KATEGORİLER

2 Ocak 2017 Pazartesi

KRALİÇE VURULDU

01/01/2017 Pazar, Tire

2017 nin ilk tarihini atıyorum. Her yılın başında zorlukla alışırım yeni yıla. Eskiden bir önceki yıl yapışırdı aklıma. Bu kez nedense 2017 yerine 2007 yılına takılıyor elim. Yılların geriye akmasına bilinç altından duyulan bir özlem mi bu?

Oğlum ve kızımı yolcu ettikten sonra bir süre daha yatıyorum. Bilgisayar önümde ama değil bugünkü, dünkü yazımı dahi yazmaya takatim yok. Televizyonu açıyorum. İstanbul Reina'da katliam haberleri veriliyor.

Reina İspanyolca kraliçe demek. Yurdumuzda terör her nasılsa krala kraliçeye dokunmaz, kurbanlarını maiyetten seçerdi. Haberlerde CB "Her kim ki sosyal medyada terörü öven yazılar yaza, başı kesile." demiş. Kim terörü över ki? Aklıma 17 Ağustos depremi geldi. O zaman da yobaz takımı, depremin içki içilen yerleri vurmasını ilahi bir ikaz olarak yorumlamıştı.
 
Zeytin benden yemek bekler. Yukarı çıkmam suyuna bakmam lazım. Sular donuyor artık. Geçen gün kar yiyordu. Üşütür mü midesini acaba?

Öğleden sonra çıkıyorum yaylaya. Kaplan yokuşunda karşıdan gelen çok sayıda araçla karşılaşıyorum. Belli ki kar merakı insanları dağlara çekiyor. Dün yukarı yaylaya çıkıp biraz odun toplamak istedim. Kar üzerinde oldukça yorucu bir yürüyüş oldu. Yorgunluğumun bir sebebi de bu olmalı.  

Yayla kapısını arabalar kapatmış. Neyse ki araç sahipleri yakındalar. İçeri girebilmem için önümü açıyorlar. Demir kapıdan geçip Taş Evin önüne yanaşıyorum. Mutfaktan yiyecek torbasını alıyor, Zeytin'e götürüyorum. Bahçenin önünden geçen yol oldukça hareketli. Kapıları kapatıp çıkıyorum. Yolda giderken birbiri ardına telefonum çalıyor. Kimi açık olup olmadığımızı soruyor, kimiyse yol tarifi istiyor. Bugün iş olmaz düşüncemizin ne kadar yersiz olduğunu anlıyorum.

Yoldan geçen araçların üzerinde kardan heykeller var. Bazıları kardan gelin yapmış. Buzun üzerinde durmak zor iken hareket halindeki araçların ön kaputları üzerinde bu heykelleri  nasıl tutuyorlar anlamıyorum. Şehre varınca hepsinin eriyeceği belli ama o kadar eğlence yetiyor insanlara işte. Hayat bu işte. Bir taraftan yeni yılın ilk saatlerindeki terör saldırısı sonucu sevdiklerini kaybeden, içi yanan insanlar, diğer taraftan karın keyfini çıkaranlar...

Eve dönünce bir türlü başlayamadığın yılın son gününe ait günlüğümü yazıyorum. Sanki üzerimde yılların yorgunluğu var. Televizyonda hamasi nutukların ardı arkası kesilmiyor. Cani sırra kadem basmış. Yıla terörle başlamak iyi değil. Ölenlerin çoğu yabancıymış. Devletin itibarı yerle bir. Sosyal medyada bazıları terörü destekler mahiyette yorumlar için hükümet göz dağı vermeye devam ediyor.

Yeni yılın ilk günü yılın yorgunluğunun yanı sıra TV'den üzücü haberleri izlemekle geçiyor.

YILBAŞI

31/12/2016 Cumartesi, Tire

Yılın son gününde yılbaşı programına hazırlanıyoruz. Senenin en soğuk günlerinden biri. Mutfakta hummalı bir çalışma var.Yılbaşı için süslemeler tamamlanmak üzere. Öğleden sonra müzisyenler geliyor, salonda oturma düzenini değiştiriyoruz. Masalardan birkaç tanesini yan tarafa alarak ortada pist olarak kullanılabilecek bir alan yaratılıyor.

Bahçeye çok kişi gelip resim çektiriyor. Kar bir mıknatıs gibi buraya çekiyor insanları. Gelenleri görenler de akın akın koşuyor, demir bahçe kapısının önüne park ediyorlar arabalarını. Yapraklarını döktükten sonra çırılçıplak kalmış ağaçlardan dolayı Taş Ev artık yoldan rahatlıkla görünüyor. Taş Ev'in bahçesine resim çektiren, kar topu oynayan, çoluk çocuk kardan adam yapanlar dolmuş. İçlerinden sadece biri soruyor bana bir sakıncası var mı diye. "Yok canım ne sakıncası olabilir." diyorum. Kocaman çocuklar bin bir emekle temizlediğimiz yola karla dolduruyorlar. Ben ise onların yeniden donup araçları kaydırmasından endişe ediyorum. Gelenlerin gitmeye hiç niyetleri yok, telefon edip diğer arkadaşlarını çağırmaya başlıyorlar. Bahçemiz bir anda milli park havasına giriyor. Kapının tam önüne park etmeye çalışan araç artık yeter dedirtiyor. Kocaman restoran levhası, etrafı çitle çevirmemiz, demir kapı yetmemiş olacak ki soruyor arabadaki sürücü "Burası özel mülk mü?" Soruya şaşırsam da sükûnetle cevap veriyorum. "Evet, burası bir restoran." İkna olmuyor arabanın içindeki sürücü beyefendi. "Ama içeride bizim arkadaşlar var." Bu konuşmadan habersiz kardan adam yapmaya kalkışan bir aileyi baktıktan sonra iç çekip adama dönüyor "Onlar da çıkmak üzereler zaten." diyorum.

Orkestra nihayet geliyor, cihazlar salona birer birer taşınıyor. Amfilerin büyüklüğü korkutuyor. Çalışan gençlere "Buradan çıkacak sesin titreşimi bile Taş Ev'i çöktürür." diyorum yarı şaka yarı ciddi. Şaşkınlığım kocaman bir davulun salona getirilmesiyle tavan yapıyor. Bütün aletler yerleşince provalar başlıyor. Şarkı provasına başlayan birine sesin çok yüksek olduğunu söylüyorum. Seslerini açmak için çalıştıklarını, ses düzeyinin istenilen seviyeye düşürmenin ellerinde olduğunu söylüyor.

Mutfağı kontrol ediyorum. Şef her şeyin hazır olduğunu söylüyor. İlk gelen grup İzmir'den. Neşeli bir grup. Telefon numaraları bile yoktu. Bu yüzden geleceklerinden emin olamıyordum. Facebook üzerinden yaptığımız bir rezervasyondu. Facebook sayfasında görüp beğenmişler Taş Ev'i. Öğretmen Ev'inden yer ayırmışlar.

Ağaçların arasındaki kar örtüsü erimedi hala. Kendi arabamla birlikte orkestracıların minibüsünü kar üzerinde olabildiğince geriye yanaştırıyorum. Araçları park ettiğimiz yerin hafifçe aşağı doğru eğimli olması sayesinde çıkışta sorun yaşanmayacağını düşünüyorum.

