Sabah fizik tedavi için hastaneye rutin ziyaretimizi yaptıktan sonra pazara gittik. Bugün burada büyük pazar kuruluyor. Güzel radika ve turp otu bulduk. Aldığımız şeyleri eve bırakıp yaylaya çıktım. Dün olduğu gibi bugün de hava güzel.
Eşim cihaza bağlı vaziyette yatarken, yazdığım son öyküyü okudum ona. Yazdım dersem yanlış olur. Neden derseniz, öykünün aslı, Amerikalı blogger Bob Nevens'e ait. Tam anlamıyla çeviri de sayılmaz aslında. Olayların akışında, öykü kahramanlarında önemli sayılabilecek bazı değişik, ekleme ve çıkarmalar yaptım. Bildiğim kadarıyla bu tarz eserleri ortaya koyan bir yazar henüz yok. Yazar ve çevirmen kişilikleri arasında sıkışan bu acemi çaylak yazarlara "hibrit yazar" desek nasıl olur? İçerikte bir değişiklik yapılması öykü yazarlarının hiç hoşuna gitmez. Bu konuda karşılaşılması muhtemel en büyük problem, telif hakları olurdu muhtemelen. Diğer taraftan yazar ve hibrit yazarın ikisi de amatör olunca problem kalmıyor ortada tabi. Aslında amatör yazarların öyküleri, bir kısım değişikliklere muhtaç olabilir. Çünkü amatörce yazılmış bu öyküler iyileştirmelere, geliştirilmeye açık olmalıdır. Profesyonel yazarların eserlerinde değişiklik yapmak olanaksızdır. Amatör bir hibrit yazar, eğer kendine güveniyorsa, Elif Şafak'ın romanında küçük bir değişiklik yapsın bakalım?
Eşimin huyları bana hiç benzemiyor. Her şeyden önce çabuk sıkılıyor. Hele okuttuğum yazı biraz uzunsa, onun görüşlerini almak daha da zorlaşıyor benim için. Onu tavlayabilmek için, şaka yollu "Bari emeğinin karşılığını vereyim." diyorum. Yok, onu da kabul etmiyor. Kendisi bu aralar tam üç kitap birden okuyor. Birinden sıkılınca bırakıp öbürüne geçiyor. Beni alıp tersine çevirin, işte o benim karım. Bu kadar benzemiyoruz birbirimize. Ama bir de okutabilirsem yazdıklarımı ona, keyfime diyecek yok. Gün geçtikçe daha güzel buluyor yazılarımı. Dün okuduğum öykü ona uzun geldi, sıkıldı yine, hastane yatağı demedi, yattığı yerde uyudu. Uyanınca, "Bir daha oku bakayım dedi." Bir daha okumaya başladım ama bu sefer de seans bitti. "Nasıl buldun bakalım?" diye sordum. Beğenmediğini hissettiren bir ifadeyle "İyi" dedi. "Neresini beğenmedin?" diye sordum. "Konusunu" dedi.
Başlangıçta niyetim, rastgele bulduğum amatör bir yazarın yazdığı öykünün çevirisini yapmaktı. Çeviriyi yaptım ama beğenmedim. Eşimin öyküyü dinlerken rahatsızlık duyduğunu söylediği bazı konularda ben de zorlanmıştım. Farklı kültürleri tanımak, onları tanıtmak iyi güzel de, bir kan uyuşmazlığı çıkıyor sonunda. Benzer şekilde, Amerikan filmlerinin Türkçe dublajlarında sık sık kulağımızı tırmalayan ifadelerle karşılaşıyorduk. "Hey dostum, bu akşam ne yapıyorsun bakalım?", "Sakin ol, adamım.", "Sorun istemiyorum, lanet olsun." gibi cümleler bize hep yabancı geldi ilk zamanlarda. İnsanoğlunun her şeye uyum sağlamadaki yeteneği, burada da kendini gösterdi. Artık bu repliklere de alıştık ama buna benzer konuşmaları bir yerli filmde rastlamak ihtimali de yoktu yani. Öykü içeriğindeki diyaloglar, yaşama biçimleri, alışkanlıkları dilimize çevirirken ortaya çıkan garip şey bas bas bağırıyor. Hayır bu ben değilim diye. Biraz da bu uyumsuzluğu kırmaya çalıştım ama tam olarak istediğimi yakalayamadım.
Öykünün orijinal adıyla başladı mücadelem. "Barselona ve Kalp Şeklinde Mühür" (Barcelona and Heart Shaped Seal). Yok artık. Böyle öykü adı mı olurmuş? Bazı yabancı filmlere verilen Türkçe adların orijinal adlarından farklı olduğunu biliyordum. Örneğin "All the King's Men" filminin Türkçe dublajında (Kralın Tüm Adamları) filmin adına yakışmayınca, onun yerine "Saltanat Hırsı" adı uygun bulunmuş. Ben de öykünün Türkçe adını "SSS- Yirmi Dördüncü Randevu" olarak koydum.
Erkek kahramanım Murat oldu, ancak bir türlü onun ruhunu değiştiremedim. Bunu hiçbir kimse de yapamazdı zaten. Yazdığı mektuplarda geçen ifadeleri ne kadar kültürümüze yaklaştırmaya çalışsam da, onlar çeviriyim diye haykırmaya devam ettiler. Hele öyküde geçenlerin bir benzerini ülkemizde değil yaşamak, aklından bile geçirmek, yurdum insanını ayağa kaldıracak düzeydeydi.
Yine de bu tür öykülerden rahatsız olmayan bir kesimin varlığı yadsınamaz.
Ortaya çıkan ne olursa olsun bu öykü denemesi benim için oldukça ilginç, bir o kadar da öğretici oldu.
Portakal Çiçeği Sokağı üzerinde yükselen gökdelenlerden birinin döner kapısını iterek içeri girdi. Kapıda bekleyen güvenlik görevlisi onu nazikçe selamladı.
"Hoş geldiniz Bayan Kristie"
Sadece gülümsemekle yetindi. Asansörlere doğru yönelmişken görevli seslendi yine arkasından.
"Bayan Kristie, size bir mektup var efendim." Danışma masasının arkasındaki kafes görünümlü ahşap kutucukların birinden aldığı beyaz zarfı uzattı. "Teşekkür ederim." dedi genç kadın. Kristie elindeki zarfı incelerken asansörün çağır düğmesine bastı. Arka yüzündeki kırmızı balmumundan eritilmiş mührü görünce heyecanlandı birden. Her zamanki gibi bu sefer de yan yana dizilmiş üç büyük s harfinden oluşan bir damga basılmıştı kırmızı mührün üzerine.
Bu tür mektupları yılda iki kez alırdı.
