KATEGORİLER

25 Temmuz 2017 Salı

KUYRUK

23/07/2017 Pazar, Tire

Sıcak günlerden biri daha. Kahvaltı servisinden sonra soluklanıyor, kiraz ağacının altındaki masada biraz şekerleme yapma fırsatını yakalıyorum. Bu akşam bir misafirimiz evlilik yıldönümü için özel masa düzenlenmesini talep ediyor.

Yaz sezonunda müşteri portföyümüz değişiyor. Dışarıdan gelenler daha fazla. Bir de şehir sakinlerinden namını duyup ilk kez Taş Ev'i ziyaret edenler var. Arkadaşlarına telefon ederek bulundukları ortamı ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Sadece bir saat kadar oturup kalkmayı düşünenler serin ve temiz havayı bulunca programlarını değiştiriyorlar.

Taş Ev'e ilk kez gelen misafirlerimizi  gezdirirken kısa bilgiler veriyorum. En fazla merak ettikleri konu bu projenin kaç paraya mal olduğu. Bunu sormadan önce bir girizgah yapmayı da ihmal etmiyorlar çoğu zaman. "Epey harcamışsınız bu işe." Daha yapılacak çok şey olduğunu biliyorum. Bazıları bildiğim şeyleri söylüyorlar. Mesela park yerinin iyileştirilmesi, peyzaj gibi... Diğer bir husus salonun manzaraya hakim cephesinde camın altındaki ahşap kısmın biraz yüksek olduğu. Ünal Usta'ya telefon ediyorum. Kuşadası'nda şezlonga uzanmış keyif yaparken yakaladığımı söylüyor. Salı gününe geleceğini, ahşap panoların ısıcamla değiştirilmek için ölçü alıp fiyat verebileceğini söylüyor.

Facebook sayfalarını karıştırırken bir fotoğraf paylaşımı beni hem gülümsetiyor hem de düşündürüyor. İzmir-Aydın otoyolunda ortalama hız sınırını geçen sürücülere ceza kesileceği  kararı üzerine ceza ödememek için sürenin geçmesini bekleyen uyanık sürücüler yol kenarında uzun kuyruklar oluşturuyormuş (!)  

Misafirlerimizden bazıları konaklama konusunu düşünmemi istiyor. Bunu düşünmem için henüz çok erken. Herkesin farklı hayali var elbette. Genç misafirlerimiz ileriki yaşlarında bu yaptığım işin hayallerini kuruyor.

Akşam misafirleri erken ayrılınca ani bir kararla İzmir'e gitmeye karar veriyoruz. Evden birkaç parça eşya alıp çıkıyoruz yola. Geceyi kızımızın evinde geçiriyoruz.        

23 Temmuz 2017 Pazar

İSTER İNANIN İSTER İNANMAYIN


Bu yazımda sizlere hiçbir siyasi oluşum içinde yer almayan sade bir vatandaş olarak 15 Temmuz Destanı hakkında duygu ve düşüncelerimi paylaşacağım. İktidarın her yaptığı doğru diyen arkadaşım, senin gibi düşünmeyen insanların neler düşündüğünü merak etmiyor musun? İçinizden bazıları kızacak belki bana, bazılarının hislerine tercüman olacağım. Bunlar benim düşüncelerim, aklımın aldıkları ya da alamadıkları. Şimdi biraz vaktiniz varsa okuyalım zihnimden geçenleri...

Önce kalkışma dendi, sonra darbe, en sonunda Demokrasi ve Milli Birlik Günü ilan edildi. Beni en çok güldüren, bir yandan da en çok endişelendiren "demokrasi" ve "milli birlik" sözcükleri. Demokrasi, laiklik tanımı gibi anlamını yitirdi artık. Günümüzde nasıl dinsizlikle eş tutuluyorsa laiklik, ayan beyan faşizm uygulaması demokrasi diye yutturuluyor. Faşizm olsa yazabilir misin bunları diyenler olabilir aranızda. Öyle çok ön planda biri olmadığımdan ciddiye almazlar beni. Hani bir gazetenin köşe yazarı olsam ya işimden olurum bu yazdıklarımla, ya da Fetö'cülükten kodesi boylarım. Milli birlik deseniz nasıl birlik, anlayan varsa beri gelsin. Karpuz gibi ikiye bölündük. İktidar yanlıları ve iktidara karşı duranlar. Öyle basit bir bölünme değil bu. Keskin bir ayrışma. Eski demokrat ve halkçıların iktidar muhalefet ilişkisi gibi değil. Sağcının faşist, solcunun komünist diye birbirini öldürdüğü, işkence ettiği yetmişli yılların sağ sol arasındaki fikir ayrılığı bile hafif kalır yanında. Ha o zamanlar her gün onlarca genç ölüyordu diyeceksiniz. Üst akıl isterse onu da yapar kolaylıkla. Bugün PKK ile mücadelede giden canlar dolduruyor boşluğu. İktidar yanlıları sözde demokrasi tutkunu, iktidara karşı duranlar ya PKK'lı ya da Fetöcü. İktidara yan gözle bakan terörist damgası yiyor, özgürlükleri ellerinden alınıyor. Son örnek Kocaeli'de bir yerel gazete yazarının "Yerim sizin destanınızı" başlıklı yazısından sonra göz altına alınması hangi rejimde olağan bir durumdur başka?

Garibim Kılıçdaroğlu parti başına geçtiğinden bu yana ilk kez hayırlı bir iş yaptı, adalet yazılı pankartı eline alıp yürüdü. Yürüdü de ne oldu? Ne olacak? Kilometrelerce yürümesi bu ülkede adaletin olmadığını bir kez daha gösterdi. Onu da PKK destekçisi ve Fetöcü yaptılar. Oysa daha düne kadar Fetö ile içtikleri su bile ayrı gitmeyen iktidar sahipleri "Alçak herif aldattı bizi." deyip bütün pisliklerden arındırdılar kendilerini. Adaletin kör gözü açıldı. İyiler iktidarın başarısı, kötüler Fetö'nün suçu oldu. Amerikanın gazına gelip Rus uçağını düşürdüler. Arkasından en üst makamlardan "Tekrar yapsın, yine düşürürüz." sesleri yükseldi, o yaz turizm ve ihracat gelirlerimiz yerlerde süründü. Sonra o iş de Fetö'ye yıkıldı. Gittiler, Ruslardan özür dilediler, sanki kusur bizimmiş gibi ödediğimiz vergilerle Ruslara tazminat ödediler. "Biz yapmadık, Fetö yaptı." dediler, milli gururumuzu yerle bir ettiler. Koca Rusya bunu yer mi? Yemedi elbette, istediklerini fazlasıyla aldı. Sınır ötesine uçak geçiremez olduk. Toprak bütünlüğümüzü tehdit eden terörist faaliyetleri seyretmekle yetinmek zorunda bırakıldık. Bölgedeki etkimiz kalmadı. Rusya egemenliğini ilan etti, biz ezik kaldık. Nerede kaldı o gür sesler? Hepsi birden kesildi.  