Misafirler yavaş yavaş gelmeye başlıyor. Hava oldukça soğuk. Gündüz saatlerinde yumuşayan kar, üzerinde gezildikçe buzlaşmış. İlk gelen misafirlerden biri her zaman park ettiğimiz ağaçların arasındaki alanda sorun yaşıyor. Uzun uzun uğraştıktan sonra zor bela üzerini temizlediğimiz parke döşeli yola atıyor kendini. Havuzun kenarında bugün karları temizlenen avluya park ettiriyorum. Daha sonra gelen araçları da mümkün olduğunca ağaçların altına park ettirmiyorum.

Gelen misafirler eğlenmeye hazır. Müzikle birlikte bütün masalar coşuyor. Ortada bıraktığımız alan dans edenler, oynayanlardan boş kalmıyor. Ordövr tabağı ile başlatılan servis kusursuz. Ekip görevini kusursuz yapıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde program gereği çekiliş yapıyoruz. Önce her misafire birer numara dağıtıyoruz. Aslında kafamda bu numaraları sandalyelerin altına yapıştırmak vardı. Yıllar önce Ankara Hilton otelinde ülke temalı bir eğlence esnasında görmüştüm. Önce kura çekilmiş daha sonra "Şimdi herkes oturduğu sandalyenin altına yapıştırılmış kağıt üzerindeki numaraya baksın." demişlerdi. İzmir'den rezervasyon yaptıran misafirlerimiz erken gelince düşündüğüm olmadı. İlginç bir şekilde iki büyük hediye aynı masada oturan iki kişiye çıkıyor. İlk şanslı misafirlerimiz onlar oluyor.

Yeni yıla girmeden az önce tombala oynuyoruz. Büyük mekanlarda uygulaması pek mümkün olmayan bu aktivite burada çok prim yapıyor. Bu sefer şanslı masa İzmirlilerin masası oluyor. Birinci ve ikinci çinkolarla birlikte tombalayı yapınca otel parasını bedavaya getirmiş oluyorlar. Tombala oyunu misafirleri çok mutlu etse ve ikinci kez oynamak isteseler de saatler on ikiye epey yaklaşmış olduğundan tekrarlamak mümkün değil.

Sessizce aşağıya, dışarıdaki elektrik panosunun yanına iniyorum. Geriye sayım başlıyor. 6,5,4... Tam sıfır denirken şalteri aşağı indiriyorum. Her taraf kararıyor. Müzik kesiliyor. Birkaç saniye sonra tekrar elektrik veriyor ve yukarı çıkıyorum. Herkes birbirini kutluyor.

Eğlence devam ediyor. Biri gelip haber veriyor. Yeni gelen araçlardan biri kaymış. Hemen çıkıyorum dışarı. İki genç ağaçların arasında patinaj yapıp çıkmaya çalışıyor. Araba otomatik vitesli olduğu için boşuna uğraşıyorlar. Manuele alıp ikinci vitesle çıkmaya çalışmalarını öğütlüyorum. Tekerleklerin altına çuval, paspas gibi şeyler atıyoruz. Kısa bir süre sonra aracı kurtarıyoruz.

Bu yılbaşı Adnan Şef hepimize misafir muamelesi yapıyor. Gönlümüzce bir gece geçiriyoruz. Orkestranın Ferdi Özbeğen'i bir ara beni ve eşimi dansa davet edince utanıyorum. Misafirler hep birlikte alkışlayınca kalkıyoruz piste. Daha sonra kızımla dans ediyorum. Oğlum gürültüden rahatsız, yemeğini yedikten sonra odamıza atıyor kendini.

Misafirlerden biri sesleniyor. "Jandarma, iki minibüs jandarma geldi." Hemen iniyorum aşağı. Araçlardan inen bir sürü asker durmadan fotoğraf çektiriyorlar. İki üç rütbeli içeri görmek istiyor. Merdiveni çıkar çıkmaz aile ortamını görünce hemen geri dönüyorlar. Onlara çay ikram edip gönderiyoruz.

Son misafir ayrılana kadar canlı müzik devam ediyor. Bedenen olmasa da zihnen yoruluyoruz. Herkes mutlu ayrılıyor. Bu teşebbüsten de alnımız ak çıkıyoruz. Madalyonun diğer yüzü var bir de. On beş kişilik yerimizin boş kalıyor. Neyse ki çoluk çocuk bu boşluğu dolduruyor,  hiç olmazsa kendimizi eğlenceye dahil etmiş oluyoruz. Yılbaşı organizasyonumuz bize iki şey öğretiyor: Bunlardan ilki, ilave oturma gruplarıyla elli kişiye tamamladığımız kapasitemiz bu geceki yerleşim düzeni sayesinde ortada misafirlerin dans edebileceği bir pisti dahi mümkün kılıyor. Diğeri bir konu Kaplan'daki diğer restoranlarda yapılmayan yılbaşı eğlencesinin Taş Ev için de beklediğim düzeyde ilgi uyandırmadığı... Kendi kendime bunun nedenlerini sorguladığımda bazı tahminler yürütüyorum. Nedenlerden biri hava şartları: Kaplan dağlarına kar yağması ve yolda buzlanma olması zaten en olumsuz yanımız olan yol şartlarına tuz biber ekiyor. Yolun emniyete alınması ancak dün yapılan tuzlamadan sonra mümkün oluyor. Diğer bir neden ise farklı beklentiler. Oldukça kaliteli bir menü ile Taş Ev kendini göstermesini istediğim halde, telefon edip menüde tavuk şiş olup olmadığını soranlar oluyor. Fiyatın yüksek bulunması menüde sunulanların yanı sıra canlı müzik bedelinin kişi sayısına bölünmesi. Bazı misafirler, yemeğimizi evde yedikten sonra içki içmeye gelelim teklifinde bulunuyor. "O zaman diğer misafirlerin menü içinde ödediği canlı müzik bedelini siz içkinizle ödersiniz diyorum." Velhasıl ya istediğim hedef kitleme ulaşamadım ya da öyle bir kitleyi boşuna bekliyorum burada. Bazen insanlar arıyor rezervasyon yaptırmak için. Misafirlerimiz gelecek diyorlar. Kendileri yemek yemek için başka yere gidiyor ama misafir ağırlamak için bize geliyorlar. Bu yönden bakınca gurur verici.

Sabahın dördünde müzisyenlerle birlikte çıkıyoruz Taş Ev'den. Yarın pazar ama personele izin verdik. Eve geliyor birkaç saat uyuduktan sonra çocuklarla birlikte kahvaltı ediyor, onları işlerine uğurluyoruz.

31 Aralık 2016 Cumartesi

YILBAŞINA HAZIRLIK

30/12/2016 Cuma, Tire

Ekibe yeni katılan hanımefendi ve diğer elemanlarla birlikte yola koyulduk. Dün görüştüğüm belediye yetkilisi biraz rahatlatmıştı beni. Taş Ev'e yaklaşınca yolun durumunda bir değişiklik olmadığını gördüm. Canım sıkıldı tabii. Uzatmadan söyleyeyim. Aramadık yer kalmadı. Efendim, tuzlama araçları yukarı çıkamamış. Uzak köy yolları kapalıymış. Oradaki diyaliz hastaları için dağ köylerine öncelik vermeleri gerekiyormuş. İnsan bir işi yapamayınca bahaneler bulması kolay. İyi ki burası İzmir, kar yağınca halkın sokaklarda bayram ettiği belde. Hani Erzurum falan olsa yandık demek. Elli metre yeri tuzlamak için elli yeri arıyorum.

