Kahvaltıdan önce çıkıp elektrikçi Ali'nin dükkanına gittim. Telefonlarıma bile çıkmıyordu artık. Dükkana vardığımda kendisi yoktu yerinde. Oğlu Hasan'dan çıkardım acısını. Ne biçim insan bunlar. Söyleyecekleri hiç mi laf yok? Ne sözler tutuluyor ne izahat veriliyor. TEDAŞ'ta toplantıdaymış. Bizimkisi iş değil sanki. Sadece elektrik işi değil, sıhhi tesisat işleri de bekliyor onu. "Tamam" dedi oğlu, "Ben babamla konuşurum, tesisat için bugün ekibi gönderirim."
Kahvaltı ettikten sonra zeytinliğe çıktım. Girişte iki kadın, budanan ağaç dallarını topluyordu. Kim bu kadınlar dercesine baktım o tarafa. İçlerinden biri "Ben Kadir'in annesiyim, bu da Yakup'un karısı." dedi. "Tam zamanında söyledin." dedim. "Yabancı görüp kızacaktım size, ne yaptığınızı soracaktım, izin almadan burada." Gülerek "Bizimkilere yardıma geldik" dediler. Aslında budamadan çıkan zeytin odunlarını toplamaktı niyetleri. "Bu odunlardan alabilir miyiz?" diye sordular adet yerini bulsun diye. "Peki, iyi o zaman" deyince rahatladılar.
Elektrikçilerin arayıp aramadığını sorduğum anda Kadir'in telefonu çalmaya başladı. Arayan elektrikçilermiş. Yayla kapısını açmasını istiyorlarmış. Meğer on beş dakika önce önlerinden geçip yaylaya gitmişler. Kilitli olduğu için kapı, içeri giremiyorlarmış tabii. "Gidip açayım bari." dedim. On dakika sürmemişti bahçeye vardığımda. Tuvaletin temiz su tesisatını döşemeye gelmiş iki kişi. Biri daha önce gelen Kamil'di. Elektrik işinden haberleri bile yok.
Öğleden sonra, Aydın'daki eski çalışma arkadaşlarımdan biri aradı. Şaşırdım, başına taş falan düşmüş olmalıydı. Çünkü en az bir buçuk yıl boyunca hiç aramamıştı. Tam on yedi yıl birlikte çalışmamıza rağmen. İşten ayrılırken "Abi ne oldu, nereye gidiyorsun?" bile dememişti. Bu arada onun en samimi arkadaşı, yani benim işten ayrılmama sebep olan kişi, bana yaptığı haksızlığın bedelini üç ay sonra geçirdiği bir trafik kazasında canıyla ödemişti. Böylelikle şirkette en güvendiği kişiyi de kaybetmişti.
Hani bazıları vardır ya, küçük bir makam versen kendini dünyanın hakimi zanneder. Öyle biriydi o. Benden yüz bulamayınca doğrudan patronlarla temas etmeye başladı. Yüz de buldu onlardan. Patronlar cahil ama ondan akıllıydılar. O ise para uğruna kendini satan yalakanın biriydi.
Bu adam beni neden arar diye uzun uzun düşündüm. Muhtemelen artık patronların ondan bir beklentileri kalmamış olacak ki, yüzüne ayna tutup ona gerçek değerini gösterdiler. "İşte," dediler, "Seni biz şişirdik." "Aslında beş para etmez herifin tekisin." Ondan sonra geldim aklına. İş işten geçtikten sonra yani. Soğuk davrandım. Eşimi çocuklarımı sordu, tek kelimelik cevaplar verdim. "Aramızda bir şey yok değil mi?" diye sordu. "Yok" dedim sadece. O yok deyişim, onu kafamda yok ettiğimi anlatıyordu. Bir daha arar mı? Bu yüz olduktan sonra belki arar. İster arasın ister aramasın, benim gözümde yok hiçbir değeri.
Yakup Ustayı aradım sabah. Dün yağıştan dolayı yaylada çalışma olmamış. Bugün ise zeytinlikte ağaçları buduyorlarmış. Gani Ustanın oğlunu da aralarına almış, üç kişi çalışıyorlarmış. Mutlaka yanınıza uğrarım bugün dedim.
Sabah "evde yazar" kardeşimden bir öykü okudum. Çok etkilendim. Ben de onunkine benzer bir şeyler karalamak istedim. Farkındayım eline su dökemem. Konunun benzemesi de tesadüf sayılmaz. Başka bir şey düşünmüyoruz ki bu aralar. Çok uğraştım, yazdıklarımı sildim, başka şekilde yazdım. Olmadı, yine sildim tekrar yazdım.
Bazen ne kolay dökülüyor kelimeler. Epey zamandır ilham gelsin diye bekliyordum. Tamam, Nobel ödülü vermeseler de yine yazacağım.
