KATEGORİLER

9 Mart 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 28

Ağaç Ev Sohbetlerinin 28. Haftasına giriyoruz. Bu haftanın konusunu İrem Can önermiş. Bu kez bir ilk gerçekleşiyor, Ağaç Ev Sohbetleri İrem Can'ın yanı sıra bu hafta tartışacağımız ikinci konuyu Barış Doğan belirleyecek.  Konu bu hafta da oldukça hassas. Kim bilir belki de yazımın başına (+ 18) uyarısı koymam hassas bünyelerin menfaatine olabilirdi. Ancak sözlerimle kimseyi üzmek ya da saygısızlık etmek niyeti taşımadığımı, amacımın sadece kendi doğrularımı ortaya dökmek olduğunu özellikle belirtmek isterim. Aksi takdirde yazan ben olmayacaktım. İşte bu hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin ilk konusu:

8 Mart Dünya Kadınlar Günü sende neyi çağrıştırıyor?

Ülkemizdeki "kadın" anlayışı nedir?

Konu başlığının fonundaki siyah bant sizde neyi çağrıştırıyorsa bende de aynısını çağrıştırıyor. Evet dostlar, "Kadınlar Günü" adı altında AVM'lerin özel indirimler uygulayıp tüketimi pompaladıkları günlerinden biri olan 8 Mart, bir kutlama günü değil tam aksine bir matem günüdür. 1857 yılının 8 Mart günü ABD'nin Newyork kentindeki bir tekstil fabrikasında zor şartlar altında 13-14 saat çalıştırılan binlerce kadın işçiden 120'sinin, kapatıldığı barakada yanarak öldürülmesinin yıl dönümüdür kutlanan! 1921 yılından itibaren Sovyetler Birliği'nde "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak adlandırılan bu özel günde, çalışan kadınların sorunları değişik platformlarda dile getirilmiş olmakla birlikte sosyalizmin yayılmasından endişe eden batılı pek çok ülkede 8 Mart, 1960 yılına dek yasaklanmış. Bu tarihten sonra ABD'de başlayan gösterilerle "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmaya başlayan 8 Mart günü, BM Genel Kurulunca tanınmış ve daha sonra bütün batı ülkelerine yayılmıştır.

Sadece bugüne mahsus olmak üzere erkeklerin kadınlara çiçek vermelerini, onlara övgüler düzmelerini anlamsız buluyorum. "Çalışan kadınlar" yerine "emekçi kadınlar" denilmesini daha uygun görüyorum. Kadına toplum tarafından yüklenen vazifeler nedeniyle çalışmayan kadının mevcudiyetine inanmıyorum. Kadın başka işlerde çalışmasa dahi ev işlerini, çocukların bakımını üstlenmekte en azından. Diğer taraftan dışarıda çalışan kadınların çoğu verdikleri emeğin karşılığı olmayan düşük ücretlerle, sosyal güvencesi olmaksızın fabrikalarda, tarlalarda çalışıp sömürülmektedir. Kadınların çoğu ülke yönetimde söz sahibi olamadıkları gibi evlerinde de aynı durum geçerli. Söylenecek, anlatılacak çok şey var, var olmasına da bütün bunları sayıp dökmek kadınların durumunu düzeltmiyor ne yazık ki. Sorunların çözülmesi için toplumun egemen güçlerinin buna önce niyet etmesi, halkın eğitilmesi, en önemlisi kadının erkekten ne eksik ne de fazlası olduğunun kabul edilmesi ile birlikte ataerkil aile yapısının değişmesi için gerekli adımların atılması şart. Bunları bırakıp kadınların bugüne özel çiçek ya da hediye beklemesine anlam veremiyor, bunu bencilce bir davranış olarak görüyor, öfkeleniyorum. Erkeğin kadından üstün olmadığını önce kadınların anlaması ve kabul etmesi gerekir. Kadınların ekonomik özgürlüğe kavuşması, yaşamak için erkeğe asla mahkum olmaması atılacak adımların başında geliyor. Kadın cinayetlerine, kadına şiddet uygulanması konusuna girmeyeceğim. Çünkü yaşanan insanlık dışı bu olayların hepsi birer sonuç. Nedenlerini ortadan kaldırmadan hiçbir yasal tedbir bunları ortadan kaldırmaz. İşte 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün bende çağrıştırdıkları... En zoruma giden, insanların bu anlamlı günü şenlik ve kutlama havasına sokmaları ve kadının da bir insan olduğunu kabul etme/ettirme hususunda yetersiz kalmamız.

Ülkemizde halkımızın kadına bakış açısı (genel olarak) son derece sevimsiz geliyor bana. Kendisinin erkeklerden farklı olmadığının bilincine varmış ve ona göre davranan kadınlar ile kadını insan olarak gören ve buna uygun muamele eden erkekler ülke nüfusunun muhtemelen yüzde onunu ancak doldurur. Bu kesim toplumun yüz akı. Geriye kalan ve nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan iki cinsin birbirlerine bakış açısı ise oldukça karanlık bir tablo çizmekte ne yazık ki.

Ülkemizin bahtı kara kadınları, kendilerini erkeğin karşısında nasıl görmekte? Ezik, çaresiz, kaderine razı, değersiz... Sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok ülkesinde az ya da çok kadınların kendilerine bakış açısı bu! Nedenlerini soracak olursanız, fiziki olarak güçsüzlüğünün dışında iki temel nedenden bahsedeceğim. Bunlardan ilki ekonomik bağımsızlığa sahip olmayışları. Yaşamak için erkeklere muhtaç bu kadınlar. İnanıyorum ki, ikinci önemli neden ilkinden aşağı kalmıyor. Evet, dinin etkisini göz ardı etmiyorum. Bütün dinlerin, kadının  daha fazla aşağılanmasına sebep olduğunu düşünüyorum. Kutsal kitabın, tartışmaya mahal bırakmayan ayetlerinde, erkekleri muhatap alan ifade tarzı, kadınların erkeklere itaat etmesini emretmesi, aksi takdirde erkeklerin eşlerini dövmeye kadar varan cezai müeyyideleri uygulama hakkına sahip olması, kadınlara ekilecek bir tarla gözüyle bakması kadının ezilmesine, çaresizliğine ve değersizleştirilmesine gerekçe oluşturmakta. Bu yüzden "kocamdır, sever de döver de" anlayışı yerleşmiş, kaderine razı olmuştur pek çok kadın.

