KATEGORİLER

28 Kasım 2016 Pazartesi

RAINBOW

28/11/2016 Pazartesi, Tire

Dört günlük yoğunluktan sonra bu sabah tembellik ettim. Kafamda yapılacak hiçbir şey yok gibi. Saat 11'e doğru Hüseyin'e kapının açılması gerektiği geldi aklıma sadece. O bile kapıya gelmiş, telefonla aramış ama duymamışım. Kapıda beni bekliyordu. Tam yedi dakika olmuş arayalı ama duymamışım.

Dün geceden beri hava çok kötü. Fırtına veranda ve terastaki sandalyeleri sürüklüyor. Gece geç saatlerde başlayan yağmur fırtınayı durdurmaya yetmedi. Zeytin zincirini koparmış kapının önünde havlıyordu. Hüseyin şehre inip inmeyeceğimi sorunca hala ayılamadım Adnan Şefin alınması gerektiğine. Oğlumun göreviydi bu ya. Şimdi o da bir iş görüşmesi için Kocaeli'ne gidince Adnan Şefi almak bana düştü. Hemen fırladım yerimden. Yapılacak fazla bir alışverişim yoktu ama yine de mandıradan almam gereken bir iki malzeme vardı. Yola çıktığım anda yağmur yağmaya başladı, sonra güneş açtı. Garip bir hava var bugün. Kararsız. Şehre doğru baktığımda gök kuşağı çıkmış. Fırsatı kaçırır mıyım? Çektim arabayı kenara çekiverdim fotoğrafını. Kuş olsa kaçardı. Neyse ki gök kuşağı biraz daha fazla zaman tanıyor insana. Alt kısımda çöpleri bırakmış birileri yine. Ne zaman insanlığı öğreneceğiz?

Gün boyu fırtına devam etti. Bu fırtınada evden çıkmak zor. Kapıları kapattık. Hafta arası kahvaltı vermediğimiz halde erkenden gelen bir genç çifti eşim geri çevirmemiş. Döndüğümde keyifle kahvaltılarını yapıyorlardı. Web sitemizin İngilizce versiyonu için metin tercümelerini yapabileceğim sakin bir gün. Hava muhalefeti nedeniyle kalan birkaç muşmula ağacı da toplanamadı. Yarın zaten tatil günümüz. En erken çarşamba günü el atabileceğiz bu işe.

KEMANCI

27/11/2016 Pazar, Tire

Keyifli bir pazar daha. Eşim çoktan kalkmış hazırlıkları tamamlamış. Onun seslenmesiyle uyandım. Saat dokuz olmuş, bir saat sonra kahvaltı vermeye başlayacağız. Hüseyin gelmiş midir? Gelse telefon eder. Hemen giyinip kapıya koşuyorum. Henüz yolun yarına gelmişken telefonum çalıyor. Tahmin ettiğim gibi arayan Hüseyin. "Geldim" diyorum.

Hüseyin hemen temizliğe koyuldu. Domates, salatalık söğüş işi bende. Dolaptan salatalıkları ve domatesleri, süslemek için maydanozu çıkarıp güzelce yıkıyorum. Halde normal salatalık bulamamış, silor almıştım dün. Hibrit bir tür ama kütür kütür yeniyor. Tarla salatalığına kusur bulan olmuştu ama bugün hiç şikayet almadım. Çok geçmeden telefonum çalıyor. Kahvaltı veriyor musunuz?, "Ne kadar fiyatı?, Tek kişilik yok mu?, Söylediğiniz fiyat iki kişilik mi?" gibi soruların ardı arkası kesilmiyor. Henüz temizlik tamamlanmamış. Hava biraz serin olduğundan sobayı da yakmamız lazım. Soruları teker teker cevaplayınca, "Tamam o zaman, eşimle konuşup size dönerim." diyor. Bu ve benzeri hallerde genellikle dönüş olmaz. Ancak bu sefer öyle olmuyor. On dakika sonra geliyor günün ilk misafirleri. Daha açılış saati gelmemiş ve temizlik tamamlanmamış. İlk defa gördükleri Taş Ev'e hayranlıklarını gizlemiyorlar. Gerçekten bu durumu çok kişide yaşıyorum ben. Dağın başında ahırdan bozma bir yer hayal eden insanoğlu bizim Taş Ev'i görünce ters köşe oluyor. Onlar gidip arkadaşlarına anlatıyorlar ballandıra ballandıra. Arkadaşları geliyor ne var bu kadar anlatılacak buranın deyip. Görünce onlar da şok oluyorlar. Belki de reklam yapmamanın sonucu bu. Eğer reklam yapsaydık, en azından resmini, nasıl bir yer olduğunu biraz da olsa tanımış olacaklardı. O zaman yüksek beklenti içine gireceklerinden, kusur arayacaklardı.