Sabahtan küçük pazara uğrayıp eksikleri tamamlıyorum. Öğleden sonra belediyenin yol bakım ekibi geliyor. Greyder ve bir tuz kamyonu işe koyuluyor. Tuzlama hemen etkisini gösteriyor. Dün bahçe içi yolları temizlediğimiz için rahatız. Arabayla Taş Evin önüne kadar giriyoruz artık. Bugün de yol açılmasa yılbaşı programı tehlikeye girecekti.

Olağanüstü bir soğuk hava var. Yolun buzlanmış olduğundan ve tehlike arz ettiğinden bahsetmem iyi olmadı galiba. Bugün gelen giden çok kişi yok. Aşağıdan gelirken diğer restoranlara baktım. Aslına bakarsanız oralarda da durum pek farklı değil. Kimse kapı dışarı çıkmak istemiyor olmalı. Dolu olan tek yer kahveler. Kışın ara mı vermek gerekiyor. Ama gün günü de tutmuyor hani. Geçen pazar yaz günlerinden biri gibiydi Taş Ev. Hava durumu ile ilgili olmalı.

Geçmiş olsun  mesajları geliyor dün yaşadığım olaydan dolayı. Karın sevincini yaşayanlar da yok değil. Bir çok araba kar görmeye geliyor. Kar ziyaretçilerin bazıları bahçeye girip  aileleriyle birlikte neşe içinde kar topu oynuyorlar. Oyunları bittikten sonra da Taş Ev'e konuk olup sıcak bir şeyler içiyorlar. Esen ayaz daha fazla üşümemize sebep oluyor. Sıcaklık sıfırın altında üç ya da dört derece civarında. Daha önce bizi ziyaret eden misafirlerimizden biri eşiyle birlikte geç vakte kadar oturuyor.

Yarına hazırlıklarımız tamam. Kızım yılbaşı süsleri yapıp Taş Ev'i donatıyor. Terasta, masaların üzerindeki karlar pasta gibi duruyor. Ortalık bembeyaz ama yollarımız açık. Sabah oğlum da gelecek. Bütün aile fertleriyle gireceğiz yeni yıla. Var mı daha büyük mutluluk? 

30 Aralık 2016 Cuma

YAYLADA ADRENALİN PATLAMASI

29/12/2016 Perşembe, Tire
Nereden başlamalı bilmiyorum. Sabah ekibi topladım. Alışverişi birlikte yaptık. Kaplan Köyüne kadar yolda herhangi bir sorun yok. Köy meydanında Aşkın Şef, Zeytin'i fark ediyor. Dün tel çitin altından çıkıp peşimizden gelmiş köye kadar bizi takip etmişti. Bugün yaylaya çıkış nedenim biraz da Zeytin'i görmek. Bu karda kışta ne buldu da ne yedi. Ona yemek vermek lazım. Bizi görünce koşturuyor yanımıza, uzun süre görmediği bir yakınına kavuşmuş gibi sallıyor kuyruğunu. Köyden ayrılınca yayla yolu sapağında belediyenin tuz yüklü kamyonu beklemekte. Belediyenin bir pikabı geri geri çıkarak yokuşu tuzlamaya başlamış. Yolun durumunu soruyoruz. "Yol kapalı, çıkamazsınız." diyorlar. Arabama güveniyor, onları dinlemiyorum. Taş Ev'e elli metre yaklaşana kadar teklemeden çıkıyorum yokuşları. Tam geldik derken son elli metrede takılıyoruz. Halen bulunduğumuz yer, dün araçlarıyla yolda kaldıktan sonra halen lastiklerine zincir takmaya çalışan arkadaşlardan otuz metre ilerisi. Az önce yanlarından  geçerken, "Eğer durursam kalkamam bir daha." diye seslenmiştim. Yolun bu kesimi çok kaygan. Araba artık ilerleyemiyor. Yolu kapatmamak için sol tarafa doğru yanaşmaya çalışırken bir yandan hendeğe düşmemeye çalışıyorum. Arabanın yarısı hendeğin içinde, arka sol tekerleğin arkasında ise kocaman bir ağaç kütüğü var. Yoldan geçen araçlar kayıp arabama çarpabilirler, huzursuzum ama yapacak bir şey yok.

Arabayı o halde bırakıp Taş Ev'e doğru yürüyoruz. Her taraf yirmi hatta yer yer otuz santime varan kar örtüsü altında. İzmir için inanılacak bir manzara değil bu. Hoş, burası İzmir değil. Şehirde yerler kar tutmamış bile. Ama burası yayla. Sefasının yanında cefası da olacak elbette. Bahçe kapısından Taş Ev'e kadar kilit parke taşı döşeli yolun üzerindeki karı donmadan önce temizlemek gerek. Aşkın ve Adnan Şeflerle birlikte ellerimize kürek ve fırçaları alarak yolun üzerinde biriken karları kürüyoruz. Epey bir zamanımızı alıyor bu iş, ellerimiz su topluyor. Hava sıcaklığının artması karları eritmeye başlamış yavaş yavaş. Arabanın yanına gidip son bir kez daha hendekten çıkmayı denemeliyim. Daha olmazsa yardım isteyeceğim. Bir çekici gelmesi lazım. Aracın yanına geldiğimde kapıyı açamıyorum. Yan tarafta kocaman bir ağaç kütüğü kapıya dayanmış. Biz ayrıldıktan sonra elli santim kadar daha kaymış hendeğe doğru. Sağ kapıdan girerek sürücü koltuğuna geçiyorum. Aklıma otomatik vitesli arabanın buz üzerindeki başarısızlığı geliyor. Vitesli arabaları buz üzerinde oynatan ben, otomatik vitesli arabada şişiyorum. Ankara'da da aynı durum başıma gelmiş, aniden bastıran yoğun bir kar yağışından sonra Portakal Çiçeği Sokağını çıkamamıştım. Vitesi manuel konuma alıyorum. Yanımızda getirdiğimiz külleri lastiklerin altına serpiyoruz. Tekerleklerin altını karton kutu parçaları ile besliyoruz. Birkaç başarısız denemeden sonra çalışmalara ara veriyoruz. Tekrar lastiklerin altını temizliyor arkadaşlar. Bir kez daha deniyorum.. Biraz sarsılıyor önce.  Zor da olsa arka taraf hendekten kurtuluyor. Patinaj yaparak ağır ağır ilerliyorum. Taş Ev'in önündeki meydana çok yaklaşmışken yerimde saymaya başlıyorum. İşte o andan sonra olanlar oluyor.

