KATEGORİLER

22 Nisan 2017 Cumartesi

STRES ÇARKI

22/07/2017 Cumartesi, Tire

Bir türlü durmak bilmeyen yağmurla birlikte çıkıyoruz yola. Havanın hiç tadı yok, sanki kış geri geldi. Yılların verdiği alışkanlık, sektörü değiştirmekle birlikte ters yüz oluyor. Pazar günlerini müjdeleyen cumartesi en sevdiğim gündü eskiden. Pazar akşamları, bütün servetini tüketmiş bir mirasyedi gibi hüzün çökerdi üstüme. Şimdi öyle mi ya. Cumartesi sabahları erkenden kolları sıvıyor, kahvaltılarını keyifli bir hale getirmek isteyen misafirlerimize hizmet ediyoruz.


Bu sabah ilk işimiz şömine sobayı yakmak. Erkenden gelen konuklar sobanın salonu ısıtmasını beklemiyor. Onlara elektrikli sobayı çıkarıyoruz. Yağmur aynı şiddette yağmaya devam ederken hava üşütüyor. Sobayı yaktıktan sonra şehre inip iki haftadır bir türlü denk getiremediğim berber işini hallediyorum. Fazla saçım olmadığı için uzun sürmüyor. 

Tarkan'ın elinde bir pervane mütemadiyen döndürüp duruyor. "Ne o elindeki?" diye soruyorum. "Stres çarkı diyorlar buna." diyor. İçinde bilyeler bulunan üç kollu bir pervane. Bir kenarından hızla çevriliyor. Aynı anda kronometre tutuyor saatinde. Rekoru bir dakika elli saniye imiş. Bu çocuğun ne stresi olur ayrı konu, o stresi bu pervane nasıl alır ayrı konu. Şaşırıp kalıyorum.

Akşama yeni misafirlerimiz var. Tesadüfen levhamızı görüp gelmişler. Bayılıyorlar Taş Ev'e. Küçük kızları hem akıllı, hem de adı gibi güzel. Eşimle birlikte misafirlerimiz sanki ailedenmiş gibi sohbet ediyoruz. Şömine sobamız "Daha bana muhtaçsınız." der gibi karşıdan bize gülüyor için için. 

Taş Ev'in önüne çıkıyorum. Yağmur, sis birbirine karışmış. Misafirlerimizi erken uğurlayıp yarını karşılamak üzere Fifi'yle vedalaşıyoruz.

DEPREM

21/04/2017 Cuma, Tire

Küçük pazardan mantar ve yeşillik alacağım sadece. Izgara için kömürü unutmamam lazım. Evden çıkıp Ayşe Hanım'ı yeni buluşma yerinden alıyorum. Her zaman saatinden önce yerinde olması takdire şayan. Biraz geç kalmış olsa orada arabayla bekleme yapılacak bir yer olmadığından sıkıntı yaşayabilirim. 

Alacaklarımızı alıp yaylaya çıkıyoruz birlikte. Fifi her zamanki gibi karşılıyor bizi. Yok, her zamankinden de farklı. Çok özlemiş sanki. Üzerime atlamaya çalışıyor, ayaklarını uzatıyor, kalçasını sallıyor. Acıkmış olabilir diye bir şeyler hazırlıyor Ayşe Hanım. Aynı sevecenlikle etrafımızda gün boyu dolaşıyor. Baharın kötü havalarından birini yaşıyoruz. Hava bir yağıyor, bir duruyor, her daim kapalı ve iç karartıcı. Şehrin üzerine koyu bir sis tabakası çökmüş. 

Hafta sonu hazırlıklarını tamamlayan eşimi almak üzere aşağı inmeyi planlıyorum. Büyük bankalardan birinin müdürü olan misafirimiz bir arkadaşıyla birlikte bize ilk kez konuk oluyor. Hava iyice serin. Şömine sobayı akşama doğru yakmak zorunda kalabiliriz. Oğlum atıyor. Onunla hayatımızın en uzun konuşmasını yapıyoruz. Ağzı kulaklarında. Nasıl olmasın? En sonunda dediğine gelmişler. Projeler tamamlanmadan götürü bedel ihaleye çıkılır mı hiç?