Kendisine darbe yaptığını iddia ettiği örgüt tarafından kandırıldığını söylemek bir lider için ne acı. Hele bu lider devleti temsil ediyorsa, halkı için ne kadar yüz kızartıcı bir durum. Ve bu lider hala ülkenin en çok tutulan, alkışlanan lideri olma özelliğinden bir şey kaybetmiyorsa ulusal bir akıl tutulması değil de nedir bu? Aslında durum söylenen ve bize gösterilenden çok farklı. "Neredeeeen nereyeee?" diyerek uzattığı o gür sesi hala kulaklarımda. Hiç onda kandırılacak göz var mı? Sen kalk kale gibi güçlü orduyu devir, YÖK'ü ele geçir, yargıyı avucunun içine al, medyayı kuklaya çevir... Şimdi diyeceksiniz ki, dış destek almasa yapamazdı bunların hiçbirini. Haklısınız ama yine de başka biri olsa iktidar ve menfaat karşılığı üstlendiği bu misyonu çoktan eline yüzüne bulaştırırdı. Zeki adam vesselam. İçinden çıkılamayacak durumların adamı... Gezi olaylarını hatırlayalım. Günün cumhurbaşkanı dahil, başbakan yardımcıları, bakanlar, valiler direnişin karşısında koltuklarının iyice sallandığını görünce geri adım atmaya hazırlanırken o kendinden emin bir şekilde Kuzey Afrika ülkelerinden birini ziyaret ediyordu. Memlekete döner dönmez yandaşlarını gaza getirip büyük bir gövde gösterisi yaptı. "Bütün Geziciler terörist." deyip ortalığı toz duman etti. İstanbul Valisinin Fetöcülüğü henüz çıkmamıştı ortaya. Fetö henüz darbe (!) teşebbüsünde bulunmadığından Gezi Park eylemcileri Fetöcü değil, sadece teröristti, ya aşırı soldan ya da PKK yanlısı. Gözlerinden zeka fışkıran o gençlerin üzerine silahlarla, gaz bombalarıyla saldırdılar, iftira ettiler. Neymiş, camiye ayakkabı ile girip içeride içki içmişler (!) Caminin imamı bile isyan etti bu kadarına. Yani demem o ki, bu adam hiç de öyle kandırılabilecek biri değil. Acıma duygusu körelmiş, kutsal duyguları harekete geçirmesini gayet iyi bilen ve hatipliği sayesinde halkın büyük kısmını hipnotize eden çağımızın Hitler'i. Evet, evet Fetö onu kandırmadı, kandıramaz da...

Serbest çalıştığım bir dönemdi. Karadeniz'in şirin bir sahil beldesinde ofisimizin kapısına her sabah Zaman gazetesi bırakılıyordu. Kimdi bu dağıtımı yapan, kim öderdi paralarını bilmiyorduk. Hani sorsak da söylemezlerdi. Eğer çok samimi bulurlarsa, hali vakti yerinde, hayırsever birinin Allah rızası için bu işi üstlendiğinden bahsederlerdi. Yalnız kaldığım akşamlar TV'de Fetö'nün kanalına takılır, konuşmalarını dinlerdim hoca efendinin. Camide vaaz verirken bir anda aşka gelir gözlerinden yaşlar boşalırdı. Onu izleyen kalabalık aşka gelir, Allah, Allah sesleriyle kendinden geçerdi. Hep hikaye anlatırdı, öyle güzel anlatırdı ki onu izleyen cemaat coşardı. Sadece merak ediyordum bu adamı. Acaba ne söylüyor ki bu kadar insanı takıyor peşine... Zerre kadar etkilemiyordu sözleri beni. Bilakis o ağladıkça benim gülesim geliyordu. Kendimden şüphe ettim, acaba ben mi anlamıyorum herkesin anladığını? Şimdiki durum farklı değil aslında. Şu "Samimiyetle ifade ediyorum, şahsım başta olmak üzere tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı." sözleri hiç de samimi, inandırıcı gelmiyor bana. Tüm ülkeyi yanlış yönlendiren kuşkusuz belli. Hala aldatmaya devam eden yine aynı kişi. O Hocaefendinin vaazlarını dinlerken içinde bulunduğum tuhaf bir durum içindeyim. Nasıl inanıyor halkımız bu adamlara, bu aldatılma hikayelerine? Yine benim kafam basmıyor bu işe...

Zaman ne çabuk geçiyor... Kaç yıldır tek başına iktidarlar. Ne bu hırs? 2023 yılında ne olacak? Cumhuriyetin sonuna mı geleceğiz? "Ne istediler de vermedik?" deyip Fetö'ye yani terörist örgüte, yani darbecilere her istediğini verdiğini alenen itiraf eden nasıl suçsuz olur? Nasıl bir adalet? Uydurma suçlamalarla şanlı ordumuzun asil subaylarına, değerli yargı mensuplarına, öğretim üyelerine, medya mensuplarına karşı açılan davaların savcısı olduğunu söyleyip onların gururlarıyla oynayan, ellerinden özgürlüklerini alıp hapishane köşelerinde çürümesine, bazılarının ölümüne sebebiyet verenler kim? Hiç mi sızlamaz vicdanınız? Gece yarısı baskınlarıyla evlerinden çıkarılıp gözaltına alınan kıymetli insanlar için hiç mi canınız acımadı, üzülmediniz? Türkan Saylan gibi ülkemizin iftihar ettiği bir bilim insanına teşekkür etmenin yolu bu muydu?

