KATEGORİLER

16 Haziran 2016 Perşembe

TAŞ EVİN KADINLARI

15/06/2016 Çarşamba, Tire

Taş Ev'in temizliği vardı bugün. İki temizlikçi kadın buldu eşim. İçlerinden biri buradaki evimize taşınmadan önce ilk temizliği yapan  anasının gözü bir kişi. Bu yüzden onu bir daha almamıştık. Her hafta apartmanın merdivenlerini yıkayıp silen diğeri ise iyi niyetli fakat öteki kadar işi bilmiyor. İşi bilen uyanık birini mi tercih etmek lazım yoksa işten o kadar anlamayan iyi niyetli birini mi? İşin büyüklüğünü düşünerek biz ikisini birden tercih ediyoruz...


Eve kadın alma (hanımların ağzıyla) özellikle çalışan hanımlar için önemli bir konu. Bazen kapıcının karısı, bazen de arkadaşınıza temizliğe giden kişi olur eve alınan ilk kadın. Hiç de hafife alınacak bir konu değildir...

Yeni taşınmışsanız eve alınan kadın size çömez asker muamelesi yapar. Eline geçen bütün fırsatları değerlendirir. Ödenecek gündelikçi yevmiyesinin piyasası bellidir ama yenisiniz diye sizden daha fazlasını ister. Henüz çevre edinemediğinden ona mahkum olduğunuzu çok iyi bilir. Zaten bütün günleri de doludur! Size deneme amaçlı gelmeyi kabul etmiştir. Kim kimi deneyecek? Karşılıklı elbette. Siz evi kuralına göre (her yerin bezi, kullanılacak temizlik malzemeleri, temizlik araçları ayrı olacak) güzel temizlik yapıyor mu diye bakarken o evin büyüklüğüne, işin ne kadar yorucu olduğuna ve sunulan ikramlara bakar.

Eve gelen kadın eve gelmeden önce evlerde hummalı bir temizlik hareketidir başlar. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi ev temiz olmalıdır ki eve alınan kadın fazla yorulmasın, onu bir daha çağırmaya yüzünüz olsun. Bu ön temizliğin ikinci nedeni ise dedikodudan kaçıştır. Eğer acemilik eder evinizi temizlemeden önce eve kadın alırsanız hapı yuttunuz demektir. Bütün arkadaşlarınız, komşularınız sizin ne kadar pasaklı olduğunuzu konuşur!

Kadın kapınızı sekiz buçukta çalmış ise eğer, şanslısınız demektir. Çünkü uzak yerden geliyorsa, varışı çoğu zaman dokuzu geçer. Kapıdan girer girmez üstünü çıkarıp ilk bulduğu koltuğa atar kendini. Yolun onu çok yorduğunu söyler. Birden para verdiğinizi unutur acımaya başlarsınız. "Ne uzak yolları tepti de geldi benim için." der içinizdeki ses.

En kıymetli misafirlere bile hazırlanmayan kahvaltı eve alınan kadını bekler mutfakta. Dumanı tüten çay o gelmeden hazırlanmıştır. Masada yok yoktur. Yağından balına, kaymağından yumurtasına kadar... Tam üç çeşit reçel konulmuştur önüne. Vişne, çilek, şeftali. Ama o hiçbirini görmez, ev sahibine dönüp "Kayısı reçeli yok muydu? Ben onu çok severim." der. Evin sahibi ilk golü yemiştir. Kalkıp çayını döker bardağına eve aldığı kadının...

Hikaye uzun. İki saat çalıştıktan sonra öğlen yemeği servisi başlar. İkindi vakti yorgunluk kahveleri içilir. Çok yorulduğu için eve alınan kadın, yavaş yavaş toplanmaya başlar, yolu uzundur. Evin sahibi eve aldığı kadının evden mutlu ayrılmış olması için dua ederken minnet duygularıyla parasını eline sıkıştırıp kulağına fısıldar. "Yol paranı da koydum içine..."

Bizim Taş Ev temizlikçi kadınların beklediği kadar temiz değildi haliyle. Hayır, temizledim temizlemesine ama yine de onlara yapacak iş kaldı biraz. İnşaattan sonra ilk temizlik ne de olsa. Kahvaltı için en iyi gevrek (simit) satılan fırına gittik sabahın köründe. Buraların lisanı İzmir'den de farklıymış! İstanbul simidine benzeyen yassı simide "daban" (taban), bizim gevreğe de "çıtır" diyorlarmış. Çıtır aldım. Eşim evden bir de peynir almış yanına. Çay da yapılabiliyor yukarıda. Yine de çok eksiğimiz var. Allahtan çok not kırmasalar! 

