KATEGORİLER

16 Kasım 2016 Çarşamba

ALIŞVERİŞ

15/11/2016 Salı, İzmir

Dün geceyi taş olmayan evimizde geçirdik. Yüklü bir alışveriş listesi hazırlamış şef. Oğlumla birlikte çıkıyoruz pazara. Her salı zor da olsa bir park yeri bulabildiğimiz sokaklarda bugün hiç yer yok. Dar bir sokağa girip pazara doğru ilerliyoruz. Sağ tarafta araçlar neredeyse tampon tampona değecek şekilde dizilmiş. Hiç yer bulamayınca gerisin geriye çıkmak zorunda kalıyoruz. Sokağın köşesinde pek de tekin olmayan bir yere sokulup park ediyorum. Burası trafiğin yoğun olduğu bir yer. Aklım arabada kalmış halde kilitleyip bırakıyorum arabayı.

Bu hafta kabak çiçeği bulamadık. Pazarın iyice üst kısımlarına kadar dolaştık oysa. Daha erken saatlerde gelseydik bulabilirdik belki, ama olmadı. Sanırım zamanı geçti artık. Arapsaçı sadece bir yerde gördüm. Bol bol ot aldık. Kasap alışverişini de yaptıktan sonra oğlumu evde bırakıyor, daha sonra yaylaya çıkıp dolaplara yerleştiriyorum aldıklarımızı.

Telefonum çalıyor. Arayan iki gün önce Taş Ev'de ailesi ve misafirleriyle ağırladığımız bir beyefendi. 24 Kasım Öğretmenler Günü için rezervasyon yaptırmak istediğini söylüyor. Facebook sayfamızda özel bir menü hazırladığımızı söylüyorum bu özel gün için. Dans müzikleri çalmamızı istiyor konuştuğumuz beyefendi. Telefonu kapattıktan sonra soruyor oğlum. Ne tür dans müziği. Vals değil herhalde. Yarın tekrar konuşup öğreneceğimi söylüyorum. Salonumuzun yarıdan fazlası doluyor şimdiden.  

Bugünü alışverişe ayırıyoruz. Gaziemir Optimum'a gidelim diyor oğlum. Annesiyle beraber alışveriş yaparken buraya kadar gelip bizi yalnız bırakmayan kızımla buluşup bir şeyler atıştırmak üzere Bisquitte Cafe & Restaurant'a atıyoruz kapağı. Ben Meksika usulü köfte sipariş ediyorum, kızım ise levrek filetolu salata söylüyor. Yanında birer filtresiz Bomonti içiyoruz. Menüye, yediğimiz ve içtiğimize daha farklı bakıyorum artık. Servisi düzenli. Dekor konsepte uygun. Ödedikleri kira parası da yüksektir buraların. Bira olarak sadece Efes grubunu satıyorlar. Çatal ve bıçağın sunum şeklini beğenmedik. Son günlerde kendi aramızda da tartıştığımız bir konuydu bu. Bardağa benzeyen cam bir kabın içinde getirdiler çatal bıçağı. Orijinal ama çok sevimli gelmedi bize. İçecek fiyatları bizim fiyatlarımızdan yüzde kırk fazla olmasına rağmen yüksek bulmadık. Ana yemeklerini çok farklı sunduklarını gördüm. Ana yemek fiyatları bizimkine yakın olsa da porsiyon içindeki et miktarları bize göre neredeyse dörtte bir. Pide üzerindeki küçücük köftelerin üzerini mantarlı sos, şakşuka benzeri patlıcanlı bir meze, patates tava ve marul salatası ile doldurmuşlar. Bizde köfte ve etlerdeki gramaj en azından dört katı buradakinin.

Genellikle roka, ızgarada pişirilmiş domates, soğan ve turp dilimleri ile süslüyor tabakları bizim şef. Misafirler böyle seviyormuş. Biraz düşününce kebapçılarda yapılan servisi hatırlatıyor sanki bizimkisi. Bir müddet sonra oğlum gelip katılıyor bize. Bu konuyu birlikte tartışıyoruz. Sunulan yemekler insanların alışmış oldukları gibi mi olmalı yoksa alışmış olduklarının dışında bir sunum mu denenmeli. Ben farklı olmanın insanların daha çok ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Yarın şefle konuşabilirim bu konuyu. Eşimi arıyorum, henüz tam olarak aradığını bulamadığından yakınıyor.

Alışveriş merkezinin kapanış saatine yakın arıyor eşim. Nihayet bulmuş gönlüne göre bir şeyler. Bu uzun süreli alışverişler bana göre değil. İlk dükkanda aradığımı bulamazsam ikinci dükkandan alıp çıkmak isterim. Biraz uzarsa alışveriş, tansiyonum düşer, fenalaşırım.

14 Kasım 2016 Pazartesi

MUHTEŞEM DOLUNAY

14/11/2016 Pazartesi, Tire

Sol yanımdaki dişime bir an önce köprü yapılması için beklerken olmayacak oldu, sağ tarafımın köprüsü düştü. Dün akşamdan beri bir şey yiyemiyorum. Bu sabah ilk işim doktoruma gitmek. Aslında dün ayağıma gelmişti. Misafir oldular Taş Ev'e. "Yarın yanınıza uğrayacağım." deyip acil durumumdan söz etmiştim. 

