KATEGORİLER

23 Haziran 2017 Cuma

RÜZGAR GİBİ

22/06/2017 Perşembe, Tire

Rüzgar gibi geçti bugün. Salonu grup düzenine göre tanzim edeceğim. Eşimin evde işleri uzayınca onu sonra alacağımı söyleyip çıkıyorum. Akşama destek için garson ayarladık ama bizimle devamlı çalışacak, aradığımız vasıflara haiz garson arayışımız hala devam ediyor. Müracaatlar olmasına karşılık "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" özdeyişine uygun bir halimiz de var. Sonunda yakaladığımız huzurun kaçmaması için daha çok çalışmayı tercih ediyoruz. İşte o müracaatlardan biri ile öğleden sonra görüşeceğiz. Eşim "Madem erken gidiyorsun onu da al yanına, geri getirdiğinde beni alırsın." diyor. İlk anda parlak bir fikir gibi görünüyor bu. Orta Park'ta sözleşip elemanı alıyorum. Yolda sohbete başlıyoruz. Çalıştığı yerden birkaç gün önce ayrılmış. İki aydır parasını vermiyor, sigortasını yatırmıyorlarmış. Taş Ev'i gezdirirken genel bilgi veriyorum. İlk sorum borcu olup olmadığı. Burada hemen herkesin olduğu gibi onun da borcu varmış. Evlilik programlarında sıkça söylendiği gibi nedense bu arkadaştan elektrik alamıyorum. Geri dönüp onu şehre bırakırken eşimi alıyorum. Evden erken çıkmamın başka işe yaramadığı sonradan dank ediyor kafama. 

Akşam iftar konukları dışında rezervasyon yaptıran misafirlerimizi verandada ağırlayacağımızı söylüyoruz. Onlardan biri Kemalpaşa'dan arıyor. Tavsiye üzerine gelmek istediklerini söylerken iyi bir yer ayırmamızı rica ediyor. 

Mutfak ekibi hazırlıklara devam ederken salon grup düzenini alıyor. Manzara tarafında bıraktığım geniş koridor bir yandan servise kolaylık sağlarken diğer yandan rahat fotoğraf çekilmesine imkan sağlıyor. Bütün katlanır camları açınca yaylanın temiz havası içeri doluyor. 

Venüs önce suyla daha sonra toprakla oynaşmaya başlayınca yüzü gözü kap kara oluyor. Kızıma whatsapp'tan resmini gönderirken "Bak şu yaramaz kızının haline." notunu ekliyorum.

Destek elemanını alıp getirdikten sonra misafirler gelmeye başlıyor. Park yeri sorunundan bahsedilemez burada. O kadar araba ağaçların altında hem de yardım almadan yer bulduklarına bir kez daha şaşırıyorum.

Güzel bir iftar yemeği veriyoruz misafirlere. Aynı anda hem salondaki grup hem de verandadaki konuklarımız çorbalarından tatlılarına kadar kusursuz servis alıyorlar. Tecrübe kazandıkça karşılaşılan sorunlar ortadan kalkıyor. Grup misafirlerinde her şeye hazırlıklı olmak lazım. Her an sürpriz gelişmeler olabilir. Mesela bir hanımefendi "Çocukları ayrı mı oturtsak?" dediğinde "Eyvah, bütün düzen alt üst olacak" diye iç geçiriyorum. Neyse ki, fazla ısrarcı olmuyor.

Taş Ev'in en güzel yanlarından biri de fotoğraf çekenler için güzel bir mekan oluşturması. Defalarca fotoğraf çekiyor ve manzaraya arkalarını verip bizden fotoğraflarını çekmemizi istiyorlar. Bu gecenin küçük misafirleri de çok eğlenceli buluyor burayı. Merdivenlerden bir aşağı bir yukarı koştukları yetmezmiş gibi salonda bir o yana bir bu yana koşuyorlar. Döşemenin ahşap olması altta verandada oturan misafirleri rahatsız ediyor ama çocuklara laf dinletebilirsen dinlet. 

Yemek ne zaman başladı, ne zaman dondurmalı kestane tatlısıyla sona erdi anlamıyoruz. Öyle çabuk geçiyor ki zaman. Gecenin sürprizi yine konuklarımızdan. Bir arkadaşlarının doğum günü için getirmiş oldukları pastayla taçlandırıyorlar yemeği. Çaylar içildikten sonra yavaş yavaş ayrılmaya başlıyorlar. Her giden bizlerden ne kadar memnun kaldığını anlatıyor. Yemeği organize eden beyefendi oldukça kibar. "Bir kusurumuz olduysa affola." dememe karşılık "Her şey çok güzeldi, artık sık sık görüşeceğiz, bizim bir kusurumuz olduysa siz affedin." diyecek kadar da alçak gönüllü. Yemek ücretlerini kendi aralarında toplayıp tek elden ödemeleri bizim açımızdan karışıklığı önlüyor. Böyle kalabalık gruplarda olduğu gibi yine Fifi serbest, Venüs kulübesinin parmaklıklı penceresinden dışarı seyrediyor. 

Grup misafirlerini uğurladıktan sonra verandada oturan misafirlerimizi de uğurluyoruz. Kemalpaşa'dan gelen iki genç çift fotoğraf çekmeye doyamıyor. Yukarıda masalar toplanırken terasa çıkıp fotoğraf çekmeye devam ediyorlar. Toplanıp yola çıkmamız geç vakitleri buluyor. Eve yaklaşırken eşime soruyorum. "Biz bugün ne yedik?" İyice bir düşündükten sonra aynı anda sorunun cevabını veriyoruz. "Hiç bir şey (!) " "Elemanlar?" "Onların da yediğini görmedim." diyor eşim. "Ya ayıp oldu insanlara." deyip üzülüyoruz. İşin gerçeği soluk alacak zamanımızın olmadığı. O yoğunlukta acıktığımız aklımıza gelmemiş bile.  