Öğlen yemeği için öyle enem konam sofra kurmadık. Çarşıya indiğimde ekmek arası köfte yaptırıp yanına birer de ayran aldım. Temizlik malzemelerini eksik buldular. Domestos, mikro fiber bez, bulaşık teli, terlik, temizlik bezi daha neler neler...

Habire "Boyacılar çok kötü çalışmış her tarafı batırmışlar." deyip duruyor kadınlar. Mesajı alıyoruz. Anladık, çok çalıştınız, sizi yordular... 

Sabah bizimle beraber başladı çalışmaya Yakup Usta. Sırtında ot makinesi, gözünde koruyucu gözlükle tek başına. Çok yorulduğu anlaşılıyor. Ama yoruldum demiyor... Güz aylarında otuz adet ceviz fidanı dikmiştim. Hepsi tuttu ama sulanması lazım artık. Ne yazık ki fidanların etrafı yüksek otlarla kapanmış. Makine çalışırken fidanlara zarar vermesin diye çevresinin açılması lazım. Çalışacak kimse bulamıyoruz işsizliğin zirve yaptığı memlekette. Elime orağı alıp düşüyorum Yakup Usta'nın önüne. Yorucu bir iş ama az da olsa faydam oluyor eşim seslenene kadar... 

Sabahleyin ilk iş olarak tezgah ve cihazları üzerindeki koruyucu film tabakalarını soyduk eşimle. "Yapma bak, belin ağrıyacak sonra" dediysem de dinletemedim. İçlerinden bazıları kolaylıkla çıkarken bazıları çok uğraştırdı. Taş Ev'in önündeki ağaçlardan sırıkla kayısı ve erikleri düşürdüm.  Her ikisi de tam reçellik kıvama gelmiş. Kuşlara fena sürpriz olacak bu sefer onlardan önce davrandığım için. Tuvaletlerde eksik kalan yer ve duvar seramikleri ile süpürgelik ölçülerini aldım.

Akşamın geç saatlerine kadar çalışıldı yukarıda. Kadınlardan saf olanına parasını verip arabayla sabah aldığımız yere bıraktık. Anasının gözü olan ise kapısının önüne kadar götürmemizi istedi. Parayı da beğenmedi. İnşaat işi olduğu için çok yorulmuş! "Sen doğrusunu bilirsin ağam!" dedik  verdik istediği parayı sırf adımız cimriye çıkmasın diye. Yarın masa ve sandalyeler gelecek, Taş Ev biraz daha şenlenecek...

15 Haziran 2016 Çarşamba

PATATES 30 KR

14/06/2016 Salı, Tire

Bu sabah işi sıkı tuttum ve kahvaltıdan sonra taş evin ince işler kesin hesabına başladım. Metrajlar çıkarılıp miktarlar sözleşme birim fiyatlarıyla çarpıldıktan sonra işin bedeli ortaya çıktı. Verilen avansları düştükten sonra geriye neredeyse bir şey kalmamıştı. Bu işi sonlandırmam için yaylada birkaç ölçüye ihtiyacım var. 

Haftalar ne çabuk geçiyor... Her gün salı günüymüş gibi. Daha dün değil miydi eşimle birlikte pazara çıkıp reçellik kayısı aldığımız gün? Bu hafta karadut vardır pazarda. Ben Sezai Ustanın hesaplarına kendimi iyice kaptırmışken eşim sabırsızlanıyor... "Hadi ama bir an önce çıkacaksak çıkalım."

Çarşı pazar alışverişlerinde eşimin beyni benimkinden farklı çalışır. Belki de bu kadın erkek arasında olan bir fark. Evden çıktığımızda ben ne alacağımızı merak ederken (Bana göre pazardan alınacak fazla bir şey yoktu.) eşim pazarda ne göreceğini merak eder. Taze ve ucuz bir şey gördüğünde affetmez alır! Benim için önemli olan aradığımı bulmaktır.

Eşimin arkadaşı telefon edip Atilla Bey'in bize istifno aldığını söylediğinde henüz evden çıkmamıştık. Benim işimin bitmesi öğleden sonra ikiyi buldu. Arabayı tarihi camilerin bulunduğu pazarın üst taraflarında bir yere park ettik. Karadut yeni çıktığı için fiyatı yüksekti onun yerine bir kasa çilek aldık reçellik. Patates o kadar ucuzlamış ki üreticiye içim yandı. Bende şeker olduğu iddia ediliyor ya, patates yasak o bakımdan. Ama o canım patatesler dillenmiş "Al beni, Al beni" diyorlar. Üç kilosu bir lira hem de. Eşim halimi görüp "Al madem biraz, çok canın çektiyse" der demez "Ver oradan üç kilo" diyorum satıcıya. Eşim kıyameti koparıyor "Üç kilo patates mi yiyeceksin? Sen kendini hiç mi düşünmüyorsun?" Aslında üç kilo almak değildi niyetim. Bir kilo patates için köylüye otuz kuruş vermeye utandım. Nakliye fiyatını kurtarıyor mu acaba?