Araba yavaş yavaş geriye doğru kaymaya başlıyor. Kontrolü kaybetmiş durumdayım. Sağ tarafım uçurum. Yolun doğrultusuna paralel kalmam mümkün değil. Aklıma "Araç kayarken frene basılmaz." sözü geliyor. Ayağımı frenden kaldırmamla birlikte geriye doğru rampa aşağı hızlanıyorum. Direksiyonu çevirip, hiç olmazsa zor bela çıktığım hendeğe atayım kendimi diye uğraşıyorum. Araba beni dinlemiyor. O bildiği yöne kaymaya devam ederken çaresizlik içinde sonuma razı oluyorum. Hızla yaklaştığım bölgede yol iyice daralıyor. Şansım varsa ağaçlardan biri tutar beni. Geri geri kaymaya devam ederken aracın burnu sağa tarafa kayıyor. Bu iyi bir şey mi? Tersi olsa gerisin geriye uçabilirim. Ancak bu dönüş benim iradem dışında. Belki döne döne uçacağım. O çıktığım hendeğe saplansam diye dua ediyorum. Dün yolda aynı durumu yaşayan genç arkadaşım geliyor aklıma. "Böyle durumlarda ateist olsan imana gelirsin." demişti: Benim durumum da ondan farksız. Artık yapacak bir şey yok. Hakkınızı helal edin dünyalılar. Bu durumu sanırım birkaç kez yaşadım. İlki Karakaya Barajındaydı. Yolda ne kar ne buz vardı. Daha ehliyetim bile yoktu. Bir arkadaşla yarışa tutuşmuştuk. Gençlik işte. O önde ben arkada. Yanımdaki arkadaşın dolduruşuna gelmiştim. Allah ne verdiyse köklemiştim gaz pedalına. Önümdeki aracı geçmiştim geçmesine ama ilk virajda dans etmeye başlamıştık. Yol stabilize kaplıydı, oldukça da geniş. Süratimiz çok fazlaydı, çılgınca dönmeye başlamıştık yolun ortasında. Karşıdan gelen kamyon durmuş bizi izliyordu bir film sahnesi gibi. Bir taraf uçurum. 150 metre aşağıda Fırat Nehri akıyor. O zaman da aynı duayı etmiştim. Yolun uçurum tarafına doğru yaklaşan araç birden yönünü çevirip yanlamasına dağ tarafına çarpmıştı. Arabanın sağ tarafı iyice yukarı doğru havalandıktan sonra pat diye yere oturmuştu. Yürüyecek hali kalmamıştı ne arabanın ne bizim. Çekici ile çekmişlerdi arabayı. Bende hiçbir hasar yoktu ama arkadaşım kolunu incitmişti. Kaza yaptığım arabayla gidecektim Diyarbakır'a, ertesi günkü ehliyet sınavına. Sakinleştikten sonra inip arabanın durumuna baktık. Direksiyonu sağa çevir dedi müdürüm. Sol teker sağa dönmüştü. Sağ teker ise hala sola bakıyordu...

Nasıl olduysa yolun tam ortasında durdu arabam. Derin bir nefes aldım. Karşıdan gelen arabalara yol verecek halim kalmamış. Kimse kıpırdatamaz beni yerimden. Yaşayacak günlerim varmış demek. Yok, zincirsiz olmaz, bu kadar macera bana çok. Tamirci Olgun Usta'yı arıyorum. Telefona cevap vermiyor. Böyle günlerde usta bulmak zor zaten. Yürüyerek gidip çağıramam başka birini. Taş Ev'de ocak temizliği için aldırdığı çaput bezleri aklına geliyor Aşkın Şefin. "Lastiklere çaput bezlerini bağlayalım, o zaman yavaş yavaş ilerleyebiliriz." diyorlar. Yapacak başka bir şey yok. Gidip bezleri alıyor, kapıları kapatıyoruz. Elimizdeki bütün çaputları lastiklerin etrafına bağlıyoruz. Geri vitese takıp yavaş yavaş kaydırıyorum arabayı Cambaz Ali'nin kapısındaki meydana kadar. Oraya arkamı verip yönümü aşağı çeviriyorum. Buradan aşağıya kadar tuzlama yapılmış, yol açık görünüyor.  Köyden aşağı rahatlıkla iniyor, köy meydanında çaputları çözüyoruz.

Hiç aklımda yokken Aşkın Şef "Bilgisayarı almayacak mıydın?" diyor. Bilgisayarımı yukarda bırakmıştım. Hava ısınınca karlar yumuşamış. Bu cesaretle, "Bilgisayarımı bırakamam yukarıda, dönüyoruz." diyorum. Hemen geri dönüyor, öğlen saatlerinde takılıp kaldığım yerleri rahat bir şekilde geçiyorum. Burada işin püf noktası, aracı otomatik vitesten alıp manuele çevirmiş olmam. Bahçe kapısının önüne park ediyor, Taş Ev'de bıraktığım bilgisayarımı alıyorum. Yolda trafik artmış ama o son rampa araçlara kök söktürüyor. Vişne çürüğü renkli bir Şahin patinaj yaparak ilerlemeye çalışıyor. Gelirken bana yol veren Audi, biraz ileriden döndükten sonra Şahin'in gelişinden korkarak önüme yanaşıyor. Bir müddet bekledikten sonra neyi beklediğimizi soruyorum arkadaşlara. Audi neden ilerlemiyor önümüzde? Şahin rampayı çıkamayıp geri döndü. Audi'nin sağından çıkıyorum yola ağır ağır. Bu belalı rampayı aşarsam karada ölüm yok. İlk yüz metreden sonra karşımda hızla kaptırmış gelen vişne çürüğü renkli Şahin'i görünce karşımda onu kızgın boğa kendimi matador gibi hissediyorum. Yol dar, adam son şansını deniyor. Sürati çok ama tırmandıkça hızdan düşüyor. Az önce saplandığım hendeğin bulunduğu yerdeyim. İyice yanaşıyorum yolun kenarına sürtmesin diye araba. Aramızda beş santim mesafe kalıyor. Rahat bir nefes alıyorum. Cambaz Ali'nin evinin önü ana baba günü. Hayatında kar görmemiş insanlar kar yağdı diye dağlara atıyorlar kendilerini. Arabalarında ne zincir var ne çekme halatı. Yol dar ve hala buzlu. Greyder bıçak atmış ama hendekler tamamen karla dolu. Arabaların arasından geçerek aşağı inmeye devam ediyorum. Karşıdan bir araba daha. Biraz ileride yolun nispeten geniş yerinde dursa problem yok. Hızını kesmiyor. Yolun en dar yerinde burun buruna geliyoruz. Biraz sağa yanaşıyor, yolun kenarındaki fiberglas kilometre çubuğunun üzerine sürmek zorunda kalıyorum arabayı. Yan yana geldiğimde lise talebesi yaşlarında bir kızın sürücü koltuğunda oturduğunu görüyorum. Hala ilerlemeye çalışıyor, araba patinaj yapıyor. Biraz kaysa üzerime yapışacak. O neyse de diğer taraf uçurum. Arabanın arkasında iki kız daha var. Çılgın bu insanlar. Arabayı güç bela biraz salıyorum yokuş aşağı. İlerledikçe mesafe daralıyor. İki araç birbirinden ayrılırken dikiz aynasından mesafenin milimetreye düştüğünü görüyorum.

Şehre iniyoruz. Önce Adnan Şefi bırakıyorum. Sabahtan beri bir şey yemedik. Köşedeki kokoreççiden bol acılı birer yarım ekmek arası söylüyoruz Aşkın Şefle. Adnan Şef garip. Güzel şeyleri sevmiyor. Afiyet olsun deyip ayrılıyor yanımızdan. 

Eve gidiyorum. Canım durmadan bir şeyler yemek istiyor. Marketten kek, bisküvi türünden bir şeyler alıyorum. Evde onları yerken telefonum çalıyor. Arayan eşim. "Karnım aç geliyorum, gelince pideciye gidelim." diyor. Evden çıkıp karşılıyorum onu. Birlikte pidemizi yedikten sonra bir kase dondurma alıyorum. Kızım "Şekerin yükselecek." diyecek yine, biliyorum. Ama bugün ben bedava yaşıyorum.

Yine de şanslı günümdeyim. Bir sürü badireden sonra sapasağlam ayaktayım. Bu tür olayların insanı şoka soktuğunu biliyorum. Üniversiteden bir arkadaşım çok ciddi bir trafik kazası geçirmiş, araçta bulunan dört kişi ölürken onun burnu bile kanamamıştı. Kazadan hemen sonra, cenazelerin başında oynamaya. başladığını söylemişti, "Bana bir şey olmadı, bana bir şey olmadı" diyerek.