Yazdığım öyküyü yayınlamadan önce eşime okumam benim için bir ilkti. Daha önce yazılarım yayınlandıktan sonra sunuyordu eleştirilerini. Düzeltip güncelliyordum arkasından. Ekseriyetle benim de "Tüh nasıl yaparım bu hatayı" dediğim cinsten bir iki hata dışında pek beğenirdi yazılarımı. Bu sefer öyle olmadı. Açık açık "Beğenmedim" dedi. Bir sürü yer gösterdi düzeltecek. "Neresini düzelteyim" dedi "Bu paragrafın, hepsi felaket." Sıkıldı sonunda. Öykünün sonunu zor getirdi. Ben "Nasıl olmuş?" diyemedim bu sefer. Ama o bana "Olmamış" dedi ve gülümsedi. Teşekkür ettim. Teşekkür ettiğim için ne düşündü bilmiyorum ama düşüncesini tekrarlamak zorunda hissetti. "Olmamış gerçekten, olmuş diyemem"
İkaz ettiği konuları bir kez daha elden geçirdim. İstediği yerleri düzelttim. Bir daha gösteremezdim olmuş mu diye. Çünkü tanıyorum bakmayacak bir kez daha. Ne olursa olsun rahatlamak için yayınladım yine.
Bugün Nevruz. Ülkenin pek çok yerinde izinsiz gösteriler, olaylar, gaz bombaları gündemi oluştururken buraları bambaşka bir dünya sanki. Adet olduğu üzere bütün evler boşalmış, ahali, Balım Sultan Türbesi ve Kaplan'a giden yolların kenarlarına taşınmış. Bir başka karşılanıyor burada bahar. Herkes piknik mangallarını kapıp çoluk çocuk eğleniyor işte kendi çaplarında.
Yollarda görülmemiş bir araç yoğunluğu var. Sağda solda son derece düzensiz şekilde kümelenmiş insanlar bir yandan çay içerken diğer yandan rakılarını yudumluyor. Kadınların hepsi çay içiyor burada, rakı erkek içeceği. Bir kısmı geleneksel olarak saçlarının yarısını açıkta bırakan bir eşarp takmış, diğerleri saç telini göstermeyecek şekilde kapatan garip bir başlığın üzerine atmış örtüsünü. Çocukların her biri kendi havasında, çimenlerin üstünde düşüp kalkıyorlar. Mangalda pişen etlerin kokusu ortalığa yayılıyor.
Zeytinliğin önünden geçip önce yaylayı dolaştık. Bahçe kapısına geldiğimizde bir otomobil kapıya doğru yanaşıyordu. Biz yanında durunca manevrasını tamamlayıp döndü yola tekrar. Kim bu diyene kadar çoktan uzaklaşmıştı yanımızdan. Eşim "İyi ki bu demir kapıyı yaptırmışız" dedi. "Yoksa milleti içeriden zor çıkarırdık."
Kısa bir süre kalıp ayrıldık sonra bahçeden. Zeytinliğin önünde durduk. Yukarıda Yakup Usta, Kadir ve Gani Usta'nın oğlunun sesleri geliyordu. Her taraf budanmış zeytin dallarıyla dolu.
Bademler büyümeye başlamış. Ağaçların altında hala zeytin taneleri var. Birkaç avuç topluyoruz. Biraz ileride çok güzel çiçek açmış bir ayva ağacı görüp resmini çekiyorum. Her taraf yemyeşil, yerler papatyalarla örtülmüş.
Yollar araçtan geçilmiyor. Restoranlar hıncahınç dolu. Yol kenarları ona keza. Nevruz kutlanıyor burada. Bakıyorum insanlara, ne Kızılay ne de Taksim umurlarında.
Gün geçtikçe artan terör olayları, patlayan bombalar, ölen, yaralanan insanlar toplumun bütün psikolojisini bozmuştu. Elçilikler kapanıyor, yabancı ülkeler vatandaşlarına bulundukları yerden dışarı çıkmamalarını tavsiye ediyorlar. Bütün bu duydukları onu her geçen gün karamsarlığa itiyordu.
Ne zaman ve nerede patlayacağı belli olmayan bir bombanın hedefi olabilirdi. Sadece kendisi için değil, yakınları için çok daha fazla endişeleniyordu. Her patlama ya da şehit haberinde açıklanan isimleri dikkatle dinliyor, aralarında tanıdık biri olmadığını anlayınca rahat bir nefes alıyordu. Sonra düşünüp utanıyordu kendinden. Ölenler de insandı. Tanıdık olsun ya da olmasın ne fark ederdi.
Yine böyle bir günün sabahı, ruhundaki sıkıntıları azaltmak ümidiyle yürüyüşe çıkmıştı. Hava kapalıydı ancak henüz yağmur yağmıyordu. Böyle havalar oldum olası insanın sıkıntısına sıkıntı katar. Yağmur yağacak olsa ıslanmamak için çaba göstermeye hiç niyeti yoktu. Belki bu sayede içine biraz ferahlık verirdi soğuk damlalar.