Ülkemizin bahtı kara erkekleri, kendilerini kadının karşısında nasıl görmekte peki? Güçlü, sözünü dinleten, şanslı ve değerli...  Bunun nedeni, kadının sahip olmadıklarını düşündükleri şeylere sahip olmaları. Her şeyden önce fiziki olarak daha güçlüler kadınlara göre. Bu durum kaba kuvvet uygulamalarına imkan tanıyor. Diğer taraftan çalışmak zorunda hissediyorlar kendilerini, çünkü toplum bu görevi erkeklere vermiş. Bu sayede evde hakimiyet onların elinde oluyor. Sahip oldukları en büyük koz bu. Kitap okuma alışkanlıkları olmasa bile dindar toplumumuzda hocalar, şeyhler memleketin en ücra köylerindeki camilerde anlatıyorlar kutsal kitabın yazdıklarını. Duyduklarını sorgulamadan inanıyorlar. İnandıkları şey kendi açılarından olumsuz bir durum gibi gözükmüyor gözlerine. Son derece hoşlarına gidiyor bu durum. Hiç şikayetleri yok, şanslılar! Aslında tam olarak durum öyle değil. Bazılarının vicdanı kaldırmıyor kadına şiddeti. Fakat sağına soluna baktığında, görüyor ki diğer hemcinsleri, kadının rolünü biçmiş. Yine kutsal kitapta tohumları ekilen "kısas" tan toplumun zihnine yerleşen "kan davası" nın kurbanı oluyor bazı erkekler... Anası eline silahı verip, "git" diyor, "git de, namusunu temizle". Gidiyor, bir dedikodu yüzünden çok sevdiği karısını öldürüyor köy meydanında. Eşine biraz değer vermeye kalksa "kılıbık" denilip alay ediliyor. 

Görüldüğü üzere ülkemizde "kadın" anlayışı, kadına bakış açısı böyle maalesef. Üstelik bu anlayışın yıkılması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, kadın cinayetlerinin sona ermesi ve kadına şiddet uygulamasından dönülmesi oldukça zor kanaatimce. Son zamanlarda ekonomik özgürlüğüne kavuşan ve eğitim görmüş kadınların sayısı artmış olsa da dinin etkisi ve ataerkil toplum yapımız yüzünden kadına hak ettiği değeri vermekten oldukça uzağız. Görünen o ki ne yaparsak yapalım, konuya ne kadar duyarlı olursak olalım, ülkemiz ve dünyadaki "kadın" anlayışında iyileşme olabilmesi için epey zamana ihtiyaç var.                                  

7 Mart 2020 Cumartesi

ÇOK ZOR, SENİ ANLIYORUM DEMEK



Düşündüm, taşındım, sonunda buldum galiba böyle uzun uzun yazmamızın, okumamızın ve konuşmamızın sebebini. Anlatmaya, anlamaya  çalışırken birbirimizi, hatta kendimizi, çoğunlukla neden aciz kaldığımızı... Ne yazık ki empati falan da çözmüyor meselelerimizi hakkıyla... Evet, mesele şu: Sözcüklere farklı anlamlar yüklüyoruz, nedeni bu! Sözlükler yetmiyor sözcükleri anlamaya. Bu yüzden doğruyu ve yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt edemiyoruz, Her şey karışıyor birbirine. Sonunda kime göre doğru, kime göre yanlış, neye göre iyi neye göre kötü diye soruyoruz işin içinden çıkamayınca. Oysa sözcükler aynı anlama sahip olsalardı herkes için, daha çok severdik birbirimizi, daha az can yakardık. Kandıramazdı kimse kimseyi, doğrular hep doğru, yanlışlar hep yanlış olurdu. İyilerle kötüler gün ışığına kolayca çıkar, vicdanımızın sesini dinlerdik sadece. Hadi o zaman kulak vermeye çalışalım bakalım vicdanımızın sesine.

VicdanKişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlâk değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç.

Ahlâk: Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre

Arapça "hulk" yani huy, Yunanca "ethos", Latince "mos" kelimelerinden türeyen "ahlâk" kavramı İngilizce "ethics" veya "morality" sözcükleriyle ifade edilmekte. Bu "etik" ve "moral" sözcükleri İngiliz lisanında birbirinden farklı anlam taşıyorlar. "Etik" çevrenin dayattığı uygulamalar, gelenek, görenek, toplumun değer yargıları ve kültürün yanı sıra dini inançlardan kaynaklanan kurallar bütünüyken "moral" kendi bireysel doğru ve yanlışlarımıza göre tanımladığımız bir kavram.


  • Ülkemizin yer aldığı coğrafyada ahlâk anlayışı çoğunlukla etik tanımına göre değerlendirilmekte. Bu kapsamda etik, bireylerin,

- İyi ve kötünün ayırt edilmesinde,
- Doğru ve yanlışın belirlenmesinde dikkate aldığı temel kriterlerdir.

Ahlâk kuralları diğer bir deyişle belirli bir kişi, grup ya da toplum için geçerli değer yargıları subjektiftir, yani kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir.

Yeri gelmişken Nietzsche'nin ahlâk kavramı üzerine söylediklerine bakalım:

"İyi ahlâk sahibi olmak törelere itaat etmekten başka bir şey değildir, töreler ne olursa olsun bu ilke değişmez, bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlâk yoktur.
Sadece gelenek olduğu için bir inanca bağlanmak... Bu elbette namussuz olmak, korkak olmak, tembel olmak demektir!
- Öyleyse iyi ahlâklı olmanın ön koşulu, namussuzluk, korkaklık ve tembellik olmuyor mu?"

Demem o ki, esasen bireysel muhasebe olması gereken vicdan, tanımına giren ahlâk yüzünden, kendi doğru ve yanlışlarımızı bulmakla sınırlı kalmamış, toplumun doğruluğu ve haklılığı tartışılır değer yargıları benliğimize kazınmıştır. Bu durumda Nietszche'nin çıkarımı doğrultusunda "Birine "vicdansız" deniyorsa o kişi namuslu, cesur ve çalışkandır" sonucuna da varabiliriz.

Görüldüğü gibi çevre ve toplumun etkisiyle gelişen vicdanımız bize bırakılmamış! Bu yüzden bireylerin aynı anlamı kavrayacağı sözcüklerden oluşan ortak bir dile ihtiyaç var. Bunun yolu ise ahlâksızlıktan geçiyor. Kimse ahlaksızlığı kendisine yakıştırma cesaretini gösteremeyeceği için çatışmalar devam edecek, sevgiye uzak nefrete yakın olacağız. Sokrates'in yaklaşık 2.500 yıl önce söylediği "İnsanlık, dini doktrinden tamamen müstakil bir ahlâk sistemi kurmaya muvaffak olmadı" sözü halâ geçerli çünkü.

Yazımın başında belirttiğim gibi sorunu buldum fakat sözcüklere yüklenen anlamlar arasında resmen boğuldum. Üç gündür hem İngilizce hem de Türkçe kaynaklardan yararlanarak yazımı sonlandırmaya bir çözüm bulmaya çalışıyorum fakat her öğrendiğim öncekini çürütüyor. Vicdan, ahlak, etik ve moral kavramları üzerinde inanılmaz bir anlam kargaşası var.

Örneğin bir kaynakta ahlak; kültürün, dinin, coğrafyanın etkisinde topluma ve bireye mümkün olduğunca fazla fayda vermek amacıyla kişilerin davranışlarını düzenleyen hayat kuralları ve kişi karakterini değerlendiren bir olgu olarak tanımlanırken, etik; toplumun tamamının veya genelinin ulaşabileceği en yüksek mutluluk seviyesine ulaşması için geliştirilen toplumsal davranış kuralları diye tanımlanmaktadır. Aralarındaki temel fark ise şöyle açıklanmakta. Etik, değerlerini, kurallarını ve gelişmişliğini akıldan alırken ahlak, değerlerini, kurallarını ve gelişmişliğini içinde bulunulan toplumun bağlı olduğu dinin kutsal öğretileri ve kültüründen aldığı ifade edilmektedir. Son olarak etiğin kuralları beşer aklına bağlı olduğu için değişken, ahlak kuralları ise dini öğretilere bağlı olduğu için sabit olduğundan bahsedilmekte. Bir de buna örnek veriliyor: Avrupa'da iki yüz yıl öncesine kadar köle ticareti etik açıdan bir problem sayılmazken günümüzde ayıplanmakta deniliyor. Zina, bin dört yüz yıl önce ahlaka aykırı olduğu gibi günümüzde de ahlaksızlık olarak kabul edildiğine işaret ediliyor. Oysa İslam dini köleliği bin dört yüz yıl önce problem haline getirmez iken bugün köleliğin dinen de pek savunulamadığını görüyoruz. Demek ki ahlak da değişime ayak uyduruyormuş!

