erken gidebilirim. Böylece eşimle birlikte kendimize daha fazla zaman ayırmış olabileceğiz. 

Tavukların yemi azaldı ama bugüne sıkıştırmaya gerek yok. Pazarın kurulduğu dar sokaklarda zorlukla ilerliyorum. Facebook sayfasındaki uyarı ilginç. "Bugün ıslanmamaya çalış." Ne ıslanması güneş tepemizde. Tezgah aralarında pazar ve çocuk arabaları arasında sıkışıp kalıyorum. Hele yolu kapatıp sohbet eden hatun kişilere, pazar arabasının tekerini ayağımın üzerinden geçirip arkasına bakmadan yoluna devam edenlere kızıyorum. Bir an evvel alacaklarımı alıp yaylaya doğru çıkıyorum yola. 

Fifi çok seviniyor beni görünce. Venüsü çıkardıktan sonra kulübesinden, sıra tavuklara geliyor. Yumurtaları topluyor, kümesin kapısını açıyorum. Hemen yayılıyorlar bahçeye. Venüs hiç olmadığı kadar sakin. Başını okşuyorum, ateş gibi yanıyor. Sularını tazeliyorum. Yemeklerini verdikten sonra dostlarımızın, pazar malzemelerini dolaplara yerleştiriyorum. Bugün erken bitiyor işlerşm. Değişik bir şey yapmak lazım. İlk aklıma gelen "Leman Hanım" Eşime telefon ediyorum. O da işlerini yeni bitirmiş. "Hadi Leman Hanım'la tanışmaya gidelim, bak Seha Amca'nın sergi açılışına da gidemedik." Sosyal medyada takip ediyorum Leman Hanım'ı uzun zamandır. Sergiler, söyleşiler, müzik, kitaplar... Yani sanatın, kültürün merkezi. Leman Hanım Kültür Evi. Kim bu Leman Hanım? Gözümde canlandırıyorum. Bizim yaşlarda sarışın, gözlüklü giyimi kuşamıyla entellektül görünümlü sanata tutkun bir hanımefendi olmalı. Eşi de ona bu konularda yardımcı oluyordur mutlaka.

Salı pazarı oldukça kalabalık ama biz yine de şansımızı kapalı otoparkta deniyoruz. Tam bizim girdiğimiz anda iki araç birden çıkınca kolay yer buluyor, arabamızı park ediyoruz. Heyacan içinde tarihi Bakır Hanın yüksek rıhtlı basamaklarını tırmanıyoruz. Aman Allahım (!) Burada her şey var. Adeta bir etnografya müzesi. Eskiye ait ne varsa sergilenmiş. Seha Amca'nın sergisini arıyor gözlerimiz. Kırlaşmış saçlarıyla nur yüzlü bir bey karşılıyor bizi. Yağmur nedeniyle alt taraftaki odaya taşımışlar Seha Gidel Hocanın son dönem resimlerini. Beyefendiye ismini soruyor, "Leman Hanım'la tanışmaya geldik." diyorum. Gülümsüyor. "Ben oğluyum adım Ahmet, annem 1992 yılında vefat etti." deyince bir kez daha şaşırıyorum. Sergiyi gezdikten sonra her odasından bilgi fışkıran eski kitapları inceliyoruz. Neler yok ki burada... Her daldan, her dilden yüzlerce kitap ayrı ayrı raflara dizilmiş. Ahh zaman. Zaman olsa da hepsini satır satır okuyabilsem. Ahşap oturma gruplarından birine yerleşiyoruz. Ahmet Bey bize eşlik ediyor. Eşim çay ben ise ev yapımı nefis bir limonata içiyorum. Az sonra kıymetli eşi Nursen Hanımefendi katılıyor bize. Nursen Hanım bir İstanbul hanımefendisi. Senelerce sahaflık yapmışlar Kadıköy'de. Sohbetlerine doyum olmuyor. Eşim beğendiği bir kitabı satın alıyor. Ziyaretçi defterlerine gönlümüzden geçenleri yazıyoruz.