Dün akşam hiç ekmek kalmamıştı elimizde. Oğlum aşağıdan gelirken alacaktı. Öğlene doğru telefon edip hemen gelmesini istedim. Ekmek dışında kalan diğer siparişleri ben alırım dedim. Ekmek acil ihtiyaçtı çünkü. Doktorumu aradım saat ikiye verdi randevuyu. Sohbet sırasında Doktor Beyin yanında çalışan hanımın garsonluk yapan eşi Bodrum'dan yeni dönmüş olduğu söylendi. Kısa süre sonra sözü edilen kişi muayenehaneye gelmişti bile. Doktor Beyin asistanı bayan eşine hemen haber uçurmuş meğer. Düşen köprüm yerine yapıştırıldıktan sonra onunla birlikte çıktık muayenehaneden. Biraz alış veriş yapıp toplu konut pazarına uğradıktan sonra yaylaya çıktık. Uzun zaman olmuş onun Kaplan'a çıkmayalı. Bizim Aşkın Şefi de iyi tanıyormuş Bodrum Gündoğan'dan. Taş Ev'i gezdi, ortamı gördü. Şehre dönerken bizim Zeytin'in rutin muayene ve ilaçları için Hüseyin'i de aldık yanımıza ona moral versin diye. Zira Zeytin arabaya binmeye bir türlü alışamadı. İçeri adımını atar atmaz titremeye başlıyor bacakları.

İlk olarak komşumuz Veteriner Hekim Fatma Hanım'a teslim ediyoruz Zeytin'i. Birden onu görünce şaşkınlığını gizleyemiyor. Tam yirmi kilo olmuş altıncı ayında. Dişleri bembeyaz. Kemik yediğindenmiş bu beyazlık. İğneleri, ilaçları yapıldı. Bu arada yeni garson adayıyla anlaştık. Yarın tatil günümüz. Yarından sonra iş başı yapacak. Bu güzel bir haber. Tek eksiğimiz servisteki boşluktu. Bunu da halletmiş olacağız hayırlısıyla.

Bugün bankacıları ağırlıyoruz. Daha önce ağırlama fırsatını bulamadığımız bir bankanın Tire, Ödemiş ve Bayındır şube müdürleri ile diğer denetçi uzmanları misafirimiz. Güzel bir iş yemeği oluyor onlar için. Tek sorun yol diyorlar. Alkol almayı istiyorlar ama bir yandan da dönüş yolunu  düşünüyorlar. Memnun ayrılıyorlar Taş Ev'in ortamından, yemeklerinden.

Bu akşam ay bir başka güzelmiş. Sekiz senede bir bu kadar büyük ve parlak görünürmüş. Çıkıp avluya kestane ve ceviz ağaçlarının arasından bir kaç fotoğrafını çekiyorum. Profesyonel makine lazım güzel resim almak için. Fotoğrafa gerçeğin çok azı yansıdı.   

BEGONVİL

13/11/2016 Pazar, Tire

Dün günlüğüme yazmak için bende takat kalmadı. Sadece bir gün önceki yazıma yapılan birkaç yoruma cevap verdim, o kadar. Bu yüzden ertesi günün sabahına sarktı bu cümleler.

Cumartesi gününün yorgunluğu ardından pazar gününe girdik. Sabah erkenden Hüseyin Mehmet ile birlikte geldi. Bu hafta sonu geleceğine dair bana söz veren garsondan bugün de haber yok (!) 

Kapının önündeki kırmızı begonvil çok güzel çiçek açmış. Hemen fotoğrafını çekmek geliyor aklıma. "Tamam" dedim kendi kendime, "Bugünün kapak resmi belli."

Dün kahvaltı etmeye gelen misafir sayısı beklentimizin altındaydı ama bugün aşırı bir talep var. Kahvaltının yanında sahanda yumurta, sucuklu ya da kaşarlı yumurta, omlet, tost gibi ekstra siparişler mutfağa kapattı beni. Aşkın Şef gelene kadar mutfağın şef yardımcısıydım. Şefin kim olduğu tartışılmaz. Elbette ki eşim. O da yoğun bir şekilde kişi sayısına göre küçüklü büyüklü porselen kaplara reçel koyuyor, tereyağı, peynir, zeytin vs. hazırlıyor. Oğlum dünkü ekmek sıkıntısından sonra epey ekmek almış, kasaptan aldığı etlerle birlikte servis başlamadan önce yetiştirmişti.

Hüseyin işi iyice kavradı, tek hatası birden parlaması. Hele işler yoğunlaşınca, hiç kimseye tahammül göstermiyor. Hepimize çıkışıyor bazen. Aşkın Şefe bağırıyor, "Abi çıkmadı mı şu pirzolalar, insanlar açlıktan ölecek yukarıda..." Aslında geciken bir şey yok mutfakta. Bu laf atmaları gerçek mi espri mi anlamak oldukça zor. Bazen mutfakta yardımcı bayana çıkışıyor, "Abla şu çatalları yıkasana, elimde servis açacak çatal kalmadı." Sonunda bana dönüp yüksek sesle "Amca bu böyle olmayacak, bir toplantı yapalım, herkes işini güzel yapsın."

