Nereden başlamalı bilmiyorum. Sabah ekibi topladım. Alışverişi birlikte yaptık. Kaplan Köyüne kadar yolda herhangi bir sorun yok. Köy meydanında Aşkın Şef, Zeytin'i fark ediyor. Dün tel çitin altından çıkıp peşimizden gelmiş köye kadar bizi takip etmişti. Bugün yaylaya çıkış nedenim biraz da Zeytin'i görmek. Bu karda kışta ne buldu da ne yedi. Ona yemek vermek lazım. Bizi görünce koşturuyor yanımıza, uzun süre görmediği bir yakınına kavuşmuş gibi sallıyor kuyruğunu. Köyden ayrılınca yayla yolu sapağında belediyenin tuz yüklü kamyonu beklemekte. Belediyenin bir pikabı geri geri çıkarak yokuşu tuzlamaya başlamış. Yolun durumunu soruyoruz. "Yol kapalı, çıkamazsınız." diyorlar. Arabama güveniyor, onları dinlemiyorum. Taş Ev'e elli metre yaklaşana kadar teklemeden çıkıyorum yokuşları. Tam geldik derken son elli metrede takılıyoruz. Halen bulunduğumuz yer, dün araçlarıyla yolda kaldıktan sonra halen lastiklerine zincir takmaya çalışan arkadaşlardan otuz metre ilerisi. Az önce yanlarından geçerken, "Eğer durursam kalkamam bir daha." diye seslenmiştim. Yolun bu kesimi çok kaygan. Araba artık ilerleyemiyor. Yolu kapatmamak için sol tarafa doğru yanaşmaya çalışırken bir yandan hendeğe düşmemeye çalışıyorum. Arabanın yarısı hendeğin içinde, arka sol tekerleğin arkasında ise kocaman bir ağaç kütüğü var. Yoldan geçen araçlar kayıp arabama çarpabilirler, huzursuzum ama yapacak bir şey yok.
Arabayı o halde bırakıp Taş Ev'e doğru yürüyoruz. Her taraf yirmi hatta yer yer otuz santime varan kar örtüsü altında. İzmir için inanılacak bir manzara değil bu. Hoş, burası İzmir değil. Şehirde yerler kar tutmamış bile. Ama burası yayla. Sefasının yanında cefası da olacak elbette. Bahçe kapısından Taş Ev'e kadar kilit parke taşı döşeli yolun üzerindeki karı donmadan önce temizlemek gerek. Aşkın ve Adnan Şeflerle birlikte ellerimize kürek ve fırçaları alarak yolun üzerinde biriken karları kürüyoruz. Epey bir zamanımızı alıyor bu iş, ellerimiz su topluyor. Hava sıcaklığının artması karları eritmeye başlamış yavaş yavaş. Arabanın yanına gidip son bir kez daha hendekten çıkmayı denemeliyim. Daha olmazsa yardım isteyeceğim. Bir çekici gelmesi lazım. Aracın yanına geldiğimde kapıyı açamıyorum. Yan tarafta kocaman bir ağaç kütüğü kapıya dayanmış. Biz ayrıldıktan sonra elli santim kadar daha kaymış hendeğe doğru. Sağ kapıdan girerek sürücü koltuğuna geçiyorum. Aklıma otomatik vitesli arabanın buz üzerindeki başarısızlığı geliyor. Vitesli arabaları buz üzerinde oynatan ben, otomatik vitesli arabada şişiyorum. Ankara'da da aynı durum başıma gelmiş, aniden bastıran yoğun bir kar yağışından sonra Portakal Çiçeği Sokağını çıkamamıştım. Vitesi manuel konuma alıyorum. Yanımızda getirdiğimiz külleri lastiklerin altına serpiyoruz. Tekerleklerin altını karton kutu parçaları ile besliyoruz. Birkaç başarısız denemeden sonra çalışmalara ara veriyoruz. Tekrar lastiklerin altını temizliyor arkadaşlar. Bir kez daha deniyorum.. Biraz sarsılıyor önce. Zor da olsa arka taraf hendekten kurtuluyor. Patinaj yaparak ağır ağır ilerliyorum. Taş Ev'in önündeki meydana çok yaklaşmışken yerimde saymaya başlıyorum. İşte o andan sonra olanlar oluyor.