Kahvaltı servisi bittikten sonra yemeğe, çay kahve içmeye gelenler hiç eksik olmadı. Hele akşam üzeri çılgın bir kalabalık vardı. Gelen misafirlerden birinin telefon edip müzisyen çağırması gecenin sürprizi oldu. Salon tamamen doldu. Rezervasyon taleplerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bir ara terastan içeri masa taşıdık insanlara yerimiz yok dememek için.

Kemancı hem çaldı hem söyledi. Diğer masalar bu sürpriz eğlenceye şaşırdılar. Bir ara yukarı çıkıp bir kaç resim çektim. "Bir telefonun yeter, hemen gelirim." dedi. Tarzım olmasa da haftanın bir günü fasıl yapsak nasıl olur ki. Ekip olarak konuştuk aramızda. Belki bir hafta fasıl, diğer hafta gitar diletişi sunmak en iyisi. "Yılbaşı için de ben yardımcı olurum." dedi Kemancı Hasan Bey. "Allah'ın istediği bir göz." dedim ben de içimden.

Elemanlar iyi çalıştı bugün. İyi iş çıkardılar. Gecenin ilerleyen saatlerinde Hüseyin'in sigortaları atmaya başladı. Tek rakı yerine bardağa duble koydu. Hemen farkına vardı bu yanlışın. "Tüh," dedi "yanlış yaptım. Tamam amca, sen bunu benim hesaba yaz, ben yenisini koyarım." Yeni koyduğu kadehe yine duble boşalttı. "Tüh, Allah kahretsin, yine kaptırdım. Tamam amca, bunu da yaz sen benim hesaba." "Hüseyin, istersen şişeyi al götür." dedim. "Böyle duble duble biraz zor oluyor."

Gecenin sonunda herkesin yüzü gülüyordu. Hüseyin bana dönüp "Amca" dedi. "Bitti mi mesaim?" "Bitti, bitti Hüseyin." Aldı o yanlış koyduğu iki dubleyi yanına, Aşkın Şefe bir de kavun peynir hazırlatmış, çıktı yukarı salona. Bir dubleyi kendine diğerinin Adnan Şefe vermiş keyif yapıyorlar. "Ne o, Hüseyin Taş Ev'i kapattınız galiba. Bari Aşkın Şefe de söyleyin kadro tamamlansın." Aşkın Şefe izin vermedi eşi. Benim de eşlik etmemi istediler. Bir bira açıp yanlarına gittim. Geceyi güzel sonlandırdık.

27 Kasım 2016 Pazar

Fidel CASTRO

26/11/2016 Cumartesi, Tire

İtiraf edeyim özellikle hafta sonları biraz yorucu geçiyor. Keyifli bir yorgunluk bu. Öğretmenler Günü dolayısıyla bu hafta, hafta sonuna iki yoğun gün daha eklendi. Ekip olarak erken toplandık bu sabah. İzmir'den salonumuzun yarısını dolduracak misafirlerimiz vardı. Nilgün Hanım organizatörlüğünde güzel bir etkinlik oldu. Kahvaltımızı ve Taş Ev'i çok beğendiler. Onlar bizden memnun kaldılar biz onlardan.

Grubu karşıladıktan sonra alışveriş için şehre indim. Esas niyetim yılbaşı için canlı müzik programını ayarlamaktı. Bir müzisyenle görüştüm. Pazartesi günü bana döneceğini söyledi. Alışveriş yaparken kızım aradı. Hafta sonu için yanımıza gelecekmiş. Buna çok sevindim.

Öğleden sonra Kuşadası'ndan gelen konuklar Hollandalı misafirlerini de yanlarında getirmişler. Hepsi Taş Ev için övgü dolu sözler söylediler.

