Gecenin saat ikisinde uyanıyorum. Uykum kaçmış bir kere. Sabaha kadar internette dolanıyorum dolanmasına ama günlüğüme iki satır yazı yazmak gelmiyor içimden. Facebook'ta güzel bazı paylaşımlarla vakit geçiriyor, takip ettiğim blogları okuyorum. Bazı grupların paylaşımları ziyadesiyle ilgimi çekiyor. Çocuk yaşta kabiliyetli çocukların piyano başına geçip küçücük parmaklarıyla ünlü bestecilere ait klasik eserleri yorumlayışını hayranlık içinde izliyorum mesela. YSK'nın kendisini yasaların üstünde görerek verdiği abuk subuk kararı eleştiren yazılar takılıyor gözüme. Saatin 05.30'a geldiğini görünce panikliyorum birden. En fazla bir iki saat sonra eşim uyanır ve beni uyandırmaya kalkar. Bir kaç saat uyumazsam eğer gün boyu salak salak dolaşırım. Hemen oturduğum koltuktan fırlayıp yatağa koşuyorum. Yastığa başımı koyar koymaz gözlerim kapanıyor.
Ne kadar oldu uykuya dalalı? Ruhumun derinliklerinden gelen bir bağırış, bir çığlık sarsıyor bütün vücudumu. Eşim bağırıyor acı içinde "Ayağım ayağım." diyerek. Tam nedeni belli değil bu telaşın. İğne mi batan yoksa bir böcek zehrini mi akıttı? Rüya mı görüyorum? Uykumun ağırlığı unutturuyor bu sabahın hengamesini. Bundan sonra ne elektrik süpürgesinin sesi ne caddenin gürültüsü. Hiçbir şey uyandıramıyor beni ta ki eşimin sesini duyana kadar. "Kahvaltı hazır, hadi kalk artık." Bir zamanlar kahvaltı hazırlamak benim görevimdi. Hatta hiç hoşlanmadığım halde eşim için çay bile demlerdim. Kahvaltı sofrasının bana en zor gelen yanıydı bu iş. Çaydan nefret eden biri olan ben her sabah eşime yaptığım çaylar sayesinde öğrendim çay demlemenin inceliklerini. Bu aralar görevler değişti. Mis gibi kızarmış ekmeğin kokusuna uyanıyorum sabahları...
Eşim uykumun ağırlığından dem vuruyor. "Nasıl duymadın yanı başındaki bağrışmalarımı?" Önce şaşırıyor, arkasından kafamı toparlamaya çalışıyorum. "Duydum sanki bazı sesler." Eşim devam ediyor, "Yanında ölsem gözlerini açmayacaksın." Sesimi çıkarmadan hatırlamaya çalışıyorum sabahı. "Sabaha karşı yatmıştım, belki de senin kalktığın saat." diye savunuyorum kendimi. "Ayağımı böcek soktu, fena yanıyor, of, of." sözleri hafızamda canlanıyor yavaş yavaş. Niye açmadım ki gözümü? Rüya görüyorum sandım her halde. Eşimin sabahın ilk ışıklarında feryat-ı figan bağırmasına sebep zalim bir arının yakıcı iğnesiymiş meğer.
Kahvaltıdan sonra bugün ne yapalım faslına geçiyoruz. Eşim işlerini bitirene kadar dünkü güncemi tamamlayıp yayınlıyorum. Bu esnada bir kaç blog yazısı daha okuyorum. Eşimi ikna edip pazara birlikte çıkıyoruz. Alacağımız çok fazla bir şey yok ama zaman alıyor pazar işleri. Uğramamız gereken bazı yerler var. İki haftadır uzak kaldığım balık keyfimin kaçar tarafı yok artık. Eşim "Bir yere gidip orada yiyelim." diyor. İtiraz ediyorum. "Bu oburluk günlerimde dışarıda yiyeceğim hiçbir porsiyon doyurmaz beni." Pazar işini bitirmemiz akşamı buluyor. Yaylaya çıkıyoruz. Bizi gören Fifi havalara uçuyor. Aldığımız eşyaları dolaplara yerleştiriyoruz. Üst üste telefonum çalıyor. Kapalı olduğumuzu söylüyorum. Yazdan kalma bir gün. Kaplan yollarında trafik yoğun. Eşimle tatil günümüzü değiştirmek konusunu tartışıyoruz. Salı günleri meşhur pazarı görmeye dışarıdan çok kişi gelir buralara. Kaplan görülecek yerlerin arasında ilk sırada. Bundan sonra tatil günümüzü ya pazartesi ya da çarşamba yapmaya karar veriyoruz.
Akşam eve gelince nefis bir salata hazırlıyor eşim ben balıkları kızartırken. Ne de çok özlemişim böyle bir anı...