Yürüyordu, adımlarının nereye götürdüğünü bilmeden. Sıkıntıdan ateş basmıştı yüzüne. Kafasına takılan bir şey de yoktu adını koyabileceği. Ama karmakarışık bir yumak haline gelmiş sorunlar, aç kurtlar gibi kemiriyordu beyninin içini. Ne geçim derdi ne de aşk acısı. Bunlar değildi onu bu hale getiren. Sadece yarının ne olacağını bilememekti derdi. Avrupa'nın medeni ülkelerini görenlerin en çok gıpta ettiği şeymiş düzen. Neyin nasıl ve ne zaman olacağını çok iyi bilirmiş herkes orada. Hangi otobüsün, hangi duraktan, saat kaçta geçeceği önceden belliymiş. Yıllarca sürermiş bu düzen, dakika sektirmeden. Havasını soluduğu bu ülkede ise hangi banka ne zaman batacak, nereyi su basacak, hangi yalıya gemi çarpacak belli olmadığı gibi hangi bombanın nerede patlayacağı da belli değilmiş.
Her attığı adımın ertesinde ömrünün bir adım daha kısaldığını, bir sonraki adımı atıp atamayacağı düşüncesi içinde, bilinçsizce, başını yukarı doğru kaldırdı. Donuk gözlerle etrafına bakarak sağlı sollu yükselen binaların içinde hummalı bir çalışmanın hız kesmeden devam ettiğini düşündü. Bir hukuk bürosunda yanına arkadaşını alan genç bir kadının boşanma davası açmak üzere beklediğini hayal etti. Eşinden yediği dayaklar muhtemelen canına tak etmiş olmalıydı. Senelerce tek başına cesaret edememiş, daha sonra işyerinden tanıdığı bir arkadaşının baskısıyla vermiş olabilirdi belki kararını.
Hemen alt katta ünlü bir yeminli mali müşavirlik bürosundan fısıltı halinde çıkan sesleri duyar gibi oldu. Daha fazla vergi kaçırmanın yollarını gösterirdi bu bürolar, büyük iş sahiplerine, devlete çaktırmadan. "Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki," diye geçirdi aklından, "Yemin ettiriyoruz ama yeminini tutmadığında bir ceza vermiyoruz." Bu dünyada olmasa da öbür dünyada çıkacaktı güya bu yeminin acısı.
Caddenin kenarındaki yalnız bir ağacın dallarından havalanan kuşa takıldı gözleri. Kanatlanıp gözden kayboldu bu gördüğü kuş, yükselip alçalarak, neşeyle. Kuşun yerine koydu kendini. O mu daha mutlu acaba?
Bir anda insanların sayısı artmaya başladı caddede. Garip bir ürkeklik sardı içini. Kalabalık yerlerden uzak durun dememişler miydi? Geri dönmeye çalışsa da ayaklarına söz geçiremedi. Başındaki uğultunun kaynağı kalabalıktan mı yoksa beyninin içinden mi bir türlü çözemiyordu. Ahmakça bir gülümseme yapışmıştı yüzüne. Bunu hissedince elini çenesine koyup gizlemeye çalıştı bu ruh halini.
Kalabalık artıyordu etrafında. İnsanların yüzündeki endişeyi gördü. Bir an önce kaçmak bölgeyi terk etmek istiyorlardı. Bir yandan kalabalığa girmeye çalışıyordu yenileri. Kulağında müzik çalarları ile öğrenciler en masumlarıydı içlerinde. Onların umutları kesilmemişti henüz bu hayattan. Olgun yaşta tombul bir teyze, elinde dolgun çantası, bir o yana bir bu yana salına salına yürüyordu. Bir yaşlı çift daha geliyordu meydana doğru, birbirine dayanmış. Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler. Hepsini, ayrı ayrı gözlemeye koyuldu. Şu esmer, iyi görünümlü, uzun boylu adam bir doktor olmalıydı. Başlarını yeni moda örtmüşiki tıknaz kadın uzun pardösüleriyle yerleri süpürüyordu.
Ne yapmaya gelmişti sanki buraya. Bir rüyadan çıkmışçasına sorarken kendi kendine, karşıdaki direğe yaslanmış bir kadınla geldi göz göze. Kadın sadece ona bakıyordu anlamsız gözlerle. O gözler esir aldı onu. Çakıldı kaldı yerinde. Bakıştılar uzun bir süre. Beş altı metre vardı aralarında. Gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu kadın. Anlamaya çalıştı, bakışlarını ondan almadan. Kadının gözleri git diyordu, kaç buralardan.
Dakikalarca birbirlerine baktılar. Kadının siyah saçları dağınık, güzeldi gözleri. Üzerindeki pembe ceketle giydiği yeşil eteğin uyumsuzluğu dikkat çekiciydi. Tuhaf bir şekilde kesişmişti yolları. Kadının gözleri değişti birden. O yeşil gözlerinin içinden şimşekler çakmaya başladı. "Madem kendi ayağınla geldin, madem ki gitmek istemiyorsun, kal o zaman, kal beraber gidelim" der gibiydi.
Bir ses duydu derinlerden. Üzerini yokladı, kendi telefonu değildi çalan. Kadın da etrafına ürkek bakışlar atarak hareketlendi birden. Nihayet sesin kaynağını buldu kat kat giysilerinin içinden. Eline aldığında önce elindeki telefona, sonra başını kaldırıp ona baktı. Gülümsedi. Daha sonra kararlı bir şekilde açma düğmesine bastı.
