KATEGORİLER

9 Eylül 2020 Çarşamba

EYLÜL - MEHMET RAUF

Kitabın Adı: Eylül
Yazar: Mehmet Rauf
Sayfa Sayısı: 288
Yayınevi: Sis Yayıncılık
Türü: Roman

Mehmet Rauf'un Eylül adlı romanını Eylül ayında okumak tam bir tesadüf oldu benim için. Öncelikle, ilk psikolojik roman olması nedeniyle ünlenen bu kitabın ilk olarak 1901 yılında basıldığını belirtmek isterim. Yazarın ilginç bir hayat hikâyesi var. Bahriye mektebinden mezun olup kıdemli yüzbaşı rütbesine kadar yükselen Rauf, yazmış olduğu Zanbak isimli romanın pornografik bulunması sebebiyle ordudan atılmış ve 6 ay hapis cezası almış. Hapisten çıktıktan sonra hayatını yazarlıkla kazanmaya çalışmış ve yazdığı bazı kitapların yanı sıra, bazı romanları muhtelif dergi ve gazetelerde tefrika edilmiş. Daha sonra henüz evliyken ikinci bir eşle nikâh kıymış, bu da yetmezmiş gibi, yazdığı eserleri okuyup etkilenen ve kendisinden 25 yaş daha küçük bir kadınla üçüncü evliliğini yapmıştır. İlk romanı olan Eylül, önce dizi halinde bir gazetede yayınlandıktan sonra büyük ses getirmiş ancak daha sonraki kitaplarında bu işi bir kazanç kapısı olarak gördüğü ve yaşantısındaki derbederliği yüzünden ilk zamanlardaki başarısını koruyamamış ve okurlarını kaybetmiştir. Bir süre Tevfik Fikret'le aynı evde yaşayan Mehmet Rauf, Eylül romanını Tevfik Fikret'in eşine beslediği duygulardan esinlenerek yazdığı rivayet olunur. Son yıllarında ekonomik sıkıntılar çekerek önce felç olmuş ve arkasından yaşama veda etmiştir.

Kitabın ilk baskı yılını düşündüğümde fazla sayıda Osmanlıca kelimeyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Bu konuda fazla zorlandığımı söyleyemem, belki okuduğum baskı 2012 yılına ait olduğu için sadeleştirilmiş olabilir. Fakat sadeleştirmeden doğan bir hata mıdır yoksa o zamanın konuşma tarzı mı bilmiyorum, romandaki pek çok cümle beni ziyadesiyle rahatsız etti. Edebi değeri oldukça yüksek bazı bölümler olmasının yanı sıra okurken kulağımı tırmalayan ve anlamakta zorlandığım bölümler ve oldukça sıkıcı tekrarlar var kitapta.  

"Önce Beyoğlu'na gitmiş, oranın mevsimi olmadığına suç bularak adaya geçmişti." cümlesi evet, anlaşılabilir. Bu cümleyi, ""Önce Beyoğlu'na gitmiş, oranın mevsimi olmadığını bahane ederek adaya geçmişti." olarak okumayı tercih ederdim en azından.

"Dışarıda köpüren rüzgârla perdeler uyanırken güneşin sunduğu o ılık gizlilik içinde, nasıl da rahat ve bu müzik sarhoşluğunun içinde nasıl da mutluydu, kendini, dünyayı, her şeyi unutuyordu." deyip içimi eritirken, sonra bir anda,

"Ve o bütün vücuduyla ağlayarak: "Necib, Necib'" diye haykırıyordu." demesi, beni benden alıyordu. Bu noktadan sonra hadi düşün bakalım, bütün vücuduyla nasıl ağlar bir insan! Hıçkıra hıçkıra, titreye titreye de, bir şey de. Aklıma kadının kol ve bacaklarından göz yaşları akıyormuş gibi bir sahne geliyordu. 

