KATEGORİLER

26 Şubat 2018 Pazartesi

NAPOLİ

06/02/2018 Salı, Napoli

                                                                                                                                        
Dün gece baktığımız hava tahmin raporları yanılmamıştı. Roma ve Napoli'de havanın gök gürültülü sağanak yağışlı olduğu görünüyordu. Sabah henüz hava aydınlanmadan yağmur altında otelimize yakın mesafede bulunan Roma Termini tren istasyonuna doğru yola çıktık. Önceden biletlerimizi internet yoluyla aldığımız Intercity treninin hareket saati 06.26. Hareket saatine on dakika kalıncaya kadar peron numarası açıklanmıyor. Peron numarası belli olunca trenin yanaştığı platforma koştuk. Vagon numarası ve koltuk numaralarımız belliydi. Napoli deyince ilk akla gelen Vezüv yanardağı ile yaklaşık iki bin yıl önce bu yanardağın püskürttüğü lav ve zehirli gazlar nedeniyle tarihten silinen iki şehir, Pompei ve Herculenium. Elbette meşhur olanını, yani Pompei'yi görmekti niyetimiz. Napoli Centrale tren istasyonunun hemen altındaki Garibaldi istasyonundan kalkan banliyö treni ile sahil boyunca tatil kasabası Sorrento istikametinde gidecektik. Pompei Napoli'ye on beş dakikalık mesafede ama sadece orayı hakkını vererek gezebilmek için tam bir günün ayrılması gerektiği söyleniyordu. Geniş bir açık hava müzesi. Beklenmeyen felaket sonucu 16.000 kişinin hayatını kaybettiği, kimilerine göre lanetlendiği söylenen bu şehirde cesetlerin ve her türlü eşyanın yirmi metre kül katmanının altında bozulmadan korunduğundan bahsediliyordu. İki bin yıl bir ceset nasıl koruyabilir kendisini? Dinler açısından ibretlik bir olay, tanrının gazabı olarak dillendirilse de bu yönden çok fazla etkilendiğimi söyleyemem. Kül katmanları arasından ceset yığınlarını çıkarmak mümkün değildi elbette. O kadar zamanda organik bir yapıya sahip cesetlerden bir eser kalmayacağını düşündüm. Nitekim kül katmanları arasında cesetlerin yerlerinin sadece boşluk olarak kaldığını öğrendim. Yani cesetler taş oldu, taşlaştı diye bir şey yok. Avrupalı bir bilim adamının aklına gelmiş bu boşlukları çimento şerbeti enjekte ederek doldurmak. Bu işlemden sonra sertleşmiş küller temizlenip beton doldurulmuş insan cesetlerinin boşlukları kalıp gibi çıkartılmış (!) Bu suni, betonla doldurulmuş ceset boşluklarını merak eden 2.500.000 kişi en az 15 Euro giriş ücreti vererek her yıl akıyor buraya. Şahsen o paraya bir ristorante'ye gidip "spaghetti di mare" yemek daha cazip geldi bana.

Tren yolculuğu esnasında bu konuyu tartıştık eşimle. İki saat kadar süren yol boyunca kah tünellerden geçtik, kah sisli sahil yamaçlarını seyrettik. Yazın buraları çok daha güzel olmalıydı. Pompei'ye gitmek için kullanılacak banliyö trenlerinde çok hırsızlık oluyormuş. Güneye inildikçe insanların ekonomik ve kültür seviyesi düşüyor. Örneğin okuduğum bir blogta Napoli sokaklarının çöpten geçilmediği, balkon ve pencerelerden çamaşırların sarkıtıldığı anlatılıyordu. Çantamdan kitaplarımızı çıkarıp okumaya başladık Napoli'ye varıncaya dek.