Ne eksik, ne fazla. Mektupların ne zaman ve nereye geleceği
de belli olmazdı. Mesela geçen seferki mektup işyerinden ulaşmıştı kendisine. Tecrübelerine dayanarak, mektubu aldığı andan itibaren bir
hafta boyunca kötülüklerden uzak ve kendini yeniden doğmuş gibi hissedeceğinden emindi. On iki yıllık birlikteliklerinde buna benzer tamı tamına yirmi üç mektup
almıştı. Her seferinde “Seni Seviyorum, Seveceğim” sözcüklerinin baş harfleri ile
kapanıyordu mektuplar. Onların her açılışında, SSS damgalı mühür çatlar, arkasından yoğun bir Giorgio Armani kokusu yayılırdı etrafa.
Sekizinci katta gelen asansörden çıktı dışarı. Kapıyı açıp dairesine girdi.
Üzerindekileri çarçabuk çıkarıp salondaki rahat koltuğa attı kendini. Heyecandan
titreyen elleri zarfı açmak için sabırsızlanıyordu. SSS damgasının altından
gelen parfüm kokusunu iyice içine çekerken adeta onun varlığını hissediyordu yanında. Kısa bir müddet sonra düz beyaz kâğıda yazılmış satırları okumaya
başladı.
Kristie, aşkım benim.
Ne kadar tatlısın, bunu sana anlatamam. Tanrım ne kadar şanslıyım.
İnanması zor ama beraberliğimiz tam on iki yılını doldurdu. Önceki yirmi üç randevumuz muhteşemdi.
Her geçen gün sana olan aşkım büyüyor. Kalbimde sana kocaman bir yer
ayırdım. Sadece sana özel bir yer. Senden ayrı geçen her günüm beni sana daha çok
bağlıyor. Her an seni düşünüyorum.
Sevgilim, önümüzdeki birkaç günü sadece aşkımıza adayacağız. Şimdi beni
iyi dinlemeni istiyorum. Az sonra kapıya bir limuzin gelecek. Arka koltuğunda
adına kesilmiş bir uçak bileti bulacaksın. Uçuş saatin bu akşam tam 20.30'da.
Pasaportunu yanına almayı unutma! Merak ettin değil mi? Yarın nerede buluşacağımızı aşağıda uçak biletini görünce öğreneceksin. İnan
ki çok heyecanlıyım. Senin de aynı durumda olduğundan eminim.
Sürprizler bunlarla sınırlı değil. Danışmaya bir paket bıraktım. Onu aç,
içindekileri beğeneceğini umuyorum. Paketten çıkanı üzerine giy. Ayrıca yolculuk için bir
de küçük valiz hazırlattım,. Hayır, sakın endişelenme sevgilim. Eksik olanları
gideceğimiz yerde birlikte tamamlarız. Senden tek isteğim yüzündeki o gülüşten
başka bir şey değil.
İşyerindeki patronunla görüşüp senin için bir hafta izin kopardım. Eve
gelen kadın da Lassy ile ilgilenecek. Kısacası yapman gereken tek şey kapıyı
çekip aşağı inmen. Merak etme, ben akla gelebilecek her şeyi ayarladım.
Valiz, paket? Genç kadın, danışmaya bırakıldığı söylenen eşyaların kendisine verilmediğini düşünüp paniklediği anda dairenin kapısı çalındı. Kapıya gelen aşağıdaki güvenlik görevlisinden başkası değildi.
-Bayan
Kristie, çok özür dileriz. Mektubun yanında size verilmek üzere bize teslim edilen bir paket ve bir de bu valiz vardı. Onları vermeyi unutmuşuz. diyerek, mahcup bir şekilde valizi kapının yanına bıraktı ve kendisine
paketi uzattı. “Peki, teşekkür ederim.” dedi. Kristie, şaşkınlık içinde.
Valizi içeri alıp kapattı kapıyı. Paketi salona getirdi ve
yırtarcasına açmaya başladı. İçinde harika bir siyah elbise
vardı. Hemen üzerinde denemek istedi. Ayağa kalkarken ufak bir
hediye paketi kayıp yere düştü. Ufak paketi açınca Victoria’s Secret yazan bir hediye
kutusu gördü. Kutunun içinden çıkardığı siyah göz alıcı iç çamaşırlarını aldı eline.
Gülümseyerek iç geçirdi. “O bu işi biliyor.” dedi. Koltuğa bıraktığı, son
satırlarını okunmaya fırsat bulamadığı mektubu aldı eline.
Görüşmek üzere, SSS
Murat
“Geceyi birlikte yaşayalım…”- Rolling Stones
Hep yapardı bunu. Söylemekte zorlandığı şeyleri hep şarkı
sözlerinin arkasına gizlerdi. Bu sözler, onun aklından
geçenleri ele veriyordu.
Saate baktı, çok fazla vakti kalmamıştı. İyi ki
Cumartesi bugün, diye geçirdi aklından. Bu yüzden erken çıkıp eve gelmişti. Hiçbir
yere takılmaması ise tam bir tesadüftü.
İstanbul’da ünlü bir avukattı Murat. Aldığı davalardan
hiç birini kaybetmemişti. Tuttuğunu koparan biriydi yani. Ne yapar
yapar müvekkilini temize çıkarırdı bir şekilde. Hemen hemen hiç yolu düşmezdi Ankara’ya, düşse bile Kristie’nin bundan haberi olmazdı zaten. Sadece bir kez, onu iş yerinde ziyaret etmiş, aynı gün patronuyla tanışmıştı. Kısa süre içinde
Kristie'nin patronu ile sıkı fıkı olması Kristie’yi şaşırtmıştı.
Murat böyle biriydi işte. Başarısının altında yatan kısa süre içinde
kurduğu sıcak ilişkilerdi. Dava konularında hiç seçici değildi. Elinde
kuvvetli dayanaklar olduğu müddetçe, müvekkilinin gangster veya katil olmasının hiçbir
önemi yoktu. Kristie hep şaşırmıştı bu yönüne ama yine de onun işine karışmayı aklından
geçirmedi. Dün adam öldüren katil ya da banka soyan bir soyguncu onun yüzünden ortalıkta dolaşmaya devam edecekti.
Bir defile sırasında podyumda görmüştü
Kristie’yi tam on iki yıl önce. Görür görmez vurulmuştu güzelliğine. Programdan hemen sonra elinde
bir demet gülle girmişti kulise. Hiç beklemediği bir anda kara yağız
yakışıklı delikanlıyı görünce karşısında, onun da dizlerinin bağı çözülmüştü. O günün akşamı boğazın ünlü lokantalarının
birinde denize karşı romantik bir yemek sırasında koydu kurallarını Murat.