Ardından büyük bir patlama sesi kulakları sağır edercesine ortalığa yayıldı. Onlarca kişinin parçaları havalarda uçuştu . Kaçıştı çığlıklarla insanlar bir sağa bir sola. Yoğun bir sis bulutu yükseldi, masmavi bir ışık önlerini aydınlattı. Kadının o gülümsemesi yapışmıştı sanki yüzüne. Çevrelerinde yirmi kadar kişiyle ayakları kesildi yerden. Masmavi bulutların arasında yükselmeye başladılar hep birlikte.
Kadın da onlarlaydı. Hiçbir şey duymamıştı, ne bir acı ne de sızı. Üzerindeki can sıkıntısı kalkmış hafiflemişti. Yükselmesinin bir sebebi miydi bu? O karamsarlık, gelecek endişesi miydi ayaklarını yere bağlayan? Hiç kimse kızamadı kadına telefonu açtığı için. Kızmak insanlar içindi çünkü. Hep birlikte yükselmeye devam ettiler mavi çiçekler arasında. En sonunda dayanamayıp sordu, yeşil gözlerinden aldığı cesaretle. "Neden?", "Niçin yaptın bunu?" Yeşil gözlerinden iki damla yaş süzüldü. "Kader" dedi. "Seni buraya getiren kader, beni buradan götürdü" Sessiz kaldı diğerleri. Hepsi başını öne eğip razı oldu kaderine.
Derhal önlem alındı olay yerinde, hemen yayın yasağı konuldu. Kesildi bütün sosyal medya iletişim ağları. Yirmi dört kişi can vermiş. Bir de o kadın. Kırktan fazla yaralı varmış. Hiç kimse bilemeyecek orada ne işi olduğunu. Eceline doğru adım adım yaklaştığını, bir girdap gibi terörün içine çekildiğini. Ancak o bilecek kendisine ağıtlar yakıldığını...
Gece başlayan yağmur sabah saatlerinde hala devam ediyordu. Bugün de yaylada çalışma olmayacak!
Kahveye gitmek gibi alışkanlığım olmadığı için bu havalarda evde vakit geçiriyorum. Tuhaf bir şekilde bugün canım kitap okumak da istemiyor. Dün gece geç saatlerde yatağa uzandığımda, ertesi güne çok şey yapmak istememem gerektiğini düşünmüştüm. Çok şey yapmak isteyince öncelikler çatışıyor birbiriyle. Akşama kadar hızla geçince zaman, planladığı hiçbir şeyi yapamadığının farkına varıyor insan.
Google arama motoruna blog adımı yazıp rast gele film aramak geçti aklımdan. 2012 yılı yapımı II. Dünya Savaşını konu alan bir film çıktı karşıma "Beyaz Kaplan". Çoktandır savaş filmi seyretmemiştim.
Oturdum, bu filmi iki saat boyunca Türkçe alt yazılı olarak izledim. Filmin yönetmeni Karen Shakhnazarov. Biraz bahsedecek olursam;
II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Almanlar ve Ruslar arasında savaşın kaderini belirleyen şiddetli tank muharebeleri oluyor. Sovyet ordusunun belkemiği olan T-34 tanklarının karşısına Almanların sürdüğü efsane tank "Beyaz Kaplan" filme adını veriyor.
Beyaz Kaplan tarafından tamamen tahrip edilen T-34 içinden mucizevi şekilde % 90'ı yanmış halde çıkarılan bir Rus askerinin yaşamasına imkansız gözüyle bakılırken o kısa zaman içinde hayata döner. Adı ve ailesi dahil geçmişe ait pek çok şey hafızasından silinmiştir. Ordu, T-34'leri büyük ustalıkla kullanan bu askeri savaş dışında bırakmak istemez. Ona Rusça "yok" anlamına gelen Naydanov adıyla bir kimlik düzenleyip yeniden görev verir ve teğmen rütbesine yükseltir. Bundan sonra bazı gerçek üstü konulara değiniliyor.
Naydanov, tankların tanrısı olduğunu ve tanklarla konuştuğu iddiasında. Kendisini öldürmeye çalışan Beyaz Kaplan'a kin beslediği için onu yok etmeye çalışır. Yine pek çok Sovyet tankına ateş yağdıran Beyaz Kaplanı terk edilmiş bir köyde sıkıştırsa da, tankın içindeki askerleri ele geçiremez. Filmin devamında işe biraz siyasi propaganda biraz felsefe karıştırılıyor. Almanya'nın kayıtsız şartsız teslim olmasından sonra savaşın bütün sorumluluğu Almanya halkına yüklenirken, Hitler'in savaşı öven sözleriyle film son buluyor.
Sonradan okuduğum bazı yorumlar filme daha derin anlamlar yüklemiş olsalar da filmden tavsiye edebileceğim düzeyde hoşlandığımı söyleyemem. Benim için işin esas ilginç yanı kaldırdığım her taşın altından yine Hitler'in çıkmış olmasıydı.
Bir ara facebook'a gireyim dedim. Yok, girilmiyor. Aklıma hemen bir yere bomba atılmış olabileceği geldi. Yanılmamışım. İstanbul İstiklal Caddesinde canlı bomba saldırısı olmuş yine. Durum her geçen gün zıvanadan çıkıyor.
