Bunaltıcı bir gün... Hem havanın sıcaklığından bunaldım hem de yaşadıklarımdan... Dün işler yoluna girdi diye sevinirken bugün unutmak istediğim bir gün oldu. Biliyorum, durmaksızın şikayet ediyorum. Burada güzel şeyler yazmak istemem mi hiç? Ama yazamıyorum. Emeklilik hayatımın biraz farklı olmasını istemek tamamen kendi tercihimdi. Ancak hayatımın son bir buçuk yılını bugün ilk kez gözden geçirmeye başladım!
1970'li yılların başındaydık. O gün okulumuz yasa bürünmüştü. Arkasında öğrenci taşıyan pikap karşı yönden gelen kamyonla çarpışmış, kazada Kısıkköy'lü üç öğrenci yaşamını yitirirken yedi öğrenci de yaralanmıştı. Ölenlerden Faruk bizim sınıfın öğrencisiydi. O gün sınıfımızda ders yapılmadı. Faruk'un oturduğu sıraya çiçekler ve onun büyük, çerçeveli bir resmi konuldu. Biraz üzüntü çokça şaşkınlık vardı biz arkadaşlarının küçük yüreklerinde... Bu olaydan sonra Kısıkköy'ü kardeş köy ilan eden okulumuz elim kazada hayatını kaybeden ya da yaralanan öğrenci ailelerine karınca kararınca yardım olsun diye bir kampanya başlatmıştı. Yardımları teslim etmek üzere Kısıkköy'e tertiplenen okul gezisine ben de katılmıştım. Bugün İzmir'in mobilya kenti hüviyetini kazanmış bu köy, benim gördüğüm ilk köydü hayatımda...
Köyün nasıl bir yer olduğunu ders kitaplarından öğrenmiştim. Kısıkköy'e varınca gözlerim önce köyün camisini, muhtarını, imamını ve ihtiyar heyetini aradı. Aradıklarımdan çoğunu görememem bende biraz hayal kırıklığı yaratsa da köy yollarında şehirde görmediğim traktörlerle, köy mezarlığı ile ve göz alabildiğince uzanan tarlalarla ilk kez karşılaşmıştım...
Bugünkü gençlerin hareketli hayatını yaşamamıştım gençliğimin şehrinde ama insanların birbirine yardımcı olduğu mütevazı bir hayatım olmuştu İzmir'de. Sekiz dokuz yaşlarında dedem beni Manisa'ya, mesir macunu şenliklerine götürmüştü. Anneannem ve dedemle birlikte bir ağacın altında oturmuştuk. Büyük bir han ya da kale suruna benzeyen yüksek bir yerden Osmanlı kıyafeti giymiş birileri aşağıya mesir macunları atıyor, kalabalık itiş kakış yere düşen çubuk şeklindeki şekerlere hücum ediyordu. Bir keresinde atılan mesir macunlarından biri tam önüme düşmüştü. Küçük elimle tutmaya çalışırken onu, adamın biri ayağıyla üzerine bastı. Dedem ve anneannem hemen beni alıp kalabalıktan dışarı çıkarmışlardı. Biraz daha kalsaydık kalabalık altında ezilecektik... Liseyi bitirdikten sonra üniversite eğitimi için gittiğim Başkent Ankara gördüğüm ikinci büyük şehir oldu...