İstasyondan dışarı çıkıp ara vermeksizin yağan sağanak altında yürümeye başladık. Özellikle zenci nüfusun yoğunlaştığı bir bölge burası. Bu yağmurun altında Pompei ne gezilirdi ya (!) Eşimin hava durumuna bakarak Pompei ısrarından vazgeçmesi hiç de zor olmadı. Şehrin turistik bölgesi Centro Storica denilen bölgenin ortasından geçen yaklaşık iki kilometre uzunluğundaki Spaccanapoli caddesi boyunca ilerledik. Yağmur altında bir taraftan şemsiyemizi tutarken diğer taraftan telefonumuzdan aldığımız kılavuzluk hizmeti, bilgi notlarımıza bakmamız canımızı sıkıyordu. Spaccanapoli isminde bir cadde göstermiyordu Navigasyon. Napoli'yi bölen anlamındaki bu sözcük birbirinin ardında uzanan Vicaria Vecchia, San Biagio dei Librai ve Benedetto Croce caddelerinden oluşuyormuş meğer. Bu üç caddenin kısaltılmış adıymış Spaccanapoli. Sık sık mola verip gideceğimiz yerleri sıraya sokmaya çalışıyorduk. Tarihi şehrin ara sokakları ilgi çekiciydi. Sadece balkonlarda değil sokak aralarında iki direk arasına asılan iç çamaşırlarını gösteriyordum eşime. Böylesine turistik bir şehre yakıştıramadık doğrusu bu manzaraları. Yağmur şiddetinden bir şey kaybetmiyordu. Bir kafeye girip mola verdik. Kurabiye büyüklüğünde bir kek için üç euro ödemek aptalca geldi. 
Sokak denebilecek dar caddeler arasında dükkanları gezdik. Biraz alışveriş yaptık. Centro Storico'ya oradan da Piazza del Plebiscito meydanına geçtik. Piazza kelimesi İtalyanca meydan demek. Pek çok yerde irili ufaklı birçok meydan var bu memlekette. Karnımız acıkınca ilk "spaghetti di mare" mi yemek üzere gözümüzün kestiği bir restorana girdik. Genel olarak liste ve fiyatlar kapı girişlerinde yazılı. Eşim pizza söyledi. Ben deniz mahsullü spagettimin yanında bir de yerel bira istedim. İtalyan mutfağına hayranım. Eşim benimle aynı fikirde olmadığını söylüyor. "Ne varmış yani, pizza, pasta dedikleri makarna ve unlu mamuller... Hepsi karbonhidrat." Gel gelelim Sophia Loren aynı fikirde değil bu konuda. Ünlü aktristin spagetti hakkında sözleri İtalya'da yemek yediğimiz restoranın duvarını süslüyor. "tutto quello che vedete lo devo agli spaghetti", yani "gördüğün her şeyi spagettiye borçluyum"   

Yolumuz üzerinde rastladığımız bazilika, kiliseleri geziyoruz. İlginç bulduklarımızın fotoğrafını çekiyoruz. Bunlar arasında en çok ilgimizi çeken devasa yapısıyla Napoli Katedrali yani diğer adıyla Basilica di Santa Maria Assunta oluyor.

Yine Napoli'nin meşhur caddelerinden Via San Gregorio Armeno üzerinde yer alan ve aynı adı taşıyan kilisede salı sabahları 09.30 - 10.30 saatlerinde "akan kan" mucizesine tanık olacağımıza dair gezi notları okumuştum. Kilisenin önüne geldiğimiz salı günü saat tam da 09.30'u gösteriyordu. Meryem'in sırt üstü uzanır vaziyette yatan İsa'nın üzerine eğilmiş bir heykeli yer alıyordu kilisenin bir köşesinde.



İsa'nın çarmıktan yeni indirilmiş hali olmalıydı bu. Zira el ve ayaklarının çarmıha çivilendiği yerlerindeki yara izleri belirgindi. Vücudunun üzerindeki kesiklerden kan renginde kırmızı boya akıtılmıştı. Muhtemelen hava şartları sebebiyle kilise görevlisi boya şişelerini yetiştirememiş olmalı ki şahsen biz akan kana maalesef şahit olmadık. Aslında niyetimiz ciddiydi, böyle bir mucizeyi görüp imana gelmemek mümkün müydü? 

