Bugün oğlumun doğum günü. Sabah erkenden kalkan eşim çoktan telefon edip kutlamıştır onu. Uyanır uyanmaz soruyorum arayıp aramadığını. "Şimdi arayacağım." diyor. Ana oğul arasında uzun bir konuşma başlıyor. Benim ise erken çıkıp alışveriş yapmam lazım.
Şefi alıp kalan alışverişi birlikte yapıyoruz. İlk uğrak yerimiz kasap. Pirzolayı soruyoruz. Tatmin olmadığımız açıklamalarda bulunuyor. Kalemleri daha ince ayıracakmışız, bu usta işiymiş, istersem kendisi ayırabilirmiş... En azından bize karşı daha dikkatli olması gerektiğini anlıyor.
Öğlen saatlerinde oğlumu arıyorum. Telefon meşgule alınıyor. Demek ki yanında birileri var. İşime dönüyorum. Telefonum çalıyor. Bir kadın sesi levhamızı görüp yönünü bizim yola çevirmiş. Yolun başlangıcı oldukça dik ve dar. Gözü korkunca arıyor yolun devamı nasıl diye. Biraz cesaretlendirince devam ediyor. Az sonra kapıdan içeri beyaz bir araba giriyor. Avluya alıyorum. Arabadan iki değnekle zor yürüyen kilolu ve yaşlı bir hanım iniyor. Üç dört hanım ve ufak bir kız çocuğu bahçeye yayılıyor. Onlardan biri telefonla görüşüyor. Çok güzel bir yer keşfettiğini ve mutlaka görmesi gerektiğini söylüyor. Yaşlı kadın yalnız kalamıyor. Nedense bu yaşta can daha kıymetli. Kimseye güvenmiyor. Kadınlar üst kattaki salonu gezmek istiyor. Yaşlı teyzem "Hayır" diyor, "Bırakmayın burada beni."
Tekrar arabalarına dolup öğretmen yakınlarını almak üzere ayrılıyorlar. "Hemen geleceğiz." diyerek. Bir saat kadar sonra geldiklerinde verandada yer gösteriyorum. Yaşlı teyzem yukarı çıkamaz bu haliyle. Fifi misafirleri yaptığı şirinliklerle eğlendiriyor. Oğlumu yeniden arıyorum. Tekrar meşgule basıyor.
Misafirlerimiz ayrıldıktan sonra hava serinliyor birden. Şefimiz kabak çiçeği dolmalarını hazırlamış. Hava mı soğudu yoksa üşüyen sadece ben miyim? Gökyüzü bulutlarla kaplı. Yağmur yağacak gibi. Kış geri mi geliyor yoksa? Oğlum arıyor nihayet. Uzayan toplantıları nedeniyle açamamış telefonu. Kutluyorum doğum gününü. Telefon görüşmemiz bittikten sonra verandada düşüncelere dalıyorum. Ne çabuk geçti otuz yıl? Daha dün gibi geliyor. Kucağıma alıp Kemeraltı kalabalığında kimse çarpmasın diye büyük çaba harcayarak taşıdığım bebeğim ne zaman büyüdü? Şantiyelerden eve geç gelişlerim, evden erken çıkışlarım. Eşimin "Uyandırırsan sabaha kadar sen bakarsın." tehditleri... Akşamları değişiklik olsun diye arabayla dolaşmalarımız, o yerinde duramayan afacanın arabaya biner binmez sakinleşip uykuya dalması... Kardeşi ile birlikte iki kafadarın evden bakıcı kızı kaçırmaları... Nadiren erken eve gelişlerimde kapıda beni karşılayıp tekmelemeleri. "Ya sen ne biçim babasın yüzünü gören cennetlik, böyle baba olur mu?" dercesine. Şantiyede köpeğin onu kovalaması durduğu anda cesaretlenip neşeyle köpeğin peşinden koşması. Onları seyrederken kahkahalara boğulmalarımız. O şehir senin, bu şehir benim dolaşmamıza rağmen oldukça başarılı geçen bir okul hayatı. Okulunu bitirip meslektaş olmamız. Şantiyelerde ondan övgü ile söz etmeleri... Gururum, canım oğlum... Nice sağlıklı yaşlara...