Bugün güya tatil günümüz. Hayır, yanlış anlamayın, henüz şikayet etmiyorum. Lakin bir gerçeğin altını çizmeden geçmek de olmaz. Tatil deyince ne anlarız? Muhtemel odur ki, herkes farklı şeyler söyleyecekler. Bana göre tatil ayakları uzatıp sevdiğin kitabı okumak, güzel bir film seyretmek ya da dışarıda sevdiğin bir yerde sevdiğin kişilerle birlikte yiyip içmektir. Eğer bunlardan hiç birini yapamamışsan adı tatil de olsa çalışmışsın demektir. Çalışmak da güzel tabii. Ancak nereye kadar. Bunun da bir takvimi olacak elbette.
Dün akşam erken saatte geldik ama geç vakitlerde blogumda yapılan bir yorum iyice yordu beni. Sabaha kadar kendimle hesaplaştım, doğru karara ulaşmak için. Yoruma çook uzun bir cevap yazdım. Ne gerek var bu kadarına deyip sildim. Kısa bir şey yazayım dedim, yine uzadı sakız gibi, onu da sildim. Saate baktım, dört olmuş, sabaha ne kalmış ki. Alelacele iki satır cevap yazdım. Yorumu yapan arkadaş çok değer verdiğim bir insan. Gerçek bir dost. Samimiyetinden zerre şüphem yok. Taş Ev'in yıldızı parlarsa en fazla mutlu olacağına inandığım insanlardan biri. İşte bu yüzden onun düşüncelerini doğru kabul ettim. Gel gelelim o düşünceler benim düşüncelerime uymadı. Beynimin içinde fırtınalar koptu. Dostum halkın içinde, onların nabzını yakinen tutan bir insan. Söyledikleriyle halkın sesine tercüman. Halk her zaman doğrusunu mu bilir? Halk mı bizi yönlendirmeli biz mi halkı yönlendirmeliyiz? Biz kimiz? Kendimizi halkın üstünde mi görürüz? Hedef kitlemiz nedir? Gerçekten ne yapmak istiyoruz? Halkımız hangi konularda fikir birliği yapar, hangi konularda fikirler ayrışır? Sorular, sorular sorular.... Cevapları uzun sorular. Uykuları kaçırtan sorular. Konuya yine döneceğim.
Birkaç saat uykudan sonra kabak çiçeği bulurum ümidiyle pazara çıktım. Meşhur Salı Pazarı. Artık fobi haline geldi park sorunundan dolayı. Arabayı park ettiğim yerle pazar arası fersah fersah uzakta. Taşı babam, taşı torbaları, çuvalları. "Elemanınız yok mu sizin?" deyip acıyan esnafa, "Elemanlar tatilde bugün" diyorum. "Çalışmak iyidir." İyi, güzel de ne zamana kadar bu güç ve kuvveti bulacağım kendimde? Hele işler bir otursun, sadece bu taşıma işi için bile bir adam almam lazım. Pazarın kurulduğu dar sokaklar tam ömür törpüsü. Teyzem seksenine yaklaşmış. Bir elinde baston diğer elinde pazar arabası. Arkasına bakmadan dalgaya tutulmuş tekne gibi bir sağa bir sola yalpalıyor. Arkasındaki iki tekerlekli pazar arabası peşinden insanlara çarpa çarpa, bazen ayaklar üzerinden geçe geçe sürükleniyor. Karşıdan bir pazar arabalı hatun daha geliyor. Sokağın iki yanına dizilmiş tezgahların arası o kadar dar ki kollarını açsan sığmaz. İğne atsan düşmez kalabalığın içinde teyzemle karşıdan gelen hatun kişi bir de tanıdık çıkmazlar mı? "Fatma teyze naaptın gari, pazara mı çıkıp durun?" Trafik kilitlendi işte. Bekle ki sohbet bitsin yollar açılsın. Hele bir de sırtında ağır yük varsa otur ağla. Pazar arabası neyse de, pazarın o dar yollarında bebek arabasıyla dolaşanlara gıcık oluyorum. "Ne yapsın insanlar bebeğini bir yere bırakamamış." diyeceksiniz. Bir komşusuna bırakamaz mı? Ankara pazarlarında neden bebek arabası görmüyordum? Ankaralılar bebeklerini evde mi bırakıyorlar? Ufak yerlerde komşuluk, akrabalık ilişkileri daha gelişmiş değil mi? Yok, alacak bebek arabasını bir buçuk metrelik pazar yolunu berbat edecek. Bir de pazarın laylay lomcuları var. Eline aldığı bir torbayı adımlarına uydurarak durmadan sallar. Adamın (ya da kadının) içi zerzevat dolu çantasına ya da torbasına çarpmamak için sekiz olursun.