Servis elemanlarının işine yardımcı olmak için mutfaktan aldığım birkaç mezeyi servis etmeye giderim bazen. Hüseyin hemen önümü keser. "Amca sana mı kaldı bu işler, daha masaya servis açılmadı, servis açılmadan soğuklar gider mi be amca?" Sevimli bir yanı var bu çocuğun. Misafirlerin bazıları da onun hizmetinden memnun. Bazen sonradan patlayan garip gülüşünün ardından şişenin dibinde kalan içkileri kapıp gelir, "Ablam bunu da sen içersin dedi bana." Yarıdan fazla içilmiş şişeyi alır, zulasına saklar, akşam mesaisinden sonra çıkarıp özenle okşar. Yine o garip kahkahasını atar, "Amca, mesaim bitti şimdi içebilir miyim?" 

Salatalık, domates söğüşlerin hazırlanması, yumurtaların hazırlanması derken üniversiteden arkadaşım Ali ailesiyle birlikte geliyor. Sarılıp öpüşüyoruz. Eşini, o güler yüzlü annesini, kayınvalidesini ve kayınpederini getirmiş kahvaltıya. Aşkın Şef ve yardımcısı mutfaktan içeri girene kadar başımı kaldırmak mümkün olmuyor. Onlar gelir gelmez mutfakta emir komuta şefe geçiyor. Son sucuklu yumurta siparişlerini de şefe havale ediyor ve mutfaktan çıkıyorum.

Salon kalabalık. Kahvaltısını terasta yapmak isteyen de var, çocuklarıyla gelip şömine sobayı yakmamızı isteyen aileler de. Saat ikiyi geçmesine rağmen İzmir'den tavsiye üzerine gelip kahvaltı etmek isteyen misafirleri de geri çevirmiyoruz.

Dün gelen önemli konuklardan biri de Emniyet Müdürü ve ailesi. Açılış yemeğine davetli olmalarına rağmen bir canlı bomba ihbarı nedeniyle tüm emniyet güçleri seferber olduğundan davetimize gelememişlerdi. Bu sefer habersiz geldiler. Hiç görmediğimden dolayı tanıyamadım. Çalışanlar söyledi gelenin kim olduğunu. Çoluk çocuk güzel bir aile. Gelmeleri bize mutlu ediyor.  

Kahvaltıdan sonra yemek servisi başlıyor. Günün sürprizi İzmir'den gelen lise arkadaşım Tayfun. O da ailesini alıp gelmiş buralara. Doktorluk mesleğine devam ediyor. İlk defa gelen misafirler yolların dar, yokuş ve virajlı olmasından yakınıyor. Özellikle gece dönüşlerinde ulaşım problemine dikkat çekiliyor. Şimdiye kadar bir kaza olmaması sürücülerin aşırı dikkatli araç kullanımından olmalı. Diğer taraftan manzarayı gören yolun zorluğunu unutuyor.

Tire'den yemeğe gelen geniş bir grup yılbaşında Taş Ev'i kapatmak istiyor. Nasıl bir program yapılır? Kaça kapatılır Taş Ev? Çalışmak lazım üzerinde. Daha önce "Taş Ev'deyiz yılbaşında." diyen de çok. Kime nasip olacak, göreceğiz. Bir iki saz ayarlamak lazım.

Akşama doğru havlu atanlar oluyor ekipten. Kolay değil biliyorum. İzmir'den gelen bir misafir grubu Hüseyin'e çıkışmış, servis ağır diye. Aşağıda veryansın ediyor. "Aşkın şeften çıkmayınca sipariş, ben bunlara nasıl yemek götüreyim?" "Sus, sus Hüseyin, duyacak insanlar, kendine gel, hele dur bir sakinleş." diyorum. Hüseyin devam ediyor. "Beni şikayet edeceklermiş, amca, ederlerse etsinler. O kadar çabalıyorum, yaranılmıyor bu insanlara." Hüseyin'de cıvatalar gevşemiş iyice. "Hüseyin, bu işin püf noktası sabır, tamamen haksız bile olsalar, sen her zaman misafirlere "Haklısınız" diyeceksin. Çünkü en ufak bir eleştiri sosyal medyaya düşerse Taş Ev de gözden düşer. Bu kötülüğü bana yapmamalısın." Bu sözler etkili oluyor biraz. "Haklısın, amca" diyor sessizce.

Salona çıkıp Hüseyin'i bana şikayet edecek olan masaya gidiyorum. "Afiyet olsun, ufak bir sorun var sanırım. Bir kusurumuz olduysa..." İki genç çift hallerinden memnun görünüyorlar, hiç de mutsuz bir halleri yok. "Yok, yok biz garson çocuğu ikaz ettik, her şey çok güzel, hiç bir sorun yok." Masanın yanında oturanlar gülümsüyorlar bana bakıp. Hesabı istiyorlar. Aşağıda uğurlarken hanımefendi moral veriyor. "Servis harika, her şey çok güzel. Yolunda gitmeyen bir şey yok." Belli ki Hüseyin ile tartışmaya şahit olmuşlar ve Hüseyin'i tutuyorlar. Beyefendi, koluma giriyor. "Yanlış bir durum yok, garson işini çok güzel yapıyor, gecikme de yok, her şey fevkalade. Sakın sıkmayın  canınızı."

Son masa kalınca ekibi gönderiyorum. Kalan masadaki beş genç efendi bir şekilde yemeklerini yiyor, içkilerini içiyor. Taş Ev'in methini duymuşlar çevreden. Ahşap işiyle uğraşan da var içlerinde restorancılık yapan da. Biraz sohbet ediyoruz. Türk Sanat Müziği çalmamı istiyorlar. "Maalesef çalmakta olan tek Türkçe sözlü müzik bu, ama en kısa zamanda onu da ayarlayacağız." Çok seviyorlar Taş Ev'i. "Bundan sonra burası bizim mekanımız" diyorlar. "Başka bir yere gitmeyiz." Yüklü bir hesap ödüyorlar. Belli ki kazançları iyi.