Doğal olarak her aldanan bir bedel öder. Pazara gider, iki kilo domates alırsın. Eve gittiğinde bir de ne göresin? Alta çürük çarığı doldurmuş adam. Yarısını atarsın çöpe, aldığın domates sana iki katına mal olur, bir kilo domates parasından olursun. Aldanan sen, bedel ödeyen sen. Fetö aldatınca, aldanan değil haksız yere hapse atılan, yaralanan, hayatını kaybeden insanlar ve onların aileleri ödüyor bedelini. İşin garibi bedel ödeyen bu insanların çoğu Fetö'nün aldatamadıkları (!) Adalet terazisinin kalibrasyona ihtiyacı olmalı.

Şu "Aldatıldım." sözü Fetö'nün vaazları gibi beni hiç etkilemedi. Bu durum oldukça enteresan kapılar açıyor önüme. Evet aldatılmadı o. Yani, bütün olan bitenden haberi vardı. Bu tez üzerinden pek çok alternatif geliştirilebilir. Mesela Kılıçdaroğlu buna "Kontrollü darbe" diyor. Kim bu darbeden karlı çıkan? AKP. O zaman rahatlıkla önünü alabileceğiniz bu darbeyi Fetö'cülere siz yaptırdınız. Eğer Fetö ile iktidar arasında ipler kesin olarak koptuysa mantıklı bir senaryo gibi gelebilir insanın aklına. Tabii, Kılıçdaroğlu'nun jetonu aylar sonra düşüyor böyle bir mantık yürütmek için, o ayrı. Önce gidiyor Ahırkapı mitinginde AKP'nin ekmeğine güzel bir yağ sürüyor, iktidarı kahraman, demokrasi havarisi yapıyor.

Bana göre Fetö ile AKP'nin arasındaki ipler kopmadı, kopamaz. Onların yaptığı sadece kayıkçı kavgası. Öyle bize gösterdikleri gibi değil olaylar. Bu sonuca nereden mi varıyorum? Kompleks gibi görünen bu sorunun cevabını bulmak için az çalışan bir beyin yeterli aslında. Çok kişi yazdı çizdi bu konuda. Sözde darbenin ertesi günü kaleme aldığım günlüğümdeki düşüncelerim hiç değişmedi. Bu darbe değil. Kötü hazırlanmış bir senaryo,  sahneye konulmuş başarısız bir oyun. Nasıl emin olabiliyorum bundan? Gerçeğe, akla, mantığa uymayan, sadece saf saf inanmamız istenen basit bir kurgu bu.  Madde madde sayalım bakalım:

1. Cumhurbaşkanının ve Genelkurmay başkanının karacı subay olan baş yaverleri Fetö'cü (!) Ne kötü bir durum değil mi? Yaver dediğin emir eri. Cumhurun başı Marmaris'e tatile gidiyor. Ne başyaverini ne diğer yaverlerini yanına alıyor? Başyaverini kendisine sunulan alternatif subaylar arasından özenle kendi seçmiş. Başyaver darbeci olursa kaçarı olmaz. Dayarsın hedef aldığın kişinin başına silahı, çekersin tetiği. Darbe böyle olur. İşte o zaman ne camilerden senkronize salalar okunur, ne de halk sokağa dökülür. Hadi yapamadın, derdest eder, geçirirsin kafasına çuvalı, indirirsin binanın bodrumuna.

2. İki tankı boğaz köprüsüne gönderip gişeleri trafiğe kapatmakla darbe mi olur? Sen o emir eri askercikleri azgın insan kalabalığının önüne at kafalarını kessinler. Kim yazdıysa bu senaryoyu yazıklar olsun. Özel televizyon kanalları ölümü göze alıp cumhurun başının talimatlarını ekranlarına taşıyor. Darbe bu yahu, hiç görmediysek 12 Eylül'ü gördük. Sokağa çıkma yasağı ilan etti ordu, kafamızı kapıdan dışarı uzatamadık.

3. Hani çıkıyorlar televizyona birileri, "Tankın topuna çaput soktum, ateşleyemedi, egzozuna ceketimi soktum istop etti." diyorlar ya. Neremle güleceğim şaşırıyorum. Belediyenin hafriyat kamyonlarının teyakkuza geçerek kışla kapılarını kapatması da güzel bir tedbir gerçekten... Ya siz benimle kafa mı buluyorsunuz? Bunlara inanmamı beklemiyorsunuz değil mi? Bence orduyu lağvedip savaşa belediyenin çöp kamyonlarıyla gitmek en iyisi. Hem daha ucuza mal olur.

4. Ya darbeci pilotlar havada cirit atarken, TV ler zat-ı muhteremin uçağının nerede olduğunu, nereye ineceğini bangır bangır duyururken  onun büyük bir soğukkanlılık içinde İstanbul Atatürk Havalimanına iniş yapması. Kim olsa onun yerine altına kaçırırdı böylesi bir durumda. Ama o darbe yapıldığını MİT'ten, askerden değil, eniştesinden öğreniyor. Çok inandırıcı değil mi?

5. Sözde darbe oyununda yüzlerce kişi öldürülüyor, binin üzerinde yaralı var. Ey inananlar, size yalvarıyorum beni de inandırın. Bu darbe halka mı yapıldı yoksa siyasi iktidara mı? Hiç burnu kanayan bir partili duydunuz mu bu siz? Ölenlere şehit de demiyorum. Şehit kurtuluş savaşında ayağında yırtık çarıklarla, yokluk içinde canını verip topraklarımızı, namusumuzu koruyan vatan evlatlarının sıfatıdır. Şehit sözcüğü de anlamını yitirdi, sulandırıldı. Sözde darbede hayatını kaybedenler acımasız, kirli bir oyunun kurbanları. Halkımız, askerlerimiz... Sözde darbenin kaybedenleri. Zaman gelecek tarih yazacak bunları teker teker. Tarih kazananların tarihi. İktidarların da bir ömrü var. Gün gelecek, Hitler'den, Nazi Partisinden daha çok aşağılanacaklar. Bire bin katarak anlatılacak yaptıkları zulüm, haksızlıklar, yalan dolan. Yalakalar saf değiştirecek, en fazla darbeyi onlardan yiyecekler. Herkes birbirini suçlayacak...

