Yazın insanları evlerinden çıkarıp deniz kenarlarına ya da yüksek yaylalara atan bunaltıcı yüzünü dışarı çıkınca hatırladım yine. Sabah Demirci Atilla Usta'nın araması benim için sürpriz olmuştu ama ayağıma kadar gelen kısmeti kaçırmak istemedim. Öğlen saat tam on ikide Kesikbaş'ın orada buluşmaya karar verdik. Biraz zamanım vardı. Aynanın karşısına geçip tıraşımı olurken çalışma hayatım boyunca her sabah tekrarladığım bu işi artık birkaç günde bire indirmemden dolayı mutlu oldum. Zaten iyice aklaşan sakalım iki günde çok belli etmiyordu kendini.
Eşim kayısıları yıkamış parçalara ayırıp kocaman tencerelere doldurmaya başlamıştı. Atilla Usta'nın aramasına bu yüzden çok fazla sevinemedim. Ben yokken o koca kazanları ocağın üzerine kaldırıp indirmesini, eğilip bükülmesini istemiyordum. Dönüşümü beklemesini istedim. "Bu iş beklemez, ancak bir şey istiyorum senden" dedi. "Şeker yetmeyecek, alıp gelirsen sevinirim."
Anladım ki, hız kesmeyecek. Onun bu iş hırsı beni korkutuyor. Ağrı kesici aldığında ağrılarını unutuyor ancak birçok yan etkisi olan bu ilacı sürekli kullanmasını istemiyorum. Giyinip en yakın markete gitmek üzere evden çıkıyorum. Güneşin bütün sıcaklığı yüzüme vuruyor. Toz şekerle birlikte altılı limonlu sodamı alıyorum.
Kötü bir huyum var benim. Psikolojide karşılığı vardır mutlaka! Ankara'da hep aynı balıkçıya giderdim. Evde diş macununu koyduğum dolap rafının yeri milimetre hassasiyetindeydi. Eskiden beş altı light cola içerdim günde. Sonra azaltıp yarıya düşürdüm. Bu kadar cola zararlı dediler, bıraktım,. Onun yerine limonlu sodaya başladım. Her gün altılı koliyi tek başıma bitiririm. İçeriğine bakılırsa cola daha zararlı değil ama bu sefer de limonlu sodaya kaptırdım kendimi . Hani, "dibini çıkarmak" derler ya aynen onu yapıyorum. Karar verdim onu da bırakmaya. Sigarayı bırakmış ben sodayı mı bırakamayacağım?
Eve döndüğümde kayısı parçalama işinde biraz (ama çok az) yardımcı oluyorum. Saati geldiği için Atilla Ustayı almak üzere evden çıkıyorum. Arabanın içi cehennem gibi yanıyor. Beş dakika önce buluşma yerindeyim. Kimseler yok etrafta. Telefon ediyorum. "Beş on dakikaya kalmaz oradayım." diyor karşımdaki ses. Buraların resmi aracı olan motosiklet sırtında geliyor beklediğim kişi. Güneş acımasızca en bunaltıcı ışınlarını salıyor bugün. Yokuş çıkacağım için klimayı kapatmak durumundayım. Pencereleri açmamız çare olmuyor. Daha haziranın ortası değil, bunun temmuzu, ağustosu var daha. Bu bunaltıcı durum geçen sene diktiğim fidanları düşündürüyor. Geçen sene iyi kötü haftada bir sulattırmıştım. Bu sene insan bulmak daha da zor.
Evimiz dışarısı gibi değil. Karşılıklı kapı pencereyi açınca Bozdağların esintisi içimizi ferahlatıyor. Esinti olmadığı zaman çalıştırdığımız klimaya hiç ihtiyaç hissetmiyoruz bugün.