"Sabah Mehmet Şaban Usta'ya yardım etsin." diyorum Hüseyin'e. Hüseyin'in hiç hoşuna gitmiyor bu. Her ne kadar garsonluğu kıvırmaya ve bu işten zevk almaya başlasa da aklı inşaat ve ziraat işlerinde. "İnsanla uğraşacağıma taşla ağaçla uğraşırım." daha iyi diyor.

13 Kasım 2016 Pazar

MAALESEF BUGÜN YERLERİMİZ DOLU (!)

12/11/2016 Cumartesi, Tire
Sakin başlıyoruz güne. İnsanı diri tutan güneşli bir sonbahar havası hakim. Fırtınanın söktüğü yönlendirme levhaları yerine takılmadı hala. Reklamcıyı arıyorum. Profil ayaklarını imal ediyorlarmış. Bugün yerine monte edilmesi için sıkı sıkı tembihliyorum.

.Kaplan'da kahvaltı veren tek yer Taş Ev olmalı. Zira Kaplan Köyüne çıkanlar doğrudan Taş Ev'e yönlendiriliyor. Bizim levhaların görevini diğer restoranların çalışanları, ya da köy sakinleri yapıyor geçici olarak. Yeni bir garson deneyecektik. Bugün ve yarın için deneme amaçlı gelecekti. Kuşadası Korumar Otelde çalışmış. Istakoz nasıl servis edilir, bana onu anlatmaya kalktı. "Benim işimi bir görün sonra değerlendirirsiniz." demişti. "Bak, kesin gelirim diyorsan, başka birine bakmayacağım." demiştim bende. Ne gelen var ne giden. Sözlerini peynir ekmek gibi yiyor bu insanlar. İşini beğenmediğimiz Mehmet'e kaldık yine. Hüseyin'e "Çağır bari o gelsin." dedim

Şöyle bir düşününce bugün oldukça enteresan bir gün. Yaklaşık yirmi gün önce bir dostum bugüne rezervasyon yaptırmak istemişti. Musiki topluluğundaki arkadaşları ile gelip eğleneceklerdi. Altmış kişinin katılacağı yemeğe ayrıca beş kişilik bir saz ekibi dahil olacaktı. Daha önce bir dernek için verilen kahvaltıda salona tam yetmiş iki kişi sığdırmıştık ama insanlar nefes almakta zorlanmışlardı. İlk olarak "Bu kadar kişiyi salona sığdırabilecek miyiz?" konusu kafamı meşgul etmişti. Altmış kişi hadi neyse de şu beş kişilik saz ekibini nereye koyacağız? Kemancı yayını çektiğinde udinin gözünü kör etme olasılığı oldukça yüksek bir ihtimaldi. Duyduğuma göre saz ve söz sanatçıları içmeden çalıp söyleyemezlermiş burada. Onların önüne de en azından birer sehpa gerekecek illa ki. Eşim kaçırmayalım bu grubu derken Allah biliyor ya, ben şu işten bir yırtsak diye dua ediyordum. Sonunda benim dualar kabul oldu ki, fiks menü fiyatında anlaşamadık. Aslında oldukça makul bir fiyattı önerdiğim ama "Arkadaşlar veremezler bu parayı." dedi dostum.

Yine bir başka baba dostu, ilçenin önemli kurumlarından birinin müdürü İzmir Atatürk Lisesi mezunlarının yıllık toplantıları için bugüne rezervasyon yaptırmak istediğini söylemişti. Katılacaklar arasında iki de profesör varmış. Toplam sayı yirmi civarında olacakmış. Ancak arkadaşlarından birinin babası ağır hasta olduğundan vefatı durumunda yemek başka bir tarihe ötelenebilirmiş. Buradan da bir haber çıkmayınca biraz boşluğa düşmüş gibi olmuştuk.

Üç gün kadar önce durum yine değişti. Bugünkü tarihe önce Torbalı'daki bir şirket sahibi otuz beş kişilik rezervasyon yaptırdı. Gönderdiğim üç farklı menüden biri seçilince gelişleri kesinlik kazanmıştı. Eğer katılımcı sayısı beş kişi daha fazla olsaydı restaurant kapatılmış olacaktı. Hemen arkasından ilçede faaliyet gösteren bir süt firmasından arayan hanımefendi on sekiz kişilik rezervasyon yapmamızı istiyordu. Kroki durumuna düşen boksör gibi oldum. Otuz beş, on sekiz daha elli üç. Altmıştan az, hem de saz heyeti yok. Biraz "Nasıl yapsak bilmek ki, salonumuz ufak bizim." diye kekeledikten sonra bu moddan çıkıp kararlılıkla "Tamam, peki sizi de kırmayalım, iki iş yemeğimiz olsun." deyivermiştim.