Araba yavaş yavaş geriye doğru kaymaya başlıyor. Kontrolü kaybetmiş durumdayım. Sağ tarafım uçurum. Yolun doğrultusuna paralel kalmam mümkün değil. Aklıma "Araç kayarken frene basılmaz." sözü geliyor. Ayağımı frenden kaldırmamla birlikte geriye doğru rampa aşağı hızlanıyorum. Direksiyonu çevirip, hiç olmazsa zor bela çıktığım hendeğe atayım kendimi diye uğraşıyorum. Araba beni dinlemiyor. O bildiği yöne kaymaya devam ederken çaresizlik içinde sonuma razı oluyorum. Hızla yaklaştığım bölgede yol iyice daralıyor. Şansım varsa ağaçlardan biri tutar beni. Geri geri kaymaya devam ederken aracın burnu sağa tarafa kayıyor. Bu iyi bir şey mi? Tersi olsa gerisin geriye uçabilirim. Ancak bu dönüş benim iradem dışında. Belki döne döne uçacağım. O çıktığım hendeğe saplansam diye dua ediyorum. Dün yolda aynı durumu yaşayan genç arkadaşım geliyor aklıma. "Böyle durumlarda ateist olsan imana gelirsin." demişti: Benim durumum da ondan farksız. Artık yapacak bir şey yok. Hakkınızı helal edin dünyalılar. Bu durumu sanırım birkaç kez yaşadım. İlki Karakaya Barajındaydı. Yolda ne kar ne buz vardı. Daha ehliyetim bile yoktu. Bir arkadaşla yarışa tutuşmuştuk. Gençlik işte. O önde ben arkada. Yanımdaki arkadaşın dolduruşuna gelmiştim. Allah ne verdiyse köklemiştim gaz pedalına. Önümdeki aracı geçmiştim geçmesine ama ilk virajda dans etmeye başlamıştık. Yol stabilize kaplıydı, oldukça da geniş. Süratimiz çok fazlaydı, çılgınca dönmeye başlamıştık yolun ortasında. Karşıdan gelen kamyon durmuş bizi izliyordu bir film sahnesi gibi. Bir taraf uçurum. 150 metre aşağıda Fırat Nehri akıyor. O zaman da aynı duayı etmiştim. Yolun uçurum tarafına doğru yaklaşan araç birden yönünü çevirip yanlamasına dağ tarafına çarpmıştı. Arabanın sağ tarafı iyice yukarı doğru havalandıktan sonra pat diye yere oturmuştu. Yürüyecek hali kalmamıştı ne arabanın ne bizim. Çekici ile çekmişlerdi arabayı. Bende hiçbir hasar yoktu ama arkadaşım kolunu incitmişti. Kaza yaptığım arabayla gidecektim Diyarbakır'a, ertesi günkü ehliyet sınavına. Sakinleştikten sonra inip arabanın durumuna baktık. Direksiyonu sağa çevir dedi müdürüm. Sol teker sağa dönmüştü. Sağ teker ise hala sola bakıyordu...
Nasıl olduysa yolun tam ortasında durdu arabam. Derin bir nefes aldım. Karşıdan gelen arabalara yol verecek halim kalmamış. Kimse kıpırdatamaz beni yerimden. Yaşayacak günlerim varmış demek. Yok, zincirsiz olmaz, bu kadar macera bana çok. Tamirci Olgun Usta'yı arıyorum. Telefona cevap vermiyor. Böyle günlerde usta bulmak zor zaten. Yürüyerek gidip çağıramam başka birini. Taş Ev'de ocak temizliği için aldırdığı çaput bezleri aklına geliyor Aşkın Şefin. "Lastiklere çaput bezlerini bağlayalım, o zaman yavaş yavaş ilerleyebiliriz." diyorlar. Yapacak başka bir şey yok. Gidip bezleri alıyor, kapıları kapatıyoruz. Elimizdeki bütün çaputları lastiklerin etrafına bağlıyoruz. Geri vitese takıp yavaş yavaş kaydırıyorum arabayı Cambaz Ali'nin kapısındaki meydana kadar. Oraya arkamı verip yönümü aşağı çeviriyorum. Buradan aşağıya kadar tuzlama yapılmış, yol açık görünüyor. Köyden aşağı rahatlıkla iniyor, köy meydanında çaputları çözüyoruz.