Köyde doğan çocuklar tanıdım. Şanslı gördüm bazen onları. Sebzenin meyvenin en tazesini yemişler, sabah kahvaltılarında masalarını taze süt ve köy yumurtaları süslemişti. Sonra kafamda düzelttim hemen bu düşünceyi. Masa kullanılmazdı kırsalda. Her dini bayramın birinci günü (ikinci güne kalırsa bozulurlardı) İzmir Kemalpaşa'da oturan babaannemlere el öpmeye giderdik. Onlarda görmüştüm ilk kez. Odanın ortasına çember şeklinde bir kalbur tahtası konulduktan sonra üzerine büyük bir sofra bezi serilip kalburun üzerine de büyük bir sini yerleştirilirdi. Kırsal yerlerin masasıydı bu. Yer sofrası derlerdi adına. Sininin etrafına bütün aile fertleri ve misafirler dizilir, ortaya konulan büyük tencereden herkesin tabağına yemek dağıtılırdı. Yemek bittikten sonra babaannenin pek bir öğündüğü ev baklavası ile final yapılırdı. Sofradan kalkmadan önce dua okuma görevi bana verilmişti. Hadi bakalım "amin" diyerek eller kaldırılır, ağzımdan çıkacak Arapçası bol Türkçesi az kelimelere odaklanırdı sofradakiler. "Elhamdililahillezi et amena... deva-yı afiyet soframıza bereket... lilla el fatiha"
Mesleğimi elime alıp çalışma hayatına atıldıktan sonra zaman zaman şehirlerden uzak kaldım. Karakaya Barajı şantiyesi üniversiteden alışkın olduğum bir kampus hayatıydı. Şehir dışındaydık. Buradaki yaşantımız köyden ziyade şehirdekine benziyordu ama mahrumiyet içindeydik. İlk kez yabancılarla çalışıyor onların kültürlerini tanıyordum. Lojmanlardan birini kulüp yapmıştık. Belki sinemamız tiyatromuz yoktu, günlük gazete okuyamıyorduk ama kulübümüz evli bekar gidebileceğimiz bir eğlence mekanımızdı bizim. Burada satranç partileri düzenler, güzel günler geçirirdik.
Bir süre yurt dışında kaldıktan sonra yolumuz Karadeniz'in şirin bir ilçesine düştü. İki köyün arasına baraj inşaatı yapacaktık. Şantiyeyi inşaata ve köye yakın bir alana kurduk. İlk şantiye şefliğim burada başladı. İki köyün muhtarlarıyla dost olduk. Genç yaşımda yanıma geldiklerinde önlerini ilikleyip saygıyla ellerini kavuşturan muhtarlar bana garip geldi önceleri... Sonra alıştım... Büyük saygı görüyordum çevremden. Emrimde çalışan dört yüz kişi ve büyük makine parkıyla muhteşem bir gücün başındaydım. Herkes alışverişi kendilerinden yapayım, oğlunu ya da bir yakınını işe alayım diye yalvarıyordu. Köyden sütün en katıksızını, yumurtanın en köylüsünü hem de en ucuz fiyata alıyordum.
Karadeniz'deki baraj inşaatı bittikten sonra ilk kez kendi bölgemde, Ege'de proje müdürü olarak çalıştım. Bu sefer çok daha büyük bir baraj inşaatıydı. Köyden biraz daha uzak bir yerde şantiye kurulmuştu. Çalışanların büyük bölümü çevre köylerdendi. Alışveriş yaptığımız yerler ihya oluyordu. Gece gündüz çalışıyorduk. Sanayide bütün dükkanlar sadece bizim için 24 saat açıktı. İnşaatta acilen gereksinim duyulan bir ring (conta) için ilçenin tek yedek parçacısına telefon eder, adam gecenin üçünde gelir dükkanını açar ve istediğimiz parçayı verirdi. Nasıl olsa burada tek dükkan benim eli mahkum bana gelecekler demez, telefonun çalışını duymazdan gelmezdi
Daha sonra yöneticilik yaptığım uzunca bir dönemdeki hayatım hep büyük şehirde geçti. Şantiye ziyaretlerim esnasında özellikle kamulaştırma nedeniyle köylülerle çıkan anlaşmazlıklarda tecrübemi kullandım. Köylüler bana hep inandılar ben de onlara verdiğim sözleri hep tuttum.
Bütün bunları niye anlattım? Çok bunaldım çünkü... Emekli olduğum zaman otu sebzesi bol, temiz havası olan bir yerde gönlümce yaşamak, biraz da eldeki toprağın sahibi olmaktı niyetim.. Bugün, evet tam bugün pişman oldum yaptığım seçime... Korkmaya başladım. Ben bu insanlara alışamam çünkü. Onları değiştirmem de söz konusu değil. Belki başka bir yer olabilirdi... Yaşamımı şehirde devam ettirmek ya da başka bir kırsalda... Bir Ege toprağı bile olmayabilirdi bu, insanlarının yüreklerinin mert attığı, kaypak, fırsatçı, saygısız, seviyesiz olmayan...