Sadece konu ettiğim sözcükler değil, neredeyse soyut kavramların hepsi için bireysel tanımlar ve kamusal farklı algılar üretmişiz, üretmeye devam ediyoruz. Aşk, sevgi, ruh, akıl, ayıp, başarı, gönül, zaman, dostluk, güzellik vs. gibi binlerce sözcüğün kişilere ve toplumlara göre değişen milyonlarca farklı yorumu çıkıyor karşımıza. Bu yüzden iletişimde ve birbirimizi anlamak hususunda çok zor işimiz.      

6 Mart 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 4,5 (*)

Kaplan Diary (Kaystros Tyrha) "gerçek bir yaşam"dan uyarladığı Çöl Çiçeği'nin Hikâyesi'ni bir bölümcük yazmama izin verdi, teşekkür ediyorum. Başka bir yazanın kaleminden çıkan ara bölüm olduğu için ben de bu öyküye "4,5" dedim. Umarım hoşunuza gider. Bu arada şaşırdım, hiç bu şarkıyla başlamamış kendisi! Halbuki bu hikâyenin bendeki müziği tam bu! Sting ve tabii asıl: Cheb Mami..! 


Denize Bakan Ev (Mrs. DBE)'den,


Kış kurak geçmişti. Çöl Çiçeği rüzgârlara, kum fırtınalarına rağmen kuma bağlı kalmıştı kalmasına ama kış boyunca umutla beklediği halde tek bir damla yağmayan yağmurların yokluğunda da iyice güçsüzleşmişti. Cılızlaşmış kökleriyle, derinlerde saklandığını, yeterince inanır ve sabırla beklerse bir gün mutlaka ulaşacağını sandığı o ilk can suyuna bir türlü ulaşamamaktan da yorgundu. Gün boyunca griden sarıya dönüp duran gökyüzüne bakar, mevsimin dönmesini, önce leyleklerin sonra da sıra sıra deniz kırlangıçlarının, sığırcıkların, turnaların ve yelkovan kuşlarının çölü yeniden aşarak yeniden Kuzey'e göçmesini beklerdi. Mart ile birlikte, gökyüzü önce açık, sonra günden güne koyu bir maviye dönmeye başlar, kuş kümeleri gökleri şenlendirirdi. Tüm bunları yıllar içinde, yanında akarken bir yandan da kulağına hikâyeler fısıldayan can suyundan öğrenmişti, Çöl Çiçeği. Ve şimdi çok korkuyordu, tüm kuşların da can suyu gibi göçüp gittiğinden ve bir daha dönmeyeceğinden korkuyordu. Sanki kuşlar geri gelirse, can suyunun da geri döneceğine dair bir işaret alacağına inanıyordu içten içe ama kimselere söyleyemiyordu..

Bir gün, kuma gömülü, kumu sıkı sıkı tutan köklerine ılık ılık bir şeylerin dokunduğunu hissetti Çöl Çiçeği. Kıpırdayamadı. Nefes bile almadı. Olabilir miydi bu? Bu tatlı koku, bu serinlik, bu sanki tüm evrenden ona doğru akan yaşam sevinci? Çöl Çiçeği'nin ufacık kalbi, hiç çarpmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Sanki köklerine dokunan o serinliği ötelemek ister gibi, hiç kıpırdamadan duruyordu. Sanki köklerini biraz kıpırdatsa, biraz uzatmaya, ne olduğunu anlamaya kalksa... Bir düşten uyanacaktı. Hayır, kıpırdayamazdı. Dönmüş olabilir miydi can suyu?

Can suyu köklerine dokunuyordu; serindi kumlar, yumuşak gevşeklik yerini serin ve güçlü bir kuşatılmışlık hissine bırakıyordu. Bu hissi biliyordu. Bu hisse doğmuştu zaten, bu histen başkasını aramamıştı bunca zaman.. Dönmüştü işte. Kuşlardan bile önce. Baharlardan bile önce.. Köklerini gevşetip kana kana içmek aklından bile geçmedi. Usulca, korkuyla, ancak dokunabildiği kadarını emdi kumlardan. Suyun kaynağına ulaşmak aklına bile gelmediği gibi, çekindi de. Ya kökleri suyun akışına zarar verirse, ya önüne istemeden bir set çekerse? Hayır hayır bu sefer yapmayacaktı aynı hatayı. Suyun kuralıyla oynayacaktı bu sefer. O ne derse öyle olacaktı. İster gelsin köklerini usulca okşasın, ister yanından aksın gitsin, onu kurumaya bıraksın. Onsuz olmuyordu, ölecekse de bu sefer onun yüzünden ölmeye kararlıydı. Tamamen teslim olmuştu suyun kaderine, akışındaki asiliğe. Kabullenmişti.

Yalancı baharlar gibi.. Geldi geçti su. Yanından dolaştı, şakalaşır gibi köklerine hafifçe dokundu. "Çok güller gördüm geçtiğim yollarda" diye fısıldadı kulağına, "sen sadece biriydin" bile dedi. Öldürmeyecek kadar verdi kendinden ama tek bir damla fazlasını değil. Kendini bir lütuf olarak gören su, oynadı Çöl Gülü'nün zarif ve cılız kökleriyle, biraz umut verdi ve sonra... Aktı, gitti....

Çöl Gülü kendine geldiğinde, anlayamadı ilk başta ne olduğunu. Canlanmıştı, yüzüne renk gelmişti, kökleri güçlenmiş, kuma yapışmıştı. Sanki önündeki kızgın yaza hazırlamıştı su onu. "Daha bitmedi sana biçtiğim hikâye" demişti sanki. "Daha zamanı var, daha öğreneceklerin var, daha yaşayacakların var.... Bir dahaki görüşmemize dek, seni hayatta tutacak gücü verdim işte, daha ne bekliyorsun? Daha can katacağım çok çiçek var, geçeceğim vadiler, ulaşacağım denizler var, seninle uğraşamam küçük kız" demişti sanki. Abi'lenmişti, dayı'lanmıştı.

Çöl Çiçeği ilkin "o da benden vaz geçemiyor da ondan.." diye düşünüp umutlandı. "Bana dönmesinin nedeni, özlemesi!" dedi. Masmavi gökyüzüne bakıp gülümsedi. Fakat zaman geçtikçe, içinde durduramadığı bir ses "benimle oynuyor.. Tok bir kedinin kilerde bulduğu cılız bir fareyle oynaması gibi oynuyor" diye fısıldamaya başladı. Öfkeyle, "ne öldürüyor, ne yaşatıyor!" dedi. "Önüme sadaka atar gibi, damla damla su akıtıyor köklerime, "haydi mutlu ol, gülümse de, benden bilmesinler mutsuzluğunu" diyor. O beni sevmiyor, sadece vicdanını temizlemeye çalışıyor!". Kalbi yine çarpmaya başladı ama bu sefer aşkla değil, başka bir duyguydu bu, bilmediği, yabancısı olduğu bir duygu... Acıtan, kanatan ama sevgi kadar güçlü bir duyguydu..