Fidel Castro hayatını kaybetmiş. Kafamdan bir sürü şey geçti bu haberi izlerken. İlk aklıma gelen öğrencilik yılları... Devrim deyince aklımıza Küba, Küba deyince de devrime destek veren Arjantinli doktor, büyük devrimci Che Guevara ve Fidel Castro gelirdi. Her iki kahramanın Atatürk'e olan sevgisi ve saygısı geçti ak
lımdan. Sonra ölümü düşündüm. Ne olursan ol, sonuçta bu dünyada sayılı günün bitince çekilip gideceksin sahneden. Bundan ötürü hayat anlamsız geldi gözüme. Evet onlar iz bıraktılar arkalarından. Güzel şeyler yaptılar tıpkı Atatürk'ün yaptığı gibi. Ama kaç yıl kalacak akıllarda? Yüz yıl, iki yüz yıl? Ya daha sonra. Unutulacak. Belki tarih kitaplarının bir köşesinde bir müddet daha yer alacak ama o bile silinecek zamanla.
Şöyle bir düşündüm. En uzun süreli iz bırakan insanlar halk kahramanları değil filozoflar ve sanatçılar olmalı. 

Akşam misafirleri de güzeldi. Keyifli bir gece geçirdik.   

26 Kasım 2016 Cumartesi

ÖZEL MİSAFİRLER

25/11/2016 Cuma, Tire

Yazmaya ancak fırsat bulabildim. Saat sabaha az var. Dün olduğu gibi bugün de öğretmenleri ağırladık ağırlıklı olarak. % 30 indirime denk gelen güzel bir menü sunduk kendilerine. Her şey beğenildi. Özellikle eşimin yeni tatlarından Çin pilavı ve patates ezmesi çok takdir topladı. Öğretmenlerimize günün anlamına binaen birer karanfil hediye ettik. Bugün öğlen yine "Gün" ümüz vardı. En iyi "Gün" lerden birisiydi aslında. Gelenler kaliteli insanlardı. Mesela "Restoranda çekirdek mi yenirmiş?" dedi içlerinden birisi. Hava çok güzeldi. Güneş tepede parlıyordu. "Salon soğuk, şömine sobayı yaksınlar." dediler. Soba yanar yanmaz hepsi terasa çıktılar. İnanması zor ama patlamış mısır bile yemediler salonda. Çok takdir ettim bu grubu çoook.

Kalabalık bir öğretmen grubu vardı, rezervasyonlu. Dört kişi gelmedi. Az önce mazeret bildirdikleri söylendi Masada onların ordövr tabakları ve salataları hazır. Rezervasyonu yapan hocama "Keşke daha önce söyleseydiniz, ben sizin söylediğiniz sayıda hazırlattım bunları." dedim. Hoca "Tamam, mezeleri ve salataları biz paylaşırız siz gelmeyen dört kişi için sıcak attırmayın sadece." dedi. Bu kabullenme utandırdı beni. Garsonu gönderip dört kişilik servisi kaldırmalarını söyledim. Sayı değişikliğini önceden haber vermeseler de misafir her zaman haklıdır prensibini uyguladım.

Hareketli bir gün. Yarın da öyle olacağa benzer. Ben artık buralarda fazla oyalanmasam iyi olacak. Yarın sabah işler beni bekler.

24 Kasım 2016 Perşembe

KOMUTAN ATA BİNDİ

24/11/2014 Perşembe, Tire

Güzel bir gün, güneşli, insanın içini ısıtıyor... Özel bir gün... Bugün Öğretmenlerin günü. Bize hayatı, donanımlı, kültürlü olmayı kısacası ayakta kalmayı, dik durmayı öğreten güzel insanların günü. Bütün öğretmenlerin günü kutlu olsun. Bizleri, çocuklarımızı, torunlarımızı yetiştirmek için ilk gün heyecanından bir şey kaybetmeyen, her türlü zorluğa aldırış etmeden gece gündüz çalışan öğretmenlerimiz...

Okul yıllarında öğretmen olmayı ya da öğretmen bir eş seçeceğimi hiç düşünmezdim. Öğretmenlik zor zanaat. Herkes yapamaz. Öğretmenlik kabiliyet ister. Öğretme kabiliyeti herkese verilmemiştir. İsteyen okulunu bitirip öğretmen olur. İçlerinden bazıları iz bırakır geride. Bazıları silinir gider... Bana göre doğrusu, öğretmen olacak kişilere bir yetenek testi uygulanması. Örneğin ben de öğretmen olabilirdim, tek engel üniversite giriş puanı ise. Eğer öğretmen olsaydım, yazık olurdu öğrencilere. Anlatma kabiliyetim sıfır. Eşimle tartıştığım konularda en büyük problemimdir derdimi anlatamamak. Konuşurum durmadan, çırpınırım düşündüklerimi kelimelere dökmek için. Sonunda eşim bir cümlede toparlar iki saat anlattığımı. Sırf bu yüzden yazmaya başladım. Konuşmasam, hep kağıtlara döksem anlatmak istediklerimi...