Birbirlerini özledikçe çoğaltacaklardı aşklarının ateşini. Sadece yılda iki kez
görüşeceklerdi birbirleriyle. Görüşmedikleri zaman diliminde, ne bir telefon ne de bir
mektup bastıracaktı hasretlerini. Ayrılık günlerde yaptıklarının hiç bir önemi olmayacaktı. Ayrı geçen zamanlarında birbirlerine anlatmayacaklardı ne yaptıklarını, nereye gittiklerini, ne yiyip içtiklerini. Ne
kıskançlık yer bulacaktı aralarında ne de sen ben çekişmesi. Katıksız bir aşk olacaktı
bu, eskidikçe kıymetlenen bir şarap gibi. Kristie, ailesini Amerika’da bırakıp bir arkadaşı vasıtasıyla Türkiye'ye gelmişti. Ankara'ya yerleştikten sonra
eğitim aldığı moda üzerinde çalışmaya başlamıştı. Ünlü giyim firmalarının aranan modelleri arasında geçer oldu adı kısa zamanda. İlginç buldu genç adamın düşüncesini. O da
fazlasıyla etkilenmişti ondan. Başka yolu yoktu bu ilişkinin. Ya bir daha hiç
görüşmeyecekler, ya da sadece yılda iki kez. Böyle başladı aşk serüvenleri.
Altı yıl önce podyumlardan inmişti Kristie. Genç modelleri eğitmekti artık
onun işi. Sık sık İstanbul’a düşse de yolu, Murat’ı aramak düşmüyordu aklına. Çünkü
kesindi kuralları Murat’ın. Kuralı bozmak, bir daha asla görmemek
demekti birbirlerini.
Ilık bir duş alıp aynanın karşısına geçti. Aradan
on yıldan fazla bir zaman geçmişti Murat'ı tanıyalı. Aradan geçen onca zaman yine de çok şey almamıştı görünüşünden.
Güzel kadındı. Uzun uzun seyretti çıplak vücudunu. Üzerine bornozunu geçirip salondaki
koltuğun üzerinde bıraktığı siyah iç çamaşırlarını aldı. Tekrar banyoya doğru yürüdü
ve aynanın karşısına geçti. Murat’ın gönderdiği dantel iç çamaşırlar süt beyaz
teniyle muhteşem bir uyum sergiliyordu. Ellerini göğüslerinde dolaştırdı,
kalçalarını okşarken Murat’ı düşündü. “En çok neremi beğeniyorsun?” diye
sorduğunda, “kalçalarını” demişti. Aynaya yan durup kalçalarına bir
kez daha bakarak gülümsedi.
Dönüp salondan siyah elbisesini aldı. Kim bilir ne
kadar para ödemişti bu elbiseye? Elbiseyi üzerine geçirdi. Daha da güzel görünüyordu şimdi. A
deta bütünleşmişti bu elbiseyle. Giyen kim olursa olsun, hiç birine bu kadar yakışmayacağını
geçirdi aklından. Saate baktı, zamanın ne de çabuk geçtiğine şaşırdı.
Zil sesini işittiğinde makyajını yapmak üzere masaya
yeni oturmuştu. Binanın dahili telefonuydu. Ahizenin ucundaki ses
kendisinin kapıda beklendiğini söylüyordu. Çabuk hareketlerle saçlarını
toplayıp makyajını yaptı. Çantasına koymak üzere dolabın çekmecesinden aldığı
pasaportunun geçerlik süresine baktı. Daha iki yıllık süresi olduğunu görünce rahatladı. Murat’ın gönderdiği
valizi açmaya gerek duymadığı gibi buna zamanı da yoktu zaten. Sarı saçları,
mavi gözleri ve beyaz teni dışında her şey siyahtı bugün. Eline aldığı çanta, valiz hepsi siyahtı, aynı elbisesi, iç çamaşırları gibi. Daireden çıkıp
kapıyı kilitledi. Asansörün düğmesine bastı ve beklemeye koyuldu.
Asansör aşağı indiğinde kapı açılır açılmaz kır saçlı
şoför,
“Merhaba, siz Kristie Fressly olmalısınız.” dedi.
“Eee, Evet benim.” diyerek cevapladı.
“Sizi havaalanına
götürmeye geldim. Yanınıza alacağınız başka bir şey var mıydı?”
“Hayır, hayır, sadece bu küçük valiz.” dedi.
Şoför valizi alarak genç kadına yol gösterdi. Kapıdan
çıkarken görevliler hep birlikte saygıyla onu selamladılar. Ön taraftaki
havuzun yanında, parlak siyah renkli muhteşem bir limuzin, kapısını açmış
misafirini bekliyordu. Şoför, elindeki valizi yerleştirmeden genç kadını
buyur etti. İçerisinin bu kadar geniş olduğunu tahmin edemezdi. Rahat koltuğa yerleşirken
elbisesinde en ufak bir kırışıklık olmayacaktı. Önündeki alçak masanın üzerinde
tropikal meyve tabağı, yan tarafında bir sürü içki şişesi ve
kadehler sıralanmıştı. Koltuğun üzerinden ağzı açık bırakılmış uzun zarfı alıp içindeki
uçak biletini ve biniş kartlarını çıkardı. Merakla incelediği biletin
rotası İstanbul üzerinden Barselona’yı gösteriyordu. Modellik yaparken pek çok
ülke gezmiş ancak yolu İspanya’ya hiç düşmemişti. Yeni bir ülke göreceği için çok
sevindi buna.
Otomobil havaalanı istikametinde adeta bir gelin gibi süzülerek yol
alıyordu. Karartılmış camlardan içerisi görünmüyordu fakat dışarıdan görenler, aracın
içindeki kişinin çok önemli biri olduğuna bahse girerlerdi. Kristie, kulağına
gelen hafif müzik eşliğinde kadehlere uzandı. Onlardan birinin içindeki
zarf dikkatini çekti. Zarfı eline alır almaz arkasındaki kırmızı renkli balmumu
mührü ve üzerinde SSS damgasını gördü. Kimin gönderdiği belliydi. Zarfın üzerindeki
notu okudu. “SEVGİLİ KRISTIE, BU ZARFI HAVAALANINDA AÇMANI İSTİYORUM”
Zarfı koltuğa bırakıp ufak bir Grey Goose şişesini aldı eline. Bu votkanın kekremsi tada
sahip kızılcık suyu ile güzel bir ikili oluşturacağını biliyordu. İnce uzun cam
bardağına yarıya kadar votka boşaltıp üzerine meyve suyu ekledi. Buz kovasından
birkaç ufak buz küpü ilave etmeyi ihmal etmedi. Özenle hazırladığı
içkisinden bir yudum aldı. Tadı çok hoşuna gitmişti ama aklı hala zarftaydı. Havaalanı
fazla uzak sayılmazdı, ne var ki daha fazla dayanamadı. Kırmızı renkte parlak ojeli
tırnaklarıyla SSS damgalı mührü kazımaya başladı. Zarfın içinden çıkan mektubu
okumaya başladı:
“Kristie canım, merhaba,
Seni bir an önce görebilmek için sabırsızlanıyorum. Ayrı kaldığımız süre
bana artık sonsuz gibi geliyor. Parmaklarım o güzel sarı saçlarının arasında
gezinmeye can atıyor. Dudaklarım boynuna küçük öpücükler kondurmanın hayalini kuruyor.