Bir de güzel tarafı vardı bu karın pek tadına varamadığımız. Bütün gençler koştu dağlara bugün. Neşe içinde kar topu oynadılar. Tam da Taş Ev'in bahçe kapısının önünde bir de kardan adam yapmışlar. Yayla kar örtüsü altında harika görünüyor. Bahçemiz ve Taş Ev kartpostallara konu olabilecek nefis manzaralar çıkarmış ortaya. Bu hengamede ne fotoğraf çektim, çektim mi çekmedim mi hiçbir şey hatırlamıyorum...        

29 Aralık 2016 Perşembe

KAPLAN DAĞININ KARLARI

28/12/2016 Çarşamba, Tire

Dün geceki öfkem uykumu kaçırdı. Yatağa gidecek mecal bulamadım kendimde. Gecenin ilerleyen saatleri sabaha koşarken bir anda gün ağardı. Dünün aksine kar havası var bugün. Bir ara panikliyorum geç kalacağım diye. Altımıza yeni dükkan açan Ayvalık'çıya karışık bir tost hazırlamasını söyledim, zamandan kazanmak için. 

Sonuna kadar güvendiğim adamla vedalaşacağımı düşünmüyor değildim ama günün sürprizi Yakup'tan. Tostumu yedikten sonra biraz alışveriş yapacak zamanım oldu. Önce mandıraya uğradım. Patatesçi de ona yakın. Dar sokakların arasında arabamla ağır ağır ilerleyerek patatesçi dükkanının önünde durdum. Dükkanda kimsecikler yok. Yan dükkanlarda da öyle. Geçen sefer geldiğimde, ondan önceki gelişimde de durum aynıydı. Zavallı Çuvalcı işini gücünü bırakmış, her tarafta komşusu Patatesçiyi aramıştı. Bir iki defa seslendim. Onun dükkana dönüşünü beklesem geç kalacağım. Yukarıda patates kalmadığını da biliyorum. İki cephesi açık köşe dükkana girip terazinin bir kefesine ağırlıkları, diğer kefesine seçtiğim patatesleri doldurmaya başladım. Bir naylon poşet, daha sonra bir tane daha. Adam hala yok ortalarda... Parasını sonra bırakırım diye geçirdim aklımdan. Patates torbalarını arabama yükleyip dükkandan ayrıldım.

Adnan Şefi aradım tam iki dakika varken buluşma saatimize. "İki dakika sonra ordayım." oldu cevabı. Yolumuz üzerindeki fırına uğrayıp ekmek aldık. Yakup'u alacağız az ileriden. Telefon etmeye gerek yok artık, saati biliyor nasıl olsa. Buluşma yerine geliyor, beklemeye başlıyoruz. Adnan Şef, "Aradınız mı Yakup'u?" diye soruyor. Aramama gerek var mı her sabah deyip çıkışıyorum, sanki bekleten oymuş gibi. Bir beş dakika daha bekliyorum inatla. Sonunda çeviriyorum numarasını, meşgul çalıyor. Bir kez daha çeviriyorum. Cevap vermiyor. Bir kez daha. Tam beş sefer arıyorum, cevap yok. Hemen karşıdaki kafede dayısı var. "Onun telefonu bile yok bende." diyor. "Daha dün nasihat ettim ona. Bak bunlar düzgün insanlara benziyor, rahat edersin diye" Karşı masadaki adamı başıyla işaret ederek, "Öyle demedim mi len Abdullah?" "Aha bak o da şahit." Yapacak bir şey yok. Buraya kadar. Yola çıkmak üzere Aşkın Şef görünüyor motosikletiyle. "Biz Adnan'la devam edelim, sen dayısının tarif ettiği eve bir git bakalım başına bir şey mi, geldi adamın?" Dayı hala konuşmaya devam ediyor, "Dün pazarda görmüştüm onu, bugün tatil, yarın gideceğim demişti hâlbuki bana."

Yaylaya çıkıyoruz. Bahçe kapısı açık. Demek teşrif buyurmuş hazret. Gelmesi benim için büyük sürpriz. "Günaydın" diyor. Soğuk bir günaydınla karşılık veriyorum. Adnan Şef'le içeri taşıyoruz eşyaları. Biraz sonra Aşkın Şef geliyor. Hüseyin yanıma yaklaşıyor. "Şu benim hesabı çıkaralım, amca" diyor. Memnuniyetle karşılıyorum bu teklifi. Kendi isteği ile bu kararı vermesi daha da güzel. Safralar atılmadıkça yükselmek mümkün olmaz. Aşkın'a soruyorum Yakup'u. Fabrikada çalışmaya başlamış. Bu film burada çok revaçta. Karaktersizlik diz boyu. Yüzü yok ki telefonu açsın. Çalıştığı günün parasını istemeye bile yüzü yok.

Aşkın Şef mutfakta mezeleri hazırlamaya başlıyor. Adnan Şef ona yardım ediyor. Dışarıda atıştıran kar havayı yumuşatmış biraz.

Öğleden sonra kar yağışı şiddetini arttırıyor. Yayla yavaş yavaş beyaza bürünüyor. Bahçe içindeki yolun üzerinde biriken ve sürekli kalınlaşan kar örtüsünden gözüm korkmaya başlıyor. Göze hoş geliyor bu görüntüler. Birkaç fotoğraf çekiyor, Instagram, Twitter, Facebook sayfalarımda paylaşıyorum. Facebook'u çözdüm iyice de, diğerlerine yeni yeni alışmaya çalışıyorum. Pek çok özelliğini, hatta ne işe yaradığını çözmekle meşgulüm şu sosyal medya dedikleri hastalığın. Paylaştığım fotoğrafları beğenenler oluyor. Ben onların fotoğraflarını beğenecek olsam ne, nasıl yapılır tam olarak bilmiyorum. Kırmızı kalp göndermek beğenmek demek mi? Yanlış anlaşılmasın sonra?

Akşam erken geliyor, havanın durumu malum. Taş Ev'in ışıklarını biraz erken açıyorum. Kaplan yolunda araç trafiği kesiliyor. Kar yağışı bir ara durur gibi olsa da yeniden başlıyor. İzmir'de ilk kez bu kadar yoğun bir kar yağışına şahit oluyorum. Ankara günleri geliyor aklıma. Bu görüntülere yabancı değildim aslında. Kardan, buzdan korkmuyorum. Çok ağır kış şartlarına da, karlı buzlu yollara da alışkınım. Ankara'da bu manzarayı gördükten sonra şirket boşalmaya başlar, trafik yolları kapatmadan evlerinin yollarını tutardı herkes. Bense hiç umursamaz saatinde terk ederdim şirketi. Yollar geçit vermezdi kar yağdıktan hemen sonra. Maceralı bir yolculuktan sonra eve varmayı başarırdım her zaman. Taş Ev'de durum biraz farklı. Sadece bir kilometrelik bir yol kesimi var sıkıntı yaratan. Köye indikten sonra yolların temiz olduğunu düşünüyorum. Bu şartlar altında köyden yukarı çıkabilen pek babayiğit olabileceğini sanmıyorum. Bugün misafir gelmez artık buralara. Personele acil durum anonsu yapıp hemen toplanmalarını yoksa geceyi burada geçirmek zorunda kalacağımızı söylüyorum. Arabamın üzeri, camlar karla örtülmüş. İzmir'de kar temizliği yapacağım hiç aklıma gelmemişti.