Öğleden sonra reklamcının adamları aradı. Üç levhayı dikmeye gelmişler. Yerlerinde hata yapmasınlar diye oğlumu gönderdim yanlarına. Rezervasyon yaptıran grupların saati yaklaştıkça gelen giden trafiği de artıyordu. Salona saat beş buçuğa kadar oturabileceklerini söyleyip son misafirlerimizi de aldık. Ondan sonra gelenler oldu. Taş Ev'i daha önce görmeyenler Kabe'yi tavaf eder gibi ağızları açık gezdiler. Bazıları verandada oturmayı kabul etti. Üzerlerine birer şal verdik üşümesinler diye. Bazıları üşürüz dediler, yemek için aşağıdaki komşu restoranlarda yer ayırdılar.

Salonda bir masa yedekte bekletiyorduk. İki grubun katılımcıları da gelince yedek masa boşa çıktı. Tam o esnada rezervasyonsuz gelen bir müşteriye "Ne kadar şanslısınız." deyip köşedeki masayı verdik. Oysa o ana kadar rezervasyon yaptırmak için kaç kişiyi geri çevirmiştik. Veranda hiç boş kalmadı. Kalkanın yeri hemen yeni gelenle doldu. Bir ara "Giriş holüne bir masa koyabilir miyiz?" dedi biri. Boş gözlerle baktım. Salon hınca hınç dolu, veranda desen öyle, o yetmedi bir de içeri masa açmak, altından kalkamayacağımız bir şey gibi geldi.

Verandadaki misafirleri uğurlarken ağaçların altına baktım. En az on beş araba vardı. Sorsanız beş altı arabalık park yerimiz var derdim. Torbalı'dan gelen grup otobüs ya da iki midibüsle gelir sanmıştım. Hepsi özel araçlarıyla gelmişler. Üstelik Taş Ev'i bulana kadar anaları ağlamış. Navigasyon yanlış yerleri göstermiş. Levhaların azlığından şikayet ettiler hep.

Yukarıda elli yedi kişi var. Verandada ve girişteki masada oturanları da sayarsak tam yetmiş kişiye aynı anda hizmet ediyoruz. Adisyonlar bende. Mehmet ile başım dertte. Ne dediğini anlamıyorum. "Yukarısı şarap istedi." diyor. "Oğlum ne yukarısı, hangi masa?" diye sesimin tonunu yükseltiyorum. Ürkek sesle bana cevap veriyor.  "Son gelenler." Gülüyorum artık halimize. "Yahu masa numarası kaç? Ben nereden bileyim son geleni ilk geleni." "Peki, ne şarabı istediler?" "Bilmiyorum, sadece şarap dediler." "Hüseyin, git oğlum bak bakalım yukarısı ne istedi? Doğru dürüst öğren şunu."

Güzel olan taraf yemeklerini yiyen her misafir memnun ve mutlu ayrıldı Taş Ev'den. Servisteki gecikmeler bile hoş görüldü. Torbalı grubunun yanlarında getirdikleri bir pasta geceyi tamamladı. Meğer kuruluşlarının birinci yılını kutluyorlarmış. Pastanın üzerindeki bir rakamı ve üzerinde mumlarla birlikte girdik salona. Alkış sesleri arasında kesiliyor pasta. Aynı anda bir sürü el deklanşörlere basıyor. Bizim restaurant olarak faaliyete başladığımızdan bu yana tam iki ay geçti.  Bugün "Maalesef bütün yerlerimiz dolu." dediğimiz ilk gün. 

11 Kasım 2016 Cuma

KEŞKEK

11/11/2016 Cuma, Tire

Dün gece "Ben hallederim, sen yat." deyince  oğlum, eşimle birlikte bir yakınımızın düğününe katıldığımız geceden beri ilk kez misafirleri bırakıp odama çekildim. Duruma bakılırsa gençler sabaha kadar oturacağa benziyordu. Saat bir buçuğa doğru kalkmışlar.

Sabah erkenden şehre inmem lazım. Alışveriş listem dünden hazır. Bugün Tire'nin küçük pazarı. Kasabın önüne bırakıyorum arabayı. Birkaç damla yağmur atıştırdıktan sonra güneş yüzünü gösteriyor. Kasaba et siparişlerini verip pazarın kurulduğu dar sokaklara doğru ilerliyorum. Köylüler tezgahlarını kurmuş alıcılarını bekliyor. Bu hafta kabak çiçeği göremiyorum. İyi ki Salı Pazarından almışım fazla fazla. Hardal, turp otu ve diğer bahçe otları bol.

Biber almam lazım. Her sefer aldığım yerdeki köylü kadının tezgahına ilerliyorum. Kalaycının hemen önünde. Tezgahta ne kadın ne de biber var. "Abla yok mu?" diye soruyorum. "Hasta, yatıyor." diyor kalaycı. Kocası olmalı. Yayladaki bahçe komşum Tahsin de orada. Her zamanki gibi hal hatır soruyoruz birbirimize.

Pazar yerinden arabaya kadar zorlanarak taşıyorum nevaleyi. Kasap siparişlerimi hazırlamış. Onları da arabanın bagajına yerleştiriyorlar. Gidip mandıradan peynir, yoğurt gibi süt ürünlerini alıyorum. Birkaç yere uğradıktan sonra hedefim BİM mağazası. Geçen salı günü Taş Ev için aldığım çerez paketini mağazada unutmuş, kasiyerin peşimden seslenmesini duymamıştım. Yaylaya gelince fark etmiştim durumu. Oğlum gitmişti hemen. Mağazanın müdürü benim çerez paketini müşterilerinden birinin aldığını söylemiş. "İki gün sonra gel, buradan alırsınız paketinizi." demiş.

