Birkaç gündür şehirde kalıyorum. Eşim oğlumun yanında hala. Sabah çok erken kalkmama gerek yok. Meteoroloji hava sıcaklığının mevsim normallerinin altında seyrettiğini söylüyor. Gelecek beş günlük hava tahmin raporlarında yağış beklenmiyor. Dün bir öykü yazmak geçti içimden. Ankara'yı hatırladım. Defalarca okudum yazdığımı. Her okuduğumda bir şeyler değiştirdim. Çok zamanımı aldı. Yazı yazmak da şiir yazmak gibi, ilham meselesi. Bir yandan çok istekli görünürken diğer yandan yazmak zorundaymışım gibi geldi bana. Aklımın bir köşesine Jack London gelip kuruldu. Bir romanında hapishane hayatından bahsediyordu. Kendisinden başka sadece bir sineğin bulunduğu tek kişilik hücresinde. O sinek hakkındaki gözlemlerini, onunla kurduğu ilişkiyi ustalıkla kağıda dökmüştü. Ne yazayım diyenlere güzel bir örnek olabileceğini düşündüm. Sırası geldiğinde havada uçuşan küçük bir karasinek bile yazara ilham verebiliyordu demek. Ondan rahatsızlık duymak yerine detaylı bir şekilde hareketlerini izlemek, hücresinde onu bir kader arkadaşı olarak görmek, onunla oyun oynamak kimin aklına gelirdi ki?
Tepemizde rüzgar tribünleri kuruluyor. Ben kısaca pervane diyorum onlara. Öğleden sonra bakım ekibinden iki kişi misafirimiz oldu. Genel olarak sakin bir gün. Amacım böyle günleri yazıp okuyarak değerlendirmek. Şömine sobayı yaktı Hüseyin. Birbiri arkasına koca ceviz odunlarını yutan soba salonu ısıtmaya başladı. Müzik yokken salonun sessizliği kulağımı tırmalıyor. Vivaldi'nin dört mevsimini çalmaya başlıyorum. Okumaya yeni başladığım kitap ile bitirmeye çalıştığım öykü arasında öncelik konusundaki kararsızlığım rahatsız edici.
İlçemiz CB nin OSB'de yapacağı açılış nedeniyle hareketleniyor. Sütaş tesislerini açacakmış beyefendi. Bazı kesimlerde bir telaş bir telaş. Tarihi bir gün olacakmış yarın. Mutlaka Orta Park'a getirmek şerefine nail olmalıymışız. Selçuk-Belevi yolunun kaderi bu gelişe bağlıymış. Kendi aramızda şakalaşıyoruz. "Öğlen yemeğini Taş Ev'de yiyecekmiş." diyorum. Hüseyin'in o meşhur kahkahası gecikmiyor.
Akşama doğru matbaadan arıyorlar. Yılbaşı için hazırlattığım afişler gelmiş ama yanlışlıkla Ödemiş'e götürmüş kargo onları. Bir saat sonra arayıp alabileceğimi söylüyorlar. Hüseyin'i yanıma alıp iniyorum aşağı. Şehrin kritik yerlerindeki mağazaların camlarına, duraklara, AVM önlerindeki direklere yapıştırıyoruz.
Facebook sayfasına bir mesaj geliyor. "Kalacak yeriniz varsa yeni yıla Taş Ev'de girmek isteriz." Henüz konaklama imkanımız olmadığını yazıyorum özür dileyerek. Öğretmen Evi'nde yer bulabildikleri takdirde gelmeyi düşündüklerini bildiriyorlar.
Sözcü gazetesi yazarları Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil'i okuyorum. Hislerime tercüman oluyorlar. Yılmaz Özdil, 2016 yılını özetlediği makalesinde 15 Temmuz'u öyle güzel anlatıyor ki, görmeyen gözlere parmak sokuyor. Usta kalem şöyle anlatıyor olayı: F-16 lar meclisi bombaladı, genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanları esir alındı, TSK bile kendini savunmak için organize olmazken, MİT'in bile haberi yokken, her şeyi bilen CB bile durumu ancak eniştesinden öğrenirken memleketin 85.000 camisinden senkronize sala okunmuş, devlet komadayken nasıl olduysa memleketin en ücra köyündeki imamlar, müezzinler organize olmuştu (!) Siz hala bunun bir darbe olduğuna mı inanıyorsunuz? Eğer bunun darbe olduğunu düşünüyorsanız, o tankları dize getiren demokrasi aşığı bacılar neden Pkk'ye Işid'e karşı evlerinden çıkmıyor hala. Eğer haberleri yoksa ben söyleyeyim o zaman. Reisleri seferberlik ilan etti. Haydi çıksanız ya sokaklara. Çıkmazlar, çıkmazlar elbet.
Mehmet'ler can veriyor. Şehitlik derecesine yükseliyor hepsi. Ben değil CB dahil herkes öyle diyor. Ne mutlu onlara, ailelerine. CB'miz başbakanımız, bakanlarımız mağdur. O büyük gururdan mahrumlar. Kendi çocuklarına şehit olma fırsatını vermediler. Ne denir ki başka, Mehmetler şehit, vatan sağ olsun. Uyan artık aklını kullanamayan zavallı halkım...