Eve girer girmez koltuğa atıp kendimi bilgisayarın karşısına geçiyorum. Facebook çok vaktimi alıyor. Ben öyle "Deprem oldu duydunuz mu?" "Hayırlı cumalar" "Başım ağrıdı, hastanedeyim." Yasin okudum, amin deyin." nevinden postlara aldırmam. Ancak takip ettiğim öyle güzel gruplar var ki onlara göz atmadan yapamıyorum. Günlüğümü yazmam lazım sıcağı sıcağına. Eşim çoktan uyudu. Saate bakıyorum. Dört olmuş, bu ramazan ilk davul sesini duyuyorum. TV kendi kendini seyrediyor. Sahur programları sona ermek üzere. Hocanın biri almış yine sazı eline. Kur'anda insanların sadece kıyamet gününü bilemeyeceklerinden bahsediyor. "Bakın, yağmur ne zaman yağacağını bilemezsiniz şeklinde bir ayet bulamazsınız Kur'anda. Yüz yıl önce insanoğlu yağmur tahmini yapamıyordu ama şimdi gelişen teknoloji sayesinde nereye ne zaman yağmur yağacağını bir hafta önceden bilebiliyor." Bilgisayarımı, televizyonu kapatıp yatıyorum. 

21 Haziran 2017 Çarşamba

İBADET

21/06/2017 Çarşamba, Tire 

Dün geceden başlayacağım. Nasıl söyleyeyim, bilenler bilir, ara sıra Amelie krizi tutar beni. Geçen gün bir video paylaşımına rastladım. İtalya'nın Trieste kentinde Slovak bir sokak sanatçısı Fransız müzisyen ve besteci Yann Tiersen'in “Comptine d'un Autre Eté: l'Après Midi” yani "Başka bir yaz tekerlemesi: Öğleden sonra" şarkısını kemanıyla icra ediyordu. Defalarca seyrettiğim "Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain" yani "Amélie'nin muhteşem kaderi" isimli filmin harika müziklerini yapan Yann Tiersen beni her zaman derinden etkilemiştir. Orada ailesiyle birlikte turist olarak bulunan Filistinli genç bir kız, koreograf ve dansçı Rima, babası Assad Baransi'nin ısrarı üzerine herkesin şaşkın bakışları altında nefis bir dans gösterisi sunuyor. Özellikle müziği beni inanılmaz ölçüde etkileyen bu gösteriyi facebook sayfamda paylaştım. Dün gece yine aklıma düştü, dönüp bir kez daha izledim. Arkasından youtube'tan bir sürü Amélie filminin orijinal müziklerini ve Yann Tiersen bestelerinin değişik müzik enstrümanlarıyla çalınan versiyonlarını dinledim. Dinledikçe coştum, çoştukça dinledim. Hepsini sırasıyla facebook sayfamda paylaştım. Ama "La valse d'Amélie" yani "Amélie'nin valsi" adlı parçanın akordiyonla icrası en güzeliydi. İnsanlar Tanrı'ya farklı şekilde ibadet ederek ulaşmaya çalışır. Benim yolum da bu işte. Bu müzikleri dinlerken adeta trans haline geçiyorum. Tanrı'nın sesi bu duyduğum. Ağlamak istiyorum nedensiz. Bu kadar etkilendiğim başka bir şey yok. 

Alışverişten sonra yaylaya varıyoruz eşimle. Ve bir sürpriz bekliyor beni. Selma Hanım büyük incelik gösterip Tire'yi konu alan bir kitap hediye ediyor. Uzun zamandır üzerine ölü toprağı serpilmiş kitap okuma alışkanlığımı yeniden hayata döndürmesi umuduyla kabul ediyorum. Babalar günü için düşünmüş sağ olsun. 

Bahçenin altındaki ağaçlarda şeftalilerin kızardığını fark ediyorum. Hemen yanındaki yayla elmaları da toplanacak hale gelmiş. Eşim yukarı yaylada kalan vişnelerin toplamamı istiyor ancak artık akşam olmak üzere. İlk fırsatta çıkıp toplayacağımı söylüyorum. Fırsat buldukça odasına çekilip Selma Hanım'ın bana hediye ettiği kitabı okuyor.  Hava güneşli, sıcaklık bunaltmıyor ama düne göre daha iyi. Rüzgar kesilince havuz başında sivrisinekler rahatsızlık veriyor. Buna bir çare bulmamız lazım. 

Bahçeyi hayvan dostlarımız eşeleyerek delik deşik ediyorlar. Venüs'ün keyfi yerinde. Boğazındaki şişlik tamamen kayboldu. Fifi ile birlikte boğuşmaktan yorgun düştükleri bir anı yakalıyorum.

Bugün Kadir gecesiymiş. Hicri takvime göre benim doğum günüm. Kadir gecesinde ne olmuş diye bir anket yapılsa doğru cevabı kaç kişi verir acaba? Kadir gecesinde Müslümanların kutsal kitabı Kur'anı Kerim indirilmeye başlanmış. Hadislere yani Hz. Muhammed'in sözlerine göre bu geceye öyle büyük bir değer atfedilmiş ki, her kim bu geceyi inanarak ibadetle geçirirse geçmişte işlemiş olduğu bütün günahları bağışlanacakmış. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Öyle kolay kolay bağışlanmayacak günahlar var çünkü. Bana göre, örneğin tecavüzcüleri, hak yiyenleri, katilleri, hırsızları ve çıkarı uğruna vatanı satanları af kapsamı dışında tutması gerekirdi yaratıcının. Eğer gerçekten bu hadis sahih sınıfında ise eski dostlarının deyişiyle Fettullah Hoca Efendi (!) ve RTE sabaha kadar dua edip kol kola cennete gidecekler. Olan yine bizim gibi garibanlara olacak ve cehennemi boylayacağız. Son günlerin moda sloganı ile sonlandırayım bu sohbeti. "Adalet istiyoruz." 