Bende iz bırakan öğretmenlerimi düşünüyorum. Bazıları başka dünyalara göçmüş olmalı, kimisi yaşlanmıştır artık iyice... Bazı öğretmenlerimin siması da, adı da silinmez aklımda, yer etmiş. Bazılarının ismi kaybolmuş hafızamda. Hadi birlikte tarihin tozlanmış sayfalarına dalalım, öğretmenlerimizi analım, yaşayanlara sağlıklı bir ömür dileyelim, ölenlerin ruhlarını selamlayalım.  

İlk öğretmenimin adı Yaşar'dı. Yaşar bizim sokakta oturan turşucunun adıydı aynı zamanda. Yaşar isminin de kadın ismi olabileceği ondan ilk öğrendiğim şeydi. Annem götürmüştü beni okula, teslim etmişti, yeşil gözlü, dolgun yüzlü, kıvırcık saçlı, üzerinde yeşil renkli bir forma taşıyan kadına. Öyle sıcaktı ki gülüşü, hemen sevmiştim onu. Sevginin yanında saygı ve korku da vardı biraz. Öğretmen deyince biraz çekinirdik o zamanlar. İlk dersin teneffüsünde koşarken bahçenin beton zemini üzerine düştüm. Diz kapağım kanamaya başladı. İlk yalnızlığım. Eskiden yanımda annem olurdu. Defalarca düşüp dizimi patlatmıştım. İlk olarak oksijenli suya batırılmış pamukla silerlerdi yaramı. Daha sonra tentürdiyot basarlardı. Çok yanardı canım, avaz avaz bağırarak ağlardım.  

Dizim kanıyor, ne yapacağımı bilmiyordum. Zil çaldı, henüz tanımama fırsat bulmadığım arkadaşlarım sınıflarına döndüler.  Bu durumda ne yapılacağını kimse anlatmamıştı ki bana. Çantamı sınıfta bırakıp evin yolunu tuttum. Annem kanayan dizime gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra kolumdan tuttuğu gibi gerisin geriye sınıfa götürdü beni. Ders arasıydı. Okulu bıraktım diye kızar sandım öğretmenim. Kızmadı. Önce beyaz kurdele taktı göğsüme, sonra kırmızı. En sonunda okumayı söktüm ve yıldızı hak ettim.

Bir sonraki sene Yaşar öğretmeni aradı gözlerim. Ama yoktu. Adana'ya çıkmıştı tayini. O bende ilk iz bırakan oldu. İlkokul son sınıfta okul değiştirdim. Müşerref İyibak Öğretmen'in gözdesiydim. Gözüne daha çok girmek için derste parmağım her zaman havadaydı. O benim konuları iyi bildiğime inandığı için hep başka öğrencilere cevap hakkı verirdi. Günlerce, haftalarca devam etti bu durum. Öyle bir hale geldi ki ister çalışayım, ister çalışmayayım benim parmak her zaman havada. Nasıl olduysa bir gün büyü bozuldu. Hiç unutmuyorum, tarih dersiydi ve ben kitabın kapağını açmamıştım. Benden anlatmamı istedi konuyu. Otlukbeli Savaşı mıydı Ridaniye mi o kadarı yok aklımda. Halimi bir düşünün. Savaşın ne yılını biliyorum ne hangi devletler arasında olduğunu, ne de komutanını. Başladım gak guk etmeye. "Komutan ata bindi dıgıdık dıgıdık."  Öğretmen durumu anladı. Hiç bir şey demedi. Ama aldığım derslerden en önemlisiydi bu. Eğer fırça atsaydı o kadar aklımda kalır mıydı acaba. 

Ortaokul yıllarında iz bırakan öğretmenimin adı Ayşe Balık'tı. Bana matematiği o sevdirdi. Fahrettin isimli bir çocukla birinciliğe yarışırdık. Genel olarak hep ikinci olurdum sınav sonuçlarında. Ayşe öğretmen daima ikimizi bir tutar bizimle gurur duyardı.