Günün ilk misafirlerini uğurladıktan sonra şehirdeki işini görmek üzere beş dakikalığına izin istiyor Aşkın Şef. Hemen gidip gelmesini söylüyorum. Sanki ayarlanmış gibi telefonum çalıyor. "Beş on dakikalık yolumuz kaldı." diyor misafirimiz, "Geliyoruz." Şefi arıyorum. "Beş dakika içinde oradayım." diyor.

Ayşe Hanım ile birlikte soğuk tabaklarını ve içki servisini hazırladıktan sonra yetişen şefimiz son rötuşları yapıyor. Artık benim gidip eşimi almanın zamanı geldi derken Taş Ev sarsılmaya başlıyor. Telefonum çalıyor hemen arkasından. Arayanın kim olduğunu kolaylıkla tahmin ediyorum. Tabii ki eşim. "Deprem oldu, duydun mu?" Duydum elbette. "Kandilli Rasathane Müdürlüğü sitesinden depremin merkezi neresiymiş, büyüklüğü neymiş öğrenip sana söylerim." 

Merkez üssü Manisa merkez olan 5,1 büyüklüğündeki depremi sadece Manisa değil çevresindeki tam 11 il hissetmiş. Yukarı çıkıp misafirlere rahat olmalarını, binanın depreme son derece dayanıklı olduğunu söylüyorum.

20 Nisan 2017 Perşembe

... HİSSEDİYORMUŞ

20/04/2017 Perşembe, Tire

Biraz erken çıkmam gerekti sabah. Halden ucuza getirmeyi düşündüğüm domatesin kilosunu beş buçuk liraya almak zorunda kalmam hiç hoşuma gitmedi. Pahallılıkta son on günün şampiyonu domates olmalı. Bir ara Rusya kabul etmeyince kilosu bir buçuk lirayı gören domates gerçekten el yakıyor. Salı günü hali bırakıp pazardan almak daha akıllıca olacak. Patlıcan, salatalık  epey ucuzladı. Kasap, mandıra alışverişlerinden sonra çıkıyorum yaylaya. 

Rüzgar terastaki sandalyeleri her bir tarafa  savurmuş. O neyse de ağaçlar meyvelerini döküyor sapır sapır. Taş Ev'in önündeki kayısı, erik ve kiraz ağaçlarının altı henüz gelişimini tamamlamamış meyvelerle doldu. Elden gelen bir şey yok, rüzgarın kesilmesini beklemekten gayri. 

Dünkü yoğunluk sebebiyle fırsat bulamadığım arabamın tamir işini halletmek üzere şehre iniyorum. Eşimi evden alıp yapmamız gereken işleri de aradan çıkarmak niyetim. İşler uzayınca geriliyorum. Oldum olası bürokrasiyi sevmem zaten. Beklemek en can sıkıcı iş benim için. Bir de olmadık zamanlarda çalan banka telefonları. Yok efendim, şu telefonu kazandınızlar, cazip koşullarda şu miktara kadar nakit ihtiyacı için sorgusuz sualsiz kredi teklif edenler, pos cihazından yapacağım işlem şu tutarı aşarsa komisyon oranında yapacakları indirimlerden bahsedenler... Yeter artık bir son verilsin bu işe yoksa hasta edecekler beni. Bankalar bu işi taşerona vermiş, kendileri fırça yemekten bıkmış olmalı. İlgilenmiyorum diyorum nafile, anlatmaya devam ediyor metalik bir ses. "Bir daha dinlemek istiyorsan bire..." Aman Allah korusun. "İlgileniyorsanız, ikiye..." Hayır ilgilenmiyorum kardeşim diye bağırırken içimden sabırla sona iteledikleri seçeneği bekliyorum. Nihayet en sevdiğim bölüm geliyor. "Eğer ilgilenmiyorum diyorsanız, üçe..." Yıldırım hızıyla basıyorum üç numaralı tuşa, ağzını kapatacağını umarak. Telefonun diğer ucundaki ses beni kolay kolay bırakacağa benzemiyor. "Eğer ileride ilgilenmeyi düşünürseniz..." Lanet olsun deyip kapatma tuşuna basıyorum. Nedir bu edepsizlik. Araba kullanırken ararlar, önemli bir görüşme yaparken ya da en acil durumlarda işinizi gücünüzü bırakır, saçma sapan işlerle uğraşırsınız. Tuvaletteyken mesela. Yarım keser fırlarsınız dışarı. 

Madem sinir bozucu işleri konuşuyoruz. Aklıma gıcık kaptığım bir başka konu geliyor. Facebook mesajlarından bahsedeceğim. Konumunu bildir diyor, paylaş, okey. Hadi nerede olduğunu bilsin millet. O değil de adamın karnı ağrısa hemen bir emoji tutturuyor. "Falanca karın ağrısından muzdarip." Haydi arkasından onlarca mesaj. "Ah canım, geçmiş olsun, karabaş yağı sür geçer." veya "Geçen sefer eltimin de aynı yeri ağrıdı, sonra geçti. Geçmiş olsun canım." Böyle giderse iyiden iyiye robota döneceğiz. Ne istediğimizi ikonlarla anlatacağız. Yüzümüzün ifadesinden üzüldük mü, sevindik mi anlaşılmayacak. "Neriman çok yalnız hissediyor." Vah vah, e bulsun o zaman bir koca, vakti geçer. "Kamil Urla'da bunalmış hissediyor." E Kamil, pes doğrusu, bunalacak ne var şimdi, git deniz kenarına rakı balık yap, bunalman geçer, sonra yazarsın yine. "Kamil kendini mutlu hissediyor." Koca koca beyefendiler, koca koca hanımefendiler ellerinde akıllı telefonlar ne hissettiklerini ilan ediyorlar millete. Bu çağın yeni eğlencesi garip geliyor bana, sinir oluyorum, gıcık kapmış hissediyorum. 

Arabamı Ali Ustaya bırakıp onun arabasını alıyorum. Akşam Taş Ev'e benim arabamı getirip kendi arabasını geri alacak. Yaylaya dönüş yolunda akşam rezervasyonları geliyor. Cuma akşamı ya, öyle fazla kalabalık değiliz. Cuma akşamı dışında istediğiniz kadar içebilirsiniz demiş kutsal kitabımız (!). Şu şeytan var ya insanoğlundan ders almalı. 

SARI GÜL

19/04/2017 Çarşamba, Tire

Hiç dinlenmeden başlıyorum yeni bir haftaya. İlk iş olarak dün şefin pazardan aldığı malzemeleri emanet bıraktığı yere gidip onları teslim alıyorum. Mandıraya uğruyor, siparişleri tamamlıyorum. Daha fazla zaman kaybetmeden yaylaya çıkıyoruz. Temizlik devam ederken çalıştığımız bankalardan birinin müdürü az sonra misafirlerini getirmek üzere yola çıktıklarını söylüyor.

Hava bu saatlerde çok güzel, dışarısı dururken içeride oturulmaz bu havada. Misafirler gölgedeki verandada oturmayıp terası seçiyorlar. Menüdeki nefis mezelerimizden güzel bir sofra hazırlıyoruz onlara. Bankanın misafirleri Organize Sanayi'de yerleşik tanınmış bir firmanın temsilcileri. "Bundan sonra yemekli toplantılarımızı burada yapalım." diye konuşuyorlar aralarında.

Ağaçların meyveleri irileştikçe dalları eğiliyor. Yemyeşil yapraklarla bezendi hepsi. Onları nasıl korumak lazım bilemiyorum. Her gelen o güzel kayısı çağlalarından, izin bile istemeye gerek duymadan hoyratça koparıyor avuç avuç. Bilmiyorlar ki o çağlalar kocaman lezzetli birer meyveye dönüşüp kahvaltı sofralarının en güzel reçeli olarak önlerine gelecek.

Fifi dün bir darbe yemiş görünüyor. Boynunun alt tarafında tüyler dökülmüş, eti morarmış. Yabani bir hayvanla boğuşmuş gibi. Kim bilir belki tavukları korumak için mücadele etmiştir. Belki de dar bir yere sıkışıp kendini kurtarırken yaralanmıştır kim bilir?

Akşamları gün batımı güzel oluyor. Bu saatlerde çıkan hafif rüzgar yağmur bulutlarını peşinden sürükleyebilir. Taş Ev'in solunda terastan aşağı atılan sigara izmariti, kolonyalı mendil kağıtlarını toplarken senenin ilk gülü dikkatimi çekiyor. Sarı bir gül bu. Biri koparana dek bütün alımıyla gülümseyecek insanlara. Eğitimin önemi büyük.. Yapılan anket sonucuna göre seçmenler sadece ilkokul mezunu olsaymış referandum sonucu % 75 "Evet" çıkarmış. Üniversite mezunu olmak asgari seçmen olmanın şartı olsaymış, bu sefer sonuç % 65 "Hayır" a gidermiş. Zaten iktidarın eğitimsiz insanı seviyor olmasının sebebi bu. Zira daha kolay oluyor gütmek.

Akşam haberleri yeni bir aldatma olayından bahsediyor. Bizim cumhurbaşkanı yine aldatıldığından bahsediyor. Donald Trump'a derdini dökmüş telefonda. "Ya senin şu Obama var ya, çok namussuz bir adam, PKK konusunda beni fena aldattı." Bana dünyada en çok aldanan ve aynı zamanda en çok aldatan kim derseniz tek geçerim. Milli kültürümüz de böyle ama. Akıllanmıyoruz. Yiyoruz kazığı, oturuyoruz aşağı. Bir kilo şekere satıyoruz vatanı yeri geldiğinde...

Ana muhalefet lideri farklı mı ya? Şimdi kalkmış "Referandum seçimini tanımıyoruz." diyor. Tanırsınız, tanırsınız. "Büyük lokma ye, büyük söz söyleme." derler adama. Bir zamanlar "Başbakan da olsam Ak Saray'a gitmem." derken hemen arkasından ülkenin çıkarları için giderim deyip tıpış tıpış gitmedin mi? Şimdi ülke çıkarları için referandum sonuçlarını tanıdığını söylemeyeceğin ne malum. Diyorum işte, ciğer yok bunların hiç birinde. Siyaset kurumu her türlü pisliğin yalanın, aldatmanın cirit attığı bir oluşum benim gözümde. İktidar ve para uğruna her şeyin göze alındığı iğrenç bir kurum. İçlerine kazara yolunu şaşırıp girebilen üç beş düzgün insanı  bile türlü ayak oyunları ile hemen uzaklaştırırlar yanlarından. Başkana itaat partide yükselmenin tek şartı.  

Mayıs ayındaki önemli grup rezervasyonlarının teyitleri geliyor ardı ardına. Yoğun bir gün yaşıyoruz.  İyi spor oluyor bu bana. Gelenlerin memnun ayrılması yetiyor.    

19 Nisan 2017 Çarşamba

ZİYARET

18/04/2017 Salı, İzmir

Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da büyük pazar alışverişini şefimiz yapıyor. Eşimle birlikte servisten çıkan kızımın arabasıyla İzmir'e doğru yola koyuluyoruz. Esas gidiş nedenimiz hastanede tedavi gören babamı ziyaret edip durumunu anlamak. Karşı hastanede görev yapan kızım günde üç sefer uğruyormuş yanına. İşin başından ayrılamadığım için bu tatil günümüzü fırsat biliyorum.

Kızımla telefonda görüşüp anlaşıyoruz. İşi bitince evinde buluşacağız, arabaları değiştirip benim arabamla birlikte gideceğiz hastaneye. Arada kalan zamanda Metro'ya uğrayıp alışveriş yapıyoruz. Kızımın arabasına zor bela sığdırıyoruz aldıklarımızı. 

Canım sıkkın, iyi düşünmeye çalışıyorum. Yaş ilerleyince daha zor oluyor bu işler. Modeli düşük arabalar gibi sık sık arıza veriyor. Dün genel durumunun iyi olması ümit verici. 

Kızımdan önce varıyoruz evin önüne. Biraz bekledikten sonra o da geliyor. Önce arabaları, daha sonra anahtarları ve ruhsatları değiştiriyoruz. Trafiğin yoğun olduğu saatler. Ziyaret saatlerinden haberimiz yok. "Belki sizi almazlar." diyor kızım. Doğru mu söylüyor yoksa espri mi yapıyor belli değil. "Doktor değil misin? Bizi sokarsın içeri artık." diyorum ümitle. "Ben karşı hastanenin doktoruyum." diyor. 

Park yerine giriyoruz. İlk gördüğüm boş yere bırakıyoruz arabayı. Yürünecek yolumuz var hastanenin bahçesinde. Binaların arasından babamın kaldığı bölüme ilerliyoruz. Kapıda sabah ve akşam ziyaretçi saatleri yazıyor. Şans eseri on beş dakika sonra ziyaret başlıyor. Eşimle birlikte hızlı adımlarla danışmanın önünden geçiyoruz. Başını çeviren olmuyor. Beşinci kata eşim asansörle çıkıyor. Asansörde başka yer kalmadığından kızımla birlikte merdivenleri hızlı adımlarla çıkıyoruz. Kata gelmemiz asansörle aynı anda oluyor. Hemen sağdan üçüncü odaya giriyoruz. Hastane ortamını oldum olası sevmem. Annem lavaboda bir şeyler yıkıyor. Bizi fark etmeden giriyoruz içeri. Aniden görünce seviniyorlar. Komşu yatakta yatan hasta yakınları ile samimi bir ortam yaratılmış. 

Babamın morali iyi değil. Göz çukurları dudakları iyice kararmış. Kızım yanımızdan kayboluyor. Doktorundan bilgi almaya gittiğini sanıyorum. Uzun uzun anlatmaya gerek yok bu nahoş halleri. Anneme bir iş bırakmıyor komşu hastanın yakınları. Kızım geliyor yanımıza. Akciğer enfeksiyonu dese rahatlayacağım. Enfeksiyon antibiyotikle kurutulur en nihayetinde. "Durum kötü." diyor. Şimdi içtiği ilaçları kullanmış hastaneye gelmeden önce. Faydası olsaydı olurdu zaten. Olayın enfeksiyonla alakası yokmuş. O bir ümitti sadece bizim için. Esas rahatsızlığı kalp yetmezliği. Bu durum akciğerlerin su toplamasına neden olmuş. Akciğer dokusu diye bir şey kalmamış. Bundan böyle devamlı oksijen tüpüne bağlı kalacak. Günde 18 - 20 saat oksijen alması gerekiyormuş. Bu kadarına da razı olduk. Pazartesi günü hastalığının son durumunu görebilmek için ilaçlı tomografi denilen bir cihaza sokacaklar. İlaç dedikleri zehir. Böbrekleri mahvediyor. Böbreklerinden zaten hasta. Bu kez bir de böbreklerle uğraşılacak. 

Yapacak bir şey yok beklemekten başka. Düşünmemeye çalışıyorum ama aklımın bir köşesinde duruyor... 

17 Nisan 2017 Pazartesi

SAKARCA

17/04/2017 Pazartesi, Tire

Sabah Elmas ile birlikte çıkıyoruz yaylaya. Ayşe Hanım yeni taşınacağı evi hazırlamakla meşgul olduğu için bugün izinli. Sol bacağımın üzerinde bir ağrı hissediyorum. Dün Venüs'ü ezmeyim diye kaçarken dengemi kaybetmiş, yere yuvarlanmıştım. Tam da kontrollü düşüşümden dolayı kendimi takdir edecektim ki beton zeminin bunu affetmediğini fark ettim. Sıcağı sıcağına anlamamışım demek. Sağ kolumdan sonra sol bacağım devre dışı. Neyse ki onlardan birer tane daha var. 

Aşkın Şef gelir gelmez şehre iniyorum. Emanet aldığım arabayı yıkatmak, parfümlerle anason kokusunu ortadan kaldırmak niyetim. Ali Ustaya uğruyorum. "Beklediğimiz parça yarım saate kadar gelecek otobüsle." diyor. Arabaları değiştirirken berbat ettiğim arabasını oto yıkamaya bırakabileceğimizi söylüyor. Gidip elektrik paralarını yatırıyorum. Telefonum çalıyor. "Açık mısınız?" Salı günü dışında her gün açık olduğumuzu söylüyorum. Köy sapağının orada, yön levhamızın önündelermiş. Elemanları bilgilendiriyorum. "Merak etmeyin hallederiz biz." diyorlar. Bir kaç parça alışverişten sonra yaylaya geri dönüyorum. 

Hava tahminlere göre yağmurlu görünüyor. Düne göre daha serin. Çok küçük bir bebeği olan aile uzun bir kararsızlıktan sonra çocuklarını üşütmemek için mecburen salona geçiyorlar. Komşu bahçenin sahibi oğlu ve bir arkadaşını yanına alıp geliyor. Verandada çay içerlerken sohbet ediyoruz. Kemalpaşa'da bir kooperatife girmiş. Göletin yanında lüks villalar yapılacakmış. Çocukluğumun Köyü Kemalpaşa, İzmir'e yakın olmasının avantajını iyi kullanıyor. Yine de Kaplan manzarasının hiçbir yerde olmadığını söylüyorlar. Aldığı ceviz fidanları kurumuş. Bahçeyi satmak istiyormuş bu yüzden. "Eğer ilgilenemeyeceksen yapılmaz bahçe işi elbette." diyorum.

Bahçeye çıkıp yeşillikler arasında dolaşıyorum. Aşkın Şef tavuklara yem götürüyor. Bütün tavuklar yanına üşüşüyor bir anda. Fifi kuyruğu dikmiş olan biteni izliyor. Özlemini duyduğum bir çiftlik manzarası bu. Şef bir elinde su diğerinde yem kovası koşturmaya başlıyor. Tavuklar da çığlık çığlığa onun peşinden... Otların arasında ismini bilmediğim beyaz bir çiçek çok zarif görünüyor. Dönüp telefonumu alıyorum içeriden. Bu güzel çiçek çiğdem mi acaba? İnternette kısa bir araştırma yapıyorum. Yok, bu sade güzellik sakarca dedikleri otsu bir bitkiye benziyor. Ordu ve Giresun yöresinde mıhlaması ayrı, kızartması ayrı türlü türlü yemekleri olurmuş. Eğilip birkaç pozunu çekiyorum. 

Annemi arıyorum, babamın genel durumu iyi. Kızım sürekli ilgileniyormuş dedesiyle. Bir tarafı düzeltmeye uğraşırken diğer taraf açık veriyor insanın belli yaştan sonra.

Akşama doğru Ali Usta arıyor. Kızımın arabasının işi bitmiş. Hemen sanayiye gidip ustanın emanet arabasıyla değiştiriyorum. Emanet arabaya binmek ne zormuş. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor. 

Hava gittikçe soğuyor. Yağmur da yağmadı. Şömine sobayı yakıp yakmamakta kararsızım. Salon dışarıya göre daha sıcak. Dışarıda havayı soğutan serin esen rüzgar aslında. Bankacılar telefon ediyor. "Geliyoruz, yerimiz hazır mı?" diye soruyorlar. Dün gönderdikleri misafirlerin Taş Ev'den çok memnun kaldıklarını söylüyorlar.

Yağmur başlıyor nihayet. Mekanımıza ilk kez gelen misafirlerimizle ilgileniyorum. Şimdiye kadar gelmemelerinin ayıpları olduğunu söylüyorlar. "Hayır, o kendimizi yeterince tanıtamadığımız için bizim ayıbımız." diyorum. Erken gelip erken ayrılıyor misafirlerimiz. Yarın tatil günümüz, eşimle birlikte babamı ziyaret edeceğiz. 

REFERANDUM

16/04/2017 Pazar, Tire

Biraz kararsızdık bugün Taş Ev'i açma konusunda. Alkollü içki yasağı gece 12.00 ye kadar sürecek. Diğer restoranlar açmazlar bugün diyordu bizim şef. Kahvaltı servisine yetişebilmek için erken kalkıyoruz. İlk olarak oyumuzu kullanacağız. Daha sonra oyunu İzmir'de kullanacak olan kızımızı uğurlayacağız.

Günün ilk oy kullananları oluyoruz, eşim, oğlum ve ben. Sandıktan ne çıkacağı hususunda kuvvetli bir kanaatim yok. "Aaa ne kadar ayıp." deseler de ne halka ne de demokrasiye inancım kaldı bu memlekette. Kenan Evren'in anayasa oylaması bile daha demokratik ortamda olmuştu.

Sabahın güneşi güzel bir havayı müjdeliyor. Kızım Venüs'ü kucağına alıp bana poz veriyor, "Venüs'le birlikte hiç fotoğrafım yok." derken. Hemen evin önünde fotoğrafını çektikten sonra uğurluyoruz onları.

Eşim, oğlum ve diğer elemanlarla birlikte yayla yoluna koyuluyoruz. Rutin hazırlık işlerimiz tamamlandıktan sonra misafirler gelmeden güzel bir yayla kahvaltısı hayalini kurduğum esnada telefonum çalıyor. Ekranda "Kızçem" yazısını görünce heyecanla açıyorum telefonu. Torbalı'ya varmadan arabasının arıza ışıklarının yandığını ve ön kaportadan dumanlar çıktığını söylüyor. Hemen yakındaki benzinliğe çekmiş arabayı. "Araba çalışır durumda, yardım için gelen birileri Torbalı'ya kadar gidebileceğimi söyledi." diyor. Buna karşı çıkıyorum. "Dur bakalım, bir ustaya göstermeden sakın hareket etme, bekle." diyorum. Pazar günü ne tamirci bulunur, ne de sanayide açık bir dükkan. "Bırak orada arabayı, otobüsle git." diyecek oluyorum. Bana "Venüs'le nasıl gideceğim?" sorusunu yöneltiyor. Ali Usta'yı arıyorum, telefona cevap vermiyor. "Şimdi yedik ayvayı."

Birkaç dakika sonra Ali Usta dönüyor bana. Durumu anlatıyorum. "Ben gideyim bakayım." diyor kendi aracıyla. "Yok, ben gelip seni alayım." diyorum. "Muhtemelen radyatör su kaynatmıştır. Su ilave edilmesi gerekir." diyor. Şehre inip ustayı dükkandan alıyorum. Bir an önce kızımın yanına ulaşmak için hızlanıyorum. Ali Usta uyarıyor. "Burada radar olabilir." Yavaşlıyorum.

Yarım saat sonra kızımın tarif ettiği benzin istasyona varıyoruz. Ön kaputu açıyor usta. Venüs dışarıda rahat durmuyor, oradan oraya koşuyor. Ayaklarımın altında dolaşırken neredeyse üzerine basacağım. Ciyaklayınca üzerine bastığımı düşünerek sendeledikten sonra kontrolümü kaybediyor, beton zemine yuvarlanıyorum. Ben de bir şey olmadığını söyleyip yanımdakileri rahatlatırken Venüs'e zarar vermemiş olmam rahatlatıyor beni. Haylaz bir çocuk bu bizim Venüs, sakatlayacak bir gün beni. Usta radyatöre su ilave ediyor. Arabayı çalıştırır çalıştırmaz alttan şıpır şıpır sular damlıyor. Radyatörün lastik bağlantı borusu delinmiş. Bu şekilde yürümez bu araba diyor.

Torbalı'ya gidip açık parçacı arıyoruz ama nafile. Her yer kapalı. Ne yapacağız şimdi? Kızım dedesine uğrayacak, oyunu kullanacak, ertesi gün işe gidecek. "Ali Usta benim arabayı alsın." diyor. "Sadece otomatik araba kullanabilir." diyorum. Sonunda kendi arabamı vermeyi kararlaştırıyoruz. Yol üzerindeki bir lastikçiden bir parça şambrel alıp dönüyoruz arabanın yanına. Kızım eşyalarını benim arabaya aktarıp Venüs'le birlikte yola çıkıyor. Usta delinen lastik borunun etrafına şambrel lastiğini sıkıca doluyor. Yola çıkıyoruz. Birkaç km de bir durup su ilave ediyoruz radyatöre. Öyle dura kalka sanayideki dükkanına varıyoruz ustanın. Kendi arabasını bana verip kızımın arabasını ona bırakıyorum. 

Aksilik başladı mı bitmek bilmiyor. Arabamın arkasında bir koli rakıyı gelirken önce kızımın arabasına, daha sonra ustanın verdiği arabaya alıyorum. Yaylanın virajlı ve yokuş yollarında koli bir sağa bir sola kayıyor arkamda. Burnuma anason kokuları geliyor. Kenara yanaşıp arabadan iniyorum. Niyetim koliyi arka koltuğa alıp hareket alanını kısıtlamak. Arabanın arkasından bir sıvının damladığı  görünüyor. Korktuğum başıma geliyor. Koliyi aşağı alıyorum hemen. İki şişe kırılmış, içindeki rakılar önce kolinin karton altlığına oradan da bagaja dökülmüş. Kesif bir anason kokusu burnumun direğini sızlatıyor. Koliyi boşaltıp kalan sağlam şişeleri arabanın tabanına diziyorum. Şişelerin kırılmasına değil emanet arabayı berbat ettiğime yanıyorum. Zira bu koku çıkacak cinsten değil.

Güne böylesine problemli başlıyoruz. Yaylaya vardığımda işlerde bir aksaklık olmadığını görünce rahatlıyorum. Bir şeyler atıştırıyorum ayaküstü. Kahvaltı servisimiz devam ediyor. Gün boyunca veranda, salon ve teras olmak üzere üç ayrı mekanda hizmet veriyoruz. Aydın, İzmir'den gelen misafirlerimiz var. Hiç olmazsa birer duble diyorlar yalvaran gözlerle. "Yasaklara uymak zorundayız." diyoruz. Anlayış gösteriyorlar hepsi. Aydın'dan gelen eşi eczacı kendisi doktor olan bir misafirimiz Taş Ev'e hayranlığını ifade ederken koyu bir sohbet başlıyor aramızda. Konu kestane ağaçlarının geleceği. Konuyu yakından biliyor. Profesör bir dostlarının araştırma konusuymuş bölgede bütün kestane ağaçlarını vuran kanser hastalığı. Ağaçlar teker teker kuruyor göz göre göre. Buraların kestanesi cevizi özeldir. Öyle hormonlu ithal ürünlere benzemez tadına, lezzetine doyum olmaz.

Kızımı arayıp sağ salim evine vardığını öğreniyorum. Akşam saatlerinde oğlumu şehre indirip yolcu ediyorum. Yaylaya geri döndüğümde televizyonu açmamı istiyor eşim. Referandum sonucunu merak ediyoruz. İlk gelen sonuçlara göre halkımız % 65 evet demiş başkanlık sistemine. Bu oran yavaş yavaş düşüyor ama % 50'nin altına düşeceğini sanmıyorum. Akşam saatleri oldukça sakin. Millet televizyonun başından ayrılmıyor. Şehirde atılan cılız bir kaç havai fişek dışında ölüm sessizliği hakim. Ege'nin ve Akdeniz'in sahil şeridi ile Trakya ve Kürtlerin yoğunlaştığı illerde hayır oyları daha fazla. En şaşırtıcı sonuç İstanbul ve Ankara'dan geliyor. Hayır oranı bu şehirlerde daha yüksek. Harita üzerinde evet ve hayır diyen bölgeler gösteriliyor TV'lerde. Sevr Antlaşmasından sonra Osmanlı'nın elinde kalan İç Anadolu ve Karadeniz sahil şeridi "evet" demiş başkanlık sistemine. Kurtuluş Savaşı öncesi işgale uğrayan topraklarımızın halkın kararı ise "hayır" olmuş. Basit bir tesadüf mü yoksa başka bir açıklaması  mı var? Bu tahlilde istisna olarak gözüme çarpan şey Fransızların işgal ettiği, Kahraman Maraş, Kilis ve Gaziantep'te "evet" oy oranının yüksekliği. Bu vilayetlere Kahraman, Gazi unvanları verilmiş olmasına rağmen sonu yeni bir işgale, ülke topraklarının parçalanmasına kadar gidebilecek bir karara evet demeleri oldukça ilginç. Diğer istisnalar Bursa, Kütahya ve Afyon. Bu illerin dışında kalan ve topraklarında işgali yaşayan insanlar bir daha aynı acıları yaşamak istemiyor. "Evet" oyunun ezici bir şekilde tezahür ettiği İç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde yaşayanlar daha önce şahit olmadıkları büyük acılara davetiye çıkarttıklarının farkında bile değiller.

İzmir'den gelip terasta yemeklerini yiyen misafirlerimize açıklanan ilk referandum sonuçlarından bahsediyorum. Yemekten sonra avluda uzun uzun sohbet ediyoruz. Evet-hayır arasındaki fark gittikçe kapanıyor. Bu sonuç ülkenin istikrarı için yeterli olur mu bilinmez ama benim için sürpriz olmuyor. Erken dönüyoruz evimize.