Zeytin'i serbest bırakıyorum. O da ilk kez görüyor karı. Şaşırıp oradan oraya koşuyor. Şaşkınlıktan mı bu heyecanı, yoksa sevinçten mi, anlamıyorum. Işıkları, kapıları kontrol ediyoruz. Kapının dışında acı acı patinaj sesleri. Belli ki yolda kalan araçlar var. Bu durum canımı sıkıyor. Dönüş yolu maceralı geçeceğe benziyor. Tecrübeliyim ama bu arabayı ilk kez karlı hava koşullarında kullanacağım için biraz ürkeklik hissediyorum. İlk sınav bahçe içinde S çizen yaklaşık yüz metrelik parke yolda olacak. Depoyu kilitlerken birkaç kez ayağım kayıyor. Zeytin bile koşarken sık sık kayıp düşüyor. O iyiden iyiye acemi. Neler düşünüyordur acaba ilk kez gördüğü kar hakkında. Gece don yaparsa buz pistine dönüşür burası. Şimdiden yılbaşı gecesini düşünüyorum. Belediyeye söyleyip tuzlatmak lazım yolları.

Arabaya doluşuyoruz. Direksiyon başında derin bir nefes alıyorum. Silecekler kesintisiz yağan karı camdan kaydırıyor. Heyecan dorukta. Ön panelde yukarı yayladan inerken kullandığım bir düğmeye basıyorum. Düğmenin üzerinde kaygan yolu simgeleyen bir sembol var. Ekranda ışığın yanması devreye girdiğini gösteriyor. Muhtemelen dört çeker hale geliyor bu durumda. Hafifçe gaza basıyorum. Hareket ediyoruz. İlk birkaç metrede sorun görünmüyor. S'in ilk kıvrımında zorlanmaya başlıyoruz. Hareket etmeye devam etsek de aracın arkası sola doğru kayıyor. Panik yok. Hızım oldukça ağır ve sabit. İlk virajdan kurtarıyorum. Arabanın ön kısmı sağda yol dışına çıkıyor. Hiç istifimi bozmadan aynı tempoda gaza basarken sola doğru çeviriyorum direksiyonu. Biraz patinaj yaptıktan sonra arabayı yola oturtmayı başarıyorum. İkinci virajda aracın arka kısmı yine sola kayıyor. Bu taraf tehlikeli. Uçurum falan yok ama o tarafa kayarsa kendi başına çıkması zor bu şartlarda. Ayağımı fren pedalından çekiyor, hafiften kesik kesik gaz veriyorum. Normal arabanın çıkması mümkün değil bu yoldan. Lastikler yeri kavrıyor ve düzlüğe çıkıyorum. Kapının dışında durursam bir daha kalkamam. Bu yüzden yol kenarına çıkmak iyi olacak. Kapının hemen dışına çıktığımda verdiğim kararın ne kadar isabetli olduğunu anlıyorum. Sol tarafta geçen ay ördürdüğüm taş duvar can simidi gibi yetişiyor imdada. Duvarın arkası uçurum. Duvar asfalt yola kadar uzamıyor. Son yirmi metrede patinaj yapmaya başlıyoruz yine. Arabanın arkası yar tarafına doğru kaymaya başlıyor. Çöp konteynırlarına doğru yaklaşıyoruz. Çok fazla sıkıntı çekmeden kıç ata ata yol kenarına kadar çıkıyoruz. Yolumuz üzerinde bize doğru gelmeye çalışan başka bir araç var. Farlarından bize oldukça yakın bir yerde olduğu anlaşılıyor. İnatla basıyorlar gaza. Patinaj sesleri ürkütücü. Yol dar, virajlı. Yolda kalacak bir araç bizim de mahsur kalmamız anlamına geliyor. İnip yola çıkıyor, sesin geldiği yere doğru ilerliyorum.

Tanıdık bir kadın sesi "Yolda kaldık." diyor, çaresizlik içinde. Başındaki kapüşonu yüzünü kapatmış. Kar tipi şeklinde yağmaya devam ediyor. Başını kaldırınca yüzünü görüyorum. Yabancı değil. Taş Ev'de ağırladıktan sonra gerçekten dostumuz olmuş iki genç. Hoş sohbet, güzel insanlar. Arabanın direksiyonundaki kişiyi tahmin ediyorum. Şehrin çılgın çevrecisi. "Bu havada ne işiniz var, yolunuzu mu şaşırdınız?" diyorum. Boşuna sorulmuş bir soru bu tabii. Çünkü onlar dağlardan inmiyor zaten. Ancak bu havalara hiç alışkın değiller. Buzda araba kullanmak ayrı hüner ister. Arabayı uçuruma kaydırmak korkusu gözlerinden okunuyor. "Uçuruma doğru kayan arabada, insan ateist olsa imana gelir." diyor heyecanla. Bu koşullara rağmen ne arabalarından ne de birbirlerinden vaz geçiyorlar. Genç kadın "Uçarsak birlikte uçarız, seni mi seyredeceğim kenarda." diyor bağlılıkla.

Şantiye hayatımda ne araçlar kurtarmıştık yolda kalan. Burada çekme halatımız bile yok. Çaresizlik içinde "Bizim elemanlarla birlikte bahçe kapısının önüne itelim arabayı." diyorum. Arabayı itmek bir yana ayakta zor duruyoruz. Son bir gayretle arabayı patinaj yapa yapa bahçe girişindeki düzlüğe çıkartmayı başarıyoruz. Aslında en akıllı iş onu burada yolun kenarında bırakmak. Delikanlı razı değil. Yavaş yavaş aşağı inmeyi deneyelim birlikte diyor. Önden gitmemi istiyor. Diğer personelle birlikte aşağı doğru hareket ediyoruz. Arkadan selektör yapıyor. Genç kadın telefon ediyor arkadaşına, ne istiyor diye. Çok ağır ilerlemesine rağmen arabayı kontrol edemiyormuş. Yolun ortasında duruyoruz. Arkamdaki far ışığı yavaş yavaş kayarak kaybolup ortalık karanlığa bürünüyor. "Sanırım kaydırdı arabayı." diyorum bizimkilere. Arabadan iniyoruz aşağı hep birlikte. Elli metre kadar geride araç yola yanlamasına dönmüş. Arka taraf uçurum. Dışarıdan direksiyon yönü, hızı konusunda genç adama telkinde bulunuyor, ileri geri manevra yaptırarak aracın yönünü düzeltiyoruz.

Aracı burada bırakmak en iyisi. Genç adamın hiç rahat değil. Yoldan geçen diğer araçlar çarpabilir korkusu var içinde. Yüz metre kadar aşağıda Nihat Efendi ile Cambaz Ali'nin bahçe giriş kapılarının önü oldukça geniş. Acaba oraya kadar ilerlemek mümkün olur mu ki? Genç adam biraz daha hareket ettireyim derken araba şarampole doğru kayıyor. Kurumuş otlarla dolu hendeğin içine saplanmasından endişe ediyorum. Neyse ki altı sağlam. Buradan aracı çıkartmak oldukça zor artık. Aracı biraz daha içeri almasını istiyoruz arkasını emniyete almak için. İsteksizce çıkıyor arabadan. Kapıları kilitliyor. Hep beraber arabama biniyoruz.

Cambaz Ali'nin kapısı, ahşap evin virajı gibi buzlanmanın yoğunlaştığı kritik yerleri problemsiz geçiyoruz. Geriye tek korktuğum yer kalıyor: Köy meydanından yukarı doğru çıkan yol parçası. Yolun eğimi oldukça fazla burada. Neyse ki korkum nafile çıkıyor. Beklediğim kadar kar tutmamış orası. Rahatlıkla geçiyoruz. Köyden çıkıp aşağı inerken hızlanıyorum. Önce karla karışık yağan yağmur şehre inerken tamamen yağmura dönüyor. Herkesi sağ salim evlerine bırakıyorum.