Lisenin ilk yılı kötüydü. İzmir'in göbeğinde İngilizce derslerimiz öğretmensizlikten boş geçiyor, fizik dersimize biyoloji öğretmeni giriyordu. Yine bir matematik öğretmeni. İsmini nasıl unuturum. Mualla... Yeni öğretmen olmuş, ilk dersini bize verecek. Işıl ışıl parlıyor içi gülen kahve rengi gözleri. Keşke bütün derslere  o girse... Resmen aşık oldum kadına. Haşarı bir sınıfımız vardı. Hiç bağırdığını, sinirlendiğini görmedim. Kızarken bile o güzel gözlerinin içi gülerdi. Keşke bir imkan yaratabilsem de bir elini öpebilsem...

Lisenin takip eden yıllarında sınıfımız harikalar yarattı. Fen koluyduk. Fizik öğretmenimiz onca meslek hayatında bu kadar yüksek not ortalamalarına ilk kez şahit oluyordu. Namık Kemal Lisesinden yeni bir matematik öğretmeni gelmişti. Hamiyet Hanım. Son yılıydı emekli olmak için. Ciddiydi. Bilgi doluydu. Öğretmesini iyi bilen biriydi, konusuna hakimdi. Üniversite sınavında hepimiz güzel puanlar aldıysak onun emeği vardı üzerimizde.

Ankara'da üniversitenin hazırlık sınıfında hocamız Amerikalı Julia Hanımdı. Bir Türk'le evlenmiş, çikolata renkli uzun boylu sempatik bir kişiydi. Kara kocaman gözlerinin içi gülerdi hep, aynı Mualla Öğretmeninki gibi. Bir kaç kelime dışında Türkçe bilmezdi. Nedendir bilinmez üniversite hocalarında iz bırakan olmadı ondan başka. Biz mi büyüdük, onları mı meslektaşımız gördük bilinmez.

Okullar bitti ama benim öğretmen aşkım bitmedi. Bende en derin iz bırakan ve bırakmaya devam eden sevgili eşimle evlendim. Ondan çok şey öğrendim. Kitap okumasını bile.... 

Emekli olana kadar evde öğrencileri için hazırlık yaptı amatör bir ruhla. Dershane dershane dolaştı parlak öğrencilerine burs imkanı yaratsın, fetöcü abi ve ablaların tuzağından korusun diye. Seneler önce göz göze geldiği kurbanlık koça acıyıp bir daha kurban kesmemeye karar verince, her yılın kurban paralarını yardıma muhtaç öğrencilerin kışlık giyimine ve diğer ihtiyaçlarına ayırmıştı.

Aydın'da görev yaptığı okulun minik öğrencileri her Allah'ın günü okulun giriş kapısında ellerinle kır çiçekleriyle karşılarlardı öğretmenlerini. "Nasıl bir sevgidir bu." deyip şaşırırdım o zamanlar.

Ankara'dayken Atatürk haftası nedeniyle bir ödev vermiş öğrencilere. "Aile büyükleriniz de size yardımcı olsun." demiş. Çankaya gibi bir yerde öğrencilerden birinin başı önde. Ödevi yok önünde. "Ne oldu kızım, niye yapmadın ödevini?" Kız mahcup. Belli ki okuldaki eğitim ile ailesinin verdiği eğitim farklı. "Benim annem Atatürk'ü hiç sevmez onun için bana hiç yardım etmedi." Bunu duyunca nereye gittiğimizi daha iyi anlamıştım.

Yaşasın Atatürkçü Öğretmenler. Kutlu olsun gününüz....Hepinizin önünde saygı ile eğiliyorum.

23 Kasım 2016 Çarşamba

UNE ÉTOILE

23/11/2016 Çarşamba, Tire

Sabah tatsız başladık. Hüseyin'in telefonunu duymamışım. Geri döndüğümde Ödemiş'te duruşması olduğunu söyledi. Ne olduğunu sordum, söylemedi. "Döndüğümde anlatırım." dedi. Öğlen onsuz yaptık haftalık toplantıyı. Öğlen gelen misafirlerimiz toplantıyı sonlandırmış oldu.

Sabahki güneş bulutların arasına gizlenince sıcaklık aniden düşmeye başladı. Dünkü pazar alışverişinden sonra mutfak sıkı bir çalışmaya içerisinde. Mezeler yenileniyor, yenileri ekleniyor.