Ve sonra......

:) Bakalım ne yapacak bizim çöl çiçeği, değişimin gücünü içinde bulabilecek mi? Yoksa yerinde kalmaya ve göklerden medet ummaya devam mı edecek? Bakalım Kaystros nasıl çizecek hikayenin kaderini? Heyecanla bekliyoruz..

(*) Çöl Çiçeği hayatının baharında, içinde fırtınalar kopan, ne istediğini bilen, içi dışı bir, duygusal bir karakter. Yaşadıklarını, duygularını, ümitlerini, hayâl kırıklıklarını içtenlikle anlatıyor bana. Ben de ona hoşuna giden öyküleri okuyorum blog sayfalarından. Hemen her sabah DBE yazmış mı bugün diye soruyor heyecan içinde. Evet, yazmış deyince gözleri başka ışıldıyor. Kahvelerimizi yapıyorum, oku bana hemen diyor. Sen güzel okuyorsun diyor, sen okuyunca ben daha çok duygulanıyorum. Her satır onu sırtlayıp başka bir aleme götürüyor sanki. Gözleri doluyor. Sevgili DBE hoş bir sürpriz yaptı. Çöl Çiçeği'nin bir sonraki bölümünü yazmak istediğini söyledi. Bu bir onurdu benim için. Çöl Çiçeği de heyecanlandı, sevindi bu habere. Hadi bak dedi maillerine, belki yollamıştır. Yok, henüz yazmamış deyince astı suratını. Beş dakika geçti. Hadi bak yine dedi. Baktım, gülümsememden anladı. Oku, hadi okusana dedi sabırsızla. DBE bir not yazmıştı yazısının başına, benim için. Çöl Çiçeğini üzecekse yazdıklarım, sil, at görmesin diye. Buna fırsatım olmadan yanımda bitti. Okumaktan başka şansım yoktu. Yazının her satırında kendini aradı. Buldu da. Yine bir hüzün kapladı içini. Can suyu köklerine değmiş, içini ferahlatmıştı, doğru. Ama yeter miydi bu kadarı hayata dönmeye, çiçek vermeye? DBE suya güven olmaz diyordu. Hem hayat verir, hem can alır. Bir anda gel gitlerin içinde kayboldu. Kedi uzaktan el salladı. Biliyorum dedi, bu gel gitler en zoru. Ben dedim ki, bekle, sabırlı ol, o su sana dönecek. Yeter ki onsuz yapamayacağını hissettirme! 28 Nisan 2020, bak bu tarih çok önemli!

4 Mart 2020 Çarşamba

ÇÖL ÇİÇEĞİ 4


Şaşırtıyor beni Çöl Çiçeği, çok şaşırtıyor. Tam kurumaya yüz tuttu, iflâh olmaz  artık derken, çiçekleniyor birden. Bütün bildiklerim, söylediklerim boşa çıkıyor. Anlayamıyor, çare üretemiyorum. 

Alışmak sevmekten daha zor geliyor, diyor. Bir şarkı sözü o diyorum. Şarkılar, şiirler diyor, hepsi bir yaşanmışın hikâyesi. Düşünüyorum, evet haklı gibi. Sevmek kadar kolay bir şey yok gerçekten. Nefret de öyle! Bir anda sevebiliyor insan, insanı. Kanlar çabuk ısınıyor birbirine. Ya da bir kibritin alevi yetiyor bazen, sevginin nefrete dönüşmesi için. Alışmak öyle değil, zaman istiyor. Zamanla alışıyor insan, kolay vazgeçemiyor. 

O, çölün kızıl kumlarında hayat bulmuş nadide bir çiçekti bir zamanlar. Alışmıştı o sıcak kumlara, fırtınalara. Suyunu bulmak için köklerini indirmişti derinlere. Çölün suyu bu, durmaz yerinde. Uzattıkça Çöl Çiçeği köklerini derinlere, su kaçıyordu ondan. Tâkatsız kalmıştı, benden bu kadar demişti. Suyum olmadan tutunamam ki hayata. Çölün yavan suyu terkedince onu küstü bizimki hayata. Göz yaşlarıyla beslendi bir süre. Sonra bir gün, hiç beklemediği bir anda haylaz bir fırtınanın esiri olmuş, savrulmuştu uzak diyarlara. 

Bu değişiklik başta iyi gelmişti Çöl Çiçeğine. Çölün yavan suyunun esiri olmaktansa binbir türlü berrak pınar sularından beslenmek ruhunu okşamıştı. O sularda can bulurken kendine güveni gelmişti. Arada bir maziyi hatırlasa da memnun görünüyordu hayatından. Gerçekten memnun muydu, yoksa kendini mi avutuyordu?

Etrafındaki rengârenk çiçeğe, börtü böceğe çölün yavan suyunu anlatıyordu durmaksızın. Türlü oyunlarla ayağına gelip ona tatlı sularını vermeye can atan derelere yüz çeviriyordu. O alıştığı fırtınaları, kızgın kumları, bir damlası için kendini parçaladığı çölün yavan suyunu, kendini ait hissettiği, alıştığı yeri özlüyordu. Ne zaman ki bir ters rüzgâr esse yaprakları kanatlanıyor, rüzgârın sırtına binip geldiği çorak topraklara geri dönmek istiyordu.

Kuşlara soruyordu yavan suyun halini, Çöl Çiçeği. Kuşlar da az fettan değildi hani. Ser verip sır vermiyorlardı. Söylemiyorlardı çölün yavan suyunun geri döndüğünü. O da pişmandı belli ki. Hiçbir çiçek tutmazdı Çöl Çiçeğinin yerini. Birlikteyken olmamıştı. Ayrıyken hiç olmuyordu. Hasret  içlerinde kor bir ateş olmuş, yakıyordu bedenlerini.

Çölün suyu uzatamazdı kollarını yetersizliğinden mi gururundan mı bilinmez. Çöl Çiçeği alıştığı çöle vurgun, suyuna razı fakat bir o kadar mağrur. Değişmem, değişemem diyordu, buyum işte ben. Bir yağmur damlası düşüyor Çöl Çiçeğinin yeşillenmiş yaprağına. Neşe kaplıyor içini. Bu o diyor, can suyum, hayat pınarım, yavan olsa da vaz geçemediğim. Bütün dereler, pınarlar sizin olsun, ben çölümü özledim.

3 Mart 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 27

Ağaç Ev Sohbetlerinin 27. Hafta konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Konuya ilişkin samimi fikirlerini ortaya koyan ilk yazıyı da şurada yazmış. Sorular güzel...

1) Kimsin sen? Kendini ne kadar tanıyorsun?


2) Sahi, nasıl tanırız kendimizi? Nasıl buluruz hayattan ne istediğimizi?


3) Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz acaba?