Hiç aklımda yokken Aşkın Şef "Bilgisayarı almayacak mıydın?" diyor. Bilgisayarımı yukarda bırakmıştım. Hava ısınınca karlar yumuşamış. Bu cesaretle, "Bilgisayarımı bırakamam yukarıda, dönüyoruz." diyorum. Hemen geri dönüyor, öğlen saatlerinde takılıp kaldığım yerleri rahat bir şekilde geçiyorum. Burada işin püf noktası, aracı otomatik vitesten alıp manuele çevirmiş olmam. Bahçe kapısının önüne park ediyor, Taş Ev'de bıraktığım bilgisayarımı alıyorum. Yolda trafik artmış ama o son rampa araçlara kök söktürüyor. Vişne çürüğü renkli bir Şahin patinaj yaparak ilerlemeye çalışıyor. Gelirken bana yol veren Audi, biraz ileriden döndükten sonra Şahin'in gelişinden korkarak önüme yanaşıyor. Bir müddet bekledikten sonra neyi beklediğimizi soruyorum arkadaşlara. Audi neden ilerlemiyor önümüzde? Şahin rampayı çıkamayıp geri döndü. Audi'nin sağından çıkıyorum yola ağır ağır. Bu belalı rampayı aşarsam karada ölüm yok. İlk yüz metreden sonra karşımda hızla kaptırmış gelen vişne çürüğü renkli Şahin'i görünce karşımda onu kızgın boğa kendimi matador gibi hissediyorum. Yol dar, adam son şansını deniyor. Sürati çok ama tırmandıkça hızdan düşüyor. Az önce saplandığım hendeğin bulunduğu yerdeyim. İyice yanaşıyorum yolun kenarına sürtmesin diye araba. Aramızda beş santim mesafe kalıyor. Rahat bir nefes alıyorum. Cambaz Ali'nin evinin önü ana baba günü. Hayatında kar görmemiş insanlar kar yağdı diye dağlara atıyorlar kendilerini. Arabalarında ne zincir var ne çekme halatı. Yol dar ve hala buzlu. Greyder bıçak atmış ama hendekler tamamen karla dolu. Arabaların arasından geçerek aşağı inmeye devam ediyorum. Karşıdan bir araba daha. Biraz ileride yolun nispeten geniş yerinde dursa problem yok. Hızını kesmiyor. Yolun en dar yerinde burun buruna geliyoruz. Biraz sağa yanaşıyor, yolun kenarındaki fiberglas kilometre çubuğunun üzerine sürmek zorunda kalıyorum arabayı. Yan yana geldiğimde lise talebesi yaşlarında bir kızın sürücü koltuğunda oturduğunu görüyorum. Hala ilerlemeye çalışıyor, araba patinaj yapıyor. Biraz kaysa üzerime yapışacak. O neyse de diğer taraf uçurum. Arabanın arkasında iki kız daha var. Çılgın bu insanlar. Arabayı güç bela biraz salıyorum yokuş aşağı. İlerledikçe mesafe daralıyor. İki araç birbirinden ayrılırken dikiz aynasından mesafenin milimetreye düştüğünü görüyorum.
Şehre iniyoruz. Önce Adnan Şefi bırakıyorum. Sabahtan beri bir şey yemedik. Köşedeki kokoreççiden bol acılı birer yarım ekmek arası söylüyoruz Aşkın Şefle. Adnan Şef garip. Güzel şeyleri sevmiyor. Afiyet olsun deyip ayrılıyor yanımızdan.
Eve gidiyorum. Canım durmadan bir şeyler yemek istiyor. Marketten kek, bisküvi türünden bir şeyler alıyorum. Evde onları yerken telefonum çalıyor. Arayan eşim. "Karnım aç geliyorum, gelince pideciye gidelim." diyor. Evden çıkıp karşılıyorum onu. Birlikte pidemizi yedikten sonra bir kase dondurma alıyorum. Kızım "Şekerin yükselecek." diyecek yine, biliyorum. Ama bugün ben bedava yaşıyorum.
Yine de şanslı günümdeyim. Bir sürü badireden sonra sapasağlam ayaktayım. Bu tür olayların insanı şoka soktuğunu biliyorum. Üniversiteden bir arkadaşım çok ciddi bir trafik kazası geçirmiş, araçta bulunan dört kişi ölürken onun burnu bile kanamamıştı. Kazadan hemen sonra, cenazelerin başında oynamaya. başladığını söylemişti, "Bana bir şey olmadı, bana bir şey olmadı" diyerek.
Bir de güzel tarafı vardı bu karın pek tadına varamadığımız. Bütün gençler koştu dağlara bugün. Neşe içinde kar topu oynadılar. Tam da Taş Ev'in bahçe kapısının önünde bir de kardan adam yapmışlar. Yayla kar örtüsü altında harika görünüyor. Bahçemiz ve Taş Ev kartpostallara konu olabilecek nefis manzaralar çıkarmış ortaya. Bu hengamede ne fotoğraf çektim, çektim mi çekmedim mi hiçbir şey hatırlamıyorum...