Alışverişimizi tamamladıktan sonra ahbaplık ettiğimiz pazarcı Ahmet'i gördük Ziraat Bankasının köşesinde kurduğu tezgahında. Kendisi ve ailesi çok sıcak ve düzgün insanlar. Oradan dönüp Atilla beyin dükkanından istifnomuzu aldıktan sonra arabamızın yanına döndük. Yol üzerinde duşa kabin işini yapacak Faruk Beyle görüştük. İzmir'den duş teknesi ne zaman gelecek  haberini bekliyormuş. Bu bana yıllar önce Karakaya Barajındaki günlerimi hatırlattı. O zamanlar günlük gazeteler Diyarbakır'dan Çüngüş'e iki üç günde bir gelirdi. Şimdi İzmir'den duş teknesi kaç günde gelir onu bekliyoruz...

Gece başlayan yağmur sabah sağanak haline dönmüştü ama akşama doğru kimse burada yağmur yağdığına inanmaz. Yağmuru hiç bu kadar özlememiş hiç bu kadar sevmemiştim.

Yarın temizlikçi kadınlar gelecek ve taş evin hanım elinden ilk temizliği yapılacak. Benim araba servisten bu hafta sonu çıkacağından hala eşimin ufak arabasını kullanıyoruz. Arabanın arka koltuğunda rahat bir sandalye var. Bir sürü temizlik malzemesi, kovalar, fırçalar, kürekler, bezler arabaya nasıl sığacak? Hadi onları bagaja koyduk, arka koltukta sandalye varken iki kadını nereye oturtacağız yarın giderken? Ani bir kararla akşam yemeğinden sonra eşyaları yaylaya götürmek üzere arabaya yüklemeye başlıyoruz. Biraz rüzgar çıkıyor biz evden çıkarken... Yollar iyice sakinleşmiş, insanların oruç bozmak için evlerine çekildiği saatler. Bahçe kapısına vardığımızda artık iyice karanlık basıyor. Arabanın farları anahtar deliğini bulmamda yardımcı oluyor. İçeri girip ışıkları açıyorum.

Taş binanın önünde içi kırmızı, mis kokulu İtalyan eriği ve kayısı taneleri yerlere dökülmüş. Niyetimiz eşyaları bırakıp hemen dönmek iken düşündüğümüz gibi olmuyor. Mutfak ekipmanlarının üzerine yapıştırılan koruyucu film tabakalarını çıkarmaya başlıyoruz. Bir kaç saatimizi alıyor bu iş. Yorgun argın dönüyor yarın sabaha hazırlanıyoruz...   

14 Haziran 2016 Salı

DEĞİŞİK BİR OMLET!

13/06/2016 Pazartesi, Tire

Neredeyse iki hafta olacak bir türlü konsantre olamıyorum. Bugün güya kesin kararlıydım. Hatta sabah kalktığımda ilk yapacağım işti. Olmadı bugün kaytardım yine bu vakte kadar. Adam efendiymiş, sadece bir kez aradı. Kasıtlı değil bu ertelemeler, aklım hep hesapta ama elim varmıyor Sezai Usta'nın kesin hesabını çıkarmaya...

Arap ülkesi bile olsa yurtdışında bizim usulde kahvaltı bulmak mümkün değil. Muscat'ta kaldığım oteldeki kahvaltı salonunun bir köşesinde özel kıyafetli aşçıya hazırlattığım omlet güne iyi başlamamı sağlardı. Ocağın bulunduğu masanın üzerinde büyükçe bir kase  içinde çırpılmış yumurta, çelik kapların her birinde küçük parçalar halinde doğranmış soğan, salam, biber, domates, peynir gibi malzemeler bulunurdu. Elinde tabaklarıyla kuyruğa girmiş misafirler sıraları gelince sade ya da arzu ettikleri malzeme çeşitlerini söyler, otelin aşçısı sol eliyle tuttuğu şişeden ocaktaki tavaya biraz sıvı yağ damlatırken içinde çırpılmış yumurta bulunan kaseye sağ eliyle tuttuğu kepçesini daldırırdı. Aşçı, tavaya boşalttığı yumurta sertleşmeden önce isteğe göre her birinden birer yemek kaşığı malzemeyi, son olarak da tuz ve karabiberi eklerken uzun uzadıya seyrederdim bu seremoniyi. Alçak kenarlı teflon tavaya hafif kavis verip aşağı yukarı sallayarak içindeki karışımı ters yüz etmesini hayranlıkla izlerdim. Ne bir gram yağ dökülürdü dışarı ne de tavadaki incecik karışım parçalanırdı.  Yumurtaya çiğ olarak karıştırılan soğan, biber, domates gibi malzemelerin bir kaç dakika içinde nasıl pişeceğini hep merak eder dururdum. Kısa süre içinde tam kıvamında pişen omlet karşıdan uzatılan tabaklara kaydırılırdı.