6. Kim yaptı bu darbeyi? Fetö mü? Tek başına? Yok canım, o kadar da değil. Orduya sızmış subaylarıyla. Başka? Yargıya sızmış adamlarıyla. Başka? Emniyete, Milli Eğitime, bürokrasinin her kademesine, iş adamlarına, medyaya sızmış adamlarıyla. Yani? Her yere sızmış bu adamlar bir tek yer hariç. Siyasete sızamamışlar (!) Hadi canım sen de... Elbette siyasetin de içindeler. Yukarıda saydığım kurumları ben mi doldurdum teröristlerle? "Aldatıldım" deyince bütün günahlardan arınılıyor mu? Yemezler.

NELER OLDU NELER?

Darbe falan yok. ABD ile ittifak halinde bir iktidar var. ABD bizi böcek gibi eziyor. Çekindiği anlı şanlı, güçlü bir Türk ordusu yok artık karşılarında, Atatürk'ün ilke ve inkılaplarını benimseyen. Artık belediyenin çöp kamyonları ile dize getirilen bir ordu var karşılarında. Neden çekinsinler ki?

İktidar partisi ile Fetö'nün amaçları da bu değil miydi zaten. Güçlü bir ordu ne rejim değişikliğine müsaade eder ne de yabancı ülkelerin topraklarımız üzerindeki kirli emellerine. Bu bir kocaman oyun. PKK Amerikan desteği olmadan ne zamana kadar varlığını sürdürebilir? Birlikte oynadıkları oyunun baş kahramanlarından biri olan Fetö'yü niye versin Türkiye'ye? Onun sayesinde ordumuzun en mahrem yerlerine ulaşmadılar mı?

Gelelim Fetö ile iktidar partisinin ortaklığına. Kimsenin bilmediği gizli işler dönüyor. Aynı kaptan yemek yiyenler birbirinin kabahatlerini ortaya çıkarmıyor. Aynı Bülent Arınç'ın seçimden sonra İ. Melih Gökçek'in ne dolaplar çevirdiğini anlatacağım deyip susturulduğu gibi. Ortada dönen para büyük olunca dostluğun bozulacağı bir hakikat. İktidarın cemaatçi dershaneleri kapatma kararı Fetö ile aralarındaki anlaşmazlığı su yüzüne çıkardı. Bunun karşılığında Fetö'nün kuyruk acısıyla ortağına verdiği ders hafızalarda canlılığını koruyor. Ayakkabı kutularını hatırlayın. Milyonlarca doları koyacak yer bulamadıkları dolarları... Bakanların sorgusuz sualsiz aklanmalarını... Ne parasıydı bunlar? Nereden geldi, kime verildi? Devlet sırrı (!) Ört bas edip el konulan paralar yine sorgusuz sualsiz iade edildi.

Oysa ne güzel anlaşıyorlardı düne kadar. Orduyu, emniyeti, üniversiteleri, yargıyı, medyayı ve diğer bütün devlet kurumlarını, paraya yön veren her türlü organı nasıl ele geçirmişlerdi. Her ikisinin ortak düşmanı olan Atatürkçüleri teker teker nasıl etkisiz hale getirmişlerdi. Hedefleri aynıydı. Dini duyguları kullanarak halkı sömürmek. Paranın dini olmaz derler ama dini kullanarak çok paralar kazandılar, servetlerine servet kattılar. Milleti dinle kandırdılar. Daha güzel kandırmak için ellerinden gelen ne varsa yaptılar. Önce Fetöcü'lerindi sıra. Memleket sevdalısı, Atatürkçü, bilim aşığı ne kadar asker, öğretim üyesi, yargı mensubu, yazar çizer, gazeteci, iş adamı vs. varsa sildiler, süpürdüler. İktidar hep destekledi bu kıyımı. Tam da istediği şeylerdi yapılanlar. "Tamam" dediler, "Askerin, yargının, bürokrasinin vesayeti kırıldı." Şimdi duyuyor musunuz sıkça kullandıkları "vesayet rejimi" sözcüğünü ağızlarında?

Artık yapılanlar örtbas edilemiyordu. Mızraklar çuvalları delmeye başladı. ABD'nin kılavuzluğunda oyunun ikinci perdesine start verilmesi kaçınılmazdı. İkinci perdenin adı "İyi polis, kötü polis." Darbe başarılı olsaydı iyi polis Fetö ve ülkeyi bir örümcek gibi sarıp sarmalayan kolları, kadroları iktidara egemen olacaklardı. Bugünkü iktidarın bilinen ya da bilinmeyen, hatta yapmadıkları bir sürü pislikleri ortaya dökülecekti. Fetö örgütünün ülkeyi uçurumun ucundan nasıl döndürdüğünü anlatacaktı TV'ler, radyolar, gazeteler. Bütün iktidar taraftarları en hızlı Fetöcü'lerden olacaktı. Atatürk heykellerine şimdilik dokunulamayacaktı ama her yer Fetö posterleriyle donatılacaktı. Ak Saray yerden yere vurulacak, israfın ülkeye verdiği zararlardan dem vurulacaktı. Şimdiki cumhurun başı terörist başı ilan edilecek, Katar'dan iadesi talep edilecekti. İktidarın ileri gelenleri ya yurt dışına kaçmış olacak, ya da "Kandırıldım (!)" diyecekti. Göz altına alınanların hepsi birkaç gün sonra usulen kurulan mahkemelerde ettirilecek, eski görevlerine döneceklerdi. Su yüzüne çıkan her türlü yolsuzluk, haksızlık, sınav hileleri, seçim hileleri, ayakkabı kutuları içindeki dolarlar için yolsuzluk dosyaları açılacak, bu işin yargı süreci yirmi yıl kadar sürecek ve zaman aşımına bırakılacaktı. Vatandaş iki elini başının arasına alıp "Vay anasını, ucuz atlatmışız." deyip Fethullah Hoca Efendiyi baş tacı edecekti. Memleketi uçurumun kenarından kurtaran Hoca Efendinin işaret ettiği mukaddes biri yeni kurulacak partinin başına geçip ilk seçimleri kazanacaktı. Her devrin müzmin muhalefeti solcular için değişen bir şey olmayacak, muhalefetlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi. Müttefimiz ABD için de değişen bir şey olmayacaktı. Ne de olsa Fetö'ye az kucak açmamışlardı. Onların da "Ne istedin de vermedik?" deme hakkı vardı.