28 Aralık 2016 Çarşamba

GÜVEN KUŞU

27/12/2016 Salı, Tire

Ne güzel başlamıştım güne oysa. Alışamadığımdan değil, insan olana yakıştıramadığımdan ötürü bu duyduğum rahatsızlık...

Salı Pazarı. Artık rutine bindi işler. Of puf demeden çıkıyorum yola. Yaptığım iş bir bakıma hamallık olsa da bundan rahatsızlık duymuyor, tadını çıkarıyorum. Başkasına yaptırsam yaptırırım aslında. Lakin yük taşırken bile başkaları egoist hesapları olacak akıllarında... Bir tur attım eski camilerin olduğu, pazara açılan sokaklarda. Hangi cami olduğu çok mu önemli? Önümdeki araçlar yolu kilitlemiş. Bırakınız park etmeyi sokaklar araçtan geçilmiyor bile. Minaresinde mavi-yeşil taşları olan caminin önünden geri dönmek zorunda kalıyorum. Gözlerim yol kenarında park edecek yer arıyor durmadan. Caddeye çıkarken pek de tekin olmayan bir yere park edebiliyorum arabayı sonunda.

İlk durağım Pazarcı Ahmet. Akraba gibi olduk bu aileyle. Çalışkan, dürüst, eşiyle birlikte yaşam için çabalayan güzel bir insan o. Nesli tükenmekte olan cinsten yani. Personel yemeği için sebzeleri ondan satın alıyorum bu hafta. Kısa zamanda iki kolum birden doluyor. Kasaba uğruyorum arabaya doğru ilerlerken. "Bunları taşıyacak adamınız yok mu?" diye soruyor çalışanlardan biri. "Var ama bu zevke ortak etmek istemiyorum onları." diyorum. Sakatata zam gelmiş, et de zamlanacakmış yılbaşından sonra. Güven arıyorum bugün, kaybettiğim güveni. Hesabı soruyorum. "Şu kadar." diyorlar. Kaç kilo verdiklerini soruyorum. "İstediğinden fazla biraz." diyor tartan kişi. Uzatıyorum geri "Bir tartın bakalım şunu." 50 gr. eksik çıkıyor. "Hem zam yapıyorsunuz hem de eksik tartıyorsunuz, güvenimi sarsıp arayış içine sokmayın beni." diyorum.  Hem gramajı tamamlıyorlar hem de bu seferlik eski fiyattan veriyorlar hatalarını örtmek için.

Arabaya doğru ilerliyorum elimdeki yükten bir an önce kurtulmak için. Yaşlıca bir teyze (varsan baksan benden üç beş yaş büyüktür ama nedense benim hala teyze diyesim geliyor) laf atıyor. "Ne o doldurmuşsun kollarını, kıtlık mı var?" "Kıtlık falan yok." diyorum gülümseyerek "Lokantaya alıyorum." "Hah, tamam oldu, hayırlı işler olsun o zaman." diyor. "Allah razı olsun." diyorum arkama bakmadan. Bu muhabbet başka yerde olmaz işte. Memleketin iyice azalmış güzelliklerinden biri, sokak ortasında yapılan birkaç dakikalık lakırdı. Kötülüğün zerresi yok akıllarda. Dostça...

İlk partiyi arabanın arka koltuklarına yerleştirip çıkıyorum ikinci sefere. Toptancıya uğrayıp birkaç şey sipariş ediyorum. Karı koca çalışıyorlar. Adam yılların esnafı, işini biliyor lakin kadının konuşmasına gıcık kapıyorum. Logo desenli kolonyalı mendil yaptırmak istiyorum. Logomuzda birkaç renk var. Daha fikrimi almadan "Tek renk olsun." diyor. "Ama logodaki renkleri kullansak daha iyi olmaz mı?" diyecek oluyorum, ağzımı kapatıyor."Yok, yok tek renk daha güzel olur." "Bu gösterdiğiniz ebat bana göre büyük, bunun yarısı olsa yeter." diyorum. "Sizin oraya büyük yakışır, küçüğü düşünmeyin." Hiç katlanamam bu ısrarlara. Canım sıkılmaya başlıyor. "Peki 5.000 tanesinin fiyat ne olur?" "Adam hemen arayalım matbaayı." diyor. Fiyatı şu, klişe için de şu kadar ilave edileceğini söylüyor. Kadın durmuyor. "5.000 adet az size 10.000 tane alın en azından, çabuk biter." Kardeşim sana ne. Cebimde ne kadar para var, ihtiyacım ne kadar sen nereden biliyorsun? Tek renkli fiyatı yüksek bulup, matbaacıya telefon etmelerini, hiç olmazsa aynı fiyata logonun renklerini kullanmalarını istiyorum. Kadın sanki üretici. Matbaaya göstermelik de olsa soracağı yerde "O zaman fiyat farkı çıkar, bu fiyat tek renk için." Adam daha esnaf, koluma girip "Tamam sorun değil, sizin dediğiniz gibi olsun." diyor.

Sonraki durağım tamirci Rüştü Usta. Öğlen yemeğine çıkmış, yarım saat sonra dükkanda olacağını söylüyor. "O zaman ben eşyaları yaylaya bırakırım bu arada." deyip yaylaya çeviriyorum yönümü. Hava oldukça mülayim. Güneş ısıtıyor. Hava güneşli olunca daha sık geliyor akla bizim yayla. Sabah erkenden arıyor birileri telefonla. Kahvaltı var mı diye soruyorlar. Belki de kapıya kadar gelmiş, kapalı olduğumuzu görmüşlerdir. Salı günleri çalışmadığımızı gösteren bir yazı asamadım kapıya daha. Onlar da İzmir'den yola çıkmış, hazır Salı Pazarına gelmişken arkadaş tavsiyesi üzerine Kaystros' un meşhur serpme kahvaltısının tadına merak edenlerden olmalı. Bahçe kapısını açıp giriyorum içeri. Zeytin beni görünce neşeyle zıplayıp kuyruğunu sallamaya başlıyor.