Mağazaya gittim. Yine o günkü kasiyer vardı. "Madem unuttuğumu fark ettiniz de peşimden seslendiniz, niye emanete almıyorsunuz?" diye çıkıştım. "Hem paketi alan kişiyi müdürünüz tanıyormuş madem niye götürmesine göz yummuş?" dedim. Kasiyer "Öğleden sonra müdürümüz geldiğinde onunla konuşursunuz" deyince yapacak bir şey kalmadı.

Hale uğrayıp domates ve patlıcan alıyorum. Patlıcanlar harika görünüyor. Çiğ çiğ yiyesim geliyor. Yıllar boyu ağzıma sürmediğime yanıyorum.

Yaylaya döndüğümde eşim telaşla işlerini yoluna koymaya çalışıyor. Total Restaurant 'ta günleri varmış. Artık günler evde yapılmıyor. Bence sonunda doğruyu buldu hanımlar. Hazırlık yapmaya, telaş etmeye gerek yok. Oturup tadına varıyorlar sohbetin. Ankara'da çalışan hanımların bir icadı sanırdım ama burada da oldukça yaygın bu adet. Kaystros Taş Ev de bu tür toplantılara iyi bir alternatif olmuş.  

Eşimi alıp yeniden şehre iniyorum. Onu bırakıp doğru BİM'e yollanıyorum. Müdür gelmiş yerine. "Alan çoktan indirmiştir mideye bizim çerezi." diyorum. "Ne kadarlık çerez vardı pakette." diye soruyor. Söylüyorum. "Yok, bence o kadar yoktu." deyince kafamı attırıyor. "Git kapı komşun çerezciye sor." diyorum. Daha başka bir şey demiyor, arkamı dönüp çıkıyorum. Şimdi şu adiliğe bakın. Hani deseler ki, "Biz senin paketini görmedik, biri almış yanlışlıkla ne yapabilirim?" diyecek hiçbir lafım olmaz. Paketi kasiyer görüyor, arkamdan sesleniyor. Mağaza müdürü paketi görmekle kalmamış, tanıdığı birinin paketi almasına göz yummuş. Bir saat sonra paketi sormaya giden oğluma da "İki gün sonra gel, paketi al." demiş. Şimdi de bana kalkmış "Henüz paketi alan arkadaş gelmedi, bekliyoruz gelmesini." diyebiliyor. İnsan başkasının malını yanlışlıkla alabilir, anlarım. Yanlışlıkla aldığın malı alır, geri teslim edersin. Ahlaklı olmanın gereğidir bu. "Aç kamerana bak." diyorum. Verdiği cevap trajikomik. "Kameraları izlemiyoruz." Peki niye taktın onu oraya be adam."

Bugün düne göre sakin. Aman sakin olsun arada böyle soluklanabilelim. Bu aralarda mezeler hazırlanıyor. Cevizler kırılıyor, krokanlar yapılıyor. Bugün keşkek günü. Aşkın Şef almış Hüseyin'i yanına, keşkek dövüyorlar. Etinden tutun da buğdayının hazırlanmasına kadar, dövülmesinden pişirilmesine ne kadar meşakkatli bir işmiş keşkek. Ama yerken tadına doyum olmuyor. Hele üzerine tereyağını ve salçayı da ekleyince...  

Telefonum çalıyor. İzmir'den sabit bir telefon arıyor. Dün arayıp rezervasyon yaptırmak isteyenlerden biri. Yarın için 35 kişilik bir iş yemeği. Gönderdiğim üç menü alternatifinden iki no'lu menüyü seçmiş patron. Beş kişi daha olsa Taş Ev'i kapatacağız.

Öğleden sonra bir hanımefendi arıyor. Yarın akşam için rezervasyon yaptırmak istiyormuş. "Kaç kişi?" diye soruyorum ürkek bir ses tonuyla. Çocuklarla birlikte 18 kişi falan diyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. İlk cevabım olumsuz. "Maalesef bir iş yemeği için 35 kişi rezervasyon yapıldı. İlave masalarla sığdırabilir miyiz bilemiyorum." "Bizimki de iş yemeği." diyor telefonun ucundaki ses. Tekrar soruyorum "Kaç kişilik yer istiyorsunuz, çocuklar kaç yaşında?" "On kişisi yetişkin, beş kişisi 8-12 yaş grubu, diğer üç kişi daha ufak." diyorlar. "Peki o zaman sığdırmaya çalışırız." diyorum. 

Bugün gelen misafirler ilk defa gelenlerden oluşuyor. Hepsi de tavsiye üzerine geldiklerini söylüyorlar. Bunu duymak ne güzel. Reklama ne hacet. Lakin en azından yönlendirme levhalarımız olmalı. Eşimi almaya giderken levhaları yaptırdığım reklamcıya uğruyor fırtınada yerinden kopan son levhayı da onlara teslim ediyorum. Yarın levhaları yerine dikeceğine söz veriyor. Mecburen inanıyorum.