Kar beyazı kollarını ve güzel sırtını okşamak, bütün vücuduna losyonlar sürüp
masaj yapmak istiyorum. Seni çok özledim. İspanya’da görüşmek üzere,
Seni seven ve her daim sevecek olan Murat, SSS
“Seni düşününce suyum şarap oluyor…” – Tim Mc Graw
Kristie fonda çalan müziğe dikkat kesildi birden. Evet,
oydu. Tim Mc Graw’un “I know how to love you” parçasının içinde geçiyordu bu sözler.
“Seni düşününce suyum şarap oluyor.” Bardağından büyükçe bir yudum daha aldı. Her
ayrıntıyı düşünmüştü Murat. Gördüğü, dokunduğu, duyduğu her şeyin bir anlamı olmalıydı.
Oturduğu koltuğun karşısında kırmızı bir gül gördü. Aklına ilk buluşmalarından
birisi geldi.
Yalnız kaldığında Amerikan televizyon kanallarında sadece Salı
geceleri gösterilen bir reality şov programını izlemeyi seviyordu. Bachelorette
adındaki program, bir sürü erkeğin genç bir kadını elde etmek için yarıştığı bir
televizyon şovuydu. Erkeklerin hepsi bu kızla çıkmak için birbirleriyle kıyasıya
yarışır. Genç kızın gül vermediği erkekler teker teker elenirdi. Sezon sonunda geride
sadece bir erkek kalır ve genç kız ona meşhur soruyu yöneltir, “Bu gülü kabul
eder misin?” Sıkıcı bulmasına rağmen denk geldiğinde diziyi seyretmekten kendini
alamıyordu Murat. Bunu bilen Kristie,
çok sevdiği Apothic kırmızı şarabından içirirdi birkaç kadeh. Bu sayede şov
programı tahammül edilebilir bir hale geliyordu Murat için. TV izlerken yanına
sokulmasından mutlu oluyordu ayrıca.
Eski buluşmalarını düşündükçe keyifleniyor, keyiflendikçe Fransız
votkasının kızılcık suyu ile oluşturduğu mükemmelliği yudumluyordu. Gözlerini
kapatıp başını öne eğdi. Birkaç saat sonra Murat’la geçirecekleri doyumsuz
anları düşünüp kıkırdamaya başladığı sırada pencereye sert bir cisimle vuruldu.
Sıçrayarak irkildi. Aracın durmuş olduğunu fark etti. Yanındaki düğmeleri denedikten
sonra doğru düğmeyi buldu ve pencerenin camı aşağı doğru inmeye başladı. Cam tamamen
indiğinde limuzinin şoförüyle burun buruna geldi. Kır saçlı şoför alaycı bir
dille,
“Hanımefendi oturduğunuz yerde istediğiniz kadar
kalabilirsiniz ama korkarım uçağınız az sonra kalkacak.” diye hatırlattı.
“Tamam, peki.” dedi ve bardağındaki içkiden son bir yudum
daha aldı, üstünü toparlayarak arabadan dışarı çıktı. Şoföre sıcak bir şekilde
gülümseyerek,
“Teşekkür ederim.” dedi ve bir yirmilik uzattı. Parayı alan şoför, ona küçük valizini uzattı.
“Ben teşekkür ederim bayan, size iyi yolculuklar dilerim.”
Arkasını dönüp uzaklaşırken “Sağ ol” dedi kimsenin
duyamayacağı bir sesle.
Elindeki valizi teslim etmek üzere kontuara doğru yürüdü. Pasaportu
ile elektronik biniş kartlarını uzattı tezgâhın arkasındaki görevli bayana.
“Teşekkürler, seyahatiniz
Barselona’ya, business class değil mi efendim?” diye sordu görevli.
“Business
class? Evet, elbette.”Şaşkınlığını
gizlemeye çalıştı ama beceremedi. Modellik günlerinden beri uzak mesafelere business
uçmamıştı. Havayolu yetkilisi kâğıtları uzatırken ona,
“Buyurun biletleriniz ve bagaj fişiniz. Bu iç hat, bu da
İstanbul-Barselona biletiniz. Her ikisi de pencere tarafı” dedi.
Görevliye teşekkür ederken, bantın üzerinde ilerleyen
Prada valizini izledi.
Uçağa biniş kapısına doğru ilerledi.
İstanbul’da inip oradan dış hatlar terminaline yöneldi.
Geçen her saniye onu daha çok heyecanlandırıyordu. Pasaport kontrolünden sonra
Türk Hava Yollarının Barselona seferini yapan uçağına binmek üzereydi.
Limuzinde içtiği votka biraz çakırkeyif yapmıştı onu. Uçağın en önündeki yerini
aldı. Koltuklar oldukça genişti. Uçak yavaş yavaş pistte hareket etmeye başladığında,
kısık sesle çalan hoş enstrümantal müzik kapatılarak yerini uçuş emniyeti ile
ilgili klasik anonslara bırakmıştı. Tıka basa dolmuştu uçak. Her şey tıkırında
gitmiş, şimdiye kadar hiçbir aksilik çıkmamıştı. Birkaç saat sonra kendini
sevdiğinin kollarına atacak, yeniden yeni bir hayata başlayacaktı. Her sefer
böyle oluyor, tazeleniyordu.
Bu kez yine Murat’la yalnız başına olacağını umuyordu. Güzel
bir uçuş sonrası Barselona El Prat havalimanına indiklerinde gözleri Murat’ı
aradı. Havalimanı çıkışında valizini alarak dışarı çıktı. Defalarca aradı onu
ama telefonları cevapsız kaldı. Murat’ın yapacağı bir şey değildi bu.
Meraklanmaya başladı. Acaba başına bir şey mi geldi? Tedirginliği artıyor,
kendini çaresiz hissediyordu. Aklına çantasına koyduğu SSS damgalı iki zarf
geldi. İlk zarfın içinde sadece mektup vardı. Uçak biletlerinin bulunduğu
ikinci zarfta ise kalacakları otelin adı ile adresinin yazılı olduğu bir kart
buldu. El Palace Hotel. Kartın üzerindeki telefon numarasını çevirdi. Telefona çıkan
otel görevlisi ne kendi adına ne de Murat adına bir rezervasyon yaptırıldığını
söyledi. Moralini bozmamaya çalıştı. Belki de Murat’ın çevirdiği oyunlarından
biriydi bu. Hava alanı çıkış kapısında bir taksi tutup şoföre gitmek istediği otelin
adresini verdi.