Leman Hanım ilk anda Leman Kültür'ü anımsatıyor. Tire'de böyle bir mekanın olması şehre çok şeyler katıyor. Uzun yıllar ayakta kalmasını nesilden nesile bu güzellikleri aktarmasını dileyerek ayrılıyoruz yanlarından. İki dost, iki kültürlü, bilgili insan daha kazanmanın verdiği huzur dolduruyor içimizi.

Yağmur atıştırmaya başlıyor. Pazarı dolaşıyoruz eşimle. Ayhan Usta sesleniyor arkamızdan. "Bende cıvalı dondurma kaşıklarından bir tane fazla var, vereyim size." Şehrin güzel insanlarından bir o da. "Size dondurma ikram edeyim." diyor. Kaçırır mıyız bu teklifi? Hemen küçük dükkanına dalıyoruz. Keçi sütünden kendi elleriyle imal ettiği sakızlı dondurma koyuyor külahlara. Oradan çıkıp bizim Cambazlı Köyünden tanıdıklara gidiyoruz. İhtiyacımız olan karadut reçellerinden alıyoruz.

Bugün bizim günümüz. Şehrin en iyi bir kebapçılarından birinde iyice karnımızı doyurduktan sonra evimize dönüyoruz. Güzel bir günün sayfasını kapatıyoruz.

ÖNEMLİ MİSAFİRLERİMİZ

12/06/2017 Pazartesi, Tire

Yarın tatil yapacağımıza göre  haftamızın son çalışma günü bugün. Başkalarının hafta başı ile bizim hafta sonumuzun aynı gün olması hala garip geliyor bana. Dün gece bilgisayarımın isyan eden klavye tuşlarına bir yenisi eklenince şifreyi girememiş, bu yüzden günlüğümden uzak kalmıştım.

Eşim evi toparlamak istediğini ve bana eşlik edemeyeceğini söylüyor. Belli ki bugün önemli misafirlerimiz olduğunu unutmuş. Çok sevdiği Ayşe Ablası, eşi ve ABD'den gelen dostlarını ağırlayacağız. Bu durumu kendisine hatırlatınca mutlaka yukarıda bulunması gerektiğini söylüyor. 

Kasvetli bir hava, gökyüzü karardıkça kararıyor. Çakan şimşekler eşliğinde yağmur yağmaya başlıyor. Eşimi yaylada bırakıp şehre iniyorum. İlk olarak reklamcının yanına uğruyorum. Yön ve bilgilendirme levhasını hazırlamış. Koltukları yatırdığım halde levha arabaya sığmıyor. Yarın, olmazsa en geç çarşamba günü levhayı köy meydanına getireceğine dair yeni bir söz veriyor. Diğer işlerimi tamamlayıp dönüyorum. Yolun üstündeki rüzgar türbinleri Güme Dağının silüetini değiştiriyor. Sisli hava yamaçların matlaşmış yeşilliğini daha fazla koyulaştırıyor. Atıştıran yağmur damlaları altında durup bu anın fotoğrafını çekiyorum.

Selma Hanım mutfakta, kısa süre önce meydana gelen depremin etkisinden kurtulamamış, "Deprem oldu, kötü sallandık." diyor. Eşimin bulunduğu odaya giriyorum. "Evet, geçen seferkinden çok daha şiddetliydi ve daha uzun sürdü." diyor o da. Araba kullandığım için fark etmedim sanırım. Hemen Kandilli Rasathanesinin anlık deprem kayıtlarını gösteren websitesine giriyorum. Evet, depremin büyüklüğünün 6,3, merkez üssünün ise Midilli Adası yakınlarında Ege Denizi olduğu belirtiliyor. Facebook sayfaları deprem haberleriyle dolup taşıyor. "Sallandık." "Allah Korudu." "Geçmiş Olsun."