Üzüldüm şimdi.Yazılarınızı zevkle okuyorum,yeni bir takipcinizim.Çok sabırlı ve anlayışlı ve yol yordam bilen bir insan imajı çizdiniz benim hafızama.Çalıştığım sektörden biliyorum İnsanlarla uğraşmak çok çok zor! Siz özverili olursunuz alttan alırsınız sakin davranırsınız ama illa olmayacak şey gelir buluverir sizi! İnşallah yazınızı yazdıktan sonra işler yoluna girmiştir.Umudunuzu da kaybetmeyin 'İYi Şeyler/İnsanlar Hala Var'.Çok sevgiler ,umarım bundan sonra işler yolunda gider ve pişmanlığınız geçer :))))))
YanıtlaSilKaradenizden (Trabzon) serin bir esinti gönderiyorum biraz ferahlayın diye....
Nur Hanım, teşekkür ederim. Gerçekten şaşırmış haldeyim. Toprağımın insanları mı değişen yoksa ben mi yanlış tanımışım anlayamıyorum. Böyle bir dünyada yaşamak dahi istemem. Pişmanlık vaz geçmek değildir. Sabırlıyım, dayanıklıyım. Ama insan utanıyor bazen insanlığından. Karadeniz serinliği gerçekten iyi geldi bu bunaltıcı ortamda. Kocaman teşekkürler...
YanıtlaSilİnsanların kaypak, sözünün özünün benzeşmemesi konusu artık her yerde. O yüzden daha çok doğaya dost olunmaya başladı sağlıklı yaşam tercihi yanında. Çürüme kokuşma artık her yerde. Televizyon, huyları suları değiştiriyor. Yine de eminin ağaçların göle etmekteki, meyve vermekteki sözlerinden dönmemeleri için bile buna katlanılır. Bir de zaten çoktan anlayıp da önleminizi almışınızdır; ama yerli yani o köyden ya da kırsaldan olunmayan kişilere hep ticari gözle bakılıyor. Biraz onlar gibi olma gayreti konuşma ve yaklaşımda gösterilince daha bir etkili oluyor. Ben bu konuda yaşadıklarımız kadar Homer’in Odise kitabındaki önsözden de etkilendim. Orada öyle özetlenmişti ki durum. Odise dürüst; ama karşındakiler her yolu deniyor. Kazanması için mücadelesi boyunca onlar gibi düşünmek zorunda. Yoksa kaybedecek. Öyle yapıyor, ama mücadele sonrası yeniden kendi benliğine dönüyor. Hak vermiştim ben Homer'in böyle biçimlendirdiği karaktere.
YanıtlaSilİnanır mısınız, sizin gibi sözünün bir ağırlığı olan, samimi ve art niyetsiz oluşunu sözcüklerine işlemiş, kültürlü insanların sözleri bana daha çok dayanma gücü veriyor. Hayat bir mücadele. Mücadele etmeyi severim, çünkü azim kazandırır sonunda. Benim isyanım insana, ya da insanlıktan sıyrılmış olana. Üstelik kendi topraklarımda bunları yaşamam acımı ve pişmanlığımı bir kez daha arttırıyor. Elin adamının sözleri bu kadar yaralamamıştı beni kendi insanımın şahsiyetsizliği yanında. Doğa, kuş sesleri teselli veriyor ama insana yine ihtiyaç var. O kadar kestaneyi, cevizi, zeytini kim silkecek? Her destanın sonu adil midir bilmiyorum. Ancak destekleriniz, verdiğiniz ışıklar için çok teşekkürler.
YanıtlaSilMadem unutmak istediğiniz bir gün olmuş, unutun gitsin o zaman. Dünya kirlendi maalesef.
YanıtlaSilUnuttum gitti bile:) Dediğiniz çok doğru.
YanıtlaSil