Bu sabah buzdolabını açtığımda dünden kalan kabak çiçekleri Muscat'ın otel kahvaltılarında yediğim karışık omletleri getirdi aklıma. Kabak çiçeğini nereden bulacaksın oralarda... Ama burada var. Kabak çiçeğinden omlet olur mu? Neden olmasın? Kalınca doğradığım kabak çiçeklerinin yanında küp kesilmiş köy peynirini iki yumurtayla birlikte çırptım. Biraz tereyağı erittiğim tavaya karışımı boşalttıktan sonra üzerine bir tutam karabiber ekledim. Ters yüz ettim ve tabağıma boşalttım. Evde tutulmuş bir kase taze yoğurt eşliğinde afiyetle yedim.

Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın romanı epeydir sürünüyordu elimde. Bir çırpıda bitirdim kitabı. Uzun zamandır günde yüz sayfadan fazla kitap okumadığım için bu duruma en çok ben şaşırdım! 

Öğleden sonra yaylaya çıkmak istemedim. Mutfakta eşimle birlikte otururken aşağıdaki dükkandan gelen yağmur başladı seslerini duyunca panik içinde arka balkona koştuk. Güneşlenen reçelleri hemen içeri aldık. Reçelleri kurtardık nasıl olsa, artık iyice bir yağsın da bahçeleri sulasın derken yağmur kesildi birden. Meğer birkaç damlaymış bulutların taşıdığı... 

Yakup Ustayı aradım. Evinde badana yapıyormuş. Otları biçmek için çarşamba günü geleceğine söz verdi. Yanına en azından bir kişi daha bulabilseydi daha da iyi olacaktı. İzmir'den Arda Bey aradı.  Önümüzdeki çarşamba temizlik yapılacağı için perşembe gününden itibaren masa ve sandalyeleri gönderebileceklerini söyledim. Temizlik işinin yanı sıra bu hafta yapılacak işler arasında alt yaylada otların biçilmesi, davlumbazın montajı, tüp ve hidrofor için profilden koruyucu kabin yapılması, asma tavan montajı, tuvaletlerin iç kapıları gibi işler sırasını bekliyor.

13 Haziran 2016 Pazartesi

KIRMIZI SAÇLI KADIN - ORHAN PAMUK



Kitabın Adı: KIRMIZI SAÇLI KADIN
Yazar: Orhan PAMUK (Aralık 2015)

Sayfa Sayısı: 204
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları Basım Yılı: 1. Baskı. Şubat 2016, İstanbul
Türü: Roman

Kitap Hakkında: Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un bu eserindeki karşılaştığım ifade bozuklukları yazarın kitabı uyku halinde yazdığını ya da aceleye getirmiş olduğu izlenimi yaratıyor. Örneğin 89. sayfanın ikinci paragrafının son cümlesinde  "... Hiçbir şey olmamış gibi yaparsanız ve gerçekten hiçbir şey olmuyorsa, hiçbir şey olmaz sonunda." derken neyi anlatmaya çalıştığını bir türlü anlayamadım. Kullanılan dil bazen akıcı ama bazen de kötü bir çeviriyi andırıyor.

Roman antik Yunanın tragedya yazarı Sofokles'in eseri Oidipus'ta konu edilen "oğulun babayı öldürmesi" ile İranlı şair Firdevsi'nin eseri Şehname'de yer alan Rüstem ve Sührab arasındaki ilişkide geçen "babanın oğulu öldürmesi" temaları üzerine kurulmuş. Yazar doğu ve batının iki ünlü eserini roman kahramanları ağzından ele alırken gerçek yaşantıların aynı temalar üzerinde süregeldiğini anlatmaya çalışıyor. Oidipus ve Şehname hakkında verilen ansiklopedik bilgiler zaman zaman romanı akademik bir metne dönüştürünce romanın atmosferinden kopartıyor okuyucuyu.

Üç kısımdan oluşan kitabın ilk bölümünde başkahraman Cem lise öğrencisiyken yaşadıkları uzun uzun anlatılmakta. Babasının evi tek etmesinden sonra annesiyle yaşamaya başlayan Cem, yaz tatillerinde önce bir kitapçıda daha sonra İstanbul'un dışında bir kasabada su kuyusu açan Mahmut Ustanın yanında çalışır. Yazar bu bölümde 1980'li yıllarda iptidai su kuyusu açma tekniklerini en ince detayına kadar tasvir etme konusunda hayli başarılı bir grafik çizmektedir. Cem, kuyu açma işinde çalışırken mesaiden sonra gittiği kasabada çadır tiyatrosu oyuncusu kırmızı saçlı alımlı bir kadınla tanışır ve onunla ilişkiye girer. İlk bölümün sonunda babası yerine koyduğu Mahmut Ustanın sonu sık sık atıfta bulunulan Oidipus'un babası mitolojik kral Laios'a benzetiliyor.