Pazar alışverişi saatlerimi aldı. Defalarca uzak arabaya taşıdım aldığım eşyaları. En sonunda aldıklarımı dolaplara yerleştirmek için çıktım yaylaya. Kabak çiçeği kalmamış artık. Yine bol bol ot aldım. Bir kaç kişi aradı telefonla. İki tane rezervasyon teyidi aldım. İkisi de Tire dışından. İzmir'den birileri kahvaltı hakkında bilgi aldı. Önce oğlumla daha sonra kızımla telefonda uzun uzun konuştum.
"İzmir Buraya" adında bir web sitesi görmüştüm. "Nasıl oluyor da kampanya adı altında yüzde elliye varan indirimler yapıyorlar?" diye sordum. Kızım "Onlara hiç bakma." dedi. "O kampanyaların hepsi aldatmaca." "Bir konser bileti almıştım o kampanyaların birinden, oturttukları yerden sahne görünmüyordu." deyip devam etti. "Yine kampanyadan bir restorana gidelim dedik arkadaşlarla, hem porsiyonlar yarıya düşmüş, hem de yemek sonunda getirdikleri tatlı bozulmuştu." Tamam dedim, mesele anlaşıldı. Gece boyu kafama takılan soruları tartıştık kendisiyle. Çok gezen ve değişik yerlerde yemesini seven biri olduğu için onun da düşüncelerini kendi düşüncelerime kattım ve bir karara vardım.
Uykularımı kaçıran meseleye döneyim. Gece boyu internette dolaştım. Evet, doğru, öyle bir alışkanlık oluşmuş ki, hemen hemen bütün restoranlar çay parası almıyor, bu hizmete ikram deniyor. Müşteri bu işi o kadar sahiplenmiş ki ikram ikram olmaktan çıkmış artık hak olmuş. Önce hesap ödeniyor, sonra çay kahve söyleniyor... Bu bir vakıa. Diğer taraftan çayı ikram eden bütün restoranlar kuver adı altında bir ücret alıyor. Bu hiçbir yerde ikram değil. Kuver, sadece ekmek sepeti olduğu gibi metazori kabullenilen içine birkaç zeytin ve kekik, pul biber serpiştirilmiş zeytinyağı tabağı, küçük bir kapta şekil verilmiş tereyağı da olabiliyor. Bir çok yerde alınan bu ücret masadaki peçete, tuzluk vs. için aynı zamanda. Kuver ücreti olarak 2 TL alan da var 25 TL alan da. Ekşi sözlükte bir de "müzikli kuver" tanımını gördüm. O da canlı müzik olunca kuver fiyatı zamlı oluyormuş. Kızım bir balık pişiricisine gitmiş. Aldıkları balık kişi başı 35 TL. Arkadaşı ile meze vs. almışlar, o da kişi başı 20 TL tutmuş. Hesap 55 TL beklenirken 72,5 TL gelmiş. Nedir bu diye sorunca," Kuver efendim kuver" demişler.
Bütün bunları değerlendirince bir karar almam zorunlu oldu. Evet madem ki bu adet bütün ülkeyi sarmış, artık Taş Ev'de yemek sonrası içilen çaydan ücret almayacağım. Bu sadece çay, kahve içenleri, tatlı yiyenleri kapsamıyor tabii. Serpme kahvaltımızda verilen çay zaten sınırsız.
Ancaaak, madem benzer mekanların hepsinde bu kuver olayı var. Bundan böyle ben de yemek yiyenlere kuver ücreti ekleyeceğim hesaba. Çay kahve içenlerle tatlı yiyenlere değil elbette. Ekmek sepeti gidiyorsa bir masaya kişi başı 2 TL kuver alacağım. Daha önce aldığım çay ücreti zaten 2 TL idi. Ha Ali Veli, ha Veli Ali. Restoranların bazılarında % 10-15 garsoniye alınıyor. Buralarda maalesef bahşiş kültürü de yok. Ankara'da en basit pide salonunda % 10 civarında bahşiş bırakmadan masadan kalkınca garson bakışlarıyla söver insana. Sadece bahşiş verilmesin diye masada hesap verilmez buralarda. Masadan kalkıp kasa aramak adeti vardır. Sırf bu yüzden kasa koymadım mekana. Ama yine fayda etmedi arayıp buluyorlar beni. Bir de bu konuyu çözsek. Bahşiş için bir şey demeyeceğim. İkram gibi o da gönül işi. Gerçi ikram hak görülüyorsa bahşiş verilmesi de çalışanların hakkı olarak düşünülebilir ama halkımız nalıncı keseri gibi hep kendine doğru yontar. Lakin aşağı inince er kişi, masalar karışıyor. Kalabalıkta pat diye aşağı inip "Bizim hesap." diyor. Adisyonda masa numarası var ama gelen misafirin numarası yok alnında. "Biz" diyor, "İki köfte, bir pirzola yedik, iki de ayran var" La havle vela kuvvete... Alışacak mıyım? Je ne sais pas
Pazar alışverişi saatlerimi aldı. Defalarca uzak arabaya taşıdım aldığım eşyaları. En sonunda aldıklarımı dolaplara yerleştirmek için çıktım yaylaya. Kabak çiçeği kalmamış artık. Yine bol bol ot aldım. Bir kaç kişi aradı telefonla. İki tane rezervasyon teyidi aldım. İkisi de Tire dışından. İzmir'den birileri kahvaltı hakkında bilgi aldı. Önce oğlumla daha sonra kızımla telefonda uzun uzun konuştum.