Eşimle birlikte çıktık yaylaya bugün. Güneşli ve güzel bir gün. Bazı ağaçlar çiçekli, bir kısmı dökmüş artık çiçeklerini. Bahçede ustalar çalışıyor. Çatı kapanmış. Taş fırını yakmışlar yine. İçinde pişecek güveçleri, pideleri hayal ediyoruz.
Şöyle bir dolaşıyorum. Gözüme çocukken avronez dediğimiz sarmaşık takılır mı acaba diye. Birkaç dal bulduysam da işime yaramayacak. Bolca nane var kendiliğinden bitmiş. Yakup usta sabah topladıklarımızı ver abine diyor Kadir'e. Kadir koca bir demet çıkarıp uzatıyor. Şaşırıp soruyorum, "Nereden buldunuz bunları?" diye. "Aşağıda çok var" diyorlar, teşekkür edip ayrılıyoruz.
Yolda elektrikçi Ali'yi arıyorum yine. İki gündür uğramamışlar bahçeye. Cevap vermiyor telefonu. Bir daha arıyorum, yine cevap yok. Bir kez daha aradığımda oğlu çıkıyor karşıma. "Ne zaman bir şey soracak olsam baban telefona bile cevap vermiyor." diyorum. Dükkanına gidip baskın yapmak istiyoruz. Dükkanında da yok. TEDAŞ'ta diyor çalışanı.
Bugün küçük pazar günü. Pazar'dan ot alıyoruz. Bir de çamaşır makinesi için servise uğrayacağız. Son bir haftadır sıkma başladığında pistten kalkış yapan uçağın çıkardığı sese benzer bir uğultu kopuyor. Garanti süresi yeni dolmuş, zaten burada yetkili servisi de yok.
Eve döndüğümüzde servis geliyor. Kazanın bilyeleri dağılmış. Açıp bakıyor servis yetkilisi gençten bir çocuk, "Kazan pres kazanmış" diyor. İyi mi kötü mü yani? "Yani kazan değişecek komple ya da..." "Ya da", diyorum cümlesinin tamamlamasını bekleyerek. "Yeni, makine alacaksınız." "Kazanın fiyatı çamaşır makinesinin fiyatına yakındır" diyor. "Hem bizden değil yetkili servisten isteyebilirsiniz bunu" diye devam ediyor.
Canımız sıkılıyor ama yapacak bir şey yok. Eşimle yeni makine alsak daha iyi olacak galiba diyoruz. İzmir'de yetkili servisi arıyoruz. Bize 850 ile başlayan başka bir numara veriyorlar. Bu numaradan Ödemiş'te bir yetkili servis olduğunu öğreniyoruz. Numarasını çevirdiğimizde yardımcı olmak isteyen biri, yeni makine almamızın bizim için daha mantıklı olacağını söylüyor. Artık makineler ancak üç dört yıl dayanacak şekilde yapılıyormuş, yenisi satılsın ekonomiye canlılık gelsin diye. Ahlaksızlık bu.
Bugün 18 Mart'tı. Herkes bugüne özel yazılar yazıyor, postlar bırakıyor. Benim aynısını yapmak gelmedi içimden. İşin kolaycılığına kaçmak sanki bu. Şehitlerin anısına saygısızlık gibi. Basit geldi bana nedense. Belki de psikolojim bozuldu son yaşadıklarımızdan sonra. O günlerle ilgili fıkra niyetine kahramanlık hikayeleri anlatmak yerine, gözlerimi kapayıp savaşı düşündüm, zavallı insanların yerine koydum kendimi, hayal ettim o zor günleri.
Birinci Dünya Savaşını anlatırlarken Çanakkale Zaferinden hiç bahsetmiyormuş İngiliz ders kitapları. Savaşla ilgili sadece birkaç satırdan ibaretmiş yazdıkları. Türklerin kahramanlıklarından ziyade kendi hatalarını anlatıyorlarmış. Birilerinin hatası diğerinin zaferi oluyor. Her iki taraftan bir sürü insan ölüyor, bir sürü insan acı çekiyor. Savaş kötü bir şey.
Bugün de çıkmadım yaylaya. Beni harekete geçirir ümidiyle yaylayı dolaşmak için eşimin bana eşlik etmesini istedim. Pek oralı olmadı. Israr etmedim. Bana ilginç gelen bazı konulara takıldım. Yaylaya gitme fikrimi sürekli erteleyerek akşamı buldum sonunda. Yemekten sonra gece gezmesine gideceğiz bir aile dostuna.
İlginç bulduğum konulardan biri, yaşanmış bir öykü. Yaşanmış olması öykünün değerini bir kat daha arttırıyor sanki. Yahudilere olan ilgim üniversite yıllarında başlamıştı.Okulun yurdunda kalırken oda arkadaşlarımdan biri David Grünberg'ti. Yabancı öğrenciler vardı aramızda, ama bu çocuk en az bizim kadar düzgün Türkçe konuşuyordu. Diğer arkadaşlardan onun Yahudi olduğunu, ailesinin Nazilerden kaçarak ülkemize sığındığını öğrendim. Babası üniversitemizde meşhur felsefe profesörü Teo Grünberg'miş.