Kiliselerden çıkıp sağanak yağmurla yeniden yüzleştik. Tek şemsiye hem eşimin hem de benim yarı bedenlerimizi yağmurdan ancak koruyabiliyordu. Su birikintileri arasında seke seke ilerlerken şansımıza söyleniyorduk. "Hadi yeter artık bu kadar, yoksa ikimiz de hasta olacağız." dediğinde eşim, dönüş tren saatine daha 3,5 saat vardı. Bu ahval ve şerait içinde bir an önce Roma'ya otelimize dönsek iyi olacaktı. Birbirine benzer dar sokaklar arasında ilerlerken yolumuz üzerinde olduğu halde görmeden geçtiğimiz bir yer kalmasın diye elimizde telefon, kendimize yön belirliyorduk. Yağmur altında yol uzadıkça uzuyordu. Telefonumu sık kullandığım için bu kez her zamanki gibi pantolonumun ön cebine koymak yerine paltomun cebine attım. Çantamdan bilgi notlarımı elime aldım. Acaba bilet saatini öne almak mümkün olacak mıydı? İstasyona 100 metrelik bir mesafe kalmıştı. Bilet satış yerinde uzunca bir kuyruğu görünce önünde kimse beklemeyen danışma yazılı bankoya yanaştık. Biletimizi öne almak istediğimizi söyledik. Orta yaşlı görevli adam "maalesef" dercesine başını sağa sola salladı, İngilizce "Biletiniz fırsat bileti, bu yüzden değişiklik yapamayız." dedi. Eline aldığı biletimizi geri vermemesi hala bir şansımız olduğunu düşündürüyordu. Sohbete başladık. Nereden geliyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? gibi sorular soruyordu. Nihayet "Size bir şartla yardımcı olurum." dedi. "Neymiş bu şart?" diye sordum. Güzel İzmir'inizin sahilinden çekilmiş bir fotoğraf gönderirsen işinizi halledeceğim." dedi. Bana üzerinde e-mail adresi bulunan bir kartvizit uzattı. "Elbette gönderirim." dedim. Biletin üzerine yarım saat sonra kalkacak trenin numarasını yazdıktan sonra kaşeleyip imzaladı. Teşekkür edip yanından ayrılırken arkamdan sesleniyordu. "Bak fotoğraf göndermek zorunda değilsin, ama gönderirsen sevinirim."

İstasyonun içinde bir yer bulup beklemeye koyulduk. Bir ara cebimi yokladım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Telefonum sende mi?" Bazen elimde bilgi notları vs. olunca eşime veriyordum tutsun diye. Şaşırdı, biraz uzatarak "Hayıır." dedi. Cepleri, çantaların içini didik didik ettik, yok. "Eyvah, telefonu çaldırdık galiba." dedim can sıkıntısıyla. Tren saati iyice yaklaşmış, ben çaresizlik içinde ceplerimi yoklamaya devam ediyordum hala. Ne yapacağız şimdi? Trene bindik, Roma'ya varıncaya kadar başka bir şey yoktu aklımda. İki ay bile olmamıştı telefonu alalı. Roma'ya, otelimize döndük. Oda temizlenmiş, yeniden düzenlenmişti. Oysa üç günümüzü geçireceğimiz odamıza biz ayrılıncaya kadar kimsenin girmeyeceğini sanıyorduk. Eşimi otelde bırakıp dışarı fırladım. Birkaç yere gidip hani belki açıp bir cevap veren olur umuduyla telefonumun numarasını çevirmeyi denedim. Hiç kimse yardımcı olmadı. Eşimin telefonu yurt dışına açtırılmadığı için bir başka telefonla bunu halletmeliydim. Eğer düzgün birinin eline geçtiyse Napoli'ye dönüp almayı bile göze almıştım. Telefon bulsam bile bu yeterli olmayacaktı. İyimser bir ihtimal de olsa telefonumu biri açacak ancak İtalyanca konuşunca ben bir şey anlayamayacaktım. Birisi "Git, telefon şirketlerinden birini bul, sana yardımcı olsun." dedi. Ne yazık ki oradan da bir netice alamadım. "Parası neyse vereceğim yardımcı olun". desem de oralı olmadılar. "Yakınlarda bir polis karakolu var oraya git, derdini anlat." dedi telefoncu. Carabinieri dedikleri polis istasyonunu buldum. İçerisi biraz kalabalıktı. Sıra bana gelince polis memuruna durumu anlattım. Telefonumun seri numarasını sordular. Nereden bileyim ben şimdi seri numarasını. "Bilmiyorum." dedim. "O zaman rapor tutamayız." dediler. Nöbetçi polis bir yere telefonuyla mesaj çekti. Gelen cevabı bana göstererek, "Bak görüyorsun, seri numarası olmadan işlem yapamıyoruz." dedi.  "Ne yapmam lazım, telefonu unutayım mı şimdi? Yapılacak bir şey olmadığını söylüyorsunuz." Beklememi istedi biraz. Bir başkasının işiyle meşgul oldu bu arada. Sonra bana dönüp emniyet müdürlüğünün saat 20.00'ye kadar çalıştığını istersem oraya müracaat edebileceğimi söyledi. "Eğer sonuç alamazsan yarın saat 09.00 da yine buraya gel." dedi. Yaklaşık iki kilometrelik bir yoldu tarif edilen adres. "Sora sora Bağdat bulunur." hesabı kapanış saatinden önce vardım istenen adrese. Girişi zor buldum. Kocaman demir bir kapı kapalı durumdaydı. Kapının yanında bir zil ve megafon bulunuyordu. Zili çaldım. Karşıdaki ses mesainin bittiğini söyledi. "Ama beni diğer karakoldan gönderdiler ve saat sekize kadar çalıştığınızı söylediler." dedim. "Hayır kapalıyız bu saatte, yarın gelin." dedi yüzünü göremediğim adam. 