"İzmir Buraya" adında bir web sitesi görmüştüm. "Nasıl oluyor da kampanya adı altında yüzde elliye varan indirimler yapıyorlar?" diye sordum. Kızım "Onlara hiç bakma." dedi. "O kampanyaların hepsi aldatmaca." "Bir konser bileti almıştım o kampanyaların birinden, oturttukları yerden sahne görünmüyordu." deyip devam etti. "Yine kampanyadan bir restorana gidelim dedik arkadaşlarla, hem porsiyonlar yarıya düşmüş, hem de yemek sonunda getirdikleri tatlı bozulmuştu." Tamam dedim, mesele anlaşıldı. Gece boyu kafama takılan soruları tartıştık kendisiyle. Çok gezen ve değişik yerlerde yemesini seven biri olduğu için onun da düşüncelerini kendi düşüncelerime kattım ve bir karara vardım.
Uykularımı kaçıran meseleye döneyim. Gece boyu internette dolaştım. Evet, doğru, öyle bir alışkanlık oluşmuş ki, hemen hemen bütün restoranlar çay parası almıyor, bu hizmete ikram deniyor. Müşteri bu işi o kadar sahiplenmiş ki ikram ikram olmaktan çıkmış artık hak olmuş. Önce hesap ödeniyor, sonra çay kahve söyleniyor... Bu bir vakıa. Diğer taraftan çayı ikram eden bütün restoranlar kuver adı altında bir ücret alıyor. Bu hiçbir yerde ikram değil. Kuver, sadece ekmek sepeti olduğu gibi metazori kabullenilen içine birkaç zeytin ve kekik, pul biber serpiştirilmiş zeytinyağı tabağı, küçük bir kapta şekil verilmiş tereyağı da olabiliyor. Bir çok yerde alınan bu ücret masadaki peçete, tuzluk vs. için aynı zamanda. Kuver ücreti olarak 2 TL alan da var 25 TL alan da. Ekşi sözlükte bir de "müzikli kuver" tanımını gördüm. O da canlı müzik olunca kuver fiyatı zamlı oluyormuş. Kızım bir balık pişiricisine gitmiş. Aldıkları balık kişi başı 35 TL. Arkadaşı ile meze vs. almışlar, o da kişi başı 20 TL tutmuş. Hesap 55 TL beklenirken 72,5 TL gelmiş. Nedir bu diye sorunca," Kuver efendim kuver" demişler.
Bütün bunları değerlendirince bir karar almam zorunlu oldu. Evet madem ki bu adet bütün ülkeyi sarmış, artık Taş Ev'de yemek sonrası içilen çaydan ücret almayacağım. Bu sadece çay, kahve içenleri, tatlı yiyenleri kapsamıyor tabii. Serpme kahvaltımızda verilen çay zaten sınırsız.
Ancaaak, madem benzer mekanların hepsinde bu kuver olayı var. Bundan böyle ben de yemek yiyenlere kuver ücreti ekleyeceğim hesaba. Çay kahve içenlerle tatlı yiyenlere değil elbette. Ekmek sepeti gidiyorsa bir masaya kişi başı 2 TL kuver alacağım. Daha önce aldığım çay ücreti zaten 2 TL idi. Ha Ali Veli, ha Veli Ali. Restoranların bazılarında % 10-15 garsoniye alınıyor. Buralarda maalesef bahşiş kültürü de yok. Ankara'da en basit pide salonunda % 10 civarında bahşiş bırakmadan masadan kalkınca garson bakışlarıyla söver insana. Sadece bahşiş verilmesin diye masada hesap verilmez buralarda. Masadan kalkıp kasa aramak adeti vardır. Sırf bu yüzden kasa koymadım mekana. Ama yine fayda etmedi arayıp buluyorlar beni. Bir de bu konuyu çözsek. Bahşiş için bir şey demeyeceğim. İkram gibi o da gönül işi. Gerçi ikram hak görülüyorsa bahşiş verilmesi de çalışanların hakkı olarak düşünülebilir ama halkımız nalıncı keseri gibi hep kendine doğru yontar. Lakin aşağı inince er kişi, masalar karışıyor. Kalabalıkta pat diye aşağı inip "Bizim hesap." diyor. Adisyonda masa numarası var ama gelen misafirin numarası yok alnında. "Biz" diyor, "İki köfte, bir pirzola yedik, iki de ayran var" La havle vela kuvvete... Alışacak mıyım? Je ne sais pas