Yayla yolunda sohbet ediyoruz ustayla. İsmail Efendinin bahçesine gelmiş daha önce. "Bizim yer de onun tam çaprazında." diyorum. Dört çocuğu varmış, sonuncusu zeka özürlü. Çalışırken eşinden gelen acil bir telefon işini bıraktırır, koşarmış oğlunun yanına. Yirmi sekiz yaşını doldurmuş benimle aynı adı taşıyan oğlu. Yaylanın bol ve keskin virajlı yollarını bünyesi kaldırmıyor. Hızımı düşürmek zorunda kalıyorum.
Bahçeye varıp yapılacak işleri anlatıyorum. Önce taş evin yanına tüpleri koyacağımız bir kabin, daha sonra tuvaletlerin yanındaki hidrofor için bir korunak... Ölçüp biçiyor, notlarını alıyor. Dünkü demirciden iki yüz lira daha ucuza gelecek o yaparsa...
Taş binanın önündeki ağaçlardan kuşların düşürdüğü kayısılar, dışı ve içi kızıl bir renge bürünmüş kokulu İtalyan erikleri yerlerde... Atilla Usta niyetli olduğu için topluyor yerden düşenleri. Bir poşete koyup alıyor yanına iftarlık yapsın diye.
Dün eşimle yazarların dedikodusunu yaptık biraz. Benim hayran kaldığım Mehmet Culum'un "Alaçatılı" kitabını ikinci kez okumaya başlamış. Bunda benim kitabı göklere çıkarmam ne kadar etkili oldu bilmiyorum. "Sanat yönü olmayan, ifadeleriyle bu işe yeni başladığı her halinden belli bir yazar" olarak tanımlıyor benim büyük zevkle okuduğum kitabın yazarını. Bir yönden çok şaşırtıcı da değil hani. Zevklerimiz o kadar terstir ki bizim. Birimizin çok sevdiği diğerimizin nefret ettiği oluyor genelde. Kitabın konusunu ise çok beğeniyor eşim. "Nedir senin yazarı eleştirmende etken?" diye sorduktan sonra benim için oldukça yol gösterici bir cevap alıyorum. "Gerçek yazar anlatmaz, gösterir." Soyut geliyor benim gibi çömez bir yazara bu ifade... "Yani?" diyerek açıklama bekliyorum. "Mesela Ayşe çok yorulmuştu demeyeceksin." diyor ve devam ediyor. "Ayşe'nin çok yorulduğunu anlatarak gösterecek ama asla kolaya kaçıp sonucu hap gibi vermeyeceksin onu okura."
Düşünüyor ve soruyorum hocama. "Ya gösterdiklerini anlamazlarsa?" "O okurun sorunu, yazarın ise başarısızlığı" deyip son noktayı koyuyor. "Bugün burada havanın çok sıcak olduğu" nu göstermeye çalıştım. İtiraf edeyim ki çok zorlandım. Ancak bunu ne kadar başardım bilmiyorum. Yazmanın kuralları başlığı altında pek çok şey söylenir ama ben denk gelmedim böylesi bir şarta. Şöyle bir düşününce "anlatmayıp göstereceksin" sözünün olaylı yazılarda ne kadar önemli olduğunu anlıyor ve eşimi bir kez daha takdir ediyorum.
Keyifle okudum.:)
YanıtlaSilTeşekkür ederim:)
SilBen "gerçek yazar anlatmaz, gösterir" cümlesini çok değerli buldum, eşinize teşekkürler, arada bizlere ders verse ne güzel olur :)
YanıtlaSilEvet, bana da ışık tutacak. Güzel olanı paylaşmak daha güzel. Eşimin de size selamları var. Gösterme olayını çok fazla abartmak yani sanat yapacağım diye kendini zorlamak da iyi değilmiş. O zaman giyinmesini bilmeyen rüküş kadınlara dönermiş insan:)
SilGerçekten mi? Blogum konusunda sarf ettiğiniz güzel sözleri bu kadar erken beklemiyordum:) ilgileneceğim efendim...
YanıtlaSil