Facebook sayfasında tam puanı yakalamaya çalışırken bugün yapılan değerlendirme bütün hevesimi kırdı. Daha önce üç yıldız veren ailenin haklı olduğu yönler vardı ama bugün bir yıldız, yani en düşük değerlendirme notunu veren kişi bana göre hiç de haklı değil. Beyefendi tavsiye üzerine gelmiş eşiyle. Saat iki buçuğa doğru teşrif buyurmuşlar. Bizzat kendim ilgilendiğim için bütün detayları biliyorum. Yoğun bir talep vardı o gün. Allah biliyor ya kahvaltı servisinin sona erdiği saati dört gözle bekliyordum. Saat iki civarıydı. Puanlama yapan beyefendi geldiğinde ilk öğrenmek istediğim şey kahvaltı için mi yoksa yemek için mi geldikleriydi. "Kahvaltı için." deyince saatime baktım ve "Sanırım kahvaltı saati geçti, ama ben içeriye bir sorayım." dedim. İçeride hemen eşimle konuştum, madem onca yoldan kahvaltı için gelmiş, rezervasyon yaptırmadığı halde geri çevirmek istemedik. Eşimden onay alınca servis saatinden sonra olmasına rağmen kahvaltı servisi açtık muhteremlere.

Kahvaltı standartların altında eleştirisi komik. Sözünü etmeye bile değmez. Çay ücretinin yazılmasını eleştirmiş. Tam hatırlamıyorum ama muhtemelen o da şöyle olmuştur: Kahvaltıda sınırsız çay veriyoruz. Çoğu zaman da bu her masaya bir termos çay oluyor. İki saat oturup kahvaltıları bittikten sonra çay içmeye devam edenlere daha sonra içtikleri bardak çayları yazıyoruz. Belki de uyanıklık yapıp üç kişi gelmiş, iki kişilik kahvaltı istemişlerdir. O zaman yazdığımız çay üçüncü kişinin içtiği çaydır. Düşük bir ihtimal de, kahvaltı servisi tamamlandı diye düşünülüp yanlışlıkla çayın ücretlendirilmesi olabilir. Bu durumda da sonradan haksız yorum yapacağına hesaba itiraz edebilirdi. Zira serpme kahvaltıda çayın sınırlama olmaksızın ücretsiz olduğu menümüzde var. Facebook sayfamızda, internet sayfamızda da aynı bilgi mevcut. Amaç üzüm yemek olmayınca hiç bir şey görülmüyor.

Şimdi bu eleştiriyi yapan muhterem gibiler Taş Ev'e yakışmayan tiplerdir. Onların kahvaltı edecekleri yerler de yemek yiyip çay içecekleri yerler de farklıdır. Bu ve benzeri insan tiplerinin verdiği bir yıldız benim için beş yıldızdan değerlidir. Bu şahıs beş yıldız verseydi eğer, bazı şeylerin yanlış gittiğine inanır, kendime çeki düzen vermem gerektiğini düşünürdüm. Daha fazla üzerinde düşünmeye değmez zaten.  

Muammer Ketencoğlu dinlettim misafirlere bugün akşam üzeri. İlerleyen saatlerde Frank Sinatra. Şimdi Yan Tiersen'den Amelie. Ruhumu okşuyor adeta bu adam. Notalardan ses değil söz çıkıyor, konuşturuyor akordeonu. Canım Fransızca başlık atmak istiyor. Özgürlük ne güzel. "Hayır, bunu yapamazsın." diyen yok.

Hüseyin'den hala ses yok. Babasını aradım, o da benden öğrendi nerede olduğunu. Dedesi aradı az önce. Hüseyin'i sordu. Nerede bu çocuk?  

COUVERT MUSICAL

23/11/2016 Salı, Tire

Bugün güya tatil günümüz. Hayır, yanlış anlamayın, henüz şikayet etmiyorum. Lakin bir gerçeğin altını çizmeden geçmek de olmaz. Tatil deyince ne anlarız? Muhtemel odur ki, herkes farklı şeyler söyleyecekler. Bana göre tatil ayakları uzatıp sevdiğin kitabı okumak, güzel bir film seyretmek ya da dışarıda sevdiğin bir yerde sevdiğin kişilerle birlikte yiyip içmektir. Eğer bunlardan hiç birini yapamamışsan adı tatil de olsa çalışmışsın demektir. Çalışmak da güzel tabii. Ancak nereye kadar. Bunun da bir takvimi olacak elbette.