Ben kim miyim? Hani kavgada karşılıklı horozlanır ya iki insan. Sen kimsin? Kim oluyorsun sen? Karşısındakine üstünlük sağlamak için devam eder, haddini bil, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Elbette Mrs. Kedi'nin böyle bir niyeti yok, eminim ki bunu aklından geçirecek son insandır. Sadece soruyu okuyunca benim aklıma ilk gelen bu oldu,  ciddi konulara girmeden önce gülümsemek istedim. Şimdi biraz ciddileşip konumuza dönelim.

Kimim ben? diye beni bana sorduğumda zihnimde beliren ilk cevap, bir garip Adem oğlu oluyor. Adem'i peygamber olarak düşünmedim. Aklınız takılmasın, insanoğlu diyelim daha iyi. Kendime hakaret ettiğimi düşünmezseniz, evet, düşünebilen ve konuşabilen, hatta yazabilen bir... Şey, çok affedersiniz! evet, düşünüp konuşan hatta yazan bir hayvanım. Kulakları çınlasın hiçbir memeli, memesiz hayvanda yoktur bu özelliklerim. Bu bakımdan özellikle ayırırım kendimi bu niteliklere sahip olmayanlardan.

Diğer özelliklerimin çok fazla değeri yok. Ne eksiğim ne de tam. Kimseye zarar vermemeye çalışan fakat bunu tam olarak başaramayan, kendi halinde bir insan. Devamlı sorgulayan, körü körüne hiçbir şeye inanmayan, hiç kimsenin uydusu olmayan biri. Zaman bolluğunda zamana hasret, bilgiye susamış, öğrendikçe cahilliğinden utanan nevi şahsına münhasır bir zat işte. 

Evet, ben kendimi tanıyorum deyip kestirmeden bir cevabın altında ezilmemek için yine zor olanı seçip işi biraz yokuşa süreyim. İlk soru en zor olanı. Kendimi tanıdığım taraflarım var, tanıdığımı sandığım ve hiç tanımadığım taraflarım var. Fakat bunları ne kadar diye soracak olursanız ve ben de oranlamaya kalksam cevabım daha da zorlaşır, hatta imkânsız bir hâl alır.

Kendimizi tanıdığımız konuları zikretmek kolay. Bunlar yakın çevremizdeki insanlar tarafından da bilinen hususlardır ekseriya. Somutlaştırmaya çalışalım: Türk'üm, doğruyum, çalışkanım. Fiziksel özelliklerimiz, cinsel tercihlerimiz, hoşlandığımız müzikler, sevdiğimiz yemekler vs. Geçelim;

Kendimizi tanıdığımızı sandığımız hususlar şaşırtır bizi. Bu şaşırmanın sonucu olarak üzülürüz ya da seviniriz. Öyle ki bazen canımıza mal olur verdiğimiz kararlar. Ben yaparım zannetmiştim diyecek zamanı bile bulamayabiliriz. Şöyle ki; Öğrenciliğimizde bazen sınav öncesi ne kadar hazırlanırsak hazırlanalım, kendimizi güçsüz ve yetersiz hissederiz. Hatta sınavdan sonra aynı karamsarlığımız devam eder. Fakat sonuçlar açıklanıp aldığımız notu öğrenince kulaklarımıza inanamayız. Vay be, deriz şaşırıp kendimize, ben neymişim. Oysa zihnimiz alacağını almıştır ama biz bunun farkına varamamışız. Bazen de tam tersi olur. Tamam deriz, bu iş bitti. Konuların hepsini sular seller gibi yuttum deriz. Sınavdan çıkıp sağa sola caka satarız bir de, hepsini yaptım soruların diyerek. Sonucu öğrenince yıkılırız bazen. Ne olduğunu anlayamayız.  Şoka gireriz, nasıl oldu bu iş diye. Aslında öğrendiğimizi, bildiğimizi sanmışız, tanımamışız kendimizi. En vahimi de nedir biliyor musunuz? Güvenmek kendine, gereğinden fazla, gücünü bilmeden, kendini tanımadan. Örneğin dağcısınız, gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Rahatlıkla aşabileceğinizi düşündüğünüz bir yar çıktı karşınıza. Arkadaşlarınız, yapma etme gel şuradan gidelim dese de onlara aldırmadınız. Ne ki bu, benim için çocuk oyuncağı dediniz, kaslarınıza, atletik vücudunuza ve tecrübelerinize güvendiniz. Kendinize öyle güvendiniz, işi öyle küçümsediniz ki, belki de sizi kurtaracak emniyet teçhizatınızı kullanmaya bile gerek duymadınız. Sonuç, uçurumun dibi. Oysa siz yarı kolaylıkla aşabileceğinizi düşünmüştünüz. Yanıldınız. Bir daha deneme şansınız yok. Kendinizi tanıyorsunuz sandınız, ne yazık ki tanımamışsınız.

Hayatın akışı içerisinde kendimi tanıyıp yanılmadığım ya da tanıdığımı sandığım bir çok olayla karşılaşmışımdır ben de diğer insanlar gibi. Neyse ki bu zorlu parkurda kalıcı bir hasar almadan yoluma devam ediyorum. Ya kendimi tanıyamadığım durumlar? İşte en berbatı budur. Ruhum ve aklım bedenimi terk eder. Nereye gider, bilmiyorum. Fakat boşluğu dolduran şeytan olur. Ben artık ben değilimdir. Bambaşka biri. Sinirimle beslenirim, her türlü fenalığı bekleyin o zaman benden, her türlü ahlaksızlığı da. Bir nevi cinnet hali. Düşünüyorum, kendimden bir örnek vereyim diyorum bu halime. Evet, belki başkaları da var ama tek bir örnek geliyor aklıma:

Yıllar öncesi Irak'tayız. Fırat 2 yaşlarında. Irmak ise üç ya da dört aylık henüz. Fırat geceleri ayrılmıyor yanımızdan. Odanda uyuyacaksın diyorum. "Hayıl" diyor. Yatacaksın diyorum, "hayıl" diyor. "Döverim bak!" diyorum. O hayılına devam ediyor. Korkutmak için poposuna birkaç kez vuruyorum. Değişen bir şey yok. İnatlaşma büyüyor. Ufacık çocuk, bana meydan okuyor. Sindiremiyorum içime. Resmen savaşıyoruz. Ben galip geleceğim, yeneceğim seni diyorum içimden. Elim daha sert kalkıyor, o pembiş bacakları kıpkırmızı oluyor ellerimin izinden. O hem ağlıyor hem de "hayıl" demeye devam ediyor. Öldüreceğim çocuğu, en ufak bir geri adım yok. Yok, bu çocuk değil, karşımdaki bir canavar. Teslim oluyorum sonunda. Ertesi gün sakinleşiyorum. Ne yaptım ben diye soruyorum kendime. Bu ben miyim? Otuz yıl geçti aradan en az, o gün bugündür hiçbir konuda inatlaşmıyorum artık onunla.

Nasıl mı tanırız kendimizi? Ne zaman ki yaşamın amacını idrak edeceğiz, işte o zaman tam olarak kendimizi tanıma imkanımız olur. O zaman hayat bizden ne ister biz hayattan ne bekleriz çıkar ortaya. Bunu anlayana kadar savruluruz bir taraftan bir tarafa. Kah ağlarız, kah güleriz. Kah üzülür, kah seviniriz. Anlamını bilmeden "hayat işte" der, çıkarız işin içinden.

Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz? Kendimizi tanıdığımız kadar "ben" olabiliriz dersem cevabım eksik kalır. İlla ki çevre ve mahalle baskısı vardır elbet gerçekten benliğimizi yaşamak için. 

2 Mart 2020 Pazartesi

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 4


Sessizliğini muhafaza etti Orhan. Bu durum Rauf Beyi iyice çileden çıkarmıştı. Her zaman olduğu gibi tutunacağı tek dal ellerinin arasından kayıp gitmişti. Orhan işyerinde Rauf Bey'in geçmişte, altında çalışan sevmediği kişilere ne kadar zalimce davrandığını, onlara mobbing uyguladığını biliyordu fakat kendi halinde bir sekretere sarkıntılık edebilecek cesareti bulabileceği aklına gelmezdi. Ancak, Mehmet Bey başka bir şantiyedeki sekretere Rauf Bey'in nasıl asıldığını tüm detaylarıyla anlatmıştı Orhan'a. Ankara'dan her gün iş bahanesiyle sekreteri arayıp saatlerce konuştuklarını, şantiye ziyaretlerinde kaldığı otele onu davet edip geceyi birlikte geçirdiklerini, her şeyi. Hatta o zamanlar "Bir de p.kliğini yapıyordum adamın" deyip bir de küfür sallamıştı arkasından. Bazı sekreterler fettan olur. Onlardan biriydi şüphesiz. Zira Rauf Bey'den hiç şikâyetçi değildi. Karşılıklı bir alışverişti bu. Rauf Bey, Mehmet Beye her sene başında kızın maaşını diğer çalışanların üzerinde arttırmasını söylerdi. Yeri gelir şirket kasasından hediyelere boğardı onu. Karşılık görmese işsiz kalacağını da bilirdi kızcağız, o ayrı. Esin bu kız gibi değildi. Evet, korkuyordu Rauf Bey'den fakat yine de cesaretini toplayıp ifşa etmişti onu.

Ülkenin durumu iyice kötüye gidiyordu. Yeni seçim sonuçlarının açıklandığı gece bazı evlerde sevinç çığlıkları atılırken bazı evler sessizlik ve şaşkınlık içindeydi. Orhan'ın eşi, sonuçlar tv den ekrana yansırken büyük bir karamsarlığa kapılmış, ağlıyordu. Orhan'ın tepkisi ise tuhaf bir şekilde tamamen farklıydı. Neredeyse seviniyordu sonuçlara. Kuruluşundan kısa bir süre sonra iktidara gelen partinin görüşlerine taban tabana zıt olmasına rağmen sadece sıfatı, hak etmediği halde sosyal demokrat olan partilerin iyi bir dersi hak ettiklerini düşünüyordu.

Seçimin hemen ertesinden başlayarak bütün devlet kadroları el değiştirmeye başladı. Perşembenin gelişini çarşambadan gören eski bakanların bütün firma sahiplerine hiç çekinmeden, gider ayak yaptıkları çağrı dehşet vericiydi. "Ne kadar keşif artışı talebiniz varsa getirin imzalayayım" diyorlardı. Piyasada devlete iş yapan isim yapmış bütün müteahhitler, mal bulmuş Mağribi gibi gelişi güzel ve gerçek dışı bildirimlerle hazırlattıkları keşif artışı dosyalarını bakanlıklara taşımaya başlamışlardı bile. Zamana karşı büyük bir yarışın içine girilmişti. 2886 sayılı Devlet İhale Kanunun açıklarından faydalanmak suretiyle yüzde üç yüzü geçen keşif artışlarının bakanlık onayını almak için şirketler gece gündüz çalışmaya başlamışlardı. Orhan'ı rahatsız eden konulardı bunlar. Yasaları doğru anlayıp uygulamak yerine onların kendince açıklarını yakalayıp devleti dolandırmak adet haline gelmiş, vergi kaçırmak övünülecek bir iş olmuştu. Herkesin ağzından eksilmeyen yolsuzluk söylemlerinden geçilmezken yapılanların karşısında ne bir tepki ne de rahatsızlık duyuluyordu. Karadenizli bir müteahhit, işin henüz yüzde dördünü tamamlamadan yüzde üç yüzün üzerinde bir keşif artışı talebinde bulunmuş, hazırladıkları dosyayı bakanın masasına koymuştu. Onay alınmadan, projesi çizilmeden hayali iş kalemleriyle doluydu yeni keşif özetleri. Orhan'ın aklı almıyordu bütün bu olanlara. İhaleye çıkılan ilk keşifte bir hata varsa bunun hesabı sorulmalıydı. Yok, eğer keşifte hata yoksa, devletin kaynaklarını hoyratça dağıtan bu insanlara kim dur diyecekti?

En çok suistimal edilen konu ise deprem korkusuydu. Marmara Depreminin üzerinden çok fazla zaman geçmemişti. Depremin acıları soğumadan, korkusu unutulmadan türlü yolsuzlukları kılıfına uydurmak daha da kolaylaşmıştı. Barajlar önemli yapılardı. Allah muhafaza bir barajın yıkılması, köyleri, kasabaları hatta şehirleri anında azgın suların altında bırakabilirdi.  Kimse böyle bir riskin sorumluluğunu üzerine almak istemiyordu. Bütün projeler gözden geçiriliyor, emniyet katsayıları arttırılıyor, böylikle artan iş kalemleri ve iş miktarlarıyla keşif artışlarına bahane yaratılıyordu.

Orhan'ın durumu diğerlerinden farklıydı biraz. Evet, o da milletin bu deprem korkusundan faydalanmış, bir özel sektör yöneticisi olarak yapılması gerekeni yapmış, şirketinin çıkarlarını azami ölçüde korumuştu. İlk keşifte çok önemli bir bölümün atlanması sebebiyle zaten ciddi bir keşif artışı yapılması zorunlu hale gelmişti. Farklı olan husus; onun keşif artışlarını onaylı proje değişikliklerine, yeniden yaptırdığı metrajlara ve onaylı yeni fiyatlara, teknik şartnamelere dayandırmasıydı. Yani başkalarının yaptığı gibi hayâli sebeplere gerçek dışı iş miktarlarına göre gelişi güzel  hazırlanan bir keşif artışı değildi onunkisi.

Hazırlanan bütün keşif artışları sorgusuz sualsiz jet hızıyla geçti. Orhan'ın içi rahattı fakat yine de bu durum hayli şaşırtmıştı onu. En azından üstün körü bile olsa bir kontrol yapılmasını istiyordu doğrusu. Hatta bir ara madem hiç doğruluğuna bakılmayacaktı, neden biraz abartmadım diye kendi kendine hayıflanacak, doğrucu Davut olmasından dolayı kızacaktı kendine. Bakanların cesaretine hayret etmişti. Bu cesaretlerinin karşılıksız olmadığını, önlerine gelen çoğu uydurma keşif artışını babalarının hayrına imzalamayacaklarını biliyor, devletin içine düştüğü duruma üzülüyordu bir yandan da. Son keşif artışlarını imzalayan bakanlar yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte yerlerini yeni gelenlere bıraktılar.