20 Haziran 2017 Salı

DOSTLARIMLA

19/06/2017 Pazartesi, Tire

Dün yurdumuzun tamamı sağanak yağışlı iken burada yağmur yok ama gün boyunca kapalı, sıkıcı bir hava vardı. Yaylaya çıkar çıkmaz gelen bir grup öğretmenle perşembe günü vereceğimiz iftar yemeğinin ayrıntılarını konuştuk.

Öyle bir hava ki canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Şefin sayesinde pencerelerden birine tel örgü taktık. Yemeğimizi yedikten sonra şarja koyduğum telefonun çaldı. Hemen koşup yetiştim. Birkaç kez "Alo" dedikten sonra karşı tarafın sesi duyuldu. "İyi akşamlar, orası Taş Ev mi?" Alışkın olduğum bu soruya her zamanki cevabım hazır. "Evet efendim, burası Taş Ev" İkinci soru daha da alışılmıştı. "İftar için rezervasyon yaptırmak istiyoruz, nasıl geleceğiz oraya?" Çok sağlıklı bir bağlantımız yok, ses gidip geliyor. Tarif vermek için nerede olduklarını öğrenmem gerekiyor. "Siz neredesiniz şu anda?" Verilecek cevabın şehrin içinde bir yer olacağından neredeyse eminim. "Samsun'dayız şu anda." cevabı beni şoke ediyor. "Efendim burası İzmir, Tire Taş Ev Restaurant, sanırım karayolu ile geliyorsunuz ama ne yazık ki iftara yetişmeniz biraz zor." Bu kez şaşırma sırası karşı tarafta. "Affedersiniz, orası Ünye Taş Ev değil mi? Numaranızı internetten aldık." Hayır efendim, maalesef yanlış numara almışsınız."

Demek ki Taş Ev Restaurant diye yazınca ta Samsuna kadar gidiyormuş namımız (!) Gece eve dönünce nedensiz bir yorgunluk hissi içinde koltuğa yığılıyorum. Yarın Venüs'e ilaç vermek için yaylaya iki kez çıkmak zorundayım. Pazar alışverişi gözümde büyüyor. Hiç bu kadar uyuşuk olmamıştım. Yattıktan hemen sonra meydana gelen depremi duymuyorum bile.

20/06/2017 Salı, Tire

Erken çıkmam lazım. Venüs beni bekliyor. Pazar alışverişini yapıyorum. Bayram yaklaşırken fiyatlar biraz yükselmiş sanki. Yaylaya çıkarıyorum malzemeleri. Zarif Fifi ceviz ağacının dibinde sükunetle karşılıyor beni. Ön ayaklarını iyice ileri uzatarak gelişimden duyduğu memnuniyeti gösteriyor. Hemen Venüs'ün kulübesini açıyorum, deli gibi sıçrıyor üzerime sevincinden. Hayvanların dostluğunun ne kadar içten olduğunu kanıtlıyor adeta. Onlarda riyakarlık yok, sevgi ve sadakat var. Venüs ve Fifi birbirleriyle oynaşmaya başladıktan sonra onları bırakıp kümese doğru ilerliyorum. Kara kızların bazıları sabırsız. Önce kümesin üzerindeki çatıya, oradan ceviz ağacının dallarına ve daha sonra uçarak bahçeye iniyorlar. Çoğu kümes içinde gelmemi bekliyor. Beni görünce çığlık atarcasına gıdaklama sesleri yükseliyor. Dün geceden hazırlanan sebze artıklarını önlerine attıktan sonra ikisi çift sarılı yumurtaları topluyorum. Ayrılır ayrılmaz arkamdan peşim sıra gelip bahçeye yayılıyorlar. Elimi kolumu yıkadıktan sonra malzemeleri dolaplara yerleştiriyorum. Venüs ortalarda görünmüyor. Bu sefer tek başıma ilacını içirmem zor olacak. Aklıma kümes geliyor. Her zamanki manzarayla karşılaşıyorum. Venüs gitmiş, tavuklara attığım sebzeleri yiyor. Biraz sonra tavuklar da gelip Venüs'ün mamalarını götürüyor. Bu garip durum karşısında gülümserken eşime daha önce söylediğim,"Bizim Venüs yakında gıdaklamaya, kara kızlar da havlamaya başlayacaklar bu gidişle." lafı geliyor aklıma. 


Uzunca bir zamanımı geçiyorum hayvan dostlarımla. Keyfine varıyorum temiz havanın. Yeniden görüşmek üzere dostlarımla vedalaşıyorum.