Otelin önünde büyük bir kapı vardı. Daha önce bu otele çok
misafir getiren şoför genç kadına valizini uzatırken diğerleri gibi ona da hatırlatmak
gereği duydu. “Kapının yanındaki anahtarı kullanarak kapıyı açabilirsiniz.” dedi
ayrılmadan önce. Başka bir şey demeden ayrıldı yanından. Etrafına baktı, hiç
kimse yoktu. Çaresiz birkaç adım attı ve söylenen yerdeki anahtarı alarak kilidini
çevirdi kapının. Ağır kapı, kilidin
dönmesiyle açılmaya başladı birden. Açılan kapıdan girdi içeri. Her iki
tarafında mermerden yüksek sütunların yer aldığı bir yoldan ilerlemeye başladı.
Karşısındaki otel, bütün azametiyle gözler önüne serilmişti.Üst katlardaki bir balkonda, üzerinde ince
bir gömlek olduğu halde, Murat el sallıyordu ona. Birden sevinçten havalara
uçtu. Koşarak içeri girdi. Otelin girişi muazzam görünüyordu. Murat aşağı indiğinde
birbirlerini hasretle kucakladılar. Kristie, yine de yaşadıklarına
inanamıyordu. Birlikte yukarı, Murat’ın az önce göründüğü balkona çıktılar el
ele.
“Selam yabancı” dedi Kristie, alt dudağını hafifçe
ısırarak. “Bulduğum bir anahtar beni buraya getirdi. Kaybolmadım değil mi?” Onunla
flört etmeyi değişik oyunlar oynamayı seviyordu.
“Hayır. Kaybolmadınız.Tam yerine geldiniz.” dedi genç adam, elinde iki
şarap kadehini doldururken. “Benimle biraz şarap içmeye ne dersin?”
Görünmez bir kuvvetle birbirlerine doğru çekildiklerini
hissettiler. İncitmemek için birbirlerine dokunmaktan çekindiler. Gözlerini bir
an bile ayırmadan birbirlerinin etrafında dönmeye başladılar. Dönerken genç kadının
kulağına fısıldadı Murat, ”Bu elbise seni olağanüstü gösteriyor.”
İçkisinden bir yudum alan kadın, “Asıl iç çamaşırlarımın
beni nasıl gösterdiğine bakmalısın.”
“Evet, bakacağım” dedi adam elindeki kadehi bırakırken.Kadının arkasına geçip onun kalçalarını
okşamaya başladı. Elleri yukarı doğru kayarken göğüslerinin etrafında dolaşmaya
başladı. Nihayet boynuna doğru yönelen parmakları sırtındaki fermuarı buldu. Fermuarın
açıldığı yerden elini sokup çıplak sırtına, oradan midesine doğru kaydı. Yavaşça
dantelli külotuna uzandı eli, arzulandığını hissederek. Üzerindeki siyah
elbisesi kayarak düştü yere kadının. Yeni siyah iç çamaşırları gözler önüne
serildi. Adam kendini geri çekerek biraz uzaktan seyretti bu güzelliği.
“Çok
güzelsin Kristie. Barselona’ya hoş geldin.”
Kadın
ona doğru yürüdü ve üzerindeki kuşağı çözdü. Parmaklarını ensesi ve omuzlarında
gezdirerek robdöşambrını döşemenin üzerine düşürdü. Büyülenmişlerdi sanki. Dünya
umurlarında değildi. Görünmeyen tropikal bitkiler halvet hallerini meraklı
gözlerden saklıyordu adeta. Barselona’daki özel balkonda sadece onlardı var
olan.
“Tabi.
Teşekkür ederim.” Gördüğü rüya duygusal olarak sarsmıştı onu. O şimdi Muratla buluşmayı
çok daha fazla istiyordu.
Yanında
oturan yaşlı kadın merakla sordu. “Güzel bir rüya mıydı?”
“Evet, çok güzeldi. Sorduğunuz için teşekkürler.” dedi. Bir taşkınlık yapmadığını
ümit ederek sessiz ama muzipçe gülümsedi. Not: Yukarıdaki öykünün konusu ağırlıklı olarak "Short Stories of Daily Life" isimli blogda bulunan "Barcelona and Heart Shaped Seal" adlı kısa hikayeden alınmıştır. Yer isimleri, kişiler ve olaylar zaman zaman orijinal metinden ayrılmıştır.
Bugün nihayet ustalar gelip çalışmaya başladılar yaylada. İnat bu ya, bu sefer ben çıkmadım yanlarına. İşin doğrusu yine ümidim yoktu geleceklerinden. Akşama doğru aradım telefonla. Yarın Salı olmasına rağmen yine çalışacaklarmış. İyi dedim yarın görüşürüz madem. Sabahtan beri kafaya taktım bir öykü çıkarmayı. Henüz amatörün amatörüyüm, biliyorum. Yazdıklarımı henüz kendim beğenmiyorum, aynı büyük bestecilerin dünyaca ünlü eserlerini kendilerinin beğenmedikleri gibi. Tanrım, ne kadar da mütevazıyım.
Şu var ki, yazarken okumayı öğrendim. Şimdi okuduklarımı daha farklı algılıyorum. Takıntılarım var benim. Bir şeye alıştım mı hep ısrarla onunla devam ederim. Bir ara yedi sekiz kutu kola içerdim yaz kış. Ankara'da hep aynı lokantalara giderdik. Giydiğim ayakkabıya veda etmezdim altı delinmeden. Hep aynı yemeklerin aynı usulde pişirilmişlerini severdim. Ola ki bir alışkanlığım değişti, hemen ona dönerdim eskiyi unutup. En kötü alışkanlıklarımdan biri sigaraydı. Bıraktım onu, yerine kabak çekirdeğini koydum. Daha kötü bir alışkanlığım bilgisayar oyunu "spider solitaire" idi. İnanmayacaksınız ama otuz bini geçmişti oynadığım oyun daha önce oynayıp sildiğim yirmi bini saymazsam. Basit bir hesapla, bir oyun ortalama bir çeyrek saat dersek, elli bin oyun yani, on iki bin beş yüz saat, o da 521 gün yapar. Yoğun bir iş ortamından sonra kafamı dinlendiriyorum der, belki de kendimi avuturdum. Televizyonda haber veya tartışma programlarını izlerken eş zamanlı yaptığım tek işti, spider solitaire oynamak. İşte bu oyunun yerini aldı şimdi, okumak ve yazmak. Eskiden de okuyordum ama çok az zaman ayırıyordum okumaya. Zamanım yok diyenlere inanmıyorum. 521 günlük zamanı düşünüyorum. Kaç öykü yazılırdı, bu sürede kaç roman? Kaç kitap okunurdu? Ağlamak istiyorum.