Romanın ikinci bölümünde ilk bölümdeki hava birden değişiyor. Yeterince detaya  girilmediği için roman tadını alamıyor insan.  Öz babası evi terk ettikten sonra onunla yalnız başına hayatın zorluklarını göğüsleyen Cem'in annesinden hiç bahsedilmiyor mesela. Bilinmez bir elin annesini sahneden almasından sonra bu eksikliğin farkına varan yazarın durumu kurtarma çabaları yeterli olmuyor elbette. Bir anda yıllar geçiyor ve kırkını aşan evli bir adam olarak görüyoruz Cem'i. Eşi Zeynep ile mutlu bir birlikteliği sürdürmelerine karşın çocukları olmuyor. Bu bölümde bazı olaylar okurun kafasında boşluk bırakıyor. Mesela kuyu açarken verilen detaylar iş hayatında yok. Cem karısını da yanına alarak bir anda meşhur ve zengin bir müteahhitliğe sıçrıyor. Ama birden nasıl oluyor bu iş? Meçhul! Kırmızı Saçlı Kadının onlarca yıl aradan sonra Cem'i hatırlayıp oğlunu peşine takması ise hiç inandırıcı değil. 

Şehname'de geçen olayın bir benzeri yaşandığı için Cem yok son bölümde. Bu bölümü Kırmızı Saçlı Kadın anlatıyor ama yazım tekniği aynı. Yani konuşturulan kişi farklı ama ifade tarzı değişmiyor! 

Doğu ve batının bir bakıma tezat oluşturan iki ünlü eserinden yola çıkarak kurgulanan roman yazarın diğer eserleri arasında sönük kalmış. Kitabın zorlanarak yazıldığı, ısmarlama olduğu hissediliyor. Sanki birileri "Git, bana falanca temalı bir roman yaz" demiş. Yazar efsanevi karakterlere o kadar kaptırmış ki kendini, bazen ne yazdığını unutmuş!  İkinci ve üçüncü bölümler sürükleyici. Yazarın konuları derinlemesine araştırması takdire şayan. Bununla birlikte gereksiz detaylara yer verilirken bütünlüğü sağlayacak ayrıntılar hep eksik kalmış.

Sofoklesin Oidipus'u ile Firdevsi'nin Şehnamesi'ni, baba oğul arasında süre gelen tarihsel ilişkileri anımsatması dışında roman olarak vasat bir yapıt.  

12 Haziran 2016 Pazar

PATLICANLI SOS YATAĞINDA KABAK ÇİÇEKLİ KREMALI YERLİ FETTUCINE


Yemeyi sevdiğim kadar yemek yapmasını da çok severim. Öyle çocukluğumuzun evlerinde pişen patlıcan karnıyarık, etli taze fasulye, soğan yahni, fırın patates gibi klasik yemeklerden bahsetmiyorum elbette.

Fırsat buldukça pıtrak gibi çoğalan yemek ustalarını televizyon kanallarından zevkle izliyorum. Bazı özel kanallar ekranlarını sadece orijinal yemekler yapan şeflere tahsis etmiş. İlk zamanlar erkek aşçıların tekelindeki profesyonel mutfak dünyasına bu tür yayın yapan özel TV kanalları ve yemek blogları sayesinde yaratıcılığı özlerinde saklı kadınlar da dahil olmuş durumda.

Yemek konusunda asla usta kabul etmem kendimi. Bazen kendi yaptıklarımı bile beğenmem. Benim beğenmediğimi zaten kimse beğenmez. Kızım ufacıktı bir keresinde. Evde ne kadar sebze varsa bölük pörçük hepsini doğrayıp bir çorba yapayım dedim. Hem çocuklara faydalı vitamini bol bir yiyecek olacaktı. İçine neleri koyduğumu hatırlamadığım garip, yeşil renkli bir bulamaç çıktı ortaya! Henüz yeni konuşmaya başlayan kızım ilk kaşıkta yüzünü buruşturdu. "Bu tata (kaka) çorbası olmuş!" Ama ben yılmadım.

Hayır, bu özelliğim yeni değil. Ta lise çağlarına kadar dayanır. Ama o zamanlar bilinen yemeklerin dışına pek çıkmamaya çalışırdım. Fethiye Katrancı'da bir ay kadar tatil yapmış,  arkadaşlarla kamp içinde çadır kurmuştuk. İlk aşçılık günlerim o zamanlara dayanır. Ufak piknik tüplerinin üzerinde kızartma, kuru fasulye, pilav gibi klasik yemekler yapıyordum. Kimse zehirlenmedi benden dolayı o yaz. Bilakis aşçılığım konuşuldu yıllarca. Kampta aşçılığın bir faydası da bulaşık yıkamaktan muaf tutulmaktı.