Bugünü evde dinlenmeye ayırdım. Eşim ev işleriyle meşgul. Akşama doğru yaylaya birlikte çıkmayı teklif ediyorum. İşinin olduğunu söyleyince yalnız çıkıyorum. Gün batmak üzere. Yaylaya doğru tırmanırken güzel bir manzara yakalıyorum. Güneş bulutların arasında, gecenin karanlığına teslim olmak üzere. Arabayla durulacak yer değil ama bu poz da kaçmaz. Yolda trafik olmadığını görünce bir kare çekiyorum. Az sonra bahçe kapısının önündeyim. Tavuklar benden ümit kesip kümese girmişler. Önce yanlarına gidip onlara yem vermem isabetli olacak. Geldiğimi görür görmez hepsi kümeslerinden çıkıp üzerime doğru koşuyorlar. Kümese girip kovadan avuç avuç yem atıyorum önlerine. Acıktıkları belli. Kümesin üzerindeki metal çatıdan sesler geliyor. Üç beş tanesi diğerlerinin yemlere üşüştüğünü görüp ardı arkasına yere uçuyorlar. Sürü psikolojisi bunlar için de aynen geçerli. Follukta geç yumurtlamış tembel bir tavuğun yumurtasını almaya kalkınca hain gözlerle bana bakıyor. Dikkat etmesen gagalayacak. Onlar karınlarını doyuradursunlar, ben kümesin kapısını kapatıp Taş Ev'e doğru yürüyorum. Köy fırınının yanı başında Fifi sevinçten kuyruğunu öyle bir sallıyor ki, bu "kuyruk sallamak" tanımından da öte. Kuyruğuyla birlikte kalçası, hatta vücudunun arka yarısını sağa sola komik bir şekilde sallıyor. Venüs ortalarda görünmüyor ama Fifi ona göz kulak olmuştur. "Venüs, gel kızım, koş, koş, koş." Kızımdan öğrendiğim sözcük bu "Koş, koş, koş." "Gel" dediğimde gelmiyor hala, hele ağzında bir şeyle meşgul oluyorsa eğer. Kısa bir süre sonra çıkıyor ortaya. Beni karşısında görünce sevincini görmelisiniz. Bugün su kovasına patilerini sokup "Cıp, cıp" yaptıktan sonra toprakta yuvarlanmamış olacak ki, tüyleri tertemiz görünüyor. Adeta yaramaz bir çocuk o. Beni bırakıp Fifi'nin ensesini, kulaklarını, bacaklarını ısırmaya çalışıyor. Isırmak değil amacı. Fifi, "Yine çattık belaya." dercesine sabırla Venüs'ün ataklarını savuşturmaya çalışıyor. Ondan kaçması çözüm değil, gidip yakalıyor onu. Alt alta üst üste boğuşuyorlar. Çoğu zaman bu şakalaşmalarını seyrediyor, gülümsüyorum. Fifi her zaman savunmada ancak bazen Venüs'ün keskin dişleri canını yakınca haddini bildiriyor onun. Venüs yaptığının farkında değil. Hemen önüne yatıp tırsıyor, Fifi havlama, hırlamalarıyla ona dişlerini gösterirken. Birbirlerinin can dostları onlar. Her ikisini de seviyorum. Venüs'ün yaramazlıklarını çocukluğuna veriyorum. Fifi ise bambaşka. Sanki saray terbiyesi almış, asalet akıyor her halinden. Diğer taraftan çok iyi bir koruyucu. Kim olursa olsun kötü amaçlı birini gördüğü anda cüssesine bakmadan canavarlaştığını bizzat gözlerimle gördüm.

Köpeklerimizden bahsederken lafım uzadıkça uzuyor. Aklıma Jack London'un şimdi ismini hatırlayamadığım bir romanı geliyor. Hapishanede geçen hayatını anlatırken, hücresinde gün boyu takip ettiği bir sineği konu alıyor. Yazar odada uçuşan alelade bir kara sineği en az üç dört sayfa boyunca anlatıyor. Sineğin yağını çıkarıyor adeta. O romanını okurken "Helal olsun adama, sinekten bile konu çıkarabiliyor." diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum.

Hemen ilacını hazırlıyorum, hava iyice kararmadan. Önce aldanıp bana doğru birkaç adım atıp duruyor. Şişeyi gösteriyorum, uzaklaşıyor. Tadı pek hoşuna gitmemiş olmalı. Bu sefer uğraşacağım gibi. Sanki elimde bir şey varmış gibi çağırıyorum. Bizim obur yemek olunca yelkenleri suya indiriyor. Hemen yakalayıp altıma alıyorum. Şırıngaya koyduğum antibiyotiği ağzına akıtıyorum. Neyse ki fazla uğraştırmıyor sağ olsun. Hava iyice karardı. Güzel bir mama kabı almıştı kızım ona. Bakıyorum mama kabı yerde. Ben yokken onunla oynamış ki kenarları kırılmış. İçini mama doldurup taş fırının yanına koyuyorum. Hemen gelip yemeye başlıyor. Sabırla karnını doyurmasını bekliyorum. Gitmeden önce onu kulübesine kapatmam lazım. Yemeğini yedikten sonra Fifi'yle oyuna başlıyorlar yeniden. Çağırıyorum, gelmiyor. Elime aldığım bir ağaç dalını gösterip kandırıyorum. Kulübesine doğru yaklaşıyoruz. Kapatılacağını anlayınca yatıyor yere. Kaldırmaya çalışıyorum. Mübarek henüz beş aylık ama on altı kiloyu geçti. Zor bela yerden kaldırıyor, yakaladığım gibi kulübesine sokuyorum.  

Arabayı kapının dışında bıraktığım için bahçe yolunda ilerliyorum. Demir kapıyı kapatırken arkamdan bir hırıltı sesi geliyor. Ne bu arkamdaki diye dönüp baktığımda Fifi ile göz göze geliyoruz. Yavrum beni uğurlamaya gelmiş. Elimi uzatıp verdiği patisini tutuyorum. "İyi akşamlar güzel kızım, yarın görüşmek üzere."

19 Haziran 2017 Pazartesi

BABALARA...