Bizim ustalar soğuktan bayağı tırsmışlar sanki. Yine çalışmadılar bugün. Sabahları soğuk olsa da, güneşin yükselmesiyle birlikte ısınıyor hava. Gani Ustayı aradım bu sefer. Kablo kanalını kazmaya Çarşamba günü başlayacaklarmış. İşe henüz başlamamalarına gerekçe olarak, sabahleyin havaların soğuk olmasını gösterdi o da. Boş durmuyorlarmış, bana duvar taşı ve kayrak taşı hazırlığı yapıyorlarmış.
Teknik A servis ekibi telefon ettiğinde saat on biri geçiyordu. Hemen hazırlanıp yaylaya çıktım. Ustalar gelmediği için demir kapı kapalıydı. Kapı önü tam ana baba günü. Üç tane arabanın arasında kendime zor yer buldum. Yaylanın yollarını pusuya yatmış bir sürü avcı doldurmuş. Kapıdaki araçlar da zaten onlara aitmiş. Kapıyı açıp servis elemanlarını içeri aldım. Taş binaya doğru yürürken avcıların silahları birbiri ardına patlamaya başladı.
Servis elemanları gelir gelmez hemen işe koyuldular. Albert Genau iyi bir seçim oldu gerçekten. Yetkili bayileri de işinin ehli ve konularına hakimler. Sadece makara değiştirme değil, bütün cam kanatlarının son kontrollerini yaptılar, kenar fitilleri sabitlediler. Yanlarında getirmiş oldukları, katlanan camların rüzgarda hareket etmesini önleyen aparatları monte ettiler. İki saat kadar sürdü işlerini tamamlamaları.
Yayladan ayrılırken Orhan Amcayı aramak geldi aklıma birden. Epey bir zaman geçmişti bir Pazar günü bahçesine olan daveti. Eşimi evden alıp saat ikide kapısının önünde buluştuk. Arabamıza binip saygıdeğer eşiyle birlikte önde giderlerken biz onları takip ettik. Orhan Amca'yı daha önce anlatmıştım. İlçe girişinde, küçük bir bahçe içindeki kulübeyi müze haline getirmiş adeta. Benim huzur evim diyor tek gözden oluşan bu minicik eve. Demekle kalmıyor, karton levhalara da yazmış "Huzur evime hoş geldiniz, ışık getirdiniz" diye. Zamanında kapısını aşındıran çok olmuş. Pek ziyaret edeni yok şimdilerde. Acı ama hayatın gerçeği bu. Ben de onu biraz mutlu etmek için gitmek istedim aslında.
Küçücük odanın içinde yirmi kadar irili ufaklı Atatürk büstü, belki ondan da fazla Atatürk resmi var. Öğretmenlik yıllarından kalan ve uzun yıllar Tire Şube Başkanlığını sürdürdüğü Türk Hava Kurumu faaliyetlerine ait resimler duvarlarını süslüyor. Sol taraftaki duvar üzerine astığı bir panoda hemen hemen hepsi artık yaşamını yitirmiş dönemin ilçe ileri gelenlerinin resimleri sergileniyor. Altında "Hayatımda İz Bırakanlar" yazıyor.
Karşı duvarda, İsmet İnönü'nün ilçeye ilk ziyareti esnasında çekilmiş siyah beyaz bir fotoğraf ilişiyor gözüme.
Gördüğümüz, gösterdiğimiz her resim bir anısını hatırlatıyor Orhan Amcaya. Ve başlıyor uzun uzun anlatmaya. Zaman zaman dalıyor gözleri uzaklara. Artık hatırlamakta zorluk çekiyorum diyor. Hava soğuk biraz. Odanın içindeki sobayı yakıyor ısınmamız için. Raflara dizilmiş bir sürü aksesuar görüyorum. Küçük heykelcikler, karbüratör kapağından yaptığı kalemlikler... Tam göremedim ama sanırım bir düğmeye basmasıyla birlikte bizden gizleyerek, iki kuş heykeli başlıyor şakımaya. Şaşırdığımızı görünce seviniyor çocuk gibi. Orhan Amcamızın oyuncakları bunlar.
Hiç sigara içmemiş ama rakıyı da elinden bırakmamış. "Doktor bana dudağına yaklaştırmayacaksın bu mereti dedi." diyor kocaman bir rakı şişesinin kapağını çevirirken. İnce uzun bir rakı bardağı uzatıyor bana. Ben de müptelası değilim siz içmiyorsanız, diyecek oluyorum. Ama o bardağımın yarısına kadar dolduruyor rakıyı. Arkasından eline turuncuya kaçan garip sert plastikten yapılmış bir bardak alıyor. Dibinden bağlanan ince bir boru, bardağın etrafında helezonvari dönerek üzerinde bir pipet ağızlığına dönüyor. Bardak kocaman. Yarısına kadar basıyor rakıyı. Üzerini suyla dolduruyorum.
Soba odayı iyice ısıttı. Pideleri alüminyum kabının içinde sobanın üzerinde ısıtıyor. Tek mezemiz bu ancak sohbet güzel.
Anılarında önemli bir yer işgal ettiğini düşündüğümüz yaylayı, Kaplan'daki kule denilen taş evi gösterelim istiyoruz. "Hadi görelim bakalım." diyor. Kalkıp arabaya biniyoruz. Yaylanın virajlı yolları eşini rahatsız ediyor. Bahçe kapısına vardığımızda avcıların hala iş başında, av peşinde olduğunu görüyoruz. Demir kapının kilidini açıyorum. Yerler toprak, toprak yağmur nedeniyle yumuşak. Arabayla girsek de içeri, acaba geri çıkabilecek miyiz? Kapıda bıraksak arabayı iki yaşlı insan taş eve kadar yürüyebilecekler mi? Kapıyı sonuna kadar açıp arabaya biniyor, şansımı deniyorum. Toprak üzerinde biraz yalpalayınca endişeleniyorum biraz. Taş evin önüne gelip içeri giriyoruz. Üst kata çıkıp Tire manzarasını gösteriyoruz misafirlerimize. Eminiz ki, çok anıları var buralarda. Ne rakılar içilmiş, ne sohbetler edilmiştir ama... Hatırlamıyor... Tek laf etmiyor eskilerden! Sanki yaylaya değil, sanki kuleye değil de, bir alışveriş merkezine gelmişiz, ne alacağız buradan der gibi bakıyor yüzümüze. Sadece ileriyi işaret ederek, "Bayındır mı orası?" diyor. "Evet, Bayındır orası " diyorum. Aşağıdaki muhteşem yer de Tire. "Sen de beni iyice bunak zannettin!" diyor, kızarak. "Tire'yi bilmez miyim?" "Bilirsin Orhan Amca, bilmez misin hiç?" diyorum, utanarak.