Akşam saatleri... Yine bir çift çocuklarıyla gelmişler. Yanlarında bir pasta kutusu. Evlilik yıl dönümleriymiş. Mutlu günlerin adresi oldu Taş Ev. Gelen beyefendi iyi tanıdığım biri, biliyorum. Hemen hatırlıyorum. Belediye ruhsat bölümünde bize çok yardımcı olmuştu. Bazılarının yüzünden iyilik akar. İşte öyle biri. Mutlu bir aile. Yaşları genç ama kocaman çocukları var. Yemeklerini yiyorlar, pastaya sıra gelmeden acil bir program değişikliği ile pastalarını alıp gidiyorlar. Onlar gitmeden az önce bir araba yanaşıyor Taş Ev'e doğru. İçinde iki canavar. Yüzlerinde maske. O kadar çok enerjileri var ki... Biri oğlan biri kız beş altı yaşlarında. İkizlermiş. Allah ana ve babalarına kolaylık versin.

Bir dostum arıyor. İzmir'den misafirleri gelecekmiş. "Yola çıktılar, geliyorlar." diyor. Buyursunlar, gelsinler. Hüseyin çoktan gitti. Yarın sabah erken gelecek kahvaltı servisinden önce temizliğin bitmesi lazım. Oğlum da şehre inecek izin istiyor. Bu gece saat kaça kadar nöbetteyiz bilmiyorum.

10 Kasım 2016 Perşembe

MİSAFİR HER ZAMAN HAKLIDIR

10/11/2016 Perşembe, Tire

Ortalığı birbirine katan lodosun ardından geç vakitlerde başlayıp gece boyunca devam eden yağmur fırtınanın öfkesini ancak dindirebildi. Sabahleyin hava temizlenmiş, rüzgarın savurduğu sarı yapraklar yerlere yapışmıştı.  

Dün başlattığım taş duvar inşaatına havanın yağışlı olma olasılığı karşısında ara verildi. Öğlen yemeği için yapılan bir grup rezervasyonu nedeniyle sabah temizliğine Hüseyin gelmeden başladık. Sabahın erken saatlerinde yabancı bir numara tarafından arandığımı fark ettim. Numarayı çevirdiğimde öğrendim ki beni arayan geçen hafta kahvaltıda ağırladığımız Torbalı'dan gelen iş adamıymış.

Telefondaki beyefendi işyerinde çalıştırdığı arkadaşları ve eşlerine bir moral yemeği vermek istiyormuş. Cumartesi günü için yer durumunun müsait olup olmadığını sordu. Kendisine menü seçeneklerinden bahsettim. E-mail adresini alıp söylediklerimi bir de yazılı olarak gönderdim.

Öğlen konuklarımızı beklerken bir başka çift geldi. Dün facebook sayfamızı incelediklerinden bahsederek kızlarının nişan törenlerini Taş Ev'de yapmak istediklerini söyledi. Nişan törenine davetli sayısının 130'u bulacağını söyleyince burada en fazla 60 kişiyi ağırlayabileceğimizi söyledik. "O zaman başka bir yer bakmamız gerekecek." dediler. Arabalarına binip tam ayrılacaklardı ki, sözü burada yapabilecekleri geldi akıllarına. Yaklaşık 45 davetli grubunun katılmasını düşündükleri söz törenine Taş Ev'in salonu rahatlıkla ev sahipliği yapabilecekti. Yeniden salona çıkıp birer çay söyledik. Birlikte menüyü kararlaştırdık. İkinci e-mailimi de teyit için bu çifte gönderdim.

Dünkü rezervasyon biraz gecikmeyle geldi. Yine hanımlarının gün toplantılarından biriymiş. Bir grup bayan da rezervasyonsuz geldi. Böylelikle Taş Ev gündüz saatlerinde tam anlamıyla bir hanımlar matinesine döndü. Oğlumdan Yan Tiersen'in müziğini indirmesini söylemiştim. Fon müziği olarak Amelie çalıyor. Sesini de biraz açmışım farkında olmadan. Kendimden geçmek üzereyken hanımefendilerden biri merdivenden aşağı sarkarak "Müziği değiştirmeniz mümkün mü acaba?" demez mi? Ne cevap vereyim şimdi ben. "Derhal efendim." Misafir her zaman haklıdır."

Sabahtan beri ağzıma bir şey değmedi. Akşam trafiği başlamadan bir şeyler atıştırmalı. Eşim yine diyete girdi. Benim canım yumurta çekiyor. Şefe tam da "Bana şöyle bol tereyağlısından güzel bir kaşarlı yumurta yapıver." diyecekken baskına uğruyoruz. Hemen her perşembe akşamı Ödemiş'ten gelen bir çift arıyor. "Kaplan yokuşunu tırmanıyoruz şu an." diyor. "Çok açız, biz gelene kadar mantarlı bonfile sote hazırlatabilir misiniz?" Sipariş devam ediyor. "Bir de salata hazırlasınlar, içinde roka, marul, maydanoz, dere otu, yeşil biber vs. olmasın." Onlar olmadan salata olur mu hiç? diyemiyoruz elbette. Misafir ne derse odur.

Dün fırtınanın getirdiği sakinliğin tersine bugün oldukça hareketli geçiyor. Gelenlerin tamamı rezervasyonsuz. Cam kenarında yer bulamayanlar şömine sobanın yanına geçiyorlar. Ekmek stokumuz tükeniyor. Birileri daha gelse ekmeğimizin kalmadığını nasıl söyleriz?