18/06/2017 Pazar, Tire 

Bugün Babalar Günü. Tarihçilerin araştırmalarına göre ilk olarak ABD'de kutlanmaya başlamış. Bugüne ilham veren Amerikan iç savaşı gazisi William Jackson Smart, eşi altıncı çocuğunu doğururken vefat edince geride kalan çocuklarına hem analık hem babalık yapıyor, onlara şefkatle bakıyor. Kızlarından biri, Sonora Smart Dodd, senede bir günün anneler gününe benzer şekilde kendisini ve kardeşlerini yetiştiren babası için kutlanması gerektiğini düşünüyor. İlk aklına gelen tarih babasının doğum günü olan 5 Haziran. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için bir yıldan fazla uğraşıyor, yazışmalar yapıyor, en sonunda istediğine kavuşuyor. İlk Babalar Günü hazırlıkların yetişememesi nedeniyle 19 Haziran 1910 tarihinde kutlanmış. ABD Başkanı tarafından  1966 yılında yayınlanan bir bildiride Babalar Gününün haziran ayının üçüncü pazar günleri kutlanmasına karar verilmiş. 1972 yılında ise bu özel gün resmi tatil ilan edilmiş. 

Zaman zaman düşünürüm; Annelik iç güdüsünden bahsedilirken babalar bir adım uzakta bırakılıyor. İstisnai durumlar dışında bunun bir haksızlık olduğundan şüphem yok. Çocukları için nasıl anneler canlarını feda etmekten kaçınmıyorsa babalar için de durum farklı değil bence. Babamı kaybedeli çok olmadı. O bakışlarındaki gurur, özlem, sıcaklık gözlerimin önüne geliyor. Babalar genellikle hislerini açığa vurmazlar. Ben ise bu konuda o kadar başarılı olduğumu söyleyemem. Sabah ilk olarak kızım arıyor. Arkasından oğlum. Onların sağlıklı, başarılı ve mutlu olduklarını duymak kadar güzel bir hediye olur mu? 

Hava kapalı, yağmur yağdı yağacak. Babamı hatırlatıyor bana. Ne çabuk geçiyor yıllar. Sağ sol olaylarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemdi. Henüz on sekiz yaşındayım. Arkadaşlarla Alsancak'taki pub'lardan birinde kocaman bardaklar içinde bilmem kaç tane fıçı bira içmiştim. Pamukkale Turizm'in üniversitelerin açılış döneminde Ankara'ya kaldırdığı sekiz on otobüsten biriyle başlayacak yolculuğuma daha iki saat kadar zamanım var. Otobüs terminaline vardığımda midem bulanıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Oradan oraya dolaşırken, bir büfeden ilk sigaramı alıyorum. Sigara içen biri değilim o zamanlarda. Bir sigara içersem midemin bulantısını alır belki. Şimdi düşünüyorum da, ne alaka? Bir de kibrit alıyorum yanında. Zor bela sigaramı yakıyorum. İlk nefeste aldığım dumanla birlikte daha fazla kötüye gidiyor durumum. Gözlerim yaşlanıyor dumandan. Tam o esnada karşımda tanıdık bir yüz beliriyor. Bana doğru yaklaşıyor, gülerek. Elimde sigara, karşımda babam, başım dönüyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ne yapacağımı bilemediğim gibi ne diyeceğimi de bilemiyorum. "Baba, sigara içmiyorum ben, biraz bira içtim, midem bulanıyor ondan." Eyvah, bir de bira içtiğimi kaçırdım ağzımdan. Ne aptalım ben. Sigarayı atıyorum elimden. Sarılıyor bana. "Gel, gel bir soda alalım sana, o iyi gelir." Babamdan hiç beklemediğim bir davranış bu. Beni uğurlamaya gelmiş. Karşılaştığı manzaraya bak. Yerin dibine batıyorum. Hiç kızmıyor. Kızsa daha iyi. Yakındaki bir büfeden aldığı soda şişesini dayıyorum ağzıma. O ise gülümsemeye devam ediyor. "Demek bira da içiyorsun?" diyor kızmadan. Otobüslere doluyor öğrenciler. Pencereden babama bakıyorum. Kim bilir neler geçiriyor aklından. "Benim oğlum büyümüş de bira içiyor." 

Ben sert baba olmayacağım. Çocuklarımla arkadaş olacağız. Dediğimi yapıyorum. Hiç bir zaman resmiyet olmuyor aramızda, bazıları yanlış bulsa da. Baba korkusu bilmesinler istiyorum. Saygı, sevgi doldursun yüreklerini. Neden korksunlar ki. Pırlanta gibi çocuklarım var, tam istediğim gibi. Onlarla her zaman gurur duyuyorum.

Fırından ekmek alıyoruz. Fırıncı dünyalar iyisi biri. Yeni bir çırak almışlar. Fırıncı fırının başında hareketsiz duruyor. Üzgün ve düşünceli bir hali var üzerinde. Meselenin iç yüzü anlaşılıyor az sonra. Müşterilerden biri bir tepsi biber dolması göndermiş fırına. Acemi çırak tepsiyi kapkara çıkarmış. Fırıncı üzgün. Teselli ediyorum, "İnsanız olur böyle şeyler." "Olmasa iyiydi."  diyor, dokunsan ağlayacak. Eşim, "Şuradan biraz dolmalık biber al, yenisini yapalım." diyor. Fırıncının yerine koyuyorum kendimi. Zor bir durum.