Evdeki mevcut malzemelerden bir şeyler çıkartmayı hep severim. Bazen o kadar güzel şeyler çıkar ki ortaya "Bunu ben mi yaptım?" der şaşırırım.

Yumurtayı benim kadar sevenini henüz görmedim. Bu yüzden tavuklara minnettarım. Hiçbir şey beni onlardan ayıramaz. Yumurta kolesterolü yükseltiyor diye kara listeye alındığında dahi hiç oralı olmamıştım. Eğer yumurtanın bir zararı olsa şimdiye kadar ölmem gerekirdi. Çünkü benim yediğim yumurtayı yiyen canlı gelmemiştir yeryüzüne. Karakaya Barajının ilk yıllarında henüz bekardım. Öğlenleri ya İtalyanların ya da DSİ'nin yemekhanesinde karnımı doyururken akşamları genel olarak lojmanda kendi yaptığım yemekleri yerdim. Yemeklerin değişmeyen tek figürüydü yumurta. Tamamlayıcı figürler her akşam değişirdi. Bazı günler yumurtama patates eşlik ederken, diğer günler sırayla peynir, sucuk, pastırma, peynir, ıspanak, sosis vs. dahil olurdu. Çocukluğumda yediğim yumurtaları hiç saymıyorum bile. Sebzeye düşkün bir ailede patlıcan, biber, taze fasulye, bamya, pırasa yemeklerini hiç ağzıma koymadım. Zavallı annem aç kalmayım diye iki yumurta kırıverirdi sana yağına.

Üniversitenin son yılında patlıcanı keşfettim. Yemekhanede ilk kez tattığım patlıcan musakka çok hoşuma gitmişti. İzmir'e ilk dönüşümde anneme ilk sorum "Anne bana patlıcan musakka yapar mısın?" olmuştu da zavallı kadın başıma taş düştüğünü sanmıştı. Annemim yaptığı patlıcan musakka çok daha güzeldi elbette. Kendime o kadar kızdım ki, bu güzel yemeği yıllarca ağzıma koymadığım için...

Bu akşam eşim diyette olduğu için "İstersen sen kendine bir şeyler hazırla, buzdolabında biraz kıyma çıkartmıştım" deyince kolları sıvadım. Böyle plansız yemek hazırlıklarında aklıma hep İtalyan Pastası yani makarna gelir. Tagliatelle ya da Fettucine favorim. Bu kez İzmir'den aldığımız erişte fettucine arası yumurtalı bir makarna deneyeceğim. Buzdolabında pazardan aldığımız kabak çiçeklerini değerlendirmek ilk hedefim. Domates, biber, patlıcan çıkartıyorum yanı sıra. Genellikle mantar kullanırdım ama bu sefer onun yerine patlıcan kullanacağım. Bir de geçen gün yarısını kullandığım krema aklımda.

Malzemeleri yıkadıktan sonra kıyma çıkıyor kafamdan. İçine giren malzemeler yemeğin adını da koyuyor zaten. "Patlıcanlı Sos Yatağında Kremalı Yerli Fettucine" Patlıcanları çiğden pişirmek rezil bir tat verir. Ben tavaya biraz yerli malı sızma zeytinyağı koyup küçük küpler halinde doğradığım patlıcanları ve köy peyniri ile ince ince kestiğim biberleri  ilave ediyorum. İsteyen bu aşamada ince kıyılmış sarımsak da kullanabilir ama onunla aram iyi olmadığı için yüz vermiyorum. Kısık ateşte tavaya koyduklarım can vermeye devam etsin, kabak çiçeklerinin saplarını ve içindeki üreme organını çıkarıp parçalara ayırıyorum. Arkasından orta boy bir domatesi küp şeklinde kesiyorum.

Biber ve patlıcanlar ruhlarını teslim etmeye yakın kabak çiçeklerini ilave ediyorum. Onları da bir iki çevirdikten sonra domatesi ilave ediyorum tavaya. Üzerine kırmızı pul biber, kekik ve karabiber ekleyip karıştırıyorum. Artık makarnayı haşlama zamanı. Sadece iki yumak fettucine yeter bana. Isıtıcıda kaynattığım suyu bir tencereye boşaltıyor ocakta kaynamasını bekliyorum. Fettucineleri kaynar suya atıp karıştırıyorum. Tuz sevenler kullanabilirler ama benim eksikliğini fark etmediğim bir nesne olduğu için aklıma bile gelmiyor. Kronometremi kuruyor, on dakikanın dolmasını bekliyorum.