Olmadı, çünkü böylesi süper güç için daha uygundu. Ne yaparsa yapsın milleti eline avucuna almayı başaran bir iktidarın başı vardı karşılarında. Hocanın onun kadar başarılı olacağını düşünmüyorlardı. Olması gereken Fetö'nün kötü polis rolünü oynamasıydı. Bu seçenek çok zekice görünüyordu. Bu sayede mevcut iktidarın bütün hataları, yolsuzlukları, haksızlıkları ve başarısızlıkları Fetöye mal edilecekti. Fetö darbeci, terörist ve Allah'ın cezası bir yaratık yapıldı. İktidarın başı demokrasi şampiyonu, ülkeyi darbeye karşı koruyan bir kahraman yapıldı. ABD için değişen bir şey yoktu. PKK terörünü destekleyerek Türkiye'nin kuyruğuna istediği zaman basabiliyor, her istediğini hükumete yaptırıyordu. Solcular muhalefet etmeyi sürdüreceklerdi yine. Fetö'cü ilan ettikleri kişileri zamanla unutturmaya çalışacak, bir müddet sonra aralarına alacaklardı. Kurunun yanında yaşlar yanar bazen. Bu büyük oyunun hiçbir şeyden habersiz neferleri, beyni yıkananlar, kendini borçlu hissedenler, kandırılanlar, aldatılanlar çekti sıkıntıyı neler döndüğünün farkına olmadan. Onlar olayın iç yüzünü bilmeden öldüler, yaralandılar, sakat kaldılar, özgürlükleri ellerinden alındı bir süreliğine de olsa. Elebaşılar zarar görmez bu işlerde. Patronları korur onları. Olan beyni yıkanmış zeki subaylara, astsubaylara, ne olduğunu anlamadan halkın içine sürülen askerlere, salalarla sokağa dökülen ve darbeyi önlediğine inandırılan gariban halka oldu.

SÖZÜN ÖZÜ

Sözün özü şudur ki, Fetö ve siyasal iktidar ayrılmaz bir bütündür. İdealleri, kültürleri hedefleri, dostları, düşmanları, işbirlikçileri, hizmet ettikleri kitle birbirinin aynıdır. ABD yaşadığımız olayların perde arkasındaki güçtür. Hepsi beraber 15 Temmuz'da ülkemiz üzerinde bir tiyatro sergilediler. Senaryo çok kötü olmasına rağmen halkın nezdinde başarılı oldular, istediklerini sağladılar. Tiyatro devam ediyor kaçıranlar için. TV ler, radyolar, yazılı basın 15 Temmuz Demokrasi ve Birlik Günü adı altında oynanan bu oyunu çoktan destanlaştırdılar. Beyinler yıkanmaya, algılar oluşturulmaya devam ediyor tam gaz. İster inanın, ister inanmayın (!)                                                                                                                                                                                                          

KULE

22/07/2017 Cumartesi, Tire

Güzel bir hafta sonuna giriyoruz. Sıcak günlerden biri daha. Yeni giydiğim tişört terden sırılsıklam olmuş. Hemen duşa girip üstümü değiştiriyorum. Duştan çıkar çıkmaz iki gün önce Ödemiş'ten gelen misafirlerimizi karşılıyoruz. İki yaşlarındaki tombik kızları Cemre terliklerini atmış, karınca kararınca yardım ediyor bana. Ayağı çıplak dolaşmayı çok severmiş (!) Bir bakıyorum veranda kapısından içeri girmiş, güçlükle uzandığı tezgaha bırakıyor elindeki bardağı. Büyük iş yapmanın gururuyla gözlerini süzerken sessizce masalarına dönüyor. Bir müddet sonra elinde bir tabak aynı hareketleri tekrarlıyor. O yumuk ellerinde acemice tuttuğu tabağı şimdi düşürecek diye izliyorum uzaktan. Ama o hiçbir şey kırmadan defalarca geliyor, gidiyor. Selma Hanım'ın bahçe meyvelerinden hazırladığı meyve tabağından en güzel kayısıyı seçip götürüyorum ona. Çekinmeden alıyor elimden.

Ömer Bey arıyor akşama doğru. Yanındaki genç arkadaşıyla Taş Ev'i konu alan bir tanıtım filmi çekmeyi öneriyor. Davet ediyorum onları. Telefon kapandıktan sonra "Yoksa salı günü mü yapsaydık bu görüşmeyi." diye aklımdan geçiyor. Zira onların geleceği saatlerde yoğunluk artıyor. Düşündüğüm gibi onların gelişleriyle birlikte üç masa misafir aynı anda giriyorlar bahçeye. Ömer'in arkadaşı Sinema ve TV bölümü mezunu, kısa metrajlı film yarışmalarında dereceleri var. Gösterdiği örnek tanıtım filmleri etkileyici ama benim nazarımda Amélie filminin müziklerini yapan Yann Tiersen'in en güzel bölümlerinden birini fon müziği olarak kullandığı tanıtım filmi bir adım öne çıkıyor. Anlaşmak için tek şartımı söylüyorum. Bizim tanıtım filminin fon müzikleri de aynısı olacak. Anlaşıyoruz, hemen start veriyorlar çalışmaya. 