Dün akşam erken saatte geldik ama geç vakitlerde blogumda yapılan bir yorum iyice yordu beni. Sabaha kadar kendimle hesaplaştım, doğru karara ulaşmak için. Yoruma çook uzun bir cevap yazdım. Ne gerek var bu kadarına deyip sildim. Kısa bir şey yazayım dedim, yine uzadı sakız gibi, onu da sildim. Saate baktım, dört olmuş, sabaha ne kalmış ki. Alelacele iki satır cevap yazdım. Yorumu yapan arkadaş çok değer verdiğim bir insan. Gerçek bir dost. Samimiyetinden zerre şüphem yok. Taş Ev'in yıldızı parlarsa en fazla mutlu olacağına inandığım insanlardan biri. İşte bu yüzden onun düşüncelerini doğru kabul ettim. Gel gelelim o düşünceler benim düşüncelerime uymadı. Beynimin içinde fırtınalar koptu. Dostum halkın içinde, onların nabzını yakinen tutan bir insan. Söyledikleriyle halkın sesine tercüman. Halk her zaman doğrusunu mu bilir? Halk mı bizi yönlendirmeli biz mi halkı yönlendirmeliyiz? Biz kimiz? Kendimizi halkın üstünde mi görürüz? Hedef kitlemiz nedir? Gerçekten ne yapmak istiyoruz? Halkımız hangi konularda fikir birliği yapar, hangi konularda fikirler ayrışır? Sorular, sorular sorular.... Cevapları uzun sorular. Uykuları kaçırtan sorular. Konuya yine döneceğim.

Birkaç saat uykudan sonra kabak çiçeği bulurum ümidiyle pazara çıktım. Meşhur Salı Pazarı. Artık fobi haline geldi park sorunundan dolayı. Arabayı park ettiğim yerle pazar arası fersah fersah uzakta. Taşı babam, taşı torbaları, çuvalları. "Elemanınız yok mu sizin?" deyip acıyan esnafa, "Elemanlar tatilde bugün" diyorum. "Çalışmak iyidir." İyi, güzel de ne zamana kadar bu güç ve kuvveti bulacağım kendimde? Hele işler bir otursun, sadece bu taşıma işi için bile bir adam almam lazım. Pazarın kurulduğu dar sokaklar tam ömür törpüsü. Teyzem seksenine yaklaşmış. Bir elinde baston diğer elinde pazar arabası. Arkasına bakmadan dalgaya tutulmuş tekne gibi bir sağa bir sola yalpalıyor. Arkasındaki iki tekerlekli pazar arabası peşinden insanlara çarpa çarpa, bazen ayaklar üzerinden geçe geçe sürükleniyor. Karşıdan bir pazar arabalı hatun daha geliyor. Sokağın iki yanına dizilmiş tezgahların arası o kadar dar ki kollarını açsan sığmaz. İğne atsan düşmez kalabalığın içinde teyzemle karşıdan gelen hatun kişi bir de tanıdık çıkmazlar mı? "Fatma teyze naaptın gari, pazara mı çıkıp durun?" Trafik kilitlendi işte. Bekle ki sohbet bitsin yollar açılsın. Hele bir de sırtında ağır yük varsa otur ağla. Pazar arabası neyse de, pazarın o dar yollarında bebek arabasıyla dolaşanlara gıcık oluyorum. "Ne yapsın insanlar bebeğini bir yere bırakamamış." diyeceksiniz. Bir komşusuna bırakamaz mı? Ankara pazarlarında neden bebek arabası görmüyordum? Ankaralılar bebeklerini evde mi bırakıyorlar? Ufak yerlerde komşuluk, akrabalık ilişkileri daha gelişmiş değil mi? Yok, alacak bebek arabasını bir buçuk metrelik pazar yolunu berbat edecek. Bir de pazarın laylay lomcuları var. Eline aldığı bir torbayı adımlarına uydurarak durmadan sallar. Adamın (ya da kadının) içi zerzevat dolu çantasına ya da torbasına çarpmamak için sekiz olursun.

Pazar alışverişi saatlerimi aldı. Defalarca uzak arabaya taşıdım aldığım eşyaları. En sonunda aldıklarımı dolaplara yerleştirmek için çıktım yaylaya. Kabak çiçeği kalmamış artık. Yine bol bol ot aldım. Bir kaç kişi aradı telefonla. İki tane rezervasyon teyidi aldım. İkisi de Tire dışından. İzmir'den birileri kahvaltı hakkında bilgi aldı. Önce oğlumla daha sonra kızımla telefonda uzun uzun konuştum.