Venüs'ün keyfi yerinde. Su kovasının içine patilerini, kafasını sokup cıp cıp suyla oynuyor. Onun babası kim acaba? O da babasını özlüyor mu? Ya annesini? Onun annesi benim kızım. Geçen geldiğinde sarmaş dolaş olmalarını görmeliydiniz. Mutfakta dün topladığım vişneler reçel olma yolunda. Öğlen yemeğimiz köri soslu kremalı tavuk. Olamaz böyle bir lezzet. Keyifle yemeklerimizi yiyoruz, yağmur çiselerken. Venüs masamızın başında "Bana  da verin." dercesine sırasını bekliyor. Yemek sonrası Selma Hanım kahve ikram ediyor. Ramazan ve havanın etkisi ile önceki pazar günlerinin yoğunluğu yok. Telefonlar geliyor iftar yemeği rezervasyonları için. Fonda Beatles çalıyor. Selma Hanım "Bu parça çok hoşuma gitti, bir kağıda yazar mısınız adını?" diyor yanıma gelip. Ekip arkadaşlarım ayrı ayrı babalar günümü kutluyor, ben de Ertuğrul Şefin babalar gününü kutluyorum. 

Sohbet esnasında ramazandan sonra deniz ürünlerini menümüze dahil etmeyi öneriyor eşim. Ertuğrul Şef'in bu konuda harikalar yaratacağından eminim. Kiremitte alabalık da aklımın bir köşesinde duruyor. 

Facebook sayfaları babalar günü mesajlarıyla dolu. Herkes tanıdığı, tanımadığı, yaşayan ya da vefat eden babaların babalar gününü kutluyor. Baba deyince kiminin aklına Atatürk, kiminin aklına meşhur "Baba" filminin baş aktörü Marlon Brando geliyor. Bu aralar facebook çok zamanımı alıyor çok arzulamadığım halde. Bazı sayfalardan çok faydalanıyorum. Özellikle klasik müzik üzerine açılmış sayfalar, Fadiye Hanım'ın her postu sanat ve kültür kokan Tire sayfası, Leman Hanım'ın sayfası en beğendiklerim. Diğer taraftan karşıma bol miktarda çıkan, "Şu çocuğa bir geçmiş olsun demek yok mu?", "Bakalım kaç kişi amin diyecek?" "Oram ağrıdı, geçmiş olsun diyen yok mu?" türünden paylaşımlara birinci derece gıcık kapıyorum.

Yağmurun bastırmasıyla hava kararıyor. Verandada oturan misafirlerimiz böylesine yoğun bir bitki örtüsüne az rastladıklarını söylüyorlar. Hanımefendi Datça, beyefendi Fethiyeli oysa. Yağmuru seyrederek huzurlu bir ortamda yemeklerinin tadını çıkarıyorlar. Sipariş ettikleri keşkeğin çok hoşlarına gittiğini söylüyorlar. Avukatlık yapıyorlarmış İzmir'de. Yeni bir yer keşfettikleri için çok seviniyorlar. Adaletin anlamını yitirdiği ülkemizde ne kadar zor bir meslek seçtiklerini konuşuyoruz. Bu güzel ortamı şefimizin hünerli ellerinden çıkan dondurmalı irmik helvası ve eşimin meşhur trileçe tatlısı ile taçlandırıyorlar. 

Akşam saatlerine yaklaşıyoruz. Genç bir çift ilk kez geldikleri Taş Ev'in salonunda oturmayı tercih ediyor. Bu manzara karşısında fonda Edith Piaf çalıyor. Uzun uzun oturacaklar gibi. Hiç aceleleri yok belli. Tadını çıkarıyorlar. Eee, Taş Ev keyif yeri değil mi? Henüz iftar saatine çok var. Efsane çorbamız eşim tarafından hazırlanıyor. Fırsat bulup toplayamadığımız kara kızların yumurtalarını topluyoruz birlikte. Venüs bizim peşimizi bırakmıyor. Domates, salatalık ve sebze artıklarını tavuklardan önce kapıyor önlerinden.

Akşam misafirlerimize ikram ettiğimiz özel çorbamız büyük takdir topluyor. Ramazan dolayısıyla önceki haftalardaki yoğunluk olmasa da salonun ön cephesindeki bütün masalar dolu. İftardan sonra çat kapı gelecek misafirlerimiz orta masalara oturmak zorunda kalacak.

Misafirlerimizi vakitlice uğurluyor, Venüs'e ilaçlarını verdikten sonra günü sonlandırıyoruz.

18 Haziran 2017 Pazar

DEPREM

17/06/2017 Cumartesi, Tire

Kızım o kadar tembihlediği halde Venüs'ün ilaçlarını buzdolabında unutunca apar topar geri dönüp onları almaya gidiyorum. Venüs bugün çok iyi. Önceden olduğu gibi hareketlenmesi sevindiriyor bizi. İlaçlarını içiriyoruz. Karşıyaka'dan gelen öğlen misafirlerimizi hiç rahatsız etmiyor, yanlarında sessizce uzanıyor. Misafirlerimizi uğurladıktan hemen sonra Google'dan beş yıldızlı bir yorum aldığımız bildiriliyor. Belli ki çok hoşnut kalmışlar.

Dün yukarı yaylada gördüğüm vişnelerde aklım kaldı. Yanıma iki plastik kova alıp patika yol boyunca tırmanıyorum. İki büyük beyaz kelebek kah sağımdan kah solumdan bana eşlik ediyor. Türlü orman çiçekleri arasından tepeye varıyorum. Bu yıl ot temizliği yaptırmadığım için ayakkabılarımın içi dikenle doluyor. Hemen karşımda dalları meyve dolu vişne ağaçları görünüyor. Gömleğimi çıkarıp alçak dallardan teker teker toplamaya başlıyorum. Hafiften esen rüzgar ve ağacın gölgesi işimi kolaylaştırıyor. Ağaçlarda çok meyve var, topla topla bitmiyor. Sıkıca tutunduğu dallardan vişne saplarını ayırmak parmak uçlarımı acıtıyor. Belki de daha pratik bir yöntemi vardır bunun. Aşağı yaylada bir miktar vişne toplamıştık ama bu kadar zorlanmamıştım. Kızılcık toplar gibi zaman alıyor. Kızılcık dokunulur dokunulamaz ele düşüyor ama vişne öyle değil, dalını kolay bırakmıyor. Ufacık meyveleri teker teker koparıyorum dalından. Çok emek isteyen işler bunlar.