Tavada domatesler pişince kremayı ilave ediyor, arada karıştırıyorum. Makarnanın süresi dolunca suyunu süzüp tavaya aktarıyor sosuyla bir güzel karıştırıyorum. Öyle güzel bir lezzet çıkıyor ki ortaya... Eşimi buyur ediyorum, tadına baksın diye. Kokusuyla mest olmuş zaten. Kovuyor beni odadan diyetini bozduracağım diye. Hakikaten diyet bozulur böyle bir tada...

ANLATMA, GÖSTER (!)

12/06/2016 Pazar, Tire

Yazın insanları evlerinden çıkarıp deniz kenarlarına ya da yüksek yaylalara atan bunaltıcı yüzünü dışarı çıkınca hatırladım yine. Sabah Demirci Atilla Usta'nın araması benim için sürpriz olmuştu ama ayağıma kadar gelen kısmeti kaçırmak istemedim. Öğlen saat tam on ikide Kesikbaş'ın orada buluşmaya karar verdik. Biraz zamanım vardı. Aynanın karşısına geçip tıraşımı olurken çalışma hayatım boyunca her sabah tekrarladığım bu işi artık birkaç günde bire indirmemden dolayı mutlu oldum. Zaten iyice aklaşan sakalım iki günde çok belli etmiyordu kendini.

Eşim kayısıları yıkamış parçalara ayırıp kocaman tencerelere doldurmaya başlamıştı. Atilla Usta'nın aramasına bu yüzden çok fazla sevinemedim. Ben yokken o koca kazanları ocağın üzerine kaldırıp indirmesini, eğilip bükülmesini istemiyordum. Dönüşümü beklemesini istedim. "Bu iş beklemez, ancak bir şey istiyorum senden" dedi. "Şeker yetmeyecek, alıp gelirsen sevinirim."

Anladım ki, hız kesmeyecek. Onun bu iş hırsı beni korkutuyor. Ağrı kesici aldığında ağrılarını unutuyor ancak birçok yan etkisi olan bu ilacı sürekli kullanmasını istemiyorum. Giyinip en yakın markete gitmek üzere evden çıkıyorum. Güneşin bütün sıcaklığı yüzüme vuruyor. Toz şekerle birlikte altılı limonlu sodamı alıyorum.

Kötü bir huyum var benim. Psikolojide karşılığı vardır mutlaka! Ankara'da hep aynı balıkçıya giderdim. Evde diş macununu koyduğum dolap rafının yeri milimetre hassasiyetindeydi. Eskiden beş altı light cola içerdim günde. Sonra azaltıp yarıya düşürdüm. Bu kadar cola zararlı dediler, bıraktım,. Onun yerine limonlu sodaya başladım. Her gün altılı koliyi tek başıma bitiririm. İçeriğine bakılırsa cola daha zararlı değil ama bu sefer de limonlu sodaya kaptırdım kendimi . Hani, "dibini çıkarmak" derler ya aynen onu yapıyorum. Karar verdim onu da bırakmaya. Sigarayı bırakmış ben sodayı mı bırakamayacağım?

Eve döndüğümde kayısı parçalama işinde biraz (ama çok az) yardımcı oluyorum. Saati geldiği için Atilla Ustayı almak üzere evden çıkıyorum. Arabanın içi cehennem gibi yanıyor. Beş dakika önce buluşma yerindeyim. Kimseler yok etrafta. Telefon ediyorum. "Beş on dakikaya kalmaz oradayım." diyor karşımdaki ses. Buraların resmi aracı olan motosiklet sırtında geliyor beklediğim kişi. Güneş acımasızca en bunaltıcı ışınlarını salıyor bugün. Yokuş çıkacağım için klimayı kapatmak durumundayım. Pencereleri açmamız çare olmuyor. Daha haziranın ortası değil, bunun temmuzu, ağustosu var daha. Bu bunaltıcı durum geçen sene diktiğim fidanları düşündürüyor. Geçen sene iyi kötü haftada bir sulattırmıştım. Bu sene insan bulmak daha da zor.

Evimiz dışarısı gibi değil. Karşılıklı kapı pencereyi açınca Bozdağların esintisi içimizi ferahlatıyor. Esinti olmadığı zaman çalıştırdığımız klimaya hiç ihtiyaç hissetmiyoruz bugün.

Yayla yolunda sohbet ediyoruz ustayla. İsmail Efendinin bahçesine gelmiş daha önce. "Bizim yer de onun tam çaprazında." diyorum. Dört çocuğu varmış, sonuncusu zeka özürlü. Çalışırken eşinden gelen acil bir telefon işini bıraktırır, koşarmış oğlunun yanına. Yirmi sekiz yaşını doldurmuş benimle aynı adı taşıyan oğlu. Yaylanın bol ve keskin virajlı yollarını bünyesi kaldırmıyor. Hızımı düşürmek zorunda kalıyorum.