Kısa süre içinde devlet dairelerinde büyük bir hareketlilik gözlenmeye başladı. Sıradan mühendislerin dışında makam sahibi pek çok kişi kendilerine uzatılacak sarı zarfı bekler oldu. İleriyi gören bazı daire başkanları zarfı beklemeden istifalarını verdiler. Derenin kuruduğunu görmüşlerdi. Zarfı alanların çoğu doğunun ücra bir yerine, ya da merkezde daha pasif görevlere atandılar. Bölge Müdürlerinin hemen hemen hepsi değiştirildi. Zaman hızla akıyor, devlet dairelerinin atmosferi değişiyordu. Orhan'ın o güne kadar hiç görmediği, ya da muhatap dahi olmadığı kişiler bir anda daire başkanı, başkan yardımcısı sıfatıyla vekâleten makamlarına oturmuşlardı bile. Hoca Efendinin ağırlığı çökmüştü daire koridorlarına. İçlerindeki kini saklamak konusunda iyi eğitim almış görünüyordu hepsi. Büyük bir dayanışma içinde birbirleriyle inanılmaz bir ekip çalışması yürütüyorlardı. Garip bir tesadüf, hemen hepsinin adı da peygamber isimlerinden seçilmişti. Öncelikle zayıf karakterli bazı mühendis ve şube müdürlerine türlü vaatlerde bulunup onları daha önce yaptıkları usulsüzlükleri ortaya çıkarmaları için teşvik ediyorlardı. Akla kara su yüzüne çıkıyordu yavaş yavaş. Kim dürüst, yaptığının arkasında duran, kim sahtekâr, iki yüzlü ortaya dökülüyordu birer birer. Orhan, yeni göreve gelen bu insanların yüzüne pis pis sırıtmalarından fena halde rahatsız olmuş, tek tük de olsa geride kalan bazı dürüst mühendislere yapılan baskıları öğrenince içini sıkıntı kaplamıştı.

Rauf Bey, bu dönüşümden en fazla rahatsız olanların başında geliyordu. İdarelerdeki tüm bağlantılarının aniden kopmasıyla  kendisinin hiçbir işe yaramaz hale geleceğini gayet iyi biliyordu. Diğer taraftan bütün olumsuzluklara rağmen kendine güveniyordu.  Yıllar boyunca ne badireler atlatmış, en kötü durumlardan kurtarmayı başarmıştı kendini. Uzun yıllar önce devlette daire başkanlığı yapmış olduğundan memurların hassasiyetlerini!, zayıf noktalarını gayet iyi bilirdi. Erbakan zamanında tarikat toplantılarına katılmış, şeyhin elini bile öpmüştü. Orhan'a defalarca anlatmıştı o sahneyi tüm detayıyla. Ne zaman ki şeyh yanındakilere beni göstererek, "Bu delikanlıyı alın yanımdan, içini temizleyin, güzel bir tedrisata ihtiyacı var" dedi, o zaman şeyhin ne mübarek bir adam olduğunu anladım demişti Orhan'a. "Şeyh Hazretleri içimin fenalığını, itikatımın sahte olduğunu bir görüşte anlamıştı." demişti. Bu kadar da dürüst! bir adamdı işte Rauf Bey.



27 Şubat 2020 Perşembe

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 3

Yok hayır, film bitmemişti henüz, yaşayacak günleri vardı Orhan'ın. Araba defalarca dönüp savrulduktan sonra yolun orta refüjünün üzerinde nihai yerini almıştı. Şoför donup kalmış, suçunu kabullenmiş bir şekilde gözlerini sabit bir noktaya dikmiş bakıyordu. Neyse ki, kimsenin burnu bile kanamamıştı. Karşı şeritten üzerlerine doğru ilerlemekte olan otomobilin sürücüsü aracını sağa çekip geldi yanlarına. Rauf Bey kazayı çoktan unutmuş, kaçırmak üzere oldukları uçağı düşünüyordu. Yanlarına, yardıma gelen adamdan kendilerini hava alanına bırakmasını rica ettiler. Sağanak şiddetini iyice arttırmıştı. Şoföre şantiyeyi arayıp yardım istemesini söyledikten sonra eşyalarını alıp yolun karşı tarafındaki adamın arabasına bindiler. Böyle şans olamazdı. Son sürat vardılar hava alanına. Uçuşun sadece on dakika rötar yapması sayesinde yetişebildiler uçağa. 

Hayatı biraz olsun düzene girmişti Orhan'ın. Akşamları erken saatte evine dönebiliyor, cumartesileri yarım gün çalışırken pazar günleri şirkete gitmiyordu. Her ne kadar şantiyelerden gelen telefonlar susmak bilmese de, akşamları eve döndükten sonra bilgisayarın başından ayrılmayıp İdarelere yazılacak yazıları hazırlamak ya da kontrol etmekten, maillerine bakıp onlara cevap yetiştirmekten bitap düşüyor olsa da şantiyeye göre kendine ayıracak daha fazla zaman bulabiliyordu. Bazı akşamlar ailesini alıp dışarıda yemeğe çıkabiliyorlar, tiyatroya ya da konsere gidebiliyorlardı en azından.

Özellikle Ramazan ayında şirketin iftar yemekleri eksik olmuyordu. Genellikle lüks otellerin restoranlarında, idarelerin muhtelif daire başkanları ve çalışanları için verilen iftar yemeklerinde oruç tutanların sayısı üçü beşi geçmiyordu. İftar bahane bol çeşitli sofralar şahaneydi.

Memleketin ekonomik durumu hayli bozulmuş, ekonominin başına Dünya Bankasında çalışan Kemal Derviş adında bir uzman getirilmişti. Pek çok şantiye ödeneksizlikten dolayı kapanırken baraj şantiyesinde çalışmalar son sürat devam ediyor, şirketin devletten alacakları inanılmaz miktarlara ulaşıyordu. "Devlette alacağın kalmaz." diyordu Rauf Bey, "Eninde sonunda öder hakkını."

Bir gün Genel Müdür Rauf Bey'in dahili telefonuyla irkildi Orhan, önündeki işlere dalmış uğraşırken. "Hemen gel buraya" diyordu. İşinin bölünmesi hiç hoşuna gitmezdi. Yine ne duydu kim bilir, çağırıp dedikodusunu yapacak birilerinin diye söylendi. Üst kattaki odasına girdiğinde Rauf Bey heyecan içinde, televizyondan gözlerini ayırmadan, "Gel, gel, otur şuraya" dedi. Orhan, masanın karşısındaki koltuklardan birine ilişip televizyonda Amerikan kanallarından birinin canlı yayınına kilitlendi. Tarih 11 Eylül 2001'i gösteriyordu. İkiz kulelerden birine isabet eden uçağı ve binanın orta katlarında çıkan yangını yansıtıyordu ekran. İkinci kuleye çarpmamıştı uçak henüz, ancak spiker heyecanla üç uçağın daha gökyüzünde farklı hedeflere yöneldiğini anlatıyordu. Çok geçmeden bir uçağın daha ikinci kuleye çakıldığını canlı yayında izlediler. Dünyanın düzeni yeniden kuruluyordu.