"İzmir Buraya" adında bir web sitesi görmüştüm. "Nasıl oluyor da kampanya adı altında yüzde elliye varan indirimler yapıyorlar?" diye sordum. Kızım "Onlara hiç bakma." dedi. "O kampanyaların hepsi aldatmaca." "Bir konser bileti almıştım o kampanyaların birinden, oturttukları yerden sahne görünmüyordu." deyip devam etti. "Yine kampanyadan bir restorana gidelim dedik arkadaşlarla, hem porsiyonlar yarıya düşmüş, hem de yemek sonunda getirdikleri tatlı bozulmuştu." Tamam dedim, mesele anlaşıldı. Gece boyu kafama takılan soruları tartıştık kendisiyle. Çok gezen ve değişik yerlerde yemesini seven biri olduğu için onun da düşüncelerini kendi düşüncelerime kattım ve bir karara vardım.

Uykularımı kaçıran meseleye döneyim. Gece boyu internette dolaştım. Evet, doğru, öyle bir alışkanlık oluşmuş ki, hemen hemen bütün restoranlar çay parası almıyor, bu hizmete ikram deniyor. Müşteri bu işi o kadar sahiplenmiş ki ikram ikram olmaktan çıkmış artık hak olmuş. Önce hesap ödeniyor, sonra çay kahve söyleniyor... Bu bir vakıa. Diğer taraftan çayı ikram eden bütün restoranlar kuver adı altında bir ücret alıyor. Bu hiçbir yerde ikram değil. Kuver, sadece ekmek sepeti olduğu gibi metazori kabullenilen içine birkaç zeytin ve kekik, pul biber serpiştirilmiş zeytinyağı tabağı, küçük bir kapta şekil verilmiş tereyağı da olabiliyor. Bir çok yerde alınan bu ücret masadaki peçete, tuzluk vs. için aynı zamanda. Kuver ücreti olarak 2 TL alan da var 25 TL alan da. Ekşi sözlükte bir de "müzikli kuver" tanımını gördüm. O da canlı müzik olunca kuver fiyatı zamlı oluyormuş. Kızım bir balık pişiricisine gitmiş. Aldıkları balık kişi başı 35 TL. Arkadaşı ile meze vs. almışlar, o da kişi başı 20 TL tutmuş. Hesap 55 TL beklenirken 72,5 TL gelmiş. Nedir bu diye sorunca," Kuver efendim kuver" demişler.

Bütün bunları değerlendirince bir karar almam zorunlu oldu. Evet madem ki bu adet bütün ülkeyi sarmış, artık Taş Ev'de yemek sonrası içilen çaydan ücret almayacağım. Bu sadece çay, kahve içenleri, tatlı yiyenleri kapsamıyor tabii. Serpme kahvaltımızda verilen çay zaten sınırsız.

Ancaaak, madem benzer mekanların hepsinde bu kuver olayı var. Bundan böyle ben de yemek yiyenlere kuver ücreti ekleyeceğim hesaba. Çay kahve içenlerle tatlı yiyenlere değil elbette. Ekmek sepeti gidiyorsa bir masaya kişi başı 2 TL kuver alacağım. Daha önce aldığım çay ücreti zaten 2 TL idi. Ha Ali Veli, ha Veli Ali. Restoranların bazılarında % 10-15 garsoniye alınıyor. Buralarda maalesef bahşiş kültürü de yok. Ankara'da en basit pide salonunda % 10 civarında bahşiş bırakmadan masadan kalkınca garson bakışlarıyla söver insana. Sadece bahşiş verilmesin diye masada hesap verilmez buralarda. Masadan kalkıp kasa aramak adeti vardır. Sırf bu yüzden kasa koymadım mekana. Ama yine fayda etmedi arayıp buluyorlar beni. Bir de bu konuyu çözsek. Bahşiş için bir şey demeyeceğim. İkram gibi o da gönül işi. Gerçi ikram hak görülüyorsa bahşiş verilmesi de çalışanların hakkı olarak düşünülebilir ama halkımız nalıncı keseri gibi hep kendine doğru yontar. Lakin aşağı inince er kişi, masalar karışıyor. Kalabalıkta pat diye aşağı inip "Bizim hesap." diyor. Adisyonda masa numarası var ama gelen misafirin numarası yok alnında. "Biz" diyor, "İki köfte, bir pirzola yedik, iki de ayran var" La havle vela kuvvete...  Alışacak mıyım?  Je ne sais pas