Rezervasyon yaptırmak isteyen misafirlerimizle yaptığım telefon konuşmalarını saymazsam, hiç ara vermeden on kiloya yakın vişne topluyorum. Aşağıdan telefon ediyor, yemeğe çağırıyorlar. "Siz yemeğinizi yiyin, ben dönünce yerim." diyorum. Elimdeki kovalar dolunca geldiğim patika yolundan geri dönüyorum. O iki büyük beyaz kelebek yine bana eşlik ediyor.

Misafirlerimizin çoğu tavsiye üzerine gelenler. Yine ta Ödemiş'ten kalkıp gelmişler. Ertuğrul Şef bana topladığım vişnelerden nefis bir şerbet hazırlamış. Keyifle içiyorum. Misafirlerimizi ağırladıktan sonra ekip arkadaşları ile birlikte dönüyoruz. Selma Hanım telefon ediyor. Büyük deprem olmuş, herkes sokaklarda (!) Arabanın içinde hareket halinde olduğumuzdan dolayı hissetmiyoruz depremi. Önce kızımızı arıyoruz. O çadır kampında olduğu için en emniyetli yerde aslında. Oğlumuzu arıyoruz. Deprem onun olduğu yerde hissedilmemiş bu kez ama biz henüz evimize girmeden öğreniyor depremin merkezini. Karaburun açıklarındaymış. Deprem profesörlerine gün doğuyor. Ahkam kesmeye başlıyorlar medyada. Ege'de yedi büyüklüğünde deprem olacakmış yakın zamanda. Hepsi kuru sıkı sallıyor. Evet, bilimsel olarak fay hatları haritası çıkarılmış durumda. Nerede deprem potansiyeli var nerede yok belli. Ne var ki depremin ne zaman olacağına dair kimse bir şey söyleyemez. Bir tarih atıyorlar, Nasrettin Hoca'nın "Ya tutarsa" fıkrası gibi.

Özellikle İzmir çevresi için yıllar önce şarlatan olmayan, gerçek bilim adamlarının yaptığı açıklamayı akılcı buluyorum. Bu bölge bir çok fay hattına sahip hareketli bir bölge. Sık sık deprem olur bu nedenle. Güzel tarafı hafif ve orta şiddetteki depremlerin çoğunu hissetmeyiz ama çok işe yararlar. Üzerindeki gerilim azalır her fay kırılmasında. Bu sebeple büyük deprem riski azdır İzmir civarında. Olası en büyük deprem büyüklüğü belki 6 yı biraz geçebilecektir. Hafif hasara sebebiyet verir bu büyüklükte bir yer sarsıntı. Yine de çok sayıda küçük depremlerin olması ürkütücü değil rahatlatıcıdır.  

17 Haziran 2017 Cumartesi

GÜNÜMÜZ VENÜS

16/06/2017 Cuma, Tire

Yaylaya çıkarken servise uğrayıp bilgisayarımı alıyorum. Hava oldukça sıcak. Bahçeden içeri girdiğimizde gözlerim Venüs'ü arıyor. Bir köşeye uzanmış sessizce yatıyor. Bugünün en önemli işi Venüs'ü eski sağlığına kavuşturmak. Bütün ekibin, İzmir'deki kızımın tek tasası bu. Gıdısı iyice sarkmış, bakışları solgun. Fifi'ye bile dalaşmıyor. Doktor hanımı arıyorum, beklediğini söylüyor.

Onu mümkün olduğu kadar sarmadan götürüyorum muayenehaneye. Fatoş Hanım çok seviyor hayvanları. O kadar sevmese yapamaz zaten işini. "Gece bir böcek sokmuş olabilir." diyor. Üç çeşit iğne yapıyor. Sonuncu iğnenin biraz canını yakacağını söylüyor. Muayene tablasında halsiz bir şekilde oturuyor Venüs. Biraz ateşi de yükselmiş. Onun bu haline üzülüyor, gözümün önüne o yerinde duramayan haşarı zamanları geliyor. "İyileşeceksin kızım, bir şeyciğin kalmayacak. Doktor teyzen seni iyileştirecek." Son iğneyi yedikten sonra kesik kesik sesler çıkararak canının yandığını belli ediyor. Doktor Hanıma patisini uzatıp teşekkür ettikten sonra ayrılıyoruz. Bugün ilaçların etkisiyle biraz halsiz olabilirmiş.

Yaylaya dönüyoruz. Bugün gözümüz Venüs'ten başkasını görmüyor. Kısa bir süre sonra iğneler etkisini göstermeye başlıyor. Bu iyi haber. Yemekten sonra birden kızımızı karşımızda görüyoruz. Venüs'ü merak etmiş, haber vermeden çıkmış gelmiş. Venüs birden karşısında annesini görünce çıldırıyor sevinçten. Her geçen saat kendini toparlamaya başlıyor. Hatta ufaktan ufaktan Fifi ile dalaşmaya bile başlıyor. Kızımın hazırladığı mamayı iştahla yemesi beni şaşırtıyor.