Çaresizlik içinde oteli bulmaya çalışıyordum. Hatta o kadar karışık sokaklardan, meydanlardan geçince yolumu kaybettim. Uzakdoğulu bir gence adres sordum, "Şu karşıdan geçen tramvaya bin seni istediğin yere götürür." dedi. Yok ben yürümek istiyorum. Genç çocuk "Bilete gerek yok, bin git." dedi. Ben ısrar edince "O zaman tramvay raylarını takip et, seni götürür." dedi. Böylelikle oteli buldum. Yağmurlu Napoli sokaklarını arşınladıktan sonra bu spor fazla gelmişti ama ben cebimdeki telefonu nasıl çaldırdığımın muhasebesini yapıyordum kafamda hala. "Şimdiye kadar bir şey çaldırmadıysan o senin şanslı olduğunu gösterir." diyordu eşim. Belli ki bugün şanssız günümdü Kızımı aradık telefonla. Benim telefon numaramı çevirip aramasını söyledik. Dönüp "Çalıyor ama cevap veren yok." dedi. Bir müddet sonra telefon çalmaz olmuş. Belli ki sim kartını çıkarmış hırsız. Artık ümit kalmadı. Kızım servis sağlayıcı ve benim aramda konferans yapıp telefonun çalındığını ve hattı geçici olarak görüşmelere kapatmak istediğimizi söyledi. Yetkiliyle görüşüp hattı kapattık. Bunca olandan sonra kitap okumak ne mümkündü. Geç vakitlere kadar "Nasıl çaldırırım ben telefonumu?" deyip durdum kendi kendime. Odanın caddeye bakan penceresini araladım. Yağmur şiddetini iyice kaybetmişti ama Roma'nın yarın yine yağışlı olduğunu gösteriyordu hava tahmin raporları. 

6 yorum:

  1. Aaa, çok kötü olmuş telefon çaldırmanız. Polis de insanlar da bir tuhaf. Biz de olsa herkes verirdi telefonunu arayın diye.

    YanıtlaSil
  2. Bir de ben hiçbir şeyimi çaldırmam deyip hava atıyordum eşime:) Şiddetli yağmurun etkisi çoktu elbette. Bizde olsa verirler miydi acaba? Çünkü benim telefonumu uluslar arası aramak gerekecekti. Gerçi parası neyse vereyim dedim ama para etmedi:)

    YanıtlaSil
  3. Büyük geçmiş olsun. İnsan telefonunu yitirince nefessiz kalmış gibi oluyor. Bunda da bir hayır vardır deyip geçelim. En azından yalnız değilsiniz. Eşinizle birliktesiniz. Ya yalnız olsaydınız oradaki dar sokakların duvarları üzerinize üzerinize yıkılır gibi olurdu. Tekrar geçmiş olsun.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gerçekten sinir bozucu bir olay. Pasaport, cüzdan, çantamdaki notlarıma karşı sürekli uyanık tuttum kendimi. Her an elimde ya da cebimde olan telefonumu çaldıracağım hiç aklıma gelmezdi. Garip bir duygu. Bir yandan aptallığıma kızdım, diğer yandan hırsız takdir ettim. Belli ki önceden planlı bir şekilde takip etmiş, en zayıf anımda harekete geçmiş. İyi ki eşim vardı yanımda, onun telefonu ile idare ettik. Bir de tedbir olsun diye yanıma aldığım belgelerin "hard copy" leri. Sağ olun efendim. Allah kimsenin başına vermesin böyle bir hal. Hele hele ecnebi memleketinde.

      Sil
  4. İyi ki o fotokopileri yanınıza almışsınız. Sadece telefona güvenseydiniz çok daha fazla canınız sıkılırdı.
    Geçmiş olsun, bu arada geziyi merakla takip etmeye devam ediyorum. Çok güzel yazmışsınız gerçekten de..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnsanın önemli işlerde kendini sigortalaması gerektiğini bir kez daha anladım. Telefonumu çaldırmak hiç aklıma gelmemişti aslına bakılırsa. Fotokopileri yanıma alırken telefonu kaptıracağımı düşündüğümü sanmıyorum. Ama belki internet bulamam, yanlış bir yere basarım silinebilir gibi düşünceler vardı kafamda. Neyse, yine de şanslıymışım. Yoksa ne tren, ne otel ne de uçak biletleri hakkında en ufak bir bilgim olacaktı. Teşekkürler:)

      Sil