Bahçeye varıp yapılacak işleri anlatıyorum. Önce taş evin yanına tüpleri koyacağımız bir kabin, daha sonra tuvaletlerin yanındaki hidrofor için bir korunak... Ölçüp biçiyor, notlarını alıyor. Dünkü demirciden iki yüz lira daha ucuza gelecek o yaparsa...

Taş binanın önündeki ağaçlardan kuşların düşürdüğü kayısılar, dışı ve içi kızıl bir renge bürünmüş kokulu İtalyan erikleri yerlerde... Atilla Usta niyetli olduğu için topluyor yerden düşenleri. Bir poşete koyup alıyor yanına iftarlık yapsın diye.

Dün eşimle yazarların dedikodusunu yaptık biraz. Benim hayran kaldığım Mehmet Culum'un "Alaçatılı" kitabını ikinci kez okumaya başlamış. Bunda benim kitabı göklere çıkarmam ne kadar etkili oldu bilmiyorum. "Sanat yönü olmayan, ifadeleriyle bu işe yeni başladığı her halinden belli bir yazar" olarak tanımlıyor benim büyük zevkle okuduğum kitabın yazarını. Bir yönden çok şaşırtıcı da değil hani. Zevklerimiz o kadar terstir ki bizim. Birimizin çok sevdiği diğerimizin nefret ettiği oluyor genelde. Kitabın konusunu ise çok beğeniyor eşim. "Nedir senin yazarı eleştirmende etken?" diye sorduktan sonra benim için oldukça yol gösterici bir cevap alıyorum. "Gerçek yazar anlatmaz, gösterir." Soyut geliyor benim gibi çömez bir yazara bu ifade... "Yani?" diyerek açıklama bekliyorum. "Mesela Ayşe çok yorulmuştu demeyeceksin." diyor ve devam ediyor. "Ayşe'nin çok yorulduğunu anlatarak gösterecek ama asla kolaya kaçıp sonucu hap gibi vermeyeceksin onu okura."

Düşünüyor ve soruyorum hocama. "Ya gösterdiklerini anlamazlarsa?" "O okurun sorunu, yazarın ise başarısızlığı" deyip son noktayı koyuyor. "Bugün burada havanın çok sıcak olduğu" nu göstermeye çalıştım. İtiraf edeyim ki çok zorlandım. Ancak bunu ne kadar başardım bilmiyorum. Yazmanın kuralları başlığı altında pek çok şey söylenir ama ben denk gelmedim böylesi bir şarta. Şöyle bir düşününce "anlatmayıp göstereceksin" sözünün olaylı yazılarda ne kadar önemli olduğunu anlıyor ve eşimi bir kez daha takdir ediyorum.

GECE MESAİSİ

11/06/2016 Cumartesi, Tire

Öğlene doğru Penci Mehmet aradı. Tuvalet dış kapılarının montajını yapmak istiyorlarmış. Yukarıda olup olmadığımı sordu. Bu kadar erken olmamakla beraber ondan haber bekliyordum ben de. Söz verdiği gibi işi bugüne yetiştirdi, gönlümü fethetti. Bir saat sonra yaylada buluşmak üzere randevulaştık.

Hemen evden çıktım ve ustalar gelmeden yaylaya ulaştım. Kapıları açıp beklemeye koyuldum. Boş boş beklemek çok sıkıyor canımı... Salonun kapı ve pencerelerini açarken bazı sesler duyup hemen aşağı iniyorum.

Mehmet yanında bir usta daha getirmiş. İkisi birlikte işleri çabuk bitiriyor. İlhan'ı aradım mutfaktaki cihazlara servis göndermesi için.

Kapı montajlarını bitiren ekibi yolcu ettikten sonra temizlik işine geri dönüyorum. Temizlik derken inşaat artıklarından arındırıyorum demek daha doğru olacak. Çarşamba günü iki kadın esas temizliğe gelecek. Tuvaletlerden başlıyorum. Daha sonra salondaki malzemeleri geçici olarak tuvaletlerden birine taşıyıp taş evi tamamen boşaltıyorum. Hızımı alamayıp avlu ve verandayı  da süpürüp yıkarken eşim arıyor. Bu sayede saatin kaç olduğunun farkına varıyor. odanın parkelerini döşeyecek Mustafa Hocayı arıyorum bahçeden çıkmadan önce. Yarın için acil bir işi çıktığını bana gelemeyeceğini söylüyor. Canım sıkılıyor, bana söz verdiğini söylüyor, dil dökmeye başlıyorum. Sonunda bir öneri getiriyor. "Eğer yukarıda elektrik varsa iftardan sonra çalışalım." Hemen kabul ediyorum.


Saat dokuzu çeyrek geçe alıyorum onu evinden. Gece yarısına kadar çalışıyoruz. Yarınki işi bugün bitirmiş oluyorum...