Romanın konusu son derece basit ve kişi sayısı oldukça az. Olayların tamamı üç kişi arasında geçiyor. Süreyya ve karısı Suat ile Süreyya'nın halasının oğlu Necip. Necip, Süreyya ile yakın arkadaş, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Devamlı birlikte oldukları için Suat'la da beraber aynı zamanda, üstelik onunla başta müzik olmak üzere ortak hoşlandıkları şeyler daha fazla. Süreyya ise tam aksine müzikten hoşlanmıyor, onun, Suat'ın hiç hoşlanmadığı deniz ve balık avcılığı merakı var. Durum böyle olunca doğal olarak Suat ve Necip arasında bir duygusal bağ oluşuyor. Önce gizliden başlayan bu ilgi karşılıklı olarak alevleniyor. Kitabın büyük bir kısmı her iki aşığın birbirine duyduğu derin tutku, kıskançlık, aykırı bir ilişki olması sebebiyle korku ve pişmanlık, suçluluk, sadakat gibi konular üzerinde dönüyor. Kah anlatıcı, kah Suat ve Necip'in ağzından yeter artık ne olacaksa olsun dedirtene kadar tekrar tekrar bu duygular dile getiriliyor. Bunca detaydan sonra trajik bir sonun birkaç cümle ile anlatılması da oldukça garibime gitmiş, sanki yazar da anlattıklarından sıkılmış olmalı ki artık dosyayı burada kapatayım dercesine aceleye getirmiş gibi geldi bana. Bunun yanı sıra, aile yapıları hakkında fazla bilgi verilmiyor, bildiğimiz tek şey beyefendi ve hanımefendinin (Süreyya'nın babası ve annesi) yazın kaldıkları bir bağ evi, kışlarını geçirdikleri bir konak ve bağ evinden sıkılıp kiraladıkları bir yalıda kalan Süreyya ve eşi ile birlikte ne alakaysa hemen hemen devamlı onlarla olan Necip! Bunlar ne iş yaparlar, konaklarda yalılarda çalışan dadıların, hizmetçilerin parası nasıl ödenir, bu değirmenin suyu nereden gelir, bilinmiyor. Muhtemelen baba parası yiyorlardır, zira o kadar lüks içinde hepsi parasızlıktan yakınıyor. Şu beyefendi ne iş yapıyor da, bir sürü aile ferdinin geçimini sağlıyor hakikatten merak ettim. Ne var ki Meşrutiyet sonrası zengin ailelerdeki müzik aşkı ve bu konularda almış oldukları eğitim güzel yansıtılmış.   

Okumaya geç başladığım için Osmanlı'nın son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk dönemi yazarlarına ait okumadığım epeyce yazar vardır. Bu bakımdan Kürk Mantolu Madonna'nın arkasından Mehmet Rauf''un Eylül romanı biraz olsun eksikliğimi giderdi. Eylül romanını, açıkçası gereksiz yere uzatılmış ve bir çok yerdeki ifadelerini rahatsız edici buldum. Rahatsız edici derken, hani bir yazıyı okurken kulağınıza şiir gibi gelir, ya da bir an duraksar anlamaya çalışır ve yazarın meramını anlayınca takdir edersiniz, işte ben bu romanda bu tadı yakalayamadım. Bir günde bitirdim ama bu kitabın akıcılığından değil bir an önce elimden düşmesi için. Tavsiye eder miyim sanmam, ama benim gibi merakınızı yenmek istiyorsanız, okunabilir.  

16 yorum:

  1. Vallahi hiç merağım kalmadı :))) 1950 öncesi psikolojik romanlara meraklıyım halbuki.

    YanıtlaSil
  2. Sıradaki kitabım Eylül oldu :)

    YanıtlaSil
  3. Belki İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan baskısını bir deneyebilirim :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, yayın evi önemli tabii. Usandırıcı tekrarları bir yana bırakırsak ve biri elden geçirirse daha güzel bir roman olabilir belki. Fakat bir bazı güzel kısımları olmasına rağmen, hiç kimsenin yazmadığı bir dönemde böyle bir kitap yazması yine de yazarı meşhur etmiş olabilir. Bugün aynı romanı yazan biri vasatlıktan kurtaramaz kendini gibi geliyor bana. Bir de çoğu okur yaptığı yorumlarda romanın meşhur ve türünün ilki olması bakımından baskı altında kalmış gibi bence. Bahsettiğim ya da bahsetmediğim konularda ağır eleştiri yapan çok az insan gördüm:)

      Sil
  4. bu romanı çok severim yaa. ama bu yayınevini bilmiyom. eylül türk edebiyatının o dönem temel eserlerinden. yaklaşık 100 yıl öncesinin türk edebiyatı çok iyi. araba sevdası adlı roman örneğin, mükemmel. sen tabii edebiyata yakın değilsin. sevmemen normal ki. o yıllarda yazılan 50 tane filan roman okursan bak sonra da daha yakına 1950'lere doğru gelirsen, refik halit, falih rıfkı filan çok lezzetliiii :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Konusu güzel, dönüp dönüp aynı şeyleri tekrarlaması ve bugünün Türkçesine tuhaf gelen (ki bunu doğal buluyorum) ifade tarzı dışında güzel aslında. Belki de okuduğum yayın evi sokmuştur bu hale. Edebiyata yaklaşmaya çalışıyorum ama her yazılanı sevmem, ya da takdir etmem gerekmiyor değil mi?:) Sen duygusal ve iyimser biri olarak, ben bile yazsam, ooo harika diyebilirsin mesela:)))

      Sil
    2. sen yazsan harika derim tabiii ama edebi roman olmadığını da sölerim. örneğin, rafael ve şirak ın romanları da edebiyat değil, popüler romanlar. edebiyat ve edebiyat dışı kitaplar çok belirgin ayrılıyor birbirinden. her yazılanı sevmek takdir etmek gerekmiyor tabii. sevmeyebiliriz ama iyi edebiyattır. ama bunun için de yine edebiyatın başından başlayarak belki bir 100 adet roman okursak biraz hakim olabiliriz edebiyata ve iyi romana. ama yine de sevmek sevmemek başka şey. iyi kötü başka :) örneğin ben de orhan pamukun romanlarını sevmiyom ama iyi bir yazar diye saygı duyuyum, pamukun kurgularını sevmesem de kurgu dışı kitaplarına bayılıyorum :) esnek konular bunlar yaa.

      Sil
    3. Deep, teşekkür ederim. Bildiğin üzere eşim Edebiyat Fakültesi mezunu ve onunla da tartışıyoruz bu konuları. Elbette ne onunla ne de seninle tartışacak düzeyde değilim. Lakin, eşime göre Anadolu Hayaletleri, Masum Bir Adamın İtirafları'na fark atıyor ve onu bir edebi eser olarak değerlendirilebilir buluyor. Kendisi de zevkle takip ediyor bu diziyi sizler gibi. Eylül'e dönecek olursam, sanırım 1901 yılında yayınlanan bu roman doğal olarak Osmanlıca ve Arap harfleriyle yazılmıştı. Bazı kişiler de onu sadeleştirip günümüz Türkçesine kazandırmışlar. Benim okuduğum Sis Yayıncılık tarafından basılmış kitabın redaksiyonunu Mübeccel KARABAT yapmış. Haklısın, kişiye göre de değişir değerlendirmeler. Mesela ben Hakan Günday'ın Kinyas ile Kayra'sını sevmeme rağmen eşim beğenmemişti.

      Sil
    4. eşin eveet kitaplarda senden iyi tabiiii :) hımm bak evey şirak rafaelden daha bir edebi tabii, rafaelde hiç yok edebiyat, o popüler dil, şirak evet eh olabiler :) günday çok karamsar ve kasvetli ve bunalım olmasına rağmen kinyas en iyi romanı, kendisi de iyi edebiyatçı ama ben de sevmem onu :) herhalde yaşadıkları gördükleri nedeniyle aşırı karamsar olmuş biri, hiç hoş şeyler yazmıyor :) olsuun yaşasın kitaplar :)

      Sil
    5. Ama Rafael'i de sevmiştim ben:) Demek ki, mutlaka edebi olması gerekmiyor sevilmesi için bir bir kitabın, bana göre. Diğer taraftan Nobel Edebiyat Ödülü almayı hedefime koymuştum, bütün hayallerimi yıktın deep:)))

      Sil
  5. Halit Ziya Uşaklıgil Kırk yıl adındaki anı kitabında Mehmet Rauf dan oldukça ayrıntılı bahsediyor.. o zaman için oldukça yeni ama çok 'cüretli' bulunan bu eser çok ses getirmiş.. halen de okuyup beğeneni çok.. ben de zorlanarak da olsa okudum bu eseri.. günümüzün şartlarına göre çok saf ve basit gibi görünüyor ve yazım hataları da çok.. ama bir köşe taşı özelliği de var.. o zamanın şartlarını düşünerek okunursa zevk de alabiliyorsunuz..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Elbette, zamanının çok ilerisinde. Haklısınız:)

      Sil
  6. yazarın hayatı romandan daha renkliymiş, ne kadar cüretkar bir insanmış:)

    YanıtlaSil