Devlet dairesinde çalışan bazı üst düzey memurlar işlerini diğerlerinden daha fazla biliyordu. Önemli daire başkanlıklarından birinin başındaki beyefendi de bunlardan biriydi. Eşi ressamlığa başlar başlamaz sergi üstüne sergiler açıyor ve ne kadar müteahhit varsa hepsine birer davetiye gönderiyordu. Özellikle ona işi düşen ya da düşme ihtimali bulunan sanatsever! müteahhit camiası ve şirketler büyük paralar ödeyerek tabloları satın alıyorlardı. Daire Başkanının eşi, tablolarına gösterilen bu aşırı ilgiye anlam vermese de canhıraş yeni tablolar üretmeye devam ediyordu.  Elbette herkes onun kadar zeki olamazdı. Diğer bir dairenin kadın daire başkan yardımcısı ise altına son model bir jeep çekince dikkatleri üzerinde toplamıştı. Onu çekemeyen birileri şikâyet etmiş olmalı ki çok geçmeden kadına bir soruşturma başlattılar. Soru şuydu: Devlet memuru maaşıyla bu aracı nasıl aldın? Yani, nereden buldun parayı? Soruşturanlar mal bildirim beyanında gösterilmeyen aracın yeni alındığını tespit etmiş, kaynağını öğrenmek istiyorlardı. Daire Başkan yardımcısının içi rahattı. "Kocamın hediyesi sağ olsun" deyiverdi. Bu kez müteahhitlik yapan kocasının hesapları didik didik edildi. Bir de ne görülsün, meğerse adamcağız son üç yıldır zarar ediyormuş! Gel sen şimdi ayıkla pirincin taşını. Yine çarklar döndü, taşlar bir şekilde yerine oturdu. Nasıl olsa gemisini yürüten kaptandı bu ülkede.

İşle ilgili kritik kararlar verilmeden önce Rauf Beyle birlikte ilgili daire başkanı ya da başkan yardımcısını ziyaret ediyordu Orhan. İşin müşavirliğini üstlenen yabancı mühendislerden öğrendiği yeni bilgilerden faydalanarak şirketin çıkarları doğrultusunda istediği hemen hemen her şeyi kabul ettirecek konuma gelmişti. Normal şartlarda bir daire başkanı ile tartışmak onunla bilgi yarışına girmek asla mümkün değildi. Fakat bu ortamı hazırlamak Rauf Beyin işiydi. Bu çerçevede hakkın sınırını belirleyecek olan, Daire Başkanının cesareti ve Orhan'ın insafı arasında bir çizgiydi. Daha çok da Orhan'ın insafının yanındaydı çizgi. Bazı durumlarda tartışmaların içine daire başkanına bağlı şube müdürleri, diğer mühendisler, bazen de Orhan'ın ekibinden mühendisler dahil ediliyordu. Birbirleri arasında yaptıkları telefon görüşmeleri, tartışmalar ve pazarlıklar sınır tanımıyordu. İster hafta sonu olsun isterse gecenin üçü fark etmezdi. Hem devlet görevlileri hem de Orhan ardı arkası kesilmeyen bu tartışmanın içinde kaybediyorlardı kendilerini. Devletin memurları, kendilerine sağladıkları menfaatin karşılığında takındıkları yapıcı tavırlarını sürdürürken, zihinlerinde "bu kadar kendimden vermeye değer mi?" sorusu canlanıncaya kadar sükûnetlerini korumaya çalışıyor, Orhan bunu fırsat bilip son kılıç darbesini hasımlarının böğrüne saplamaya hazırlanıyordu. Ne var ki, hedefine ulaştıktan sonra aynı soruyu kendine soruyordu Orhan. Evet, o da "bu kadar kendimden vermeye değer mi" sorusunu soruyordu kendisine.

Orhan işin içine gömülmüşken Rauf Bey sefasını sürüyordu. Bu arada şirkette yeni bir dedikodu almış başını gitmişti. Kendi halinde halim selim, biraz da safça olan sekreterlerden biriydi Esin. Babası yaşındaki genel müdürün baş-başa yemeğe çıkma teklifi karşısında ne yapacağını bilememiş, sessiz kalmıştı. Nihayetinde Rauf Bey'di bu. Onun dediklerini yapmadığı takdirde başına gelecekleri biliyordu. Diğer taraftan kendisine yapılan çirkin teklifi de içine bir türlü sindiremiyordu. En iyisi rahatsız olduğu bu konuyu yönetici asistanına iletmekti. Öyle de yaptı. Yönetici asistanı Tuğba, kendini Rauf Bey'den uzak tutmasını bilmiş, Rauf Bey de ona fazla yaklaşma cesaretini gösterememişti. Bunun nedeni Tuğba'nın aynı zamanda yönetim kurulu başkanına bağlı çalışmasıydı. Patron asistanına uygun olmayan davranışlarda bulunabilecek genel müdürü asla görmezden gelemezdi. Buna rağmen Rauf Bey ilk olarak şansını Tuğba da denemiş, yüz bulamayınca Esin'e dönmüştü. Ne de olsa kolay lokmaydı o kendisi için. Plânı ortaya çıksa bile "Ben bu şirketin genel müdürüyüm, bana mı inanıyorsunuz yoksa bir sekreter parçasına mı?" diyecek kadar gemi azıya alması şaşırtmazdı kimseyi. 

Birkaç gün sonra patron Orhan'ı odasına çağırdı. "Senin bu Rauf Bey ne işler karıştırıyor?"  deyip yüklendi. Sanki Rauf Bey'in hamisiymiş gibi haksız yere Orhan'a haddini bildirmeye başlamıştı. Bu sözlerin adresi belli olmasına rağmen içine düştüğü bu durumdan son derece rahatsız olmuştu Orhan. Niye Rauf Bey'i çağırıp yaptıklarının hesabını ona sormuyordu ki? Patron avazı çıktığı kadar "Kapının önüne koyacağım bu adamı, artık yaptıkları canıma yetti" derken Rauf Bey bu esnada aynı kattaki odasından bu konuşmaları dinliyordu. "Vay anasını" dedi Orhan, "Nasıl yapar bunu, hangi cesaretle!" Patron'un siniri geçip sakinleşinceye kadar başka bir söz çıkmadı ağzından Orhan'ın, sessizliğini korudu yüzüne asık bir maske takıp. Aslında bunun basit bir iftira olmadığını adı gibi biliyordu. Sadece bu değil, Rauf Bey'in böyle bir şeyi kabullenmeyeceğini de biliyordu. Sessizce patronun makamından ayrılıp Rauf Beyin odasına yöneldi. Kapı özellikle aralık bırakılmıştı. Rauf Bey'in esmer teni kızıla kaçmış oldukça gergin görünüyordu. Her zamanki neşeli tavrından eser yoktu. Otur bile demedi Orhan'a. Ama Orhan yine de oturdu karşısına. Patron'un söylediklerini bir bir anlattı ona. Gerçekten de Esin'e çıkma teklifinde bulunup bulunmadığını sormaya gerek bile duymadı. Fakat Rauf Bey "Sen bari inanma bu söylenenlere" dedi. Orhan rengini belli etmedi. İstediği cevabı alamayan Rauf bey sözlerine devam etti. "Bak kaç yıllık dostluğumuz var, sen de inanmıyor musun bana?"