Eşyaları yerleştiriyorum dolaplara. Yakınlardan bir ağaç motoru sesi geliyor. Zeytin'e yiyecek bir şeyler bırakıyorum. Bahçeyi çeviren beton çitin öte yanı çam ormanı. Ağaçların arasında kıpırdayan insan siluetlerini görünce o tarafa doğru ilerliyorum. Motor sesi kesiliyor. Geri dönüyorum, motorun sesi yeniden yükseliyor. Kapıları kapatıp çıkıyor, arabamı ormana doğru sürüyorum.  Bahçenin köşesine varınca ağaç motorunu kullanan kişinin ormanın karşı tarafındaki komşumuz olduğunu anlıyorum. Çamlığa kimsenin girmediğini söylüyor. Onun orada olması bir parça rahatlatıyor beni. Yukarı yaylaya çıkan yolun girişinde, demir kapının hemen önünde tanıdık bir motosiklet var. Sahibini arıyorum, tahmin ettiğim üzere cevap vermiyor. Onun telefonu her zaman arızalı zaten. Demir kapıya yaklaşıyorum. Kapının kilidi açık. Benim dışımda anahtar verdiğim ve sonuna kadar güvendiğim tek kişi var. Deponun anahtarını da aynı kişide. O kadar güveniyorum ki ona tahmin edemezsiniz (!) Tanıdık motosikletin sahibi ile sonuna kadar güvenip anahtarları teslim ettiğim kişi yakın arkadaşlar. Kapıdan girip motor sesini takip ederek yukarı yaylaya doğru ilerliyorum. Bir de ne göreyim? Sonuna kadar güvendiğim kişi ve motosikletin sahibi baş başa vermişler kendilerine emanet edilen anahtarla kilitli kapıyı açmışlar, yine kendilerine güvenilip emanet edilen başka bir anahtarla kilitli depoyu açıp içinden aldıkları ağaç motorunu kullanarak yayla yolunda kendilerine odunluk ağaç kesiyorlar. Güven denilen olay anlık bir olay. Bir kuş gibi uçar gider. Pişkin pişkin sırıtıyor sonuna kadar güvendiğim kişi. "Dost değil miyiz?" Söyleyecek laf bulamıyorum. En kaliteli yakacak olan meşe odunun kilosu elli kuruş. Elli kilo kadar ya var ya yok kestikleri. Topu topu 25 TL ederi. 25 TL nin lafı mıdır ettiğim? 25 TL için değer mi damgalanmaya? Pişkin pişkin üçe bölüşelim teklifi mi midemi bulandıran? Nedir bu toplumdaki ahlaksızlığın geldiği boyut? Çok mu aç kaldınız? Çok mu üşüdünüz? Değer mi? Neden inancım azaldı benim? Onlar benden inançlı, Allah'tan korkarlar (!) ama kuldan utanmazlar. Ben korkmam, çünkü korkacak bir şey yapmam. Ben kuldan utanırım, kimsenin kapısını, kilidini izinsiz açmam. Hangimiz daha makbul?

Bir yığın laf söyleyip ayrılıyorum. Güven kuşu uçmaya görsün. Aşağı inip Rüştü Ustaya uğruyorum. Bankaya sigorta şirketinin ödediği kasko bedelini ödüyorum. Daha fazla istiyor. Sigorta şirketi daha fazla çıkarmış da yıpranma düşmüş de... Sadece o değil. Dengesi bozulur diye hiç gereği yokken eski lastik yerine yenisini aldık bir de. Güya kasko sigortamız var. Zaten sinir tepemde. Biraz fark ödeyip ayrılıyorum yanından. Hale gidip domates alıyorum. Aklım hala yaylada. Dayanamayıp tekrar çıkıyorum. Kapı kilitlenmiş, açıp içeri giriyor, yukarı yayla yoluna tırmanıyorum. Odunları olduğu gibi bırakıp gitmişler. Ya da bir kısmını alıp bir kısmını bırakmışlar. Güven bir kere kaybolmaya görsün. Hep şüpheyle bakar insan. Kimsenin şüpheyle bakmadığı kullardan olmayı nasip etsin yaradan. Yollar son yağmurdan sonra iyice bozulmuş. Fotoğrafını çekerken sonuna kadar güvendiğim kişinin lafı çınlıyor kulaklarımda "Dost değil miyiz?" Ben yanlış mı biliyorum dostun anlamını. İçime şüphe düşüyor, TDK'ya bakıyorum. Tam beş anlamı varmış dostun. 1. Güvenilen, yakın arkadaş. 2. Evlilik dışı ilişki kurulan kişi. 3. Sahibine sevgi gösteren hayvan. 4. Bir şeye aşırı ilgi duyan, koruyan kimse 5. İyi geçinen, aralarında iyi ilişki bulunan. Sizce sonuna kadar güvendiğim kişi hangi tanıma uyuyor? Yok, yanlış anlaşılmasın Zeytin değil kastettiğim.

Kaliteli blogları okumaktan kitap okuyamaya fırsatım olmuyor. O bloglardan birinde bir anı yazısı okudum. Yazarını tanımadığım için utandım. "O zamanlar" isimli blogta yayınlanmış Ayfer Tunç'un ödül kazanmış "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70'li Yıllarda Hayatımız" isimli kitabı. Kitaptan yapılan alıntıda yazar, çocukluk ve gençlik yıllarımızı o kadar güzel anlatmış ki...


26 Aralık 2016 Pazartesi

PAZARTESİ PAZARI

26/12/2016 Pazartesi, Tire


Ne kadar ilginç... Genel olarak pazartesi günü insanların hafta başıyken bizim hafta sonumuz oluyor. Bu garip duruma tam olarak uyum sağladığımı söyleyemem. Günler baş döndürücü bir hızla geçiyor. Bu sabah evden çıkıp Toplu Konut pazarına uğradım. Manzara şaşırtıcı. Bütün pazarcı ve köylülerin getirdiği ürünler araçlarının üzerinde bekliyor...  Bir tek tezgah açılmamış daha. Saate baktım, dokuz buçuğa geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse "Nasıl böyle rahat olabiliyor bu insanlar? Bu saate kadar pazar kurulmaz mı?" soruları uçuşmaya başladı kafamda. Diğer taraftan ortalarda dolaşan zabıta memurları, polisler olağanüstü bir durumun olduğuna işaret ediyordu. 

Zerzevat yüklü bir kamyonetin yanında duran köylü kadınlardan birine sorup meseleyi öğrendim. Meğerse pazar yerinin ortasından doğal gaz borusu geçiyormuş. Bu konuyla ilgili muhtarlık ile belediye arasında bir ihtilaf doğmuş. Pazar kurulması yasaklanmış. Eğer tezgah açarlarsa 200 TL para cezasına çarptırılacakları söylenmiş pazarcılara.

Önümdeki kamyonetin üzerinde ihtiyacım olan yeşillikler görünüyordu örtülerin altında. Köylü kadın belediye zabıtalarından korka korka istediklerimi verdi.

Alışverişimi tamamladıktan sonra önce Adnan Şefi, daha sonra yeni elemanımız Yakup'u alıyor ve yayla yoluna koyuluyoruz. Hüseyin her zamanki gibi önceden gelmiş temizliğe başlamış. Zeytin bahçenin içinde oradan oraya koşuyor.

Sabah haberlerinde Rus uçağının düştüğünü ve meşhur Kızıl Ordu korosunun yaşamını yitirdiğini öğrendim. Suriye'deki Rus birliklerine moral vermeye gidiyorlarmış. Neye niyet neye kısmet. Öyle bir dünyada yaşıyoruz işte. Buna benzer haberler çok duyuyoruz. "Can kurtarmaya giderken canından oldu." sözü sıklıkla kullanılıyor. Kızıl ordu belki can kurtarmaya gitmiyordu ama cephedeki askerin en fazla ihtiyaç duyduğu moral desteği vermeye gidiyordu. Bu gözle bakarsanız onlar da vatanlarına hizmet yolundayken bir kaza sonucu can vermiş oldular. Aynı çerçeveden bakılırsa şehit oldular diyebiliriz. Şimdi birileri çıkıp gavurdan şehit olur mu sorusunu sorabilir. Evet, bana göre olur. Neden derseniz, şehidin TDK sözlük anlamı "Kutsal bir ülkü ve inanç uğrunda ölen kimse" olarak açıklanıyor. Aynı sözcüğün karşılığı İngilizcede "martyr" olarak geçiyor. Yunanca çıkışlı bu kelime şahitlik anlamında kullanılıyor. Bilindiği gibi şehit de aynı kökten yani şehadetten (tanıklık) geliyor.  

Hava düne göre daha soğuk geldi bana. Çarşambaya kadar yağış yokmuş. Yağmur duasına mı çıksak acaba?