Saat henüz sekiz değil. Mutfak ekibi olarak karar veriyoruz. Bir kişi daha gelirse fırlayıp ekmek bulacağım. Bu saatte bulamama durumu da var tabii. Odaya geçip bir soluklanıyorum. Oğlum içeri giriyor. "Hadi, hadi, hadi" Ne demek istediğini anlıyorum. Arabaya doğru yönelince güzel giyimli üç kişilik bir aileyle karşılaşıyorum. Arabalarını benim arabanın yanına park etmişler ama aradan geçebilirim. Hemen çıkıyorum yola. Eğer hiçbir yerde ekmek bulamazsam dönüp komşu restorandan ödünç alırım.  Neyse ki ilk vardığım markette aradığımı buluyor aynı hızla geri dönüyorum.

Saat onu geçince masalar yavaş yavaş kalkmaya başlıyor. Hüseyin'i gönderdik. Aşkın Şef ile eşini yolcu etmeye hazırlanıyoruz. Son misafirlerimizi de uğurladık derken dört kişilik bir genç grubu giriyor içeri. "Kapalı mısınız?" Bir şefin, bir eşimin yüzüne bakıyorum. Saat onu geçmiş olmalı bana göre. Kol saatini çoktan attım kolumdan. Saati cep telefonlarından takip edeli yıllar oldu. Telefonumu arıyorum. Kim bilir nerede bıraktım. Eşim "Daha saat dokuz."  diyor.  Aşkın Şef başını sallayarak onaylıyor. "Pardon, o zaman buyurun." diyorum.

Saate bakıyorum masada unuttuğum cep telefonumdan. 21.50 yi gösteriyor. Salona çıkıyorlar, terası görüyorlar. Sonunda verandada karar kılıyorlar, sigara içebilmek için. Gençlerin hepsi üniversite mezunu. Aralarında Girit göçmeni olan da var, Selanik göçmeni olan da. Oğlum onların istek parçalarını çalıyor. Hayat onlara güzel...   

10 KASIM

Tam 10 Kasım'ı gösteriyor takvim. Atatürk'ün bu dünyaya veda ettiği tarihten bu yana tam 78 sene geçmiş. Demek ki annem de 78 yaşına gelmiş. Doğduğunda cumhuriyet 15 yaşındaymış henüz. Hep annemin gençlik yıllarına özenirim. Cumhuriyetin ilk yılları...

Siyah beyaz resimler. Saçları beyaz kurdeleli kız öğrenciler. Modern giyimli hanımefendiler, beyefendiler. Atatürk böyle bir hayalin peşindeydi. Büyük devrimler yaptı. Kimsenin hayaline dahi sığmayan. Alfabeyi değiştirdi, laiklik sistemini getirdi, kadına seçme seçilme hakkı verdi, yobazların egemenliği sona erdi. Kurtuluş savaşında ülke nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmesine ya da sakat kalmasına rağmen küllerinden yeni bir ulus yaratan büyük önderdi o.

Her şeyden önemlisi bağımsız, başka ülkelerin saygı duyduğu bir ülkeydik. Köy Enstitüleri onun çizdiği yolu kendilerine şiar edinmiş memleket sevdalılarının en büyük eseriydi. Oradan yetişen insanlar medeni, kültürlü, milli, çalışkan, ahlaklı, üretken oldular. Dini sömürü ortadan kalktı. İsteyen istediği gibi ibadetini yapar oldu. Ancak dini siyasete ya da ticarete alet edenlerin hep önü kesildi.

Atatürk'ü din düşmanı gösterdiler. Onu savunmak için "Aslında o dindar biriydi." dedi bazıları. Ama o kimseye dindar görünüp bundan faydalanmayı düşünmedi. Dindar biri de değildi zaten. Çünkü o başarısızlıklarını ne yaratana ne da kadere bağladı. İşte bu yüzden böyle olması beni ona daha da çok yakınlaştırdı zaten. 

Savaşlara kıtlığa rağmen o yıllar daha güzeldi. Fetö gibi din tacirleri ve onların peşine takılan siyasetçiler yoktu mesela. Fetö gibi din tacirleri olmadığı için onun kandırdığı başbakanlar ve cumhurbaşkanları da yoktu elbette. Bu yüzden devlet sırları, güvenlik planları yabancıların eline geçmezdi.

Asker güçlüydü o zamanlar. Halk politikacıdan çok askere güvenirdi. Dosta güven düşmana korku verirdi ordumuz. Yabancı güçlerin işbirlikçileriyle doldurulmamıştı silahlı kuvvetler. Sınırlarımız güvenliydi. Hiç bir toprakta gözümüz olmadığı gibi bir karış toprağımıza göz dikenin gözünü oyardık. Askerimizin başına çuval geçiremezdi hiç kimse. Ülkeyi bölmek isteyenlere hadleri bildirilirdi.

Şimdi öyle mi ya. Kadınlarımızın başına takke, takkenin üzerine çarşaf geçirip Arap ülkelerinde bile rastlamadığımız garip bir moda rüzgarı estirdiler. Giydikleri kot pantolondan kalçaları taşmış, göğüs dekoltesi o biçim, ne gam, saçının bir teli gözükmüyor ya. Böylesine geri fikirlere kurban ettiler kadınlarımızı, inanç hürriyeti ayağına. Sistemin açıklarıyla parasına para katan bir züppe benim ortanca hanım diye gazetecilere caka sattı. Atatürk'ün Türkiye'si bunları da mı görecekti?

Kim ne düşünürse düşünsün. Bu fikirler benim. Atatürk'ü anıyorum. Atatürk'ü arıyorum.