Gecenin en etkileyici misafirleri müstesna kişilikler, baba dostları. Eskilerin "Kule" ismini verdikleri bu taş evde "Nice güzel anları paylaştığım babanızı hatırlar, bunu kaldıramam." demiş, davetli olduğu açılışımızdan affını istemişti. Onca zaman geçtikten sonra bu sefer oğlu Murat'ı kıramıyor, eşiyle birlikte konuğumuz oluyor. Rahmetli babamızı konuşuyoruz zaman zaman takıldığımız masalarına. O zamanlar "Bizim masamıza oturabilmek için aramızdan en az birinin icazeti gerekirdi." diyor. Eşinin konuşması, tavırları, zarafeti Taş Ev'de eski bir İstanbul havası estiriyor. Murat Bey'le ikinci karşılaşmamız olmasına rağmen samimi tavırları ortamı ısıtıyor. "Evimizde gibiyiz." diyorlar. Necmettin Ağabey rakısını yudumlarken gözleri dalıyor. "Hatırlar mısınız, Kaplan Köyünde Turgut Baba'ya ziyaretimizi?" diye soruyorum. Çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş Turgut Baba'nın kapısının önündeki küçük verandada okunan şiirleri, anlatılan öyküleri ve merakla dinlediğim sohbetleri anımsıyorum. Rakı eşliğinde imece usulü toplanan erzak babanın evinde özenle hazırlanır, pişirilir, sofraya getirilirdi. Herkes dozunda içer oturduğu gibi kalkardı. Bir kez katıldığım bu sohbet yemeğinden kısa süre sonra Turgut Baba'nın vefatını öğrendim. Hiç kimseye zararı olmayan, görgüsünü bilgisini cömertçe paylaşan bu güzel insanları arıyorum.

Bahçenin en son masasında gençler bira içiyor. "Size bir şey sorabilir miyiz?" diyor içlerinden biri. "Bir daha ki sefer geldiğimizde birkaç arkadaşımız enstrümanlarıyla müzik yapabilirler mi burada?" Diğer masaları rahatsız etmeyeceklerse neden olmasın. Zaten uzun zamandır bahçede bu tür bir aktivitenin nasıl olabileceğini düşünüyordum. "Eğer misafirlerimiz rahatsız olmayacaksa, olabilir." cevabını veriyorum. Taş Ev'in genç misafirleri eğlenmeyi, yaş almış misafirleri kafalarını dinlemeyi seviyor. Yaşını almış gençler olan bizler onlarla birlikte hem eğlenmeyi hem kafamızı dinlemeyi seviyoruz. 

22 Temmuz 2017 Cumartesi

DRONE HAVA ÇEKİMLERİ ÖMER BEY'DEN

21/07/2017 Cuma, Tire


Yaylaya çıktığımızda Mehmet işin yarısını bitirmişti. Havuza bolca su gelmeye başladı. Günlük işlerimizi tamamladıktan sonra fırsatım olursa yukarı yaylaya çıkıp elmaları toplayacağım. Telefonum çalıyor. Arayan artık dostluk derecesinde bağımız olan eski bir çalışma arkadaşım Orhan Bey. Mesleki yönden izlediği yolu hep takdir etmişimdir. Almanca ve İngilizce dillerini ileri düzeyde bilen bu arkadaş, dünyanın bir çok ülkesinde geo-teknik dalda mühendislik hizmeti vermeye devam ediyor. Yedi yıldır dünyanın en büyük araştırma firmalarından Fugro'nun Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri müdürü olarak görev yapan arkadaşımla uzun uzun sohbet ediyoruz. Yanında diğer bir çalışma arkadaşım Yalçın var, o da sohbete katılıyor. Umman'daki işlerden bahsediyoruz. Büyük heyelanlar olmuş. Sadece Sultan Qaboos'un karşı olduğu için karayolu tünellerine izin verilmeyen ülkenin başkentine yakın ve trafiği yoğun bir bölgede 150 metreyi aşan yüksekliklerdee yol yarmaları yapılıyor. Qaboos kendisine suikast yapılmasından korktuğu için karayolu tünellerini kullanmazmış (!) Tünel olmayınca açık kazılarda ne kadar şev tahkimatı yapılırsa yapılsın doğanın dengesi bozuluyor elbette. Yıllardır süren projede İdare müşavir firmayı devre dışı bırakmayı düşünüyormuş. Qaboos Sultan da inadından vaz geçmiş tünele razı olmuş ama artık çok geç. Telefonda uzun konuşmayı pek sevmem ama söz konusu iş olunca bu alışkanlığım geçerliliğini yitiriyor.

Birbiri ardına gelen giden misafirler yukarı yaylaya çıkmama imkan vermiyor. Akşamın ilk saatlerinde kendine has yaşama bakış felsefesine sahip dostlarımız geliyor. Artık onlar misafirden de öte. Yanlarında getirdikleri "drone" denilen minik hava aracı ile fotoğraf ve film çekimleri yapıyorlar. Uzaktan kumanda ile kontrol edilen cihazın çalışması oldukça heyecan verici. Taş Ev'in etrafında dört dönüyor alet. Bir anda irtifa kaybedip hızla yükselişe geçiyor, ekranda beliren göz alıcı fotoğraflar için deklanşöre basmak yeterli. Drone gökyüzünde süzülürken cephe gerisinde sabitlenip Taş Ev'in harika fotoğraflarını çekiyor. Taş Ev'in cephe görünüşlerinde taştan ziyade ahşap öne çıkıyor. Helikopter maketine benzeyen bu aletin 500 metre yüksekliğe kadar çıkabildiğini söylüyor Ömer Hadimli dostum. Az önce Bozdağ'da bir tanıtım filmi çekimi çekmiş. Bundan böyle profesyonel hava fotoğrafları ve film çekimleri yapacakmış. Güzel bir uğraşıya el atmış. Yaptığı işten büyük zevk aldığı belli.

Zaman yine su gibi akmaya başlıyor. Misafirlerimizin hepsi memnun ayrılırken bizim bütün yorgunluğumuzu da alıp yanlarında götürüyorlar. 

21 Temmuz 2017 Cuma

TAKALAR GEÇİYOR ALLI YEŞİLLİ

20/07/2017 Perşembe, Tire

Tarih beni tam 43 yıl öncesine götürüyor. Bülent Ecevit'in mavi gömlekli gençlik hali geliyor gözlerimin önüne. "Takalar geçiyor allı yeşilli." şiiri... Türkçeye verdiği önem geliyor aklıma ve kibarlığı, zarafeti... Dilinden düşürmediği "Eşim Rahşan" sözcükleri ile eşine olan saygısını unutamıyorum.  20 Temmuz deyince "Karaoğlan" geliyor aklıma. Ve 43 yıldır çözülemeyen Kıbrıs sorunu. Ambargoların ardından dünyada hiçbir ülkenin tanımadığı garip bir devlet (!) Yıllar süren politik başarısızlıklar... 