Şaşırdığım diğer bir konu ise adının yazıldığı gibi okunmasını istemesiydi. Aslında bunu kendisi mi istiyordu bilmiyorum ama ona hiç "deyvit" dendiğini duymadım. Ben ve diğer arkadaşları ona her zaman "David" diye hitap ediyorduk. David, orta boylu, beyaz tenli, seyrek sakallı, narin yapılı kibar bir çocuktu. Ben hazırlık sınıfındayken o birinci sınıfa gidiyordu. Benden önceki yıllarda yurtlarda yer problemi olmadığından, Ankara'da evleri olduğu halde yurtta da bir yeri vardı. Çoğu zaman yurtta kalırken istediği zaman şehirde ailesinin yanında kalırdı. Mavi renkli Renault marka bir arabayla gidip gelirdi. Çok konuşmazdı ama ara sıra odadaki arkadaşlarla birlikte Kızılay'da bira içmeye ya da sinemaya giderdik. O talebelik dönemimizde David'in arabasına dolarak ayağımızın yerden kesilmesi büyük bir lükstü bizler için.
Okula başlamamla birlikte birbiri ardına yapılan öğrenci boykotları ve yurtlarda başlayan yer sıkıntısı yollarımızı ayırdı. Bölümlerimiz de farklı olduğundan bir daha hiç görmedim onu. İki yıl sonra babası Teo Grünberg'ten mantık dersi almıştım.
Aynı bölümde okuduğum bir kaç Yahudi kızı hatırlıyorum. Maddi durumları iyi görünüyordu her birinin. Birinin adı yanılmıyorsam Levi idi. David kadar mütevazı değildi onlar.
Yahudilere yapılan zulmü İkinci Dünya Savaşını konu eden filmlerden öğrendim. Daha sonra Yahudileri anlatan kitaplar okudum. Müslüman çoğunluğa sahip bir ülkede yaşadığım halde onlara karşı düşmanlık aklımın ucundan geçmedi. Tanıdığım ilk Yahudi olan David 'ten sonra Yahudiler hakkında okuduğum her kitap, seyrettiğim her film bana onları biraz daha sempatik gösterdi. Bir toplum tarihleri boyunca bu kadar mı eziyet görür?
XX. yüzyılda yaşayan Yahudi ailelerinin hikaye ve resimlerini korumaya çalışan bir vakfa rastladım. Kar amacı gütmeyen bu kurumun adı Centropa. Derlemiş oldukları arasında yaşanmış bir öyküyü ağzım açık izledim. Kısa filme çekilen bu öykü Sefarad Yahudilerinin kullandığı İspanyolcaya yakın bir dil olan Ladino ile seslendirilmiş. İngilizce alt yazılı olduğundan filmi rahatlıkla izleme imkanım oldu. Bu ilginç yaşam öyküsünü bloğumda paylaşmadan rahat edemezdim. Oturdum Türkçeye çevirdim bilmeyenler yaşadığımız bu coğrafyada neler olup bittiğini görsünler diye. BİR TÜRK-YAHUDİ-MÜSLÜMAN ÖYKÜSÜ
Malum olaylardan sonra hayatımıza Avrupa ve Asya'da devam ettik.
Modern bir yaşantı sürdürürken güzel geleneklerimizi hiç unutmadık.
Farklı kültür ve farklı dinlerin yanı sıra birçok etnik kökenli aileye kucak açmış olan İstanbul, pek çok yönden dünyayı birbirine bağlamakta.
Bu yaşam öykümün, bildiğiniz öykülerden hiç birine benzediğini sanmıyorum.
Sözün özü, annem ve babam Yahudi olarak dünyaya geldiler ama daha sonra İslam dinine geçtiler. Böylelikle ben de bir Müslüman olarak doğdum.
Fakat daha sonra evlenebilmek için Yahudiliği seçtim.
Bu evlilik yürümedi ve sonra Müslüman olan harika bir adamla ikinci evliliğimi yaptım.
Ve çocuklarım evlendiğinde, onların seçtiği kişiler ne Müslüman ne de Yahudi'ydi.
Hatta damadım İskoç eteği bile giyiyor.
O zaman şu soru akıllara geliyor: Bir aile nasıl bu kadar farklı kültüre sahip olabilir?
Sorunun cevabı buradan, yani İstanbul'dan değil, ta 500 yıl öncesinin İspanya'sından başlar.
1492 yılının Ağustos ayında, Kristof Kolomb, Palos limanından ayrılıp batıya doğru yelken açtığı zaman, İspanya Yahudileri, Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella'nın emriyle binlerce yıldır yaşamakta oldukları yerlerden sürüldüler. Bu büyük göçe maruz bırakılan halk, sonraları Sefarad Yahudileri olarak bilindi. İbranice Sefarad İspanya anlamına gelir. Sürülen bu Yahudilerin çoğu Akdeniz'in diğer yakasında, yani Osmanlı Sultanlığının topraklarında kendilerine yeni yerler edindiler. Bu topraklara gelirken geleneklerini, giyim tarzlarını, hatta konuştukları Ladino diye adlandırdığımız Yahudi İspanyolcasını yanlarında getirdiler. Osmanlılar, hakim olduğu bütün topraklarda, Hristiyan Avrupa'ya kıyasla Yahudilere çok fazla toleranslı oldular. İşte benim ailem bu tarihin tam içinden gelmektedir.