Öğleden sonra kuru kestane ağaçlarına fiyat verecek bir oduncu geliyor. Aşağı, orta ve yukarı yayladaki kuru ağaçları gösteriyorum. Yukarı yaylanın biçilmemiş otları arasından güçlükle ilerliyoruz. Yukarı yayladaki üç vişne ağacı üzerinde epey meyve görünüyor. Henüz nerede hangi meyvemiz var bilmiyoruz. Geçen sene çok erik veren iki ağaç bu sene meyve vermemiş. Armutlar da henüz çok ufak. Arkamızdan bir hışırtı duyuyoruz. O da ne? Venüs peşimize takılmış geliyor. Hemen arkasında onu hiç yalnız bırakmayan ablası Fifi gözüküyor.

Oduncunun eşi bahçede bizim dönüşümüzü bekliyor. Venüs ile Fifi kah önümüzden giderek kah arkamızdan gelerek bize eşlik ediyorlar. Bahçeye döndüğümüzde kiraz ağacının altında dinleniyoruz. Oduncu götürü ya da ton başına bir fiyat teklif ediyor. Verdiği fiyatın az olduğunu söylüyoruz. Bir miktar daha arttırıyor ama hala yeterli değil. Aslına bakarsanız kışın bizim de ihtiyacımız olacak oduna. Bu bakımdan o kadar da istekli değilim zaten. Eğer uygun görürsek bayram sonrası kesim işine başlayacağını söylüyor.

İftar misafirleri için masalar kuruluyor. Efsane çorbamız eşliğinde menümüzü oluşturan her şey hazır. Misafirlerimizden birinin kızı Fifi'yi çok seviyor. Venüs hızla kendini toparlıyor. Yarından itibaren beş gün süreyle içeceği ilacını alınca eski haline döneceğini umuyoruz.

16 Haziran 2017 Cuma

SÜRPRİZ KONUKLAR

15/06/2017 Perşembe, Tire

Emektar bilgisayarımı servise bıraktım gelirken. Klavyesi değişecekmiş. İdare ettiği kadar edecek artık. Bilgisayarın, internetin öncesini ve sonrasını bilen şanslı bir kuşağız aslında. Üniversitenin ilk yıllarını hatırlıyorum. Bilgisayar sözcüğünün henüz kullanılmadığı zamanları. Computer'di adı eskiden. Elektronik hesap makinelerinin istatistik hesaplarını, türev ve integral fonksiyonlarını yapmaya başlaması teknolojideki göz alıcı gelişmelerin ilk adımlarıydı. Hızla gelişen hesap makinelerine de computer diyorduk o zamanlar. Profesör Dr. Aydın Köksal'ın isim babalığını yaptığı "Bilgisayar" terimi TDK'ya 1981 yılında girmişti. Bunun yanısıra bellek, bilişim gibi bir sürü teknik kelime zaman içinde benimsendi. İnternet sözcüğüne Türkçe karşılık bulacak ve onu topluma kabul ettirecek biri ne yazık ki çıkmadı sonradan. Şimdiki nesle şaka gelir ama o devrin bilgisayarları 180 metrekarelik salonlara sığdırılamıyordu.

Ekibimizle birlikte güzel bir gün geçiriyoruz. Yemek saatlerimiz neşeli sohbetlerimizle doluyor. Misafir gelince el birliği ile onlara en güzel hizmeti veriyoruz. Venüs dışında canımızı sıkacak bir durum yok. O eski haşarılığını özlüyoruz. Diş değiştirme vakti mi geldi yoksa başka bir rahatsızlığı mı var bilemiyoruz. Bir düzelme olmaz ise onu doktor teyzesine götürmeyi düşünüyorum. Yoksa büyüdü de aklı başına mı geldi? Fifi ile bile uğraşmıyor artık.

Akşamın ilerleyen saatlerinde ekibimizle birlikte bir şeyler atıştırıyoruz. Ramazanda  kimse gelmez bu vakitte dediğimiz saatler...  "Hadi artık yavaş yavaş toparlanalım." demeyi geçirirken aklımdan, iki araba giriyor bahçe kapısından içeri. Geldikleri yerden emin olmayan bir ürkeklikle, "Restaurant?" Hemen buyur ediyor, onlara yol gösteriyorum. Hepsi de yabancı görünüyor. Sorum üzerine Fransız olduklarını söylüyorlar. Kısa süre içinde geldikleri yerin beklediklerinden ala olduğunu anlayıp rahatlıyorlar. Başlangıçlardan oluşan bir ordövr tabağı hazırlamayı öneriyorum. Böylelikle bütün lezzetlerimizin tadına bakmış olacaklar. Salonun şehri en güzel gören masalarından birini gösteriyorum. Katlanır camları açınca ellerindeki fotoğraf makineleriyle şehrin ışıl ışıl gece manzarasını çekerken dudaklarından "Magnificent" yani "Muhteşem"sözcükleri dökülüyor. Servis başlar başlamaz her gelen tabağı silip süpürüyorlar. Kaystros Karışık Izgara sipariş ediyorlar ana yemek olarak. Ustamızın hünerli ellerinden çıkan nefis tabaklar karşısında büyüleniyorlar. Rekor sürede tabaklar boşalıyor. Şefimiz onlara süslü bir meyve tabağı hazırlıyor. 

Misafirlerimiz yemeklerini yerken Taş Ev'in kısa tarihinden bahsediyorum. Onlar da iş için burada bulunduklarını, Japon bir firma ile paketleme konusunda çalıştıklarını söylüyorlar. Adını daha önce duymadığım bir firma bu. Konuklarımızı uğurlarken hepsi birer kartvizitimizi istiyor, servisten çok memnun kaldıklarını ve yemeklerin çok leziz olduğunu, iki hafta daha burada işlerinin olduğunu ve tekrar geleceklerini söylüyorlar. Sürpriz konuklarımızın güzel duygularla ayrılması bizleri mutlu ediyor.