Gündüz misafirlerimiz merak etmiş, arkadaşlarının tavsiyesi üzerine Ödemiş'ten gelmişler Taş Ev'i görmeye. Bizimkisi ilk keşif diyorlar, en yakın zamanda tekrar ziyaret edeceklerini söylüyorlar. Hava yine sıcak. Hafiften bir rüzgar ilaç gibi geliyor. 

Yukarı yaylada tıkanan kaynağı açmak üzere Mehmet geliyor motosikletiyle. Yukarı yaylaya çıkıyoruz birlikte patika yoldan. Göz alıcı kırmızı renge bürünmüş bir elma ağacının yanından geçiyoruz. Pınarın ağzına kadar yürüyoruz.

Akşama doğru baba dostu bir yakınımızın oğlu geliyor çok uzaklardan. Salonun camlarını katlayınca doyumsuz manzaraya güzel bir esinti eşlik ediyor. Ağustos böceklerinin çenesinin yorulduğu saatler.

Geç vakitlerde dönüyoruz evlerimize. Koltuğuma kuruluyorum. Saat 01.30 suları. Önce hafiften bir sarsılıyoruz. Gözlerimi sallanmaya başlayan avizeye dikiyorum. Şimdi biter deyip sükunetimi korumaya çalışırken daha şiddetli geliyor dalgalar. Saniyeler bir biri ardına tükenirken içinde bulunduğumuz betonarme bina salıncak gibi sallanmaya başlıyor. Oda kapısından tak tak diye sesler geliyor. Büyük bir deprem olmalı. Kim bilir merkezi neresi? Liseye giderken İzmir'de meydana gelen depremden sonra bu kadar uzun süren başka bir deprem yaşamadım. Yaklaşık yirmi saniye süren yer sarsıntısının sona ermesini bekliyoruz çaresizlik içinde. Uyumak üzere olan eşimin uykusu kaçıyor. Dışarı kaçmak gibi bir telaş içinde değiliz. Nihayet bitiyor. Avize hala salınımını sürdürüyor. Kandilli Rasathanesinin anlık deprem kayıtları web sitesine girmeye çalışıyorum. Aşırı yüklenmeden olsa gerek, sayfa açılmıyor. Facebook'taki meraklı teyzelerden almaya çalışıyorum haberi. Bir sayfa açılıyor önümde deprem olduğunu haber veren. "Depremmm." Biliyoruz, deprem de merkezi nerede? Yorumlar yapılıyor face'te, sorular soruluyor. "Nerede olmuş?" Nihayet Bodrum'da olduğuna dair ilk haberi alıyorum. Bodrum bize çok uzak. Burada bu kadar çok sallandıysak, orada taş taş üstünde kalmamıştır. TV'yi açıyoruz. Alt yazıda Gökova Körfezinde 6,3 büyüklüğünde deprem olduğunu yazıyor. Yetkililerle röportajlar yapılıyor. İlk haberlere göre can kaybı olmadığını öğrenince rahatlıyoruz. Uykum ağır basıyor, yastığa kafamı koyar koymaz derin bir uykuya dalıyorum. Varsa yaşanacak günümüz yaşarız elbet. 

20 Temmuz 2017 Perşembe

TOSBAĞA

19/07/2017 Çarşamba, Tire

Nispeten daha serin bir güne merhaba diyoruz. Ertuğrul Usta menüye dahil ettiği içli köfteyi hazırlıyor. Bunu gören misafirlerimiz fırsatı kaçırmayıp hemen siparişlerini veriyor. Onları uğurladıktan sonra bir fırsatını bulup patika yoldan yukarı yaylaya çıkıyorum. Elimdeki kovaları ne bulursam doldurup gelmek var kafamda. Esas amacım suyun durumuna bakmak. Havuza giren su miktarındaki azalmanın sebebini arıyorum. Yolda yürürken bir çıtırtı sesi geliyor kulağıma. Otların arasında bir kaplumbağa beni görünce kafasını bağasına gizliyor. Çıkması onun için hayli zor olan bir tümseğin altında kalmış. Yolun kenarına alıyor sabırla kafasını çıkarmasını bekledikten sonra fotoğrafını çekiyorum.

Yayla girişindeki ağaçtan armutları toplarken kararsız kalıyorum bir süre. Biraz daha olgunlaşınca daha güzel olacak sanki. Bu sefer de kuşlar benden önce davranacak. Yarım kova kadar armut topluyorum. Biraz ilerleyince ikinci armut ağacı çıkıyor karşıma. Bu farklı bir cins. Ağaçta kalan tek tük armut tam kıvamına ermiş, kalanların yarısını kuşlar yemiş. Hemen onun yanındaki ağaç Bey Armudu dediklerinden. Olabildiğince irileşmiş meyveler. Hepsini toplayacak kadar kova yok yanımda. Birkaç gün sonra çıkıp toplamalı. Havuz başına doğru ilerliyorum. Havuzun kenarındaki kayısı ağacı coşmuş. Bütün dallar meyvelerin ağırlığıyla aşağı sarkmış. Bir çoğu da havuzun içine düşmüş, zayi olmuş. Dalları kendime doğru çekip kısa sürede kovaları dolduruyorum. Nefis bir tadı var bunların. Kayısı ağacının yanındaki elma ağacına bakmıyorum bile. Her taraf elma nasıl olsa. Havuza akan kaynaklardan biri kapanmış. Borular yerinden çıkmış. Kaynağın ağzı çamur yığını. Büyük bir iş çıkartacak bana. Şimdi kimi bulsam da yaptırsam diye kara kara düşünüyorum. Salih'i arıyorum, telefonu cevap vermiyor. İşlerinin en yoğun olduğu dönem zira. Burada arayana geri dönme gibi bir adet yok. 

Elimdeki kovalar tepeleme armut ve kayısı dolu. Birkaç tane de numunelik elma atıyorum kovaya. Yaylanın yol çıkışı tarafında iki ağacın erikleri olgunlaşmış olmalı. Nasıl bir erik bu bilmiyorum. Öyle gösterişli görünmüyorlar ama bir lezzetleri var ki böylesini görmedim. Eşime tattırmak için bir iki avuç dolusu koparıyorum dalından. 