Köstence, Karadeniz sahilinde bir Romen şehri. Baba tarafım 20. yüzyıl başlarında burada yaşadı. Dedem İzak David Nassi, bir bankada çalışıyordu. Evlendi ve dört çocuğu oldu. 1903 yılında doğan en küçük çocukları daha sonra babam olacaktı. 1920 yılında çalıştığı bankanın İstanbul şubesine tayini çıktı dedemin. Bu sayede babam on yedi yaşındayken İstanbul'a gelmiş oldu.
Anne tarafımda ailemin izlerini daha da geriye sürebildim. Onlar da Sefarad Yahudilerindenmiş ve nesiller boyu Çanakkale'de yaşamışlar. Büyük büyükannem Miryam Levi, tam doksan altı yaşına kadar yaşadı, ona "Nonika" derdik. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarını ve 1923 yılında Kemal Atatürk'ün kurduğu modern Türkiye'nin doğuşunu gördü.
Nonika'mın bir kızı vardı, anneannem Esther. Moshe Benezra adında bir adamla evlenen anneannemin tam dokuz çocuğu oldu. Onlar daha sonra benim dayı ve teyzelerim oldular. Bu kocaman aile Sirkeci'de mütevazı bir evde yaşadı.
Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu Almanya ve Avusturya ile birlikte aynı cephede yer aldı. Dedem Moshe, Osmanlı ordusu saflarında savaşmak için askere gitti. Hangi cephelerde savaştı bilmiyorum ama Osmanlı İmparatorluğu, onun müttefikleri ile düşman kuvvetler arasında çok çetin muharebeler oldu. Anneannem Esther dedemin bu savaştan ne zaman döneceğini, hatta dönüp dönmeyeceğini bilemezdi. Ekmek parası için savaş bitip dedem eve dönünceye kadar bir ihracat firması için bezden fındık çuvalları dikti.
1923'te, Cumhuriyet ilan edildikten sonra, diğer insanlarla birlikte bütün ailemiz milli bayramları kutladık. Geleneksel bir Sefarad Yahudi ailesi olarak Yahudilere özgü Pesach'ta olduğu gibi akşam yemeğine otuzdan fazla kişinin davet edildiği özel günleri ve bayramları da. Dedem konuşmasını tamamladıktan sonra ailenin hazırladığı geleneksel Sefarad yemekleri servis edilmeye başlardı.
1920 ve 1930'larda annem genç bir kadın iken İstanbul'daki bir Yahudi hastanesinde gönüllü muhasebeci olarak çalıştı. Orada genç yakışıklı bir adamla karşılaştı. Ondan çok hoşlanmıştı ama bir daha onu göremedi.
Birkaç ay geçtikten sonra yine İstanbul'da büyük bir fırtına çıkmıştı. Annem bir kapı önüne ilişmiş, yağmurdan korunmaya çalışıyordu. Ansızın elinde şemsiyesiyle hastanede gördüğü o güzel yüzlü adam çıktı karşısına. Henri Nassi'ydi adamın adı. Bu tesadüf sayesinde birbirlerine kur yapmaya başladılar. Daha sonra Henri ve Neama evlenmeye karar verdiler. Ancak durum göründüğünden biraz daha karışıktı. Size babamın bir Romen olduğunu söylemiş miydim? O Türk vatandaşı değildi ama vatandaşlığa geçmek istiyordu. Bunun için annemle evlenmeden önce başka bir şey daha yapmaları gerekiyordu. Birlikte İslam dinine geçtiler. Babam adını Avni Tunçer olarak değiştirdi. Prosedürü tamamlamak için annemle birlikte gidip müftünün huzuruna çıktılar. Bir yıl sonra, 1937'de gözlerimi dünyaya bir Müslüman olarak açtım.
Büyüme çağımda İstanbul, dünyanın en tılsımlı ve en güzel şehirlerinden biri, Boğazın mücevheriydi. Yüzyıllar boyu hüküm süren Osmanlıdan, Roma ve Bizans'tan kendi verdikleri isimle Konstantinopolis'ten kalan muazzam mimari yapılar.
Öte yandan 1930'lu yıllardan itibaren Avrupa çirkin bir hal almaya başlamıştı. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başladı fakat bu savaşta Türkiye tarafsız kalmaya çalışıyordu. Çok sonraları Avrupa'da korkunç şeylerin yapıldığı su yüzüne çıktı. Alman Nazilerinden kaçan bazı Yahudi ailelerinin Türkiye'ye sığındıklarını bilmiyordum. Ancak evlerimizin pencerelerinde karartma uyguladığımızı hatırlıyorum. Ayrıca ailem hissettirmemeye çalışsa da ekmek ve şeker karneye bağlanmıştı.