Çok geçmeden konuklarımız teşrif ediyor. Sıra dışı konuklarımızla özel olarak ilgileniyoruz. Akşam iftar misafirleri rezervasyon yaptırıyorlar. Gündüzün sakinliği misafirlerimize daha fazla zaman ayırmamızı sağlıyor. Birbirinden değerli, hayatlarını dolu dolu yaşamış insanlar. Onlardan biri meslektaşım. İlerlemiş yaşını hiç göstermiyor. ABD'de Beyaz Saray'a komşu bir yerde yaşıyorlarmış yine meslektaşım olan iki kızıyla. Dünyada gezmediği yer oldukça az beyefendinin. Ülke topraklarında da basmadığı yer içmediği su kalmamış neredeyse. Aslen İstanbullu olan eşi hanımefendi ile birlikte gezdikleri onca yerden sonra Tire'yi hiç bir yere değişmeyeceklerini söylüyorlar. Hanımefendi'nin sohbeti beyefendiden aşağı kalmıyor. Mühendis eşi olduğu her halinden belli. Senelerce Rusya'da bulunmuşlar, Beyefendi Van'da DLH kontrol mühendisi olarak başladığı meslek yaşamına İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Aliağa Petkim Tesisleri gibi memleketin güzide projelerinde önemli görevler üstlenerek devam etmiş. Salonun en güzel masasında otururken yağan yağmur ve sisli şehir manzarası eşliğinde içilen çaylar tatlı sohbetimize eşlik ediyor. Uzaklardan gelen konuklarımız Taş Evi ve sunduğumuz yemekleri beğendiklerini söylerken yanlarında getirdikleri şık bir hediye ile bize "Hayırlı Olsun" diyorlar.

Masanın diğer önemli konukları eşimin sevgili Ayşe Ablası ve kıymetli eşleri. Karizmatik bir görünüme sahip olan beyefendi de ülkenin önemli kurumlarından birinde üst düzey yöneticilik yapmış. Çok fazla konuşmuyor ama bakışlarında insanın içini ısıtan bir tavır sergiliyor. Misafirlerimiz en zor günlerinde birbirlerine destek olmuş gerçek dostlar. Kimsenin kimseye güvenemediği bu devirde onların birbirlerine güven veren ilişkileri imrendiriyor insanı.

İftar saatine yakın yolcu ediyoruz saygı değer konuklarımızı. İftar misafirleri aynı anda geliyorlar. Rezervasyon yaptıran iki masa daha var. Top patlar patlamaz çorbalar masada olmalı. Ne erken ne de geç. İftar saati geliyor, çorbalar tam zamanında masalarda yerini alıyor. Rezerve masalar hala boş. Mutlaka ters bir durum olmuştur. Verandada oturan doktorlar grubu eşimin meşhur çorbasıyla bozuyor oruçlarını. Verilen tepki hiç şaşırtıcı değil. "Çorbanız efsane." Soğuklar ve arkasından sıcaklar servis ediliyor. Rezerve edilen masalardan birini kaydettiğim numarasından arıyorum. Telefon çalıyor ama cevap veren yok. Çok geçmeden bir mesaj geliyor. "Şu anda müsait değilim." Gelen grubun Bayındır'da faaliyet gösteren bir şirketin çalışanları olduğunu tahmin ediyoruz, verdikleri kuruluş isminden. Şahıs ismi vermeyen bu dostumuz bana dönüş yapmıyor, ben de bir daha kendilerini aramıyorum. Onlara rezervasyon yaptırdıkları halde gelmeyen, gelemeyeceklerini bildirmeyen kişilere uyguladığım bir mim koyuyorum. Bu durum ikinci kez başımıza geliyor. Bize fazla bir külfet vermiyor açılan servislerin yeniden toplanması ama bu tür insanlar kalitesini ortaya koyuyor bu davranışlarıyla. Neymiş efendim? Misafir her zaman haklıdır.