Arazi moduna alıyorum arabayı. Korktuğum gibi olmuyor. Patinaj bile yapmadan çıkıyoruz bahçe dışına. Bütün kapıları kilitleyip dönüyoruz. Kulübeye geldiğimizde bakıyoruz ki, soba söndü sönecek. Tekrar alevlendiriyor birkaç odun parçasıyla. Eski bir transistörlü radyodan dökülen sanat müziği eşliğindeki rakı, pide faslı bitti artık.
Bir sürü eski kaset var yandaki sehpanın üzerinde, teyp arızalı olduğu için çalınamayan. Elektrik de yok evde, elektrik olmadığı için buzdolabı da, televizyon da yok. Tam kafa dinlenecek yer. Raflara dizili, kendisinin yazdığı, ya da derlediği, cebinden ödediği parayla bastırıp ücretsiz dağıttığı birçok kitap gösteriyor bize. "Eskiden bayramlarda..." diyor, "Eskiden bayramlarda, boydan boya bayraklarla dolardı çarşı". Bir resim gösteriyor. Hak veriyoruz ona, her dükkandan adeta fışkırırcasına çıkan onca bayrağı görünce.
Bahçeye çıkıyoruz. Ortada büyük bir kayısı ağacı var. "Bu ağacın meyvesi, hiçbir yerde yok" diyor. Birkaç metre ileride bir dut ağacını gösteriyor bize. Salkım şeklinde meyve veren değişik bir dutmuş bu. Ufacık bahçenin köşesinde bir ağaç daha var. Hünnapmış. Faydaları çokmuş. Adını duymuştum, ama hiç yememiştim yanılmıyorsam. Başka ağaç yok, hepsi bu kadar. Ağaçların arasında sıra sıra dizilmiş soğan ve kara lahanalar. Necati adında bir akrabası ilgileniyormuş bahçeyle. Adamcağız haklı diyorum Necati gibi gençten birine ihtiyacı var bu bahçe işleri için, bahçe ne kadar küçük olsa da işi büyük olur, bilirim. "Necati öldü geçen hafta" diyor. Ya, vah vah üzülüyoruz. Kaç yaşındaydı acaba? Genç birini beklerken Necati'nin tam seksen bir yaşında olduğunu öğreniyoruz.
Izgaraya benzer bir alet gösteriyor bize, kendi yaratıcılığının ürünü. Üzerine de kocaman harflere yazmış özelliklerini. İçine kömür doldurup yakıldığında, ne baca istiyor ne de yellemek. Her iki yanına birer açılır kapanır tel ızgara sarkıtılmış. Ön yüzü piştikten sonra arka yüzü çevrilecek. Üzerinde dört sıra da şiş yeri var. Oldukça pratik ve yaratıcı. On tane yaptırmış sanayide bir arkadaşına. Kendine kalan sonuncusuymuş bu. Çok ilginç ve pratik görünüyor.
Birlikte çıkıyoruz bir pazar günü, Orhan Amcamızın "Huzur Evi"nden, huzur içinde.
Havalar yine soğudu. Dağların tepesine kar yağmış. Ağırdan aldım, yaylaya çıkışım öğleden sonraya sarktı. Bahçe kapısına vardığımda park halinde bir araçla karşılaştım. Yanlarında durunca arabanın camını indirdi şoför mahallinde oturmayanı. Bir şey sormasam da, kuş beklediklerini söyleme ihtiyacı hissetti bir tanesi. Etraf beyaz örtüyle iyice kaplanmış buralarda. Gece yağan kar bölük pörçük olsa da beş on santim kalınlığa ulaşmış. Böyle havalarda avcılara gün doğuyor demek ki.
Demir kapı kapalı. Ustalar gelmediler mi yoksa? Arabadan inip bahçe kapısına yürüyorum. Kilidi açıyor, rayın üzerinde sola doğru yürütüyorum demir kapıyı. Bahçe içinde ilk kez kar görüyorum. Ustaların olumsuz hava şartlarından dolayı gelmemiş olmalı.
Taş eve doğru ilerliyorum. Yerler nemli, yağmurdan dolayı toprak yumuşamış ama çamur değil. Binaya gelince kapıyı anahtarla açıp içeri giriyorum. Mutfağa yine epey su girmiş kapıya vuran yağmur serpintilerinden. Üst kata çıkıyorum. Burası daha iyi. Terasa açılan kapıdan biraz su almış içeri. Kapının camından terasa bakıyorum önce. Su birikintisi görülmüyor. Yine de kapının kilidini açıp dışarı çıkıyorum. Terasta dolanırken orta sertlikte esen bir rüzgar üşütüyor. Yine de çok fazla soğuk yok. Köşede, giderin üzerindeki süzgeçte biriken birkaç çöpü alıp aşağı atıyor, kapıyı kapattıktan sonra salona geçiyorum. Şehir güzel görünüyor buradan. Bulutlar arkaya, dağ tarafına çekilerek şehrin üzerini terk etmiş. Bu yüzden güneşli bir manzara karşımdaki.
Kapıları kapatıp bahçeden dışarı çıkıyorum. Avcılar hala kapıda bekliyor. Aracın plakasından yabancı olmadıklarına kanaat getiriyorum. Neden gelmediklerini bir de kendisinden öğrenmek için Yakup Ustaya telefon ediyorum. Tahmin ettiğim gibi sabah çok soğuk olduğu için gelmemişler. Yarın gelip gelmeyeceklerini soruyorum. Yarın sabahki hava durumuna göre karar vereceklerini söylüyor.
Bugün iki konuya takıldı kafam. Öğleden önceki takıntım, bilinen filozofların tamamına yakınının neden erkek olmasıydı. Akşama doğru da, ünlü bestecilerin ezici çoğunluğunun da erkek olması konusuna kafa yordum. Bununla ilgili bir araştırma yapılıp biraz daha detaya inmek mümkün ama şimdilik yüzeysel geçmek istiyorum.
Olympe de Gouges (1748-1793)
Öncelikle felsefeyi ele alalım. Felsefe, düşünce bilimi demek. Düşünür deriz Öz Türkçede filozofa.
Kadınlar arasında erkeklere göre neredeyse yok denecek sayıda "düşünür" çıkması, kadınların düşüncesizliğinden değil elbette. Milat öncesine kadar tarihsel süreç incelendiğinde, düşünme imkanı bulan bazı kadınlardan söz edilir. Bu kadın filozoflar, ya filozof eşleridir, ya genelev işletmek ve fahişelik yapmakla suçlanmışlardır, ya da mistik kulvarda rahibelik yolunu seçmiştirler. Ne yazık ki bu cesur kadınların çoğunun sonu ölüm olmuştur. Rönesans öncesinde birazcık aklını kullanmaya kalkan kadınlar, cadı ve fahişe ilan edilip ya hunharca yakılmış ya da taşlanarak öldürülmüşler. Sonraları kadın düşünürlerden bir kısmı feminizm üzerine yoğunlaşmışlar. Aydınlanma dönemine örnek verebileceğimiz Fransız kadın filozof Olympe de Gouges (1748-1793), ilk kez kadının özgür doğup erkeklerle eşit olduğunu söylemiş ve bu düşüncelerinden dolayı giyotinle idam edilmiştir. 20. Yüzyıl düşünürlerinden Madam Simone de Beauvoir'ın adını anmadan geçmek olmaz. Rum asıllı Türk vatandaşı 1936 doğumlu İonna Kuçuradi, yaşamını sürdüren kadın düşünürlerimizden olup Dünya Felsefe Federasyonları Başkanlığına seçilen ilk Türk ve ilk kadın düşünür olması bakımından kayda değerdir.
Konumuza dönecek olursak, yukarıda çok azından bahsettiğim kadın filozoflar erkeklerle aynı şartlara sahip olamamışlardır. Yaşamları pahasına düşüncelerini ortaya koyan bu değerli insanlar, görünmez bir el tarafından gözlerden ırak tutulmakta hala. Kanaatim odur ki, erkek egemen toplumda dini faktörlerin kadını düşünmekten alıkoyan etkisi yadsınamaz. "Kadından filozof olmaz." fikrinin temelinde neden kadın peygamberin olmadığı aranmalıdır. Sadece İslamiyet değil hemen bütün dinlerde kadına biçilen rol onun düşünmesini gerektirmez. Bir Roma kadının mezar taşında şöyle yazıyor:
"Casta fuit, domum servait, lanam fecit." yani "Kocasına sadıktı, eve hizmet eder, yün eğirirdi." İşte tarih boyunca kadına biçilen görevdir bunlar. Evinin kadını, kocasının kölesi.
Neden kadın besteci yok? Bir Shubert, bir Mozart ya da bir Beethoven. Bunun sebebi de erkek egemen toplum mu? Üzerinde uzun uzadıya durulması gereken diğer bir konu da bu bence.
Öyle anlar vardır ki, artık bütün çareler tükenmiştir. Bırakırız artık çaresiz didinmeleri. "İş olacağına varır." deriz. Olacakları işin akışına bırakır, bekleriz kaderin bizi savuracağı köşeyi. Böyle bir duygu yaşadınız mı siz hiç? Ben yaşadım. Hem de on yaşındayken...
Adına tarla dediğimiz, pirinaların dağ gibi yığıldığı geniş alanın bir köşesindeki bir barakada başladı maceram. Barakanın altı eski bisikletlerle dolu. Bir arkadaşımla birlikte buradan birer bisiklet kiralıyoruz saati elli kuruşa, ailelerimizden habersiz. Uçarcasına sürüyoruz bisikletlerimizi rüzgara karşı. Freni yok bu bisikletlerin. Pedalı ters yönde çevirmek gerek yavaşlayıp durabilmek için. Oturduğumuz sokağın başına geliyoruz. Kısa, ama çocuk gözümüze uzun bir yokuşun tam tepesindeyiz. Bisikletle yokuş aşağı ilerlemeye başlıyoruz. Çaresiz gözlerle arkadaşımı arıyorum, göremiyorum onu. Belli ki o kurtarmış kendini. Pedalı tersine çevirmeye çalışıyorum, gücüm yetmiyor. Hızım artıyor, durmak için daralıyor zamanım. Artık pedalı değil ters çevirmek, ayağımı bile dokunamıyorum. Pervane olmuş pedallar adeta, açıyorum ayaklarımı iki tarafa. Yokuşun tam altını uzun bir sokak kesiyor. Sokağa son süratle iniyorum. Bu hızla sokağa girdiğimde ya bir araba geçerse, ya bir çocuk çıkarsa karşıma! Bisikletim benden almış kontrolü kendi eline. İşte çaresiz anlarımdan biri bu. İş olacağına varacak. Öyle de oluyor. Sokaktan tam o sırada bir araba geçmiyor. Her hangi bir canlı da yok önüme çıkan. Yokuşun karşısındaki evin kapısına bindiriyorum, olanca hızımla. Bisikletim tam üç parçaya ayrılıyor. Olacağı demek buymuş, diyorum.
Beatles; tüm zamanların efsane grubu. Parçaları hala zevkle dinleniyor. Bu ünlü grubun en ünlü parçalarından biridir "Let it be", yani "İşi olacağına bırak" Çeviri zor iş. İyi çeviri, çeviri kokmamalı. Kelimeler aynı olmasa da anlatmak istediği verilmeli yazılanın. Şarkının daha önce yapılan çevirilerini beğenmeyip kendime göre bir de ben çevirdim.
When I find myself in times of trouble - Başımı belaya soktuğum zaman,
Mother Mary comes to me - Meryem Ana yardımıma koşar,
Speaking words of wisdom - Yol gösterici sözlerle bana,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
And in my hour of darkness - En sıkıntılı zamanlarımda,
She is standing right in front of me - Yanımda bulurum onu,
Speaking words of wisdom - Yol gösterici sözlerle bana,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
Let it be, let it be - İşi olacağına bırak, İşi olacağına,
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Whisper words of wisdom -Yol gösterici sözlerle fısıldar benim kulağıma,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
And when the broken hearted people - Kalbi kırık insanlar,
Living in the world agree - Ahenk içinde yaşarken,
There will be an answer - Onlara iyi bir cevaptır bu,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
For though they may be parted there is - Her şeye rağmen ayrı düşenlerin,
Still a chance that they will see - Bir şansları daha olacak,
There will be an answer - Onlarınaradıkları bir cevap olacak bu,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
Let it be, let it be - İşi olacağına bırak, İşi olacağına,
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Yeah, there will be an answer - Evet, budur karşılığı,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
Let it be, let it be - İşi olacağına bırak, İşi olacağına,
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Whisper words of wisdom - Yol gösterici sözlerle fısıldar kulağıma,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
Let it be, let it be - İşi olacağına bırak, İşi olacağına,
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Whisper words of wisdom - Yol gösterici sözlerle fısıldar kulağıma,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
And when the night is cloudy - Geceleri bulutlar çöktüğünde,
There is still a light that shines on me - Hala beni aydınlatan bir ışık varsa eğer,
Shine until tomorrow - Varsın yarına kadar ışıldasın,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
I wake up to the sound of music - Müziğin sesine uyandığımda,
Mother Mary comes to me - Meryem Ana bulur beni,
Speaking words of wisdom - Yol gösterici sözlerle bana,