Savaş başladığında babam, diğer erkekler gibi askere çağrılmıştı. Kimse ne olacağını bilmiyordu. Türkiye savaşa girecek miydi? Girecekse hangi tarafta yer alacaktı? Pek çok Gayrimüslim aile savaş sırasında konulan "Varlık Vergisi" nedeniyle ekonomik bakımdan büyük zarar gördü. Babam da bu durumdan etkilendi ama yıllar önce İslam dinine geçtiği için ailenin diğer fertleri kadar kötü durumlar yaşamadı.
Babam eve dönene kadar Türkiye savaş boyunca tarafsız kaldı ve 1945 yılından sonra yeniden kendi işine döndü. Beş yıl kadar sonra korkunç bir hastalık olan menenjite yakalandı. Doktor onun fazla yaşamayacağını söylemişti. Ancak o komadan çıkarken, aile fertlerinin kulağına şunu fısıldamıştı. "Ben ölemem, benim evlenecek bir kızım var." Çok fazla zaman geçmeden Ceki Karasu çıktı karşıma. Yahudi bir üniversite öğrencisiydi. Onunla evlenmeye karar verdik.
O bir Yahudi ben ise Müslümandım. Evlilik merasimimizi bir sinagogda yapmak istedik. Böylelikle Yahudiliğe geçtim. İlk önce müftüye gittim. Müftü sordu, "İyice düşündün mü?" "Evet" dedim. "Bunu isteyerek yapıyorum." Daha sonra Büyük Hahambaşına gittim ve Yahudi olmak için bütün prosedürleri tamamladım. 1954 yılında, Neve Şalom Sinagogunda evlendik.
Birkaç yıl sonra Ceki ile ayrı yaşamaya başladık. O üniversite eğitimine Amerika Birleşik Devletlerinde devam etmek istemişti ama ben Türkiye'de kalmayı tercih ettim. Sonuç olarak ikiye bölündük. Boşandıktan sonra babamla çalışmaya başladım. Boş vakitlerimde at binmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımdan biri vasıtasıyla Günel Orgun'la tanıştırıldım. Hoş bir Müslümandı o. Ayrıca tipik bir Türk'tü aynı zamanda. Sarı saçları, güzel yeşil gözleri vardı. Bu sefer tamam dedim, aradığım adam bu.
1965 yılının kasım ayında evlendik. Ne Müslüman ailelerinin geleneklerine göre ne de bir Sinagogda. Yaptığımız medeni bir nikah töreniydi sadece. Günel, Müslüman olarak kaldı ben de Yahudi olarak. Oğlumuz Orhan 1966 yılında dünyaya geldi, iki yıl sonra da kızımız Gün.
Çocuklarımızı büyütürken İstanbul'daydık. Hatta bir çiftlik evinde. Çocuklarım çiftlik hayatının içinde olmalarına rağmen çok çalıştılar.
Sizlere doktoralarını kazandıklarını söylerken her ikisiyle de gerçekten gurur duyuyorum. Orhan Dilbilim, Gün ise İngiliz Edebiyatı üzerinde ihtisas yapıyor. Gün, mükemmel bir İskoçyalıyla evlendi, daha sonra iki çocukları oldu. Orhan ise Kaliforniya'da yaşıyor ve orada öğretmenlik yapıyor. Kaliforniya'daki torunlarım benimle bazen İspanyolca konuşurlar. 65'inden sonra İspanyolca öğrenmek için Cervantes Enstitüsüne kaydoldum. Buna Ladino dilimin üzerindeki tozları atmak için karar verdim de denebilir.
Şimdi ben Türkiye'de Ladino dilinde yayınlanan ve Sefarad Yahudilerine ait haberlerin bütün dünyada okunduğu "El Amaneser" gazetesinde editör yardımcılığı görevini yapıyorum. İşte bu sayede büyükbabam ve büyükannem Moshe ve Esther Benezra'nın konuştuğu dillere geri dönmüş oluyorum. Benim İspanya Yahudilerimden kalan mirasa.
Ailem bizlere zengin ama karışık bir kültürü mirası bırakmıştır. Anne ve babam doksanlı yaşlara geldiklerinde bize bıraktıkları kültür mirası ile ilgili bazı sorularımıza maruz kaldılar, onlara sorduk: Müslüman mezarlığına mı yoksa Yahudi mezarlığına mı gömülmek istersiniz? Uzun uzun düşündüler bu soru üzerinde. Çalkantılı bir asırda yaşayan ailemizde hem Müslüman hem Yahudi olanlar vardı.
1997 yılının bir Mayıs akşamında annem Neama Benezra Tunçer öldü. Ertesi günü onun vasiyetini yerine getirerek bir Müslüman mezarlığına gömdük onu. Cenaze töreninde imam işini yaptığı esnada bir şeyin farkına varmış olmalı ki, "Şimdi biz Musa'dan Muhammed'e kadar bütün peygamberlere dua ediyoruz." dedi.
500 yıl önce, ailemiz İspanya'dan sürüldüğünde kendilerine sığınacak yer ararlarken burayı, İstanbul'u buldular. Belki de burada bizler Asya ile Avrupa, eski ile yeni, hatta dinler arasında bir köprü olduk.