Dönüşümde eşim sürpriz yapıyor, enfes bir kek hazırlamış. Selma Hanım güzel bir yorgunluk kahvesi yapıyor. Tam kıvamında esen rüzgar yaprakları hışırdatıyor. Oturduğum koltukta ellerimi geriye uzatıp derin derin nefes alıyorum. Sakin bir gün geçiriyoruz. Zaman zaman özlemini çektiğim bir şey bu. Belki de ilk kez gözlerimi kapatıp tatlı bir şekerleme yapma imkanım oluyor. Daha önce ne zaman buna niyetlensem arkadaşlar birinin geldiğini haber verirler. Her kim olursa gelen hemen kendimi toparlar, Tanrı misafiri olarak değerlendiririm. Ekipte bir hareketlilik başlar zevkle masalar hazırlanır. Zamanın su gibi aktığı anlar başlar. Yeni misafirlerimizden sıkça duymaya alıştığımız "Daha önce bizim arkadaşlar gelmiş, onların tavsiyesi üzerine geldik." cümlesi heyecanlandırır bizi. 

Servis saati geçince dönüyoruz evlerimize. Uzun zamandır işler gece yarılarına kadar uzayınca vakitlice dönüşümüz büyük bir lüks oluyor bize. Evde koltuğuma oturur oturmaz telefonum çalıyor. Kayıtlı olmayan bir numara. Saat 22.45. Telefondaki ses soruyor. "Açık mısınız?" Cevap veriyorum, "Hayır efendim servisimiz saat 22.00 de sona eriyor." Beyefendi için servisin olmaması önemli değil. Israrla soruyor bir kez daha. "Açık değil mi yani?" Yukarıda olsaydık ne cevap verirdim acaba. "Açığız ama servisimiz kapalı."

19 Temmuz 2017 Çarşamba

DOMATESLERİMİZ KURUYOR

18/07/2017 Salı, Tire

Salı Pazarından alışveriş yapacağım için biraz erken çıkıyorum evden. Dünden kasap alışverişini yaptığım iyi oldu. Bu sayede pazar işi de fazla uzamıyor. Yaylaya çıkar çıkmaz dünden aldığımız domatesleri dilim dilim kesip terastaki kurutma selelerine diziyoruz. İstanbul'u sel bastı haberleri biraz tedirgin ediyor. Güneş zaman zaman bulutların arasına gizlenip tekrar yüzünü gösteriyor. Zaman zaman sert esen rüzgar havada bulut bulabilse toplayıp yağmura çevirecek. Meteoroloji raporlarında yağış beklentisi yok. Fırsat bulabilirsem yukarı yaylaya çıkarak biraz armut, erik ve elma toplamayı düşünüyorum. 

Yaylaya varır varmaz Kuşadası'ndan İstanbullu bir çift geliyor. Hayatlarında ilk Tire şiş köfteyi Taş Ev'de deniyorlar. Hanımefendinin hoşuna gidiyor bu yeni lezzet ancak beyefendi biraz yağlı buluyor. Yağ dediği mis gibi tereyağı. Bana göre de şiş köfteyi adam eden bu yağ. Yemeklerini yedikten sonra Biraz sohbet ediyoruz. Ankara'da aynı yıllarda üniversite okumuşuz. O zamanlar yeni açılan Hacettepe Üniversitesinin Beytepe kampusunda okumuşlar. Halen İstanbul'da turizm sektöründe çalışan çift kartımızı alıyor. Bizden Tire'de gezilecek görülecek yerleri soruyorlar. Sonradan olma bir Tire'li olarak gururla Tire müzesini gezmelerini öneriyorum. Hanımefendiye müze deyince aklına muhtemelen görmekten bıktığı taş heykeller, eski paralar geldiği için burun kıvırıyor. Düşündüğü gibi olmadığını, Tire'nin sosyal yaşantısını konu alan güzel bir etnografya müzesi olduğunu anlatıyorum. 

Onları uğurladıktan sonra domatesleri serme işine devam ediyorum. Oldukça yorucu bir iş ama güzel sonuç elde ediliyor. Sabırla kesilip üzerine kaya tuzu serpildikten sonra kızgın güneşin altında kurumaya bırakılan domateslerden harika bir meze çıkıyor ortaya. Önceden söyleseler inanmazdım, tam on yedi kilo armut domatesten bir kilo kadar domates kurusu kalıyor. Yani ağırlığının neredeyse yüzde doksan beşi buharlaşıyor.

Eskiden beri yazılarımı okuyanlara Elektrikçi Ali desem hatırlayacaklardır. Bu akşam sürpriz yaparak ailesiyle birlikte misafirimiz oluyor ve şeytanın bacağını kırıyor. Oğlunu, gelinini ve torununu da yanına alan eski tedarikçimin keyfi yerinde. Yemeklerini yedikten sonra çok kişiden duymaya alıştığım şeyler geçiyor aklından. Hafif çakırkeyif haliyle "Şurada bungalow türünden bir de konaklama olsaydı..." demeden alamıyor kendini.

Esprili konuşmalarıyla aramızda sıcak bir dostluk oluşmasını sağlayan gençler katılıyor aramıza. Her zamanki masalarına geçiyorlar verandada. Uzaktan kumandalı kamera çekimi yapan bir "drone" getirmişler yanlarında. Ne anlama geliyormuş bu "drone" merak ediyorum. "Erkek arı" imiş Türkçe karşılığı. Havanın kararmaya başlaması, kayıt için kullanılacağını söyledikleri anlamadığım bir parçayı yanlarında getirmemeleri sebebiyle uçuramıyorlar drone'larını.

Ödemiş'ten gelen misafirlerimizin tamamı bizden memnun kalınca reklamımızı yapıyor. Bu sayede Tire'den sonra en fazla misafirimiz Ödemiş'ten geliyor. Yine güzel kıyafetleriyle üç çift ağırlıyoruz kiraz ağacının altındaki masada. Dışarıda oturmak kendi tercihleri. Bir saat kadar sonra üzerlerinize verdiğimiz şallar yetersiz kalınca